11 Eylül 2012 Salı

Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup / Edip Cansever



İşte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
İşte şu begonya, işte yalnızlık
İşte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
İşte yok oluşumdan doğan kent
Hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız
Ben dediğim koskocaman bir oyuk
Koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
Bir oyuk! sofada, mutfakta, yatağımda
Yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
Yetişip öne geçiyorum sık sık. Sözgelimi
Bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
İyi
Bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
Salıyı gösteriyor.



Salondaki büyük saati sattım
Saatin ölçebileceği
Herhangi bir zaman parçası yok
Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
Bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
Ne gereği var ki saatin
Balkona çıkıyorum sürekli
Yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
Bir semtin ilk rengini alıyorum
Örneğin Ümraniye'de bir çay bahçesindeyim
Bazen
Anılardan anılara bir yol
Ve
Anılardan anılara sallanan bahçe
Hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
İyi.



Yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
Bu sabah bu sabah
Oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—
Oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
Nasıl?
Güllerse güller içinde yani
Ve balkon demirinde bir martı. Dedim ki
Deniz şuralarda bir yerde olmalı
Çıt yok evin içinde
Deniz şuralarda bir yerde olmalı
Çıt yok
Sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı
Ve göklerden tepelere inen bir sokak
Ya da bir akarsuyum ben
Denizse
Şuralarda..
Yok önemi bir iki gün kaldı —martı—
Balkonda
Deniz de öldü sonra, martı da
İyi iyi.



Suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
Günler —seni anımsadığım zaman—
Birden Kurtuluş'tan Taksim'e giden bir tramvay görüntüsü
Mavi bir elektrik çakımı tellerde
Sanki kar yağıyor da sürekli, Tepebaşı'ndayız
Karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
Besbelli Gümüşsuyu'ndayız, Rus lokantasındayız
—Ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz—
Şarap içmişiz, üşüyoruz
Dışarda dünya silinmiş
İkimiz ikimiz ikimiz
Böyle birkaç defa ikimiz
Sonraki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
Nasılsa
Sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
Sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
Üşümüyorum da
Bende herkes var, diyen bir kızın titrek
Sesleri dökülüyor kucağıma
Dudaklarım kan mavisi bugün.



Biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz
Biz burada kırk yaşındayız hepimiz
Dördümüz bir kişiyiz de ondan
İçimizden biri uyuyor olsa, falan filan
Onu bekliyoruz bir kişi olmak için
Evet evet, yanılmıyorum ben
Bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
Doğrusu ya
Yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
Duvardaki vitray, begonya
Begonya, vitray
Kurtuluş'la Asmalımescit birbirine geçiyor
Bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
Karanfil kokuyorsa biraz
Yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
Saçlarım soğuk ve uzun.


Ne diyordum? yağmurlar, evet
Üşümüyorum ürperiyorum sadece
Biçimini zorlayan bir kedi gibi
Dur biraz
Kapı çalındı, hayır, telefon
Telefon kapı telefon
İkisi birden mi yoksa
Yoksa
Ne telefon ne kapı
Bir şimşek sesi hiç olmazsa
O da değil
Ses filan duymadım ki ben
Yuvarlandıkça büyüyen
Bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
İki sesi taşıyan bir ses
Neden olmasın
Biraz önceki gibi
Üstümden biri kalkmıştı —yok canım—
Öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
Yer değiştiren gezgin bir gölge
Bahçedeki ceviz ağacından
İçeri sürüklenen.




8 Eylül 2012 Cumartesi

Umut Devrimi / Erich Fromm


1.  Umut Ne Değildir?
Umut, daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve akılcılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her toplumsal değişimin, belirleyici öğesidir. Ne var ki, umudun doğası çoğu kez yanlış anlaşılmış ve umutla hiçbir ilişkisi olmayan, hatta umudun tam karşıtı olan yaklaşımlarla karıştırılmıştır.
Umut etmek nedir?
Çoğu kişinin sandığı gibi, dileklere ve isteklere sahip olmak mı­dır? Böyle olsaydı, daha çok ve daha iyi otomobil isteyen, daha iyi ev, daha çok araç-gereç isteyenler, umutlu insanlar olacaklardı. Ama değiller; bunlar umutlu insanlar değil, daha çok tüketimde bu­lunmaya düşkün kişilerdir.
Umudun nesnesi bir şey değil de, daha dolu bir yaşam sür­mek, daha büyük bir canlılık içinde bulunmak, o sonsuz sıkkınlık­tan kurtulmak olduğunda, ya da dinbilimsel açıdan bakarsak günah­lardan arınma, ya da siyasal açıdan devrime kavuşmak olduğunda mı gerçek anlamda umut etmiş oluyoruz? Evet, aslında bu türden beklentiler, umut etmek anlamını taşıyabilir, ama beklentilerde edilginlik varsa ve umut, el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin bir bahane­si oluyor, yalnızca bir ideoloji haline gelinceye dek "beklemek" şek­linde kendini gösteriyorsa, umut etmekten söz edilemez.
Kafka, Dava adlı romanında, bu türden teslimiyetçi ve edilgin umudu çok güzel betimlemiştir. Bir adam cennete (Yasaya) açılan kapının önüne gelir, ve kapıcıdan içeri girme izni ister. Kapıcı, şu an için izin veremeyeceğini söyler. Yasa’ya giden yola açılan kapı, aslında ardına dek açıktır, ama adam, giriş izni alıncaya dek bekle­menin daha iyi olacağına karar verir. Ve oturur, beklemeye başlar; günlerce ve yıllarca bekler. Tekrar tekrar içeri girme izni ister, ama her seferinde kendisine henüz izin verilemeyeceği söylenir. Adam, bütün bu uzun yıllar boyunca durup dinlenmeksizin kapıcıyı ince­ler; kürk yakasındaki bitleri bile yakından tanıyacak hale gelir. Gi­derek yaşlanır; ölmek üzeredir. İlk kez şu soruyu sorar: "Nasıl olu­yor da bütün bu yıllar boyunca benden başka hiç kimse girmek iste­medi bu kapıdan?" Kapıcı, "Senden başka hiç kimse giremezdi ki bu kapıdan," diye yanıtlar onu. "Çünkü kapı yalnız ve yalnız senin içindi. Şimdi artık kapayacağım."
Adam artık anlamayacak kadar yaşlıydı, genç olsaydı da anla­yamayacaktı belki. Bürokratların dediği dediktir; hayır dendiğine göre içeri giremez. Bu edilgin, bekleyen umuttan biraz daha fazlası olsaydı onda, içeri girmiş olacaktı, ve bürokratları umursamama yü­rekliliği, onu parıltılı saraya götürecek olan özgürleştirici edim ola­caktı. Çoğu insan Kafka’nın ihtiyarına benzer. Umut ederler ama yüreklerinin sesini, itkisini dinleme ve ona göre davranma yetisin­den yoksundurlar; bürokratlar onlara yeşil ışık yakmadığı sürece beklerler de beklerler.[1]
Bu türden edilgin umut, zamana sahip olmayı ummak şeklinde betimlenebilecek genelleştirilmiş bir umut biçimiyle yakından ilgili­dir. Zaman ve gelecek, bu türden umudun ana bölümü haline gel­miştir. Şimdi süreci içinde hiçbir şey beklenmemektedir, bir sonra­ki anda, ertesi gün, gelecek yıl içinde ve umudun bu dünyada ger­çekleştirilebileceğine inanmak çok saçma gelirse, bir başka dünya­da bir şeylerin olacağı beklenir. Bu inancın ardında, geleceğe bir tanrıça gibi tapan Robespierre gibi bir adam tarafından Fransız Devriminde başlatılan bir putperestlik, ”Gelecek"e, "Tarih'e ve "Sonra"ya tapma yatmaktadır: Hiçbir şey yapmam; edilginliğimi korurum, çünkü ben hiçbir şey değilim, güçsüzüm, yetisizim; ama gelecekte, zamanın göstereceği şeyler, benim başaramayacağım şey­lerin gerçekleşmesini sağlayacak. Çağdaş burjuva düşüncesindeki "gelişme"ye tapmanın değişik bir yönü olan bu geleceğe tapma, umudun yabancılaşmasının ta kendisidir. Ben bir şey yapmayaca­ğım, ben, bir şey olmayacağım, ama tapımlar, gelecek ve sonra, ben hiçbir şey yapmadan bana bir şeyler getirecek[2].
Edilgin bekleyişin, umutsuzluğun gizlenmiş bir biçimi olduğu doğrudur, ama bir de bunun tam karşıtı gizlenme biçimiyle kendini gösteren — sözlerle, serüvencilikle, gerçekliği görmezden gelerek ve zorlanamayacak şeyi zorlayarak gizlemek şeklinde görülen — bir başka "umuttan yoksun olma" ve çaresizlik biçimi vardır.
Bütün koşullar altında ölümü yenilgiye yeğ tutmayanları horgören isyan öncülerinin ve sahte Kurtarıcıların yaklaşımı buydu işte. Bu günlerde, bu sözümona köktenci umutsuzluk kılıfı ve hiççilik, genç kuşağın en ateşli üyelerinden bazıları arasında seyrek rastla­nan bir durum değil. Gözüpeklikte ve kendilerini ortaya koymada üstlerine yok, ama gerçekçilikten, geniş kapsamlı tasarlama ve yön­lendirme yetisinden yoksun olmaları, bazıları ayrıca yaşam sevgisi beslememeleri nedeniyle inandırıcı olmaktan uzaklaşıyorlar.[3]

2.   Umudun Paradoksu ve Doğası
Umut, kendi içinde çelişkilidir (paradoksaldır). Ne edilgin bek­leyiştir, ne de gerçekleşmesi olanaksız koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanmasıdır. Atlama anı geldiğinde sıçrayacak olan çömelik bir kaplana benzer umut. Ne yorgun reformculuk umudun bir anlatımıdır ne de sözümona-köktenci* serüvencilik. Umut et­mek demek, henüz doğmamış şey için her an hazır olmak, ama do­ğumun, bizim yaşam sürecimiz içinde gerçekleşmemesi halinde umarsızlığa, umutsuzluğa düşmemek demektir. Zaten var olan ya da hiçbir zaman var olmayacak olan bir şeyi umut etmenin anlamı yoktur. Umutları zayıf olanlar, ya vurdumduymazdırlar ya da şidde­te eğilim duyarlar; umutları güçlü olanlar, yeni yaşamın tüm belirti­lerini görür, bundan sevinç duyarlar ve doğmaya hazır olan şeyin varlık kazanmasına yardımcı olmaya her an hazır bulunurlar.
Umut konusundaki yanıltıcı noktaların en önemlilerinden biri de, bilinçli umutta bilinçsiz umut arasında ayrım yapamamaktır.
    Elbet bu, mutluluk gibi, kaygılılık, ruh çöküntüsü, can sıkıntısı ve nefret gibi, birçok diğer duygusal deneyimlerle ilgili olarak ortaya çıkan bir yanlıştır. Freud’un kuramlarının bunca yaygın olmasına karşın, onun "bilinçsiz" kavramının bu türden duygusal görüngülere böylesine az uygulanması şaşılacak şeydir. Bu olgunun belli başlı iki nedeni olsa gerektir. Birincisi şu olabilir: Bazı ruhçözümlemecile- rin ve bazı "ruhçözümleme filozoflarının" yazılarında, bütün bir bi­linçaltı görüngüsü — yani bilinçaltına itme, bastırma görüngüsü — cinsel istekleri söz konusu etmektedir; buysa, bilinçaltına itme kav­ramını cinsel isteklerin ve etkinliklerin bilinçli olarak bilinçten giz­lenmesi kavramının eşanlamlısı olarak kullanma yanlışına düştükle­rini göstermektedir. Böyle yapmakla, Freud’un buluşlarını, bu bu­luşların getireceği bazı önemli sonuçlardan yoksun bırakmış oluyor­lar. İkinci nedense, şu olgudan kaynaklanıyor olsa gerektir: Victo­ria Dönemi sonrası kuşaklar için bilinçaltına itilmiş ya da bilince çıkması engellenmiş cinsel isteklerin farkında olmak, yabancılaşma, umutsuzluk ya da doymakbilmezlik gibi deneyimlerin farkına var­maktan çok daha rahatsız edicidir. Çok görünen bir örneği burada vermek gerekirse: Çoğu insan, korku, sıkkınlık, yalnızlık, umutsuz­luk gibi duyguların varlığını kendi kendilerine itiraf etmezler — ya­ni, bu duyguların bilincinde değillerdir (ya da bu duygular bilinçdışı- dırA). Bunun nedeni çok yalındır. Bizim toplumsal modelimizde, ba­şarılı insanın korkulu, sıkkın ya da yalnızlık içinde olması beklen­mez. Başarılı insan, bu dünyayı bütün dünyaların en iyisi olarak gör­melidir; yaptığı işte basamak atlama fırsatını yakalamak için, korku­larını, kuşkularını, ruhsal çöküntülerini, sıkkınlıklarını ya da umut­suzluklarını da bastırmak, bilinçaltına itmek durumundadır.
Bilinçli olarak umutlu olan ve bilinçsiz olarak da umutsuzluk duygularına sahip çok insan vardır da bunun tersi durumda insan çok azdır. Umudun ve umutsuzluğun incelenmesinde ele alınacak önemli nokta, insanların kendi duyguları konusunda ne düşündükle­ri değil, gerçekten de ne hissettikleri, ne duyduklarıdır. Bu, onların sözlerinden ve tümcelerinden pek anlaşılmayabilir, ama yüzlerinde­ki anlatımdan, yürüme biçimlerinden, gözlerinin önündeki bir şeye karşı ilgiyle tepki gösterme yetilerinden ve, mantıklı savları dinleme yetisiyle kendini gösteren tutuculuktan yoksun oluşlarından anlaşıla­bilir.
Bu kitapta toplumsal-ruhbilimsel görüngüye uygulanan devim­sel görüş açısı, çoğu toplumsal-bilim araştırmalarındaki tanımlayıcı davranışçı yaklaşımdan köklü bir şekilde ayrılmaktadır. Devimsel (dinamik) açıdan, kişinin şimdi ne düşündüğünü, ya da ne söylediği­ni, ya da nasıl davrandığını bilmek istiyoruz. Kişilik yapısı, yani enerjilerinin yarı-sürekli yapısı, bunların gönderildiği yönler, ve han­gi yoğunlukta akmakta oldukları ilgilendiriyor bizi. Davranışı yön­lendiren itici güçleri bilirsek, yalnızca şimdiki zamanda gerçekleşti­rilen davranışı anlamakla kalmayız, bir kişinin değiştirilmiş koşullar altında nasıl davranabileceği konusunda da akla uygun varsayımlar­da bulunabiliriz. Devimsel açıdan, bir kişinin düşüncesindeki ya da davranışındaki şaşırtıcı "değişiklikler", o kişinin kişilik yapısının bi­linmesi koşuluyla, çoğu kez önceden bilinmesi, öngörülmesi olası değişikliklerdir.
Umudun ne olmadığı konusunda daha çok şey söylenebilir, ama gelin hızlanalım ve umudun ne olduğu sorusunu soralım. Aca­ba sözcüklerle betimlenebilir mi umut, yoksa yalnızca bir şiirde, bir şarkıda, bir harekette, yüz anlatımında ya da bir edimde mi dile ge­tirilebilir?
Her insansal deneyimde olduğu gibi, sözcükler, deneyimi be­timlemeye yeterli değildir. Hatta çoğu kez, sözcükler bu işin tam tersini yapar: deneyimi çapraşıklaştırır, paramparça eder ve öldü­rür. İnsan, ne yazık ki çoğu kez, sevgi üzerine, nefret ya da umut üzerine konuşma süreci içinde, anlatması gereken konuyla bağlantı­sını yitirir. Şiir, müzik ve diğer sanat biçimleri, insansal deneyimleri betimlemeye çok daha uygun araçlardır; çünkü onlar, kendi kuralla­rına tam tamına uygun olmanın getirdiği bir kusursuzluğa sahiptir­ler ve insan deneyiminin yeterli ve uygun simgeleri olarak kabul edi­len yıpranmış bozuk paraların belirsizliğinden ve anlaşılmazlığın­dan uzaktırlar.
Bununla birlikte, duygu deneyimine, bir şiirin dizelerini oluş­turmayan sözcüklerle değinmek olanaksız değildir. İnsanlar, karşıla­rındaki kişinin sözünü ettiği deneyimleri hiç değilse bir ölçüde paylaşmasaydı, bu mümkün olmayacaktı. Deneyimi betimlemek de­mek, deneyimin çeşitli yönlerine işaret etmek ve böylece yazarla okurun, aynı şeyden söz ettikleri bir etkileşim ortamı oluşturmak­tır. Böyle bir etkileşim kurmaya çalışırken, okurdan, benimle birlik­te çalışmasını ve umudun ne olduğu sorusuna benim yanıt vermemi beklememesini isteyeceğim. Bir diyalog kurmamızı olanaklı kılmak için, okurdan kendi deneyimlerini harekete geçirmesini bekleyece­ğim.
Umut etmek, bir varolma durumudur. Yoğun, ancak henüz harcanmamış bulunan etkin olma durumunun[4] içsel olarak hazır ol­masıdır. "Etkinlik" kavramı, çağdaş sanayi toplumunda insanın en yaygın yanılsamalarından birine dayanır. Kültürümüzün dişlilerinin tamamı etkinliğe — meşgul olma anlamında etkinliğe — ayarlanmış­tır; ve bu, meşguliyet anlamında meşgul olmayı (ticari iş için gerek­li meşguliyeti) kapsamaktadır. Hatta, çoğu insan öylesine "etkin"dir ki, bir şey yapmadan duramaz; dinlenme saatleri denilen süreyi bile bir başka etkinlik biçimine dönüştürür. Para kazanmak yönünde et­kinlik göstermiyorsanız, arabayla dolaşarak, golf oynayarak ya da sadece çene çalarak etkinlikte bulunuyorsunuzdur. ''Yapacak" hiç­bir şeyinizin bulunmadığı an, asla olmamalıdır. Bu türden davranı­şa etkinlik demek ya da dememek bir terimbilim (terminoloji) soru­nudur. İşin kötüsü, çok etkin olduklarını sananların çoğu, "meşgul" olmalarına karşın, son derece edilgin olduklarının farkında değiller­dir. Bunlar, dürtüyü, uyarıcıyı, sürekli olarak dışardan beklerler — bu uyarıcı başkalarının çene çalması olabilir, film görüntüleri, gezi ya da hatta yeni bir kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmak gi­bi, diğer daha coşturucu tüketim heyecanları olabilir. Bunlar dürtül- meye, "açma düğmelerinin çevrilmesine", kışkırtılmaya, ayartılma­ya gereksinim duyarlar. Hep koşarlar, asla durmazlar. Her zaman "itilirler”, eğilir ve bir daha asla doğrulmazlar. Kendi kendileriyle karşı karşıya geldiklerinde ortaya çıkan kaygıdan kaçmak için bir şey yapma tutkusuna kapılmışlardır ama kendilerini yoğun bir şekil­de etkinmiş gibi görürler.
Umut, yaşamaya ve büyümeye eşlik eden, onunla birlikte bulu­nan bir ruhsal öğedir. Eğer güneş almayan bir ağaç, gövdesini güne­şin geldiği yöne eğerse, ağacın, tıpkı insan gibi "umut ettiğini" söyle­yemeyiz; çünkü insandaki umut, bir ağaç için söz konusu edilemeye­cek duyguları ve farkında olmayı içerir. Ama gene de ağacın güne­şin gelmesini umduğunu, ve gövdesini güneşe doğru bükmekle bu umudu dile getirdiğini söylemek yanlış değildir.
Yeni doğmuş bir çocuk için durum farklı mıdır? Bebek, farkın­da olma durumu içinde bulunmayabilir, ama gene de, onun etkinli­ği, doğmak ve bağımsız olarak solumak umudunu dile getirir. Süt çocuğu anasının göğüslerine ulaşmayı umut etmez mi? Bebek ayak­ları üzerinde dikilip yürümeyi umut etmez mi? Hasta iyileşmeyi, tu­tuklu özgür olmayı, aç yemek yemeyi umut etmez mi? Uykuya dal­dığımızda ertesi gün uyanmayı umut etmez miyiz? Sevişme bir erke­ğin iktidarına, eşini uyarma yetisine olan umudunu, ve kadının ona yanıt verme ve onu uyarma umudunu içermez mi?




[1] Esperar sözcüğü İspanyolcada hem beklemek hem de umut etmek anlamına gelir; bu kavramın, burada betimlemeye çalıştığım o özel edilgin umut anlamını içer­diği çok açıktır.
[2] Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve neyin kötü olduğuna tarihin karar ver­diğini savunan Stalin’ci görüş doğrudan doğruya Robespierre’in putçuluğunun ve sonracılığının devamıdır. Bu yaklaşım, "Tarih hiçbir şey değildir ve hiçbir şey yap­maz. Bir şey olan ve yapan, insandır," ya da Feuerbach Üzerine Tezler’de, "İnsanla­rın, koşulların ve yetişme tarzının ürünleri olduğu ve dolayısıyla, değişmiş insanla­rın başka koşulların ve değiştirilmiş yetişme tarzının ürünleri olduğu yönündeki maddeci öğreti, koşullan değiştirecek olanın insanlar olduğunu ve eğiten kişinin eği­tilmeye gereksinimi bulunduğunu unutmaktadır," diyen Marx'in görüşünün tam ter­sidir.
[3]  Bu türden umutsuzluk, Herbert Marcuse’ün Eros and Civilization (Eros ve Uygarlık) adlı kitabıyla (Boston: Beacon Press, 1955) One-Dimensional Man’àc (Tek Boyutlu İnsan’da) (Beacon Press, 1964) çok açık bir şekilde görülmektedir. Ona göre sevgi, sevecenlik, ilgililik ve sorumluluk gibi bütün geleneksel değerler, yalnızca teknoloji toplumu öncesinde anlam taşımaktaydılar. Yeni toplumda — bas­kı ve sömürüden yoksun olanında yani — ölüm de içinde olmak üzere hiçbir şeyden korkması gerekmeyen, yeni gereksinmeler geliştirecek yeni insan ortaya çıkacaktır; bu insanın cinselliği çok yönlü olacak ve kişi, bu yeni cinsellik şeklini doyurabilecek- tii [okura Freud’un Three Contributions to the Theory of Sex (Cinsellik Kuramı Üzerine Üç İnceleme) adlı kitabını öneririm]. Kısacası Marcuse, insanoğlunun nihai gelişmesini, bebeksi yaşama çekilmede, emzirilmiş bebeğin mutluluğuna dönmede görmektedir. Yazarın sonunda umutsuzluğa varmasına şaşmamak gerekir: "Toplu­mu dönüştürme kuramı, şimdiki zaman ile kendi geleceği arasındaki boşluğa köprü oluşturabilecek kavramlardan yoksun; hiçbir şey vaat etmiyor, başarı umudu taşımı­yor, dolayısıyla olumsuz...” (Oııe-Dımensiona/Man, s. 257).
Bu alıntılar, Marcuse’e bir devrimci önder olarak saldıran ya da hayranlık du­yanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini göstermektedir; çünkü devrim, hiçbir zaman umutsuzluk temeli üzerine kurulmamıştır ve de kurulamaz. Ama Marcuse politikayı umursamaz bile; çünkü insan, şimdiki zaman ile gelecek arasındaki basa­makları dikkate almıyorsa, ister köktenci, ister başka şeyci olsun siyaseti ele almıyor demektir. Temelde Marcuse, kişisel umutsuzluğunu bir köktencilik kuramı olarak sunan yabancılaşmış bir aydın örneğidir. Ne yazık ki, anlayıştan ve bir ölçüde de Freud bilgisinden yoksun oluşu, Freud’çuluğu, burjuva maddeciliğini ve karmaşık Hegel’ciliği çözümlemek amacıyla üzerinde gezindiği, ve onu, kendisine ve akıldaşla- rı olan "köktencilere” en gelişmiş kuramsal yapı gibi görünen bir sonuca götüren bir köprü oluşturuyor. Bunun toy bir us düşü, temelden akıldışı, gerçekçilikten uzak ve yaşam sevgisinden yoksun olduğunu ayrıntılı bir şekilde göstermenin yeri burası de-
"Radical" sözcüğü ABD'de, günlük konuşma dilinde "devrimci" anlamına kullanılıyor. Bununla birlikte bu kitapta bütün "radicarieri "köktenci" diye çeviriyo­rum. (Ş. Y.)
[4] [Kullamlagelen "etkinlik" (activity) terimi yerine] "etkin olma durumu” (acti- veness) terimini, Michael Maccoby’den aldığım kişisel bir mektuba borçluyum; "et­kin olma durumu" ya da "edilgin olma durumu" bir davranışla ya da zihinsel durum­la ilgili olduğunda, edilginlik yerine "edilgin olma durumu" (passivity/passiveness) terimlerini kullanırım.
Etkinlik ve edilginlik sorununu, özellikle üretken yönlendirme bağlamında bir­kaç kitabımda tartıştım. Burada, Ernest Schachtel’in Metamorphosis (Değişim) adlı kitabında (New York: Basic Books, 1959) en güzel anlatımını bulan etkinlik ve edil­ginlik tartışmasına okurun dikkatini çekmek isterim.

4 Eylül 2012 Salı

Yürüyünce / Cemil Yüksel


ne diyordu yürümeye dikilen ilk gövde
aldık bir fincan kahveyi odadan odaya taşıyoruz
konumundan sıkılmış bir fincanı anladığımız mı
oturduğumuz yerlerin mi
yoksa türlü türlü giysilerin kırışıklığı mı
hangisi yatıştırır bir adamı sabahlara kadar
ne güzel durdu bak seçmemeye hiçbirini
biri bile yetemez yatıştırmaya içimizdekileri

ne diyordu yürümeye dikilen ilk gövde
ben yürüyünce anlamlar yeniden kuruluyor
karşı pencereye doğru yükselen sarmaşığın dediği bu
akşam erkenden kurulan saatlerin, uyanamamaların
bahçe kapılarının, salıncakların, öpüşme seslerinin
ne varsa kulakların eğilerek dinlediği
bir ilkellikle güzel tutkulu inlemelerin
bir bardakta sıkılmayan suyun da söylediği bu
söylenip duran bakıcının sabaha yakın korkuyla
dediği durmadan unutmaksızın döndüğü
ne varsa ben yürüyünce yeniden kuruluyor
mesela hiç mi hiç şaşkınlığı yok muşambanın
aynı yıpranmanın sesiyle kırış kırış daha
serilmiş gibi yakınlığımıza köprü olan her şeye
yürüyünce yeniden kuruluyor, aşk sanıyor sarhoşluğu

evet diyor yürüyünce yeniden kuruluyor
gondollardan yükselen genç kız çığlıkları
hoş geldiniz diyen sevecen bir karşılama
karşılama dedim de hani çok anlaşılmayan o incelik
bir ayrıntının sezgilerle çiftleştiği o buluşma
az bulunur dediğimizde o gariplik
yeniden kuruluyor, kerelerce salınmış bir ibre

az kullanılan bir kelimeyi hatırlarken ki şaşkınlık
yürüyünce yeniden kuruluyor
sarmaşık bir karış boy daha atmış
dudakların  sıkıntılarla aralık
karınca yuvalarından saçılmış binlerce karınca gibi etraf
dokunsak bir suya bütün dokunmaların taş sanıldığı
gece ve sokağı ayağa kaldıran salıncak sesi
bunlarda mı yürüyünce yeniden kuruluyor
öyle sanılıyor öyle biliniyor
öyle elbet!

İzafi Dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.

28 Ağustos 2012 Salı

Parmak İzi / Jiddu Krishnamurti


İnsanın içinde bütün dünya vardır ve eğer nasıl bakman ve öğrenmen gerektiğini bilirsen, kapı orada ve anahtar elindedir. 
Yeryüzünde senden başka hiç kimse ne sana o anahtarı verebilir ne de o kapıyı açabilir.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Z / Cemil Yüksel


                                                                                                 Zeynep için...
durdum en güzelinde çeşmelerin
soluksuz akan bir dağ çeşmesi
senin olan onca şeyi akar buldum
nasıl gelmişse bir araya öyle
sabah en sade yeridir sevişmenin

buldum saçlarını dünyayı döndüren kıvrımda
sırtına doğru gövdeleştikçe uzunluğu
kömürlerden ışıldayarak çıkarırdı siyahını
bir fotoğraf gibi yeterdi her şeye ve
orda kocaman dururdu neyi çağrıştırdığı

yenilenmiş ve ip atlamayı
öğrendiğin bir sevinçle sokaklarda
unutan öğlenleri akşamları da unutan
bir balığın gözlerinin dolması sanki denizde 

avuçlarım konumunu almayı bilen
bir gökyüzü gibi hazır
iştahla doyurmaya yönelmiş bir anne gibi
doldur ağzımı, sesimi dağınık kılan kelimeleri 
ayıkla siyah taşlarından
hem söyle sevmemiş miydim tekrarları
aynı elbiseyi günlerce giymeyi ve 
kullanmayı durmadan
içimdeki biçimsiz anahtarları

durdum!
en güzelinde çeşmelerin,
soluksuz akan bir dağ çeşmesi
yüzüme sık sık çarptım, kesilene kadar
uyandır diye korulara tünemiş o sevgiyi.

10 Ağustos 2012 Cuma

Arno Gruen / Normalliğin Deliliği

Gerçeklik Adına Gerçekliğin Reddi

İnsanın kendi benliği için sorumluluk alması çelişik bir sü­reçtir. Zamansal dizilişin basit kavramlarıyla düşünen biri bu­radaki etki mekanizmasını hiçbir zaman anlayamaz. Dıştan gelen etkiler olmaksızın gelişim asla olası değildir. Hepimi­zin ailesi, içimizde etkili olmayı sürdüren bir annesi veya ba­bası var. Ancak insan ruhunun içlerinde oluşan zıtlıklar ken­di dinamiklerini geliştirir. Böylece, görünüşte dış olayların neden olduğu, ama aslında bunlarla hiç ilgisi olmayan veya çok az ilgili olan davranışlar ortaya çıkar.
Çünkü büyümek isteyen küçük kendiliği etkileyen sade­ce çevre değildir. Çocuğun bu iz bırakıcı etkiler karşısındaki tepkisi de çevreye geri döner. Yani sürekli bir karşılıklı etki­leşim söz konusudur. Anne ve baba çocuğa kendi iradelerini dayatabilirler, ancak eğitici etkilerinin biçimi ve yoğunluğu­nu çocuğun tepkileri de belirler.
Anne baba ve çocuk arasındaki bu karşılıklı oyunun kar­maşıklığı; bir yandan özerklik alternatifinin temeli, oluşan kendilik ve çevresi arasındaki etkileşimde atılırken, diğer yandan bunun çocuğun kendi sorumluluğunu ne ölçüde üst­lenebileceğinde belirleyici olmasından kaynaklanır. Çocuğun sosyal alan içinde gelecekteki ilişkilerinin tümü buna bağlı­dır. Esas olarak sorumluluk iki yönde gelişebilir: Oluşmakta olan kendilik, ya özgür ve açık olarak kendi sorumluluğu içinde şekillenir ya da kendisini edilgence diğerlerinin şekil­lendirici etkisine bırakır.  Böylece gerçek sorumluluğun yü­kümlülüklerinden kaçmış olur.
Bu süreçte, sorumluluktan kaçış bilinçten atılır. Bunun böyle olması gerekmektedir, çünkü yabancı bir iradeye tabi olarak özerklikten vazgeçmek, asli bir iktidar oyununu dev­reye sokar : “Benim sorumluluğumu üstlenmen için senin is­tediğin gibi olacağım. Şu andan itibaren, sana tabi oluşum, sorumluluğumu üstlenmen için senin üzerinde uygulayaca­ğım iktidar olacaktır.” Kendini-bağımlı kılmak, böylece tabi oluşun öcü haline gelir. Bu durum pek çok şey içerir, ilk ola­rak çocuk, anne babanın değer yargılarını devralır. Yani içsel­leştirme dediğimiz durum, tabi oluş yoluyla gerçekleşen iş­birliği sürecidir, ikinci olarak bu, çocuğun kendi içindeki her şeyden nefret etmeye başlaması anlamına gelir, ki bu da anne babanın beklentileriyle çelişebilir. Üçüncü olarak bu kendi­lik nefreti, giderek derinleşen bir tabi oluş eğilimi gelişmesi­ne neden olur. Böylece bir kısırdöngü oluşur: Tabi oluş ve kendini küçük görme, karşılıklı etkileşime girer. Ancak özel­likle kendini küçük görme, katlanılmaz bir durum olduğun­dan hissedilmemelidir. Bu yüzden bütün bu süreç bilinçdışında kalmalıdır; bu süreç bastırılır ve reddedilir, böylece ki­şi iktidar oyununun giderek daha derinlerine doğru körlemesine dalar.
Kendisini bir başkasına teslim eden kişinin sürekli şikâye­ti de bu sürece bağlı olarak şudur: “Benim için yeterince şey yapmadın.” Bu, iktidar ve tabi oluş üzerine kurulu her söz­leşmenin temelinde bulunan karşı güç olma hayalinin bir ifa­desidir. Bu iktidar oyunu, gizli tutulanın içinde serbestçe et­kisini gösterir ve memedeki çocukta konuşma öncesi duygu­ların akışı içinde başlar. Karşı güç oluşturma niyetini saklamak için bu iktidar oyunu gizli tutulmak zorundadır. Karşı güç oluşturma yanılsaması, kendini tabi kılan için bunu ken­di isteğiyle yaptığının gizlenmesine yarar. Bu çifte bir yenil­gi getirir: Tabi oluş devam eder ve intikam duyguları kendi­ne zarar vermeye dönüşür. Sürekli olarak kendilik nefretin­den beslenen intikam ihtiyacı, kişinin ruh durumunu belir­leyen, bilinmeyen ve itiraf edilmeyen bir kaynak ve yönlen­dirici haline gelir.
Eğer kişinin gelişimini kendi tabi oluşunda işbirliği belir­liyorsa ortaya çıkan tablo budur. Kişi kendisini tabi kıldığının farkında değilse yarılmış ben, yaşamın sonraki yıllarında da bütünlenemez. Bunun doğurduğu kendilik nefreti, ruhsal dengesizliği ödünleme girişimi olarak gelecekteki tüm edimleri besleyecektir. Aslında kendilik nefreti duyguları içinde bir yaşam mümkün değildir. Ancak kişi, tabi olmaya o denli hazır olan kendi benliğine karşı durabilirse —acı çekme pahasına da olsa— kendilik nefreti azaltabilir. Fakat bu karşı­laşma, nefreti yaratan tabi oluşu kabul etme anlamına gelir.
Oysa bir çocuk bunu göremez ve kendi benliği içinde ka­bul görmemenin, onaylanmamanın yarattığı acıya katlana­madığını itiraf edemez. Bir başkasının sevgisiyle kendini onaylanmış hissetmek insani gelişimin temel koşuludur. Friedrich Hebbel, bunu bir şiirle ifade etmiştir.

Gözlerinin içinde öyle bir mucize var ki,
Orada oluştuğumu görüyorum.

Kabul görmemekten duyulan acı büyük bir ihtimalle bazı çocuklar için ani çocuk ölümü olarak adlandırılan durumun nedeni oluyor. Çocuk, kendisini ezen iktidardan pay alabil­mek için çoğunlukla kendisini tabi kılar. Görülen o ki, otistik çocuklar bu acıyla başka türlü başa çıkıyorlar, acıyı yadsıma­ya yanaşmıyorlar.
Bu ağır bir ikilem: insan, ona karşı bir şey yapmadan ken­dilik nefreti duyguları içinde yaşayamaz. Kendilik nefretiyle yüzleşirse de kendi kendisine ihanet edişinin acısıyla karşı karşıya gelecektir. Bu durumda kendilik nefreti yadsınır, in­sanın kendi kendisine saygı duyma ihtiyacıyla, boyun eğerek iktidarla işbirliği yapma eğilimi arasındaki çelişki, bu neden­le insan ruhundaki en temel ve belki de ilk yarılmadır. Bu yalnızca bir bastırma değil, aksine kökten bir bölünmedir; kendinden vazgeçmiş olmayı bilmek ve bundan doğan ken­dilik nefreti arasında bölünme. Bu bütün bir yaşamın esası haline gelir. Bu yarılma içselleşmiştir ve itaatle sorumluluğu özdeşleştiren toplumsal ideoloji tarafından desteklenir: itaat etmek iyi olmak demektir, iyi olmak da sorumluluk sahibi olmak demektir. Buna karşın özgür olmak itaatsizliktir, itaat­siz olan hoşnutsuzluk yaratır ve güçlülerin himayesini, dola­yısıyla iktidarlarından pay alma şansını riske atar.
Bu noktada insan oluşun sosyolojik görünümü üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor. Örneğin suç, yoksulluğun bir sonucu olarak değerlendirilir. Ancak bu görüş çoğunluğun niçin suç işlemediğini açıklamaz. Bununla birlikte yoksulluk­la suç arasında hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. İnsan bazı şeyleri ayırmaktan kaçınamaz. Eğer aç biri çalıyorsa bu­nun nedeni açgözlülük değildir ve eğer bunu yaparken iste­meden birini öldürüyorsa bu kasti bir cinayet değildir. Diğer yandan varsıllar ve güçlüler, toplumun savaşları çıkartan, di­ğer insanların yaşam temellerini yıkıma uğratan, doğayı ve insanı zehirleyen kesimidir. Ancak hapishanelere atılan onlar değildir. Suç istatistiklerine geçenlerin varsıllardan çok yok­sulların olmasının nedeni, bu tür istatistiklerin varsılların ve güçlülerin denetiminde olması ve yıkıcılığın bütün biçimle­rini hesaba katmamasıdır.
Uygarlık ve onun itaat talep eden normları kendilik nef­retinin oluşumunda belirleyici etkenlerdir. Hoşnutsuzluğun ve mutsuzluğun nedeni budur. İktidar kültünü ayakta tutan ideolojiler adına gerçek görmezlikten gelindiği sürece toplu­mun ekonomik ve politik çizgisi ne olursa olsun insanın mutsuzluğu yaşamımızın sürekli özelliği haline gelecektir.
Bunun en açık belirtisi, ister kapitalist, ister komünist bir ülkede yaşıyor olsunlar pek çok insanda gözlenen intikamcı ve suçlayıcı tutumdur. Çünkü intikam ve suçlama —özgürlük değil— onların yaşam amacı haline gelmiştir ve böylece ba­ğımlılıklarına giderek daha fazla saplanırlar ve iktidarın tüm sorunlara çare olduğunu sanma deliliğine kapılırlar. Bunun sonucu olarak pek çok insan, sağlam bir duruşları olduğu ve yaşamlarını kendilerinin belirlediği yalanına sarılır. Bütün ik­tidar oyunlarının, art niyetliliğin ve kendini kandırmanın be­lirlemesinin temelinde de bu vardır. Bir anne, az önce altını değiştirdiği için ellerini bir daha kirletmesine gerek olmadı­ğını düşündüğünden çocuğunun çağrısına cevap vermeyebi­lir. Bebeğinin çaresizliğini hissetmek yerine, kendi kendisine acımaktadır o an.
Ruhsal değişimler ancak insanın kendi hikâyesini anlama­sıyla mümkün olabilir. Her psikoterapi veya psikanalizde ço­cukluk dönemi yaşantılarının ve etkilerinin iç içe geçmiş za­man dizimini çözmek gerçek değişimleri sağlamaya yetmez. Hasta ancak, bir zamanlar iktidara boyun eğme kararını ken­disinin verdiği konusunda sorumluluğu üstlenirse değişme sürecine girebilir. Çünkü özerk güçlerini sakatlayan ve ruh­sal deformasyonuna neden olan bu boyun eğiştir.
Yapıtlarını ne kadar önemli ve kapsamlı bulsam da Alice Miller’in bakış açısını bu noktada eleştiriyorum. Miller, be­lirleyici olan etkiler karşısında anlayış göstermenin iyileşme için yeterli olacağını öne sürer. Aslında bu sadece, hastanın kendisini değiştirmek zorunda kalmaksızın terapide gördüğü anlayışın aynasında büyük bir iştahla keyif çatmasına yol açar. Ayrıca, terapist de kendisini iyi anne konumunda hissettiği için hastayı kendisine bağımlı hale getirdiğini görmezden gelir. Yani böylece güçlü ve bağımlı arasındaki, “iyi anne” ve onun sayesinde büyümek zorunda kalmayan müteşekkir ço­cuğu arasındaki, sonsuz oyun tekrarlanmayı sürdürür. Tera­pistin böylece içselleştirilmesi — ki bu asıl aranan kendi kim­liğine ulaşmanın zıddıdır— yanlış bir biçimde değerlendirile­rek yetişkinleşmek olarak adlandırılır.
Sakatlanmanın bir diğer biçimi de özerkliğini koruyabil­mek için sadece görünüşte boyun eğmektir. Bu, en azından özerklik yeteneğini korumak için çelişik bir olasılıktır.
Gerçek özerkleşme için ve dolayısıyla değişim cesareti göstermek için tek bir yol vardır: Kendi kendine ihanetten duyulacak acıyı göze almak. Daha önce de değinildiği gibi, insanın kendi hikâyesini anlaması yeterli değildir, ama aynı şekilde bireyin gelişimi üzerinde etkili olan toplumsal şidde­ti “anlamak” da yeterli değildir. Sadece bununla bir insanın nasıl katil olduğunu açıklayamayız. Kişi tabi oluşuyla yüzleşmelidir; bir insanın kendisinden nefret etmesine ve sonra kendisine ne yaptığını hatırlattığı için çevresindeki tüm ya­şamdan nefret etmesine neden olan, bu tabi oluştur. Kötülük, yıkıcılık, insaniyetsizlik — bütün bunların kökleri, insanın doğumla hak ettiği kendisi olma hakkından vazgeçişine dair yaptığı çok gerilerde kalmış tercihin sorumluluğunu üstlenemeyişindedir. Elbette kötülük ve insaniyetsizlik, tabi oluşu ve bağımlılığı gizleyen ve boyun eğişi “sorumlu” davranışla aynı gören toplumsal yapıların ve kuramların desteği olmadan mümkün değildir. Ancak Hitler gibi bir kişiliğin, “normal” » veya "ruh hastası” olma cinsinden sıradan bir kavram İkilisiy­le anlaşılabilir olduğunu düşündüğümüz sürece onun gibi birinin iktidara gelmesinin o dönemde ne anlam taşımış olduğunu ve bugün bizim için hâlâ ne anlam taşıdığını kavrayacak durumda değiliz demektir.
Şu noktaya kadar söylenenlerin ışığında, ruh hastalığı için niçin daha genişletilmiş bir kavramı gerekli gördüğümün an­laşıldığım sanıyorum. Ancak böyle bir kavram genişletmesi, insanı ve yaşayabileceği ruhsal karmaşaları daha kapsamlı bir biçimde anlamayı gerektirir. Psikiyatri ve psikolojinin ruh hastalığı olarak kabul ettiği durum, ruh hastalarında artan bir gerçeklik yitiminin söz konusu olduğuna inanan görüşe bağ­lanmaktadır. Gerçeklikle ilişkinin daha az ya da daha çok oluşu: tüm insani davranışlar buna göre sınıflandırılmaktadır. "Gerçeklik” burada yalnızca dış gerçeklik olarak anlaşılmak­ladır.
Aslında gerçekle ilişki -dış gerçeğe bağlılığın derecesi ve­ya hiç olmayışı- insanları içinde düzenleyebileceğimiz ve hastalıklı davranıştan nevroza ve normalliğe kadar uzanan bir sınıflandırmaya sokabileceğimiz bir temel örgüdür. Ancak böyle bir şema, gerçeklik yitimiyle tanımlanandan çok daha tehlikeli başka tür bir hastalık daha olduğunu gizler.
Hastalığın bu başka türünü görebilmek, bakış açısını de­ğiştirmeyi ve alışılmış kategorilerden uzaklaşmayı gerektirir. O zaman, genel olarak sağlıklılık kriteri olarak kabul edilen “gerçeğe” uygun davranışın ardında daha derin ve daha az dikkat çeken başka bir patolojinin gizlendiği görülür: “nor­mal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu ola­rak uzlaşmanın patolojisi.
Bu patoloji daha yakından incelendiğinde hedefi delilik üretmek değil, deliliği “hileyle bertaraf etmek” olan bir has­talığın söz konusu olduğu görülür. Bir hastalığın “hedefi” ile kastettiğim, örneğin birisinin dikkati kendi acısına çekmek için çabalarken tuhaf davranışlara başvurmasında kendini gösterir. Bunlar çoğunlukla öylesine örtük yardım çağrıları­dır ki hem yardıma çağrılanı hem de yardım isteyeni gerçek­ten çaresiz bırakır. Deliliği hileyle bertaraf eden normalli­ğin patolojisinin belirleyici özelliğiyse bundan farklı olarak acıdan kaçmaktır. Üstelik bu yoğunlaştırılmış bir biçimde ya­pılır. Söz konusu olan sadece ruhsal acıdan kaçış değildir, bu tür bir kişilik yapısının kendisini sürekli olarak tehdidi altın­da hissettiği dağılmanın karşısında duyulan korku söz konu­sudur aynı zamanda.
Araştırılması algılamalarımızın bloke edilmesiyle engellen­diği için bu süreci gözle görülür hale getirmek kolay değildir. Acıya katlanamadığımız için belli algılar karşısında duyarsız oluşumuz gibi. Örneğin iç huzursuzluğunu fark etmekte zor­lanırız, çünkü bunu göz ardı edebilmek için dikkatimizi dış gerçeğe vermeyi öğrenmişizdir. Tam da bu nedenle yukarıda açıkladıklarımı genelde görme yeteneğinden yoksunuz. Do­layısıyla benim projem de zor bir proje: Hepimiz, bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız ta­rafından şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korku­nun yüzüne bakmamak gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir içyaşamın hastalığını gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir. Sonunda kişi hasta mı yok­sa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur.
Asıl hastalığımızı sürekli olarak maharetle gizleyişimiz, çağımız yaşamını da insanlık tarihinde daha önce görülme­miş ölçüde tanımlıyor. Bugün insanlık tarihinin devamını öncelikle tehdit eden süreç budur. Bu, Henry Miller’in bir zamanlar şu ifadeyle tanımlamış olduğu türden bir “sağlıklı­lık”: Öylesine “sağlıklı”yız ki, sokakta kendimize rastlasak tanıyamayacağız, çünkü karşımıza çıkacak olan, bize korku veren bir benlik olacak. Kendimize ve başkalarına karşı sevgi ilişkisi içinde olmadığımızdan sürekli olarak kendi içimizde­ki çölden, kendi boşluğumuzdan ve dolayısıyla kendi geçmi­şimizden kaçıyoruz.
Eğer yarılma henüz etkisini göstermemişse yaptıklarımız ya da başımıza gelenler karşısında acı, çaresizlik veya sevinç ve merak duygularıyla tepki veriyoruz. Bu tepkiler, yaşam deneyimimizin bir parçası halinde sürekli olarak iç yaşamı­mıza işleyip orada etkisini göstermeye devam ediyor. Dışarı­dan içimize işleyen her şey karşısındaki duyarlılığımızı şekil­lendirdiği için yaratıcı varlığımıza enerji sağlayan bu duygu­sal tepkilerdir. Ancak bu duyguların değerinin yadsındığı öl­çüde de yaratıcılığımız azalmaktadır. İnsan kendi iç yaşamından kopmuşsa artık sadece önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş düşünceler ve tasarımlarla tepki verir. Bundan sonra bir robota dönüşmesine az kalmış demektir.
Eğer acı, kaygı ve çaresizlik, bir zayıflık olarak görüldü­ğünden; hatta kadınsı kabul edilen duygusal gevşemenin er­keğe yakışmayan bir ifadesi olarak görüldüğünden ve güçlü erkek anlayışına göre (aynı şey, erkeği örnek alarak güçlülük iddiasında bulunan kadınlar için de geçerlidir) uygunsuz sa­yıldığından yadsınırsa o zaman iç dünya devre dışı kalır ve gündelik hayatın dişlileri tarafından yalıtılır. İç dünya böyle­ce bilinçdışında giderek daha derinlere gömülür. Ama görü­lemez hale gelse de davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın motoru olarak kalır.
Yani temelden farklı iki değişik ruhsal durum vardır: İç dünyanın ulaşılabilir olduğu durumda insan, dışarıdan içine işleyen çekimler karşısında yaratıcı tepkiler verme yetisine sahiptir. İç dünya tekrar geri çağrılabilir durumda olduğu sürece bilinçdışında olmasının önemi yoktur. İçyaşam, büyük bir tepki yetisine sahip son derece hareketli bir varlıktır.
Karşıt tip değişiktir: Hisseden iç, kilitlenmişse kişinin dış dünyayla etkileşim akışıyla temas edemez. Dolayısıyla, daha açık bir ifadeyle, gerçek bir etkileşim zaten oluşmaz. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan iç yalıtımın ölçüsü kendilik nefre­tiyle doğrudan bir ilişki içindedir. Bu kendilik nefreti, özerk duyguların yalanlanmasını talep eden bir “gerçeklik”in diktesine tabi oluşa etkin biçimde katılım sonucu oluşur.
Nefreti sürekli besleyen bu kaynak sadece iç yalıtımı de­ğil, aynı zamanda iç dünyayla dış dünya arasında bağlantı ol­mayışının sonucunda ortaya çıkan karmaşayı da güçlendirir. Bütün bunlar insanın kendi içinden ve onunla bir kez daha karşılaşmaktan duyduğu korkuyu büyütür. Yarılma yarılmayı güçlendirir. Böylece yıkımdan duyulan korku, insana iktidar ve güce boyun eğen bir dünyada yerini sağlamlaştırmasını öğreten dış dünyaya dalışı hızlandırır.
İçerinin kapatılması, yani dış dünyanın onaylayıcı tema­sından yalıtılması, yapılanma ve bütünlenme kaybına yol açar. Baskın unsurları yıkım dürtüsü ve kendilik nefretine dönüştüğünden iç dünya korku verir.
Kendilik yapılanması olmadan içerisi sürekli bir isyan ve karmaşa konumunda kalır. Bu rüyalarla ilişkide kendisini gösterir: Rüya görmenin temel mekanizması, bunlar istekler veya giderilmemiş gereksinimler olsun, duygusal anlam taşı­yan yitirilmiş şeylerin yeniden üretimi çevresinde döner. Ama böyle insanlarda bunlar bozulmuş, hatta yalanlanmıştır. Şizofrenlerden farklı olmakla birlikte kendi benlerinden kopmuş oldukları için rüyalarından söz edemeyen hastalar olduğunu klinik deneyimlerden biliyoruz.
Bütünlenme eksikliği, olası dağıtıcı gücü nedeniyle, ama daha çok insan doğumundan itibaren bütünlenmeye dönük olduğu için korku verir. Eric Alonson ve Shelley Rosenblo’un bebeklerin daha otuz günlükken, anneye dair bütünleyici algının kesintiye uğraması durumunda acı ve huzursuzluk belirtileri gösterdiğini kanıtlamıştır. Bütünleşmiş bir insani varoluş için önkoşul, çok yönlü olarak uyarılabilen ve dış dünyayla tamamlayıcı bir alışveriş içinde gelişebilen bir içya- şamdır. Bu, “insani” bir insan olmanın da önkoşuludur. Bu aynı zamanda, kötünün önkoşulunun, kendiliğin yadsınması ve tahribine dayanan çok daha karmaşık bir gelişme olması­nın da nedenidir.
Yukarıda tanımlanan yarılma süreçleri şizofrenlerde gözle­nenden çok farklıdır. Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünya­sında kalmaya çalışır. Kendi duygu dünyasıyla ve kendi iç dün­yasının sunduğu özerklik olanaklarıyla bağlantıda kalabilmek için dış dünyayı kopartıp atar.
Tümüyle gerçeğin üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi içyaşamlarından kopmuş olmalarıdır. Bu değerlendirmenin temelinde, “gerçeklik” anlayışımızın ta­mamen bu tipe göre şekillendirilmiş olması vardır ve böylelik­le görünürde sürekli onaylanır. Bu nedenle de kaderimiz üze­rinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edi­lir. Ama bunun nedeni aynı zamanda bu insanların, gerçekçili­ğe ve güce dair kendi fantezilerimizi temsil etmeleridir.
Bu nedenle bu kitabın konusu, gerçek bir benin eksikliğini gizleyen ve aynı zamanda bu eksikliğin sonucu olan iç karmaşadan kaçış için bir araç işlevi gören bir “sağlıklılığın” sinsiliğidir. İnsanın kendi içinden kopuşu, gerçek bir benin gelişmesini olanaksız kılar.
Kendisini normallik olarak maskeleyen delilik, alışılmış olarak delilik olarak tanımlanan durumdan temel farklılıklar gösterir. Bu nedenle deliliğe dair tasarımımızı daha farklı bi­çimde ifade etmeliyiz. Şizofreni — “tanınabilir” delilik— tama­men başka bir bakış açısından görülmelidir: Şizofreni, sonuç­ları çok daha zengin bir delilikle, yani normallik olarak gö­rünen delilikle boğuşmaktır. Bu noktada benim görüşümün içerdiği zorluk da belirginleşiyor: Kendimiz de aldığımız eği­timin baskısı altında bu görüntünün ardında gizlenenle te­masımızı yitirdiğimiz için hepimiz normalliğin dış görünü­müne kapılıyoruz.
Günümüz psikopatolojisindeki çelişkili yan, kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından kurtulmaya çalışan insanların değil de, aslında tüm çabaları bu bağı korumak olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağla­rını korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla, deneyimleri­mizin dünyasındaki çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri tepkidir. Dikkati­mizi sadece şizofrenlerin “delice” davranışlarına odakladığı­mızdan göremediğimiz daha derindeki hastalıksa, toplumdaki çelişkiler ve yalanlar yüzünden insanların iç bütünlüklerini koruma gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle de açıkça direniş gösteremezler ya da başkaldıramazlar.
Deneyimlerimizin gerçek anlamda bütünlenmesi çelişki­leri de içermesini gerektirir. İkiyüzlülük, ikiyüzlülük olarak tanınmalıdır. Örneğin sadece başkalarını bağımlı kılmak ve onları hâkimiyeti altına almak için gösterilen bir ilgiyi “sevecen” ilgi olarak kabul etmekten vazgeçmeliyiz. Ama çoğumuz böyle bir ilgiyi sevecen ilgi kabul ederiz! Bir şizofrenin, ahla­ki bakımdan inanç duymaya değer bulmadığı, ikiyüzlü bir dünyayla özdeşleşememesinin nedeni tam da budur. Başka türlü olmak, onun için insaniyetsiz bulduğu şeylere, yani sev­gi olarak gösterilen nefret, baskı ve denetime boyun eğmek anlamına geleceği için duygusu ve düşüncesi yarılmıştır.
Şizofrendeki yarılma, duygu bütünlüğünü, yani iç dünya­sıyla temasını koruma çabasıdır. Onun “deliliği”, aslında bü­tünlük olmayan dayatılmış ve ısmarlanmış bir “bütünlüğe” karşı çıkıştır. Örneğin bir başkasına acımak, kendini üstün hissetmek veya karşısındakini aşağılamak için duygudaşlık kullanıldığında şizofren bunun karşısında herhangi bir duy­gu uyumu göstermez. Biz uzlaşanların, kaygı veya sevecenlik belirten, bir tepki beklediğimiz yerde şizofren gülecektir. Bu nedenle şizofrene, gerçeklikle ilişkisi olmadığı ve yarılmış ol­duğu tanısı konur.
Şizofrenin bir iç alana geri çekildiği doğrudur. Ama bunu yapmasının nedeni, gerçekçiliğin yadsıdığı sahici duyguların gerçekliği içinde bulunabildiği tek yerin orası olmasıdır. Şi­zofrenin kendisini dış dünyadan kopartarak bütünlüğünü ko­ruma çabası, ne yazık ki kendi yaşamının indirgenmesine ve ruhsal ölümüne yol açar. Böyle bir insan, bir özdeşleşmeme süreciyle boş ve yanlış bulduğu bir dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Böylece şizofrenin vardığı nokta, bizim gerçekliğimi­zin içinde yaşamaması olur.
Ama buraya varana kadar şizofrenlerin, bütün zıtlıklarıyla birlikte bu gerçekliği bizim yaşadığımızdan daha da acıtıcı bir şekilde yaşamış olmaları gerekir. Bu insanlar gerçekliği başından beri yanlış algılamış değillerdir -başlangıçta gerçe­ğe ilişkin her şeyi bilmiş olmaları gerekir— daha çok tam da gerçeğe fazla yakın oldukları için sözde bir insani bütünlen­me aldatmacasına katılmak ellerinden gelmemektedir. Ancak kendi iç yaşamlarıyla bağlantı içinde kalma çabaları sonucu hastalanırlar. Kendi içlerindekini algılamak zorunda kalma­mak için gerçekliğe kaçan diğerleridir; “sağlıklı” olanlardır. Daha derin bir anlamda, şizofren bütünlüğünü koruma ihti­yacıyla hareket ederken, “normal” olanın ihtiyacı yarılmadır.
Bize dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyaları arasındaki zıtlıkların gerilimini kaldıramadıkları için “normal” davranı­şın görüntüsü arkasına saklanan insanların bir süre sonra ger­çek duyguları kalmaz. Bunun yerine duyguların ne olduğu­na dair düşüncelerle donanırlar, duygularla deneyimleri ger­çekleşmez. Kendi duygularının yerine yapıştırma duygular sergilerler ve kendi gerçek duygularını terk ederler. Varsay­dıkları kimliklerinin görüntüsü ne kadar “sağlıklı”ysa bu ma­nevrayı gerçekleştirmekte o kadar başarılı olurlar. Amaçları kendi benlerini ifade etmek değil de, başkalarını davranışla­rında, düşüncelerinde ve hissettiklerinde tutarlı olduklarına inandırmak olduğu için bu bir manevradır. Benim aramızda­ki gerçek deliler olarak göstereceğim insanlar böyleleridir.
Bu insanlar, kendi içlerindeki karmaşa, öfke ve boşlukla yüzleşemediklerinden hepimiz için tehlike yaratırlar. Şizof­ren, kendisi için çelişkili ve acı verici yaşantılarla dolu bir dünyada, gerçek sevginin geçerliliğine dayanan odaksal duy­gu çekirdeğini korurken deliliği gizleyenler için, ezici iç kar­maşalarına ve iç yıkımlarına karşı tek direniş yolu iktidar pe­şinde koşmaktır. Boşluğun kendi iç boşlukları olduğunu ka­bul etmek zorunda kalmamak için çevrelerinde boşluk ve yı­kımı yaratırlar. Şizofrenin ikilemi, kendi iç çekirdeğini sakla­yarak korumaya çalışmasındadır. Benlik, ancak canlı bir alış­veriş içinde yaşayabileceğinden bu başarısızlığa uğramaya mahkûmdur ve bu yüzden şizofren, bu girişiminin bedelini çoğunlukla akıl, mantık ve iletişimini tümüyle yitirerek öder. Dünyanın ona yaptığını kendi kendine yapar. Çevresindeki insanları kendi durumundan dolayı suçluluk duymaktan ko­rumak için artık sevilesi biri olmak istemez. Kendi iç du­rumlarına dair bilgiden kaçmak isteyenler ise, çevrelerindekileri de kendi “düzen”lerine ve dolayısıyla kendi kendile­riyle ilişki kurma biçimlerine uymaya zorlarlar.
Şizofrenler, keşfedilmekten korunmak için kendilerini azal­tırken diğerleri bunun tersi bir yöntem uygularlar: kendilerini değil, gerçekliğin yarattığı çelişkileri ve korkuları yalanlayarak gerçekliği azaltırlar. Yaşama biçimlerinin temelini bu azaltmayı savunmak ve iç korkularını inkâr etmek oluşturur. Bu azaltıl­mış gerçekliğe sarılırlar ve bunun yaşantının tümünü temsil et­tiği düşüncesinde direnirler. Buna bağlı olarak kendilikleri, var­lığımızı öncel olarak belirleyen düşünceleri gönüllü olarak iz­ler ve gerçek varoluşla bizi sarmalayan dış dünya arasındaki et­kileşimlere yaslanmaz. Böylece bilinci de bireyin dış gerçeklik­le bütünleşmesini değil, bu gerçekliği ele geçirme ihtiyacını yansıtır.
Bu durumda sadece düşüncelere itaat eden, dolayısıyla se­vinç ve acının yaşanmasıyla oluşan duyguların açık oyununu tanımayan bir bilincin köleleşmesi ve yıkıcılaşması gerçekle­şir. Kendimizi düşüncelere teslim ederek, aslında sadece his­setmemiz gerektiğini düşündüklerimizi duygu sanırız. Aynı şekilde, düşündüğümüzü sanırken aslında düşüncelerimiz, intikamcı ve yıkıcı duyguların kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakatların “yaşanmaya değmez yaşam­ları” üzerine III. Reich döneminde geliştirilen “bilimsel” ku­ramlar bunun uç bir örneğidir.
Bu ikilem, hepimizin ortak yanı olan gelişimin içinde temellendiği, düşünceleri ve duyguları birbirinden ayırt etme olanağıyla sıkı bir bağ içindedir. Aslında yaptığımız, duygula­rımızın devinimiyle düşüncelerimizin devinimini birbirleri­nin yerine geçirmek oluyor.
Eğer öncelikle duygu ve düşünceleri birbirinden ayırma­ya, yani duygularımızın kökeninden uzaklaşmaya eğilim gös­teriyorsak bu süreci artık görecek durumda olmamanın zor­luğunu yaşayacağızdır. Gelişimimize bağlı olarak kendimizi olduğumuz gibi değil, görünmemiz gerektiğini düşündüğü­müz gibi görme çabasına gireriz. Dış görünüm ve gerçek va­roluş eşbiçimli olmayacağından birbirlerine denk düşmezler. Ve birbirlerine denk düşmediklerinde iç gerçekliğin bu çe­lişkisi, sürekli bir korku kaynağı oluşturur. Korku da bu kop­mayı bir kez daha pekiştirir. Bir örnek: Güçlülük imajı, bir başkasının acısı karşısında gösterdiğimiz duygudaşlıkla çeli­şiktir, çünkü duygudaşlık zayıflıkla özdeşleştirilir. Bu çelişki bir çöküntü tehdidi oluşturur, bundan duyduğumuz korku da bizi duygularımızdan “vazgeçmeye” zorlar.
Bu süreci başka bir biçimde de tanımlayabiliriz: Hâkimi­yetin güçlülük, çaresizliğin zayıflık olduğu inanışı dağılımda farklılıklar göstermekle birlikte hepimizin derinliklerine yerleşmiştir. Bunu doğamızın temel bir unsuru kabul ederiz. Ancak hâkimiyete ve çaresizliğe ilişkin bu duygularımız, er­ken çocukluk yıllarımızda annemizin koruyucu kolları ara­sındayken ve onun tarafından beslenirken duyduğumuz do­ğal duygularla örtüşmez. Daha sonraları hâkimiyeti ve çare­sizliği güçlülük ve zayıflık olarak hissetmeye başladığımızda söz konusu olan, temelde düşünce süreçlerinin ürünü olan duygulardır, asıl doğamızın ve deneyimlerimizin ürünleri değil. Bu düşünce süreçleri, duygulara katlanamamanın be­lirlediği azaltılmış bir gerçekliğin içinde ortaya çıkar. Yani
yine içinde yarılma barındıran bir süreç.
Duyguların taşınamaması ilk olarak düşünceyi duygudan kopartır. Bu, şizofrenik davranışın özelliklerinden biri olarak kabul edilse de, şizofrenlerin değil, biz “normallerin” gerçe­ğidir. Şizofren için yarılma, yapıştırma ve ikiyüzlü duygular göstermeyi reddetmesinin bir ifadesidir. Çünkü şizofren, acı, kaygı, çaresizlik ve sevinç gibi gerçek duyguları tanımıyor değildir. Ancak bunların şekilsizleşmesini kabullenerek yaşa­mayı reddeder. Ama “normal” insanlar çaresizliği kaldırama­dıklarında, böyle bir yaşantıyı küçümseyen ve çaresizlik yaşa­manın, içinde gerçek güce götüren bir kuvvet barındırdığını inkâr eden bir “gerçeklik” tarafından bu yükün üstlerinden alınmasına ihtiyaç duyarlar.
Bu gerçeklik kaçınılmaz biçimde, güçlülüğün belirtisi olarak, kişinin kendiliğinin sınırları dışındakinin ele geçiril­mesine özel bir önem verir. Böylece insanın kendi ruhunu yanıltıcı bir şekilde zaptı söz konusu olur. Bir keresinde Eu- gene O’Neill, ABD’nin kendi ruhuna sahip olabilmek için sürekli kendi dışında bir şeyleri ele geçirmeye çabalaması yüzünden başarısızlığa uğradığını ve bu yüzden hem ruhu­nu, hem de ele geçirdiklerini yitireceğini söylemişti. Martti Siirala, uzlaşmacı insanın temel deneyimi olarak “gerçekliğin yanıltıcı mülkiyeti”nden söz ederken aynı sü­reci bireysel düzlemde tanımlamıştır.
Kişi, ele geçirme ve iktidar vasıtasıyla kendi duygularını yaşadığını kendine karşı onaylar. Ancak iktidar ve ona bağlı olarak oluşan her şey, canlı olma duygusunu verir görün­mekle kalmaz, insan doğasına dair de yanlış bir kavram akta­rır ve kendisi de yine değişir, insan, “düşünce”si yoluyla ve düşüncenin talimatlarına itaat edişiyle (gerçek duygu ve ya­şantılarla bağ kopuksa düşüncenin iç mantığı hiçbir düzelt­meye izin vermez) kendi içinden kopuk kaldığı sürece sade­ce sürekli olarak özerkliğinin zedelenmesiyle kalmaz, aynı zamanda da öfke ve şiddet duyguları oluşturur. Böyle bir sahte hissediş durumunda sahici olan tek şey öfkedir. Ama sa­hiciliğin mümkün kılacağı şey —gerçek duygular- , tasarlan­mış duyguların ideolojisini tehdit edeceği için bu inkâr edi­lir ve örtülür.
Bilincin yarılmasının pek çok ruhsal yapının merkezi örgütleyicisi olduğu açık, insanın ilk deneyimlerinin kopması, sadece iç bütünlüğü yaşamayı imkânsız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda çaresizlik ve zayıflık gibi duygularla başa çık­mayı sağlayan modelden de vazgeçmek anlamına geliyor. Eğer insan kendi acısının anlamını kavrayamaz duruma gel­mişse o zaman çaresizlikle, zayıflıkla baş etmede deneyim ek­sikliği var demektir. Çaresizlik bu yüzden insanın, iktidar sa­hibi olarak karşısında kendini savunma ihtiyacı duyduğu bir durum haline gelir. Bu başarılamazsa çaresizlik deneyimi hız­la bir yanılsamaya dönüştürülür ve bu neden olarak gösteri­lir. Görünürde her zaman gayet normal olan insanlar çok şa­şırtıcı bir biçimde kör bir yıkıcılıkla tepki veriyorlarsa, bu­nun nedeni kendilik değeri duygularının zedelenmesinin böyle bir süreci harekete geçirmesidir; savaşta ve mesleki ba­şarısızlık alanında bunun sayısız örneği vardır.
İnsan güven duymadan yaşayamaz. Güveni de sevecen bir ilgi yoluyla kazanır. Bebekler ve küçük çocuklar ilgisiz kalır­larsa duygu yitimine uğrayabilirler, hastalanabilirler, hatta ölebilirler. Sevilme yaşantısı —hangi biçimde olursa olsun— bir kez dahi gerçekleşmiş olsa, hayal gücümüzün doğasına uygun olarak, ardından gelecek bir boşluğu, hayati önem ta­şıyan anneyle bağ içinde olma duygusunu korumak amacıy­la kendi kendimize doldurabilmemizi sağlıyor. Ama böyle hayaller eğer acıya ilişkin deneyimlerin dışlanması üzerine kuruluyorsa o zaman kendilik, iktidar ve indirgenmiş bir ruhsal zemin üzerinde temellenir.
ABD’li psikiyatr Harry Stack Sullivan, insanın sadece yapılacak “doğru şeyi bulması gerektiğine, o zaman istenilen deneyimin tekrarlanacağına ikna olması için tek bir olumlu deneyim yaşamasının yeterli olduğuna işaret etmişti. Elbette burada hayal gücü belirleyici bir rol oynuyor: Artık gerçek­lik içinde yaratılamayan yaşamsal bir teselli sağlıyor. Bu, insa­nın çıkmazını “atlatabildiği” yollardan biridir. Sevgiden yok­sun yaşamak zorunda kalmak bir insanın en derin çaresizlik­lerinden biridir. Çocuklar, ihtiyaçlarının veya algılarının red­dedildiğinin ya da yalanlandığının bilinci içinde yaşayamaz­lar, eğer ki ruhsal yapıları sonunda gerçek ihtiyaçlarını inkâr edecek kadar değişmemişse.
Çocuğun içsel ihtiyaçlarını inkâr etmesi için bunları kıs­men veya tamamen koparıp ayırmış olması gerekir. Bu esaslı bir altüst oluşu içerir. Anne ve babanın kendisine acı verdiği­ni ve çaresizliğe düşürdüğünü algılamak zorunda kalmamak için çocuk nedeni kendi içinde arar. Çocuğun tabi oluşuna yol açan trajedi, sadece kendi iç dünyasını kopartmasında değildir. Çocuk bunun da ötesinde, yaşamasını sağlayan anne ve babay­la ilişkisini koruyabilmek için sevgi eksikliğini kendi içindeki bir bozukluktan gelen bir şey gibi algılamak zorunda kalacak­tır. Anne babasının “fikrini değiştirmek” için çırpınacaktır ve bunu yaparken hatayı hep kendinde bulmaya çalışacaktır. Böylece çocuk hissettiği sevgi eksikliğinin farazi suçunu kendi üst­lenecek ve bu “hata”dan kurtulabilmek için, iktidar ihtiyacını besleyen bir düşler ve fanteziler yaşantısı oluşturacaktır.
Eğer bir çocuk, anne baba iradesinin kendisi için belirle­diği çerçeveye —çerçeveyi belirleyen anne babanın çocuğu nasıl gördüğüdür— uzlaşma sağlayabilirse bu uzlaşma, bir ha­yatta kalma stratejisi olma anlamı taşır. Çocuk, kendi iç sü­reçlerini bir yana itecektir; kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini ve algılayışlarını yok sayacaktır ve yaşamını kendi benliğinin dışındaki bir şeyin üzerine kuracaktır. Bu süreçte gerçekliğin görüntüsü de, sahici olmayan bir duygular dünyasının sözde bütünlüğüne uzlaşmaya dönüşecektir. Bu nedenle çocuğun kendiliği acı ve ölümü algılamadan gelişir ve ama aynı za­manda kendini bunun bilincine varmadan acı ve ölüme adar. 
/....................
Ressam:Francis Bacon