4 Eylül 2010 Cumartesi

Cache:Arupa'nın Gizli Saklısı / Seray Genç


Güzel fotoğraf ya da resimlerden ziyade, gerekli fotoğraf ve resimler Robert Bresson

Bana unuttuğun şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim... Marc Auge

Bu film Georg, karısı Anna ve kızları Eva hakkında:
Başarılı bir kariyerin hikayesi
Konformizmin bedelinin hikayesi
Dar görüşlülüğün hikayesi
Bir aile hikayesi
Ve
Bir yaşanmışlığın hikayesi (1)

Michael Haneke

Kasım 2005 tarihindeki "göçmen isyanı"nda eylemcileri 'pislikler' diye niteleyen Fransız İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy, Mart 2006'da bu kez "ilk iş yasası"(2) yüzünden sokaklara dökülen öğrencileri de 'bunlar aşırı solcu, anarşist, holigan ve komşu semtlerin soytarıları" olarak değerlendiriyordu.

Tarihin aydınlık olmayan sayfalarına adını yazdırmak konusunda gayretli Sarkozy'nin bu söylediklerini Michael Haneke'nin son filminde de duymamış mıydık" Saklı (Cache, 2005), Filminde Fransız taşrasında, yanlarında çalışan Cezayirli karı koca emektarın gittikleri Paris'ten dönmemeleri üzerine akıbetini sormaya giden Georges'un babası, resmi yetkililerden 'serserilerden kurtuldunuz işte" yanıtını alıyordu. Ekim 1961'de Fransız sömürgesi Cezayir göçmenlerinin katıldığı protesto gösterilerinde 200 Arap Seine nehrine atılmıştı ve olayların nasıl geliştiği, nasıl sonuçlandığı ancak 40 yıl sonra ortaya çıkacaktır. Haneke filmlerindeki ortak temalar düşünüldüğünde; burjuvazinin farklı bir eleştirisi vardır Saklı'da. Yaşanmış tarihin bastırılışı, unutuluşu, kişisel toplumsal boyutlarıyla yer almıştır filmde. Saklı'da olduğu gibi, tarihsel olana değinme/gönderme, unutulanı hatırlatma, saklı olanı açığa çıkarma hiç bu kadar açık etmemiştir kendisini denilebilir. Film karakteri özelinde düşünüldüğünde ise akla ilk, bir çocuğun, Georges'un, yanlarında çalışan göçmen çocuk Macid'e yaptıklarının, yaşanan bu tarihseI olayla paralellik taşıdığı gelir. Benzer bir paralellik, Georges'un annesiyle yaptığı konuşmada da görülür. Georges, annesine çocukken evlat edinmek istedikleri Macid’i hatırlayıp hatırlamadığını sorar. Annesi, üzerinden bunca zaman geçmiş bir olayı hatırlamanın ne önemi olduğunu söyler. Annesinin verdiği bu yanıt "resmi tarih"in bakışına -nelerin unutulduğuna ya da unutulması gerektiğine- uyarlanabilir bir anlamda.

Ekim 1961'de Paris'te, Fransa'ya karşı Cezayir'in bağımsızlığını destekleyenler bir araya gelir. Cezayirlilerin protestolarını, Paris polisi sert bir biçimde önlemeye çalışır ve "resmi rakam" olarak protestolar sırasında 3 Cezayirlinin öldüğü açıklanır. Bu sayının gerçeği yansıtmadığı açıktır ancak ölen gösterici sayısının ne olduğu da belirsizdir. Bazı tarihçi ve gazeteciler, Paris çatışmalarında ölü sayısının 200'e yakın olduğu tahminlerini yapmaktadır. Ancak ne Fransız basınında ne de Avrupa'nın başka bir ülkesinde konuya yer verilmez ve "bilinmeyen tarih", "adı konulmayan çatışma" olarak tarihte yerini alır. Dönemin Paris emniyeti müdürü Maurice Papon'dur ve kendisi 2. Dünya Savaşı sırasındaki Nazilerle uyumlu Fransız Vichy hükümetinde de polis olarak görev almıştır. Maurice Papon'un gizli-saklısı ve unutturdukları ise ancak 199O'lı yılların sonunda ortaya çıkar. Polis kayıtlarına göre emrindeki polislere onları koruyacağı garantisini vererek gösterileri bastırma emrini bizzat vermiştir. Çoğu gösterici Seine nehri üzerindeki köprülerden aşağıya atılarak, Emniyet merkezine götürüldükleri otobüslerde ve Emniyet merkezinde öldürülmüşlerdir. 199O'lı yılların sonunda yargılanmasına neden olan asıl olay ise 2. Dünya Savaşı sırasında binlerce Yahudi'nin tutuklanması ve toplama kamplarına sürülmesinde payı olmasıdır. Fransız hükümeti bu bilinmeyen ve varlığı kabul edilemeyen olay için resmi olarak yeniden 1998 yılında açıklama yapacaktır ancak resmi rakam konusunda yine tartışma yaşanacaktır. 1998 resmi rakamları 1961 resmi rakamlarından oldukça fazladır...

Michael Haneke, Haneke sineması olarak adlandırıla gelen manalı sinema filmlerini geç bir yaş denilebilecek 47 yaşında çekmeye başlamıştır. Teselli bulacak pek çok insan olacaktır bu noktada... 1942'de Münih'de doğan, Nieder Österreich denilen bölgedeki Wiener Neustadt'ta büyüyen Haneke üniversiteyi Viyana'da okur. Viyana Üniversitesi'nde psikoloji, felsefe ve tiyatro okurken aynı dönemde sinema ve edebiyat eleştirileri de yazar. 196O'lı yılların sonunda ise televizyonda, dramaturg ve yönetmen olarak çalışmaya başlar. Strindberg, Goethe ve Kleist'dan tiyatro oyunları da sahneye koyan Haneke, ilk sinema filmi olan Yedinci Kıta'yı (Der Siebente Kontinent) 1989 yılında yapar.


Haneke, 199O'lı yılların sonuna kadar memleketi Avusturya'da filmlerini zor da olsa yapma koşullarını buluyor ve gerçekleştiriyorken- dolayısıyla içerden eleştiriye tabi tuttuğu modern toplumun eleştirisi çoğu zaman Avusturya ile özdeşleşiyorken-, sonrasında Fransa'ya gidiyor ve sinemasının meseleleri de tüm Avrupa'ya dair olmaya başlıyor. Gerçi böyle bir ayrıma gitmezden önce de, tanınmasını sağlayan Ölümcül Oyunlar'dan (Funny Games, 1997) itibaren Avrupa'ya dair insani durum ve öyküler anlattığının görülmesinin daha kolay olduğunu; çünkü bu durum ve öykülerin sahip olduğu tüm bu meselelerin sadece Avusturya'da değil, AB ile bütünleşik ülkelerin tamamında görülebileceğini ve filmlerinin kahramanları olan Anna ve Georg'un isimlerinin, Fransa'da sadece Anne ve Georges olarak değiştiğini saptayarak devam edebiliriz. Haneke, filmlerinde bu anlamda, bir ülke, bir aile ya da kişi ile ilgili değildir, daha genel, soyutlanabilir durumları ele almaktadır.

Haneke'nin herhangi bir filmi ya da son filmi Saklı üzerine yazmaya başlayınca ister istemez, bir araya geldiğinde ya da ardı ardına geldiğinde daha anlamlı bir bütünlüğe kavuşan Haneke sinemasından bahsetmek de kaçınılmaz oluyor. Filmi çözümlemede, tarihsel bir perspektiften ve ait olduğu bütünle ilişkilendirerek yola çıkıyoruz böylelikle.

"Kurmaca bir film, gerçeğin hizmetinde, saniyede yirmi dört kare yalandır."

Filmlerinin, hem film olduğunu hem de konu aldığı tüm olay ve kişilerin gerçek olduğunu göstermek ister gibi sinema yapıyor Haneke. Gerçeklik duygusunu yitirmeye başlayan gerçeği ele alırken, bir biçim olarak gerçek zamanlı çekimi, alışageldiğimiz kurgudan farklı olarak geri sarmalan, kararma ve açılmaları kullanıyor. Bir sahnenin ya da plan-sekansın sonunu beklemeden, dolayısıyla beklenmedik anda kesme yapıp, uzun süren bir karanlık ara verebilir filmlerinde. Saklı filminde de gerçek zamanla örtüşen video kayıtlarının video mu gerçek mi olduğunu ayırt etmemiz, çoğu zaman aynı açıdan sabit olarak verilen evin görüntüsü nedeniyle, mümkün olmaz. Ancak geri sarma yapıldığında ya da üzerine düşen diyaloglarla bunun video kaydı olduğunu anlarız. Video kasetlerini gönderenin kim olduğu film boyunca cevabını bulmaz, bir süre sonra bu soru da önemini kaybeder zaten. Georges'un çocukluğundan beri taşıdığı sır yüzünden şüphelerin hedefi Macid olur kolaylıkla, dolayısıyla seyirci yönlendirilebilir. Seyircide de, Georges'da olduğu gibi bir intikam duygusunun uyanması geç olmaz. Bir öç alma duygusuyla hareket edilerek, geçmişi hatırlatan ve bir "tehdit" gibi algılanan video kasetler ve çizimlerden, dost düşman ayrımı yapılır. Oysa filmin sonunda Macid'in savunmasız, hep olduğu gibi, ve masum olduğu düşüncesi ortaya çıkınca aslında tüm bu görüntülerin -kurmaca ya da gerçek- Haneke'nin bakışı, yani filmin ta kendisi olduğunu da düşünürüz. Bu kez yukarıdaki soru da değişir aslında, geçmiştekinden daha ağır biçimde yeniden yaşanan ve Macid'in ölümüyle sonuçlanan bu sürecin sonunda vicdan ne der, vicdanda yük oluşmamış mıdır ve vicdan bu yükü nasıl taşır... Soru değil, sorular... Tıpkı Macid'in sorduğu gibi aslında: "Kaybedecek çok şeyin var, insan elindekileri kaybetmemek için neler yapmaz ki..."

Haneke'nin insan psikolojisini yansıtmayan, duygularını düşüncelerini paylaşmayan, başta kendilerine yabancılaşmış karakterlerini ve bu karakterlerin dünyalarını filmlerinin ortak özelliği olarak sayınca, Saklı'da da bu kez yine dışa açılmayan, birbirlerine dahi sarılmayan, yalnız, bir başına ağlayan karakterlerinin bu ortak özellikleri taşıdıklarını görebiliyoruz. Ayrıca bir hesaplaşma, yüzleşme yaşamak durumunda da bırakılıyorlar. Bu hesaplaşma, çoğu zaman içsel, iç dünyaya, insan psikolojisine dair şeyler üzerine kurulu. İnsanın geçmişten getirdiği, yüzleşemediği kaygıları, korkuları, ortak dertlerini yakın arkadaşlarıyla paylaşma konusunda dahi imtina göstermesi, hissettiği suçluluk duygusu ve bu duygudan kurtulmaya çalışmak adına "unutma biçimleri" geliştirmesi, Saklı'daki Georges'u yansıtır. Evlerinde kapalı bir hayat sürdürmeyi, bu hayatı sürdürmek adına gereklilikleri yerine getiren insanları, kendilerini bir arada tutan şeyin anlam kazanmadığı aileleri, televizyonun bulunduğu ama çoğunlukla televizyonda gösterilen savaşa bakmayan yaşamın pasif izlerleri sadece Saklı filminde görülmez. Ama Saklı filminde televizyon haberlerinden yansıyan Irak'ta, Filistin'de yaşananlar, ABD'nin müdahaleleri bir anlamda Georges ve Anne'ın yaşamlarını etkileyen problemlerin kaynağıdır. Sömürge tarihinde yaşanan olay ve sonuçlarıyla da dolaylı olmayan bir ilişki kurmak mümkündür.

Yedinci Kıta, Haneke'nin "modern toplum sorgulamalarının" başladığı ilk film ve ilk filmlerini çektiği memleketi Avusturya'da, Linz şehrinde geçiyor. Bir sanayi şehri Linz, birbirine benzeyen, yola aynı biçimde dizilen sıra sıra evler, evinden işine işinden evine giden insanlar ve rutin yaşamları. Haneke filmin başında, bu yaşamı genelleştirmek üzere yüzlerini göstermez ailenin. Anne, baba ve küçük kızın yaşadığı bu evde, onların davranışlarını ve kullandıkları eşyaları görürüz sadece. Sabahlan alarmla uyanan, radyo haberlerinin duyulduğu bu evde anne yatağından aynı biçimde kalkar, aynı biçimde kırmızı terliklerini giyer, kapılar açılır kapanır aynı biçimde, okula gidecek küçük kız uyandırılır, dişler fırçalanır, akvaryumdaki balıklara yem atılır... vs. Aynı şeyler tekrarlanır her sabah ve her yıl. 3 yıllık bir zaman diliminde anlatılan bu ailenin dışarıda birlikte yaptıkları tek iş ise arabalarını yıkatmak olur. Arabanın içinde hiç konuşmadan otururlarken arabanın yıkanışını izleriz biz de, rutin işlerden biri olarak. Birbirinden ve bütünden kopuk, yalnız ama "aynı"yı yaşayan, yaşamları tektipleştirilen bu insanlar topluluğu belli bir refah ve "tüketim imkanları" içinde yaşarken, kendi içlerinde taşıdıkları bir gerilimi de yansıtırlar. Bu gerilim dışa değil içe patlar: Anna ve Georg kızları Eva'yı da yanlarına alarak intihar ederler. İntihar etmeye hazırlanırken, evdeki her şeyi yıkarlar, banka hesaplarını kapatıp, arabalarını satıp paraları yırtarak tuvalete atarlar. Georg ve Anna'mn evde kırmadığı tek nesne televizyon olur. Televizyonun karşısında ölmeye yatarlar. Bir yandan da filmde canlanan bir görüntü olarak Avustralya reklamı görülür. Arabalarını yıkarken gördüğümüz "yedinci kıta Avustralya'nın" billboard reklamı, yaşadıkları bu yaşama son vererek gidecekleri yerin simge görüntüsü olur.

Çok sıradan bir biçimde anlatılan bu yok ediş, yok oluş hikayesi, yaşanan dehşeti de sıradanlaştırır. Bu süreçteki psikolojilerini dışa vurmayan karakterler yaratmak konusunda usta Haneke, seyirci kendisine ait bir yorum, tahlil getirsin ister. İzleyicinin duyarlılıklarını yansıtan karakterlerden farklı karakterlerle, anti-psikolojik filmler yapmaya çalıştığını belirten Haneke, filmdeki bölümler ya da sahneler arasındaki boşluklarla izleyicinin film hakkındaki duygu ve düşüncelerini açığa çıkarmayı amaçlar. İzleyicinin böylelikle karakterin duyarlılığına daha açık olacağını düşünür.

Sıradanlaşan dehşet ve şiddet içeren filmlerinde, bir film izlediğini düşünerek teselli bulan seyircinin konumunu da sorgulayan Haneke, günümüz modern toplumlarının -coğrafi olarak Avrupa'nın- bilinçli bir biçimde yansıtılan halinde, seyirciyi bir anlam, neden arayışına sürüklemek ister. Medyanın işlevi, yaşamımıza girişi, gerçekleri yansıtışı üzerine teorilerini kurmaca filmler aracılığıyla anlatır. Televizyon deneyimlerinden fazlasıyla yararlanan Haneke'nin Saklı filminde, yaptığı televizyon programının "teorik" bulduğu bölümlerini kurguda çıkaran Georges'un amacı konuşulanları herkesin anlayacağı bir düzeye çekmek içindir. Geriye, herkesin anlayacağı düzeyin aynılaştırması kalmıştır. Haneke'nin, sinemanın 100. yılını kutlamak adına yapılan Lumiere ve Ortakları adlı film için- Lumiere'lerin kullandığı orijinal kamerayla- çektiği 1 dakikalık film televizyondan alınan görüntülerden oluşur öyle ki bildiğimiz ana haber bültenini bir şablon olarak saniyelik görüntülerle de olsa izlemiş gibi olursunuz. Hiçbir şey de kaçırmazsınız... Haberlerde geçen savaş, ırkçı saldırı, Kraliçe Elizabeth...vb. görüntülerinden sonra yine şiddeti hissettiren hokey, futbol maçı görüntülerinden oluşan spor haberleri ve hava durumuyla devam eder. Film ya da haber bülteni, spikerlerin işlerini bitirmenin rahatlığıyla, yüzlerindeki gülümsemeyle sona erer. 19 Mart 1895 ilk çekimden, 19 Mart 1995'teki televizyon çekimlerine yani insanların en çok izlediği ve en çok kayıtsız kaldığı görüntülere. Sonra ekranda "sinema ölümlü müdür?" sorusu belirir Fransızca. Haneke kendisini yanıtlar:"Elbette, her şey gibi".


İnsanların yaşamlarını doldurdukları rutin eylemleri, alışverişleri, bankamatikleri, işe gidip gelişleri, tıka basa dolu mutfakları, küçük, büyük televizyon ekranları, güvenli ev ve arabaları insanlarla, en yakınlarıyla, dış dünyayla olan iletişimsizliğin araçları haline gelirler. Tüm bunların dışında olup bitenler, bu rutin yaşama, yine televizyon aracılığıyla girer. Bir otoyolda, oto-yıkamacıda, benzin istasyonunda, süper markette kurduğumuz ya da bir bankamatikle kurduğumuz mekanik iletişimde içine daldığımız mekanların, -kimlik/özdeşlik kazandırırken, karşılıklı iletişimi zorunlu kılabilecek ilişkiler ve tarihsel oluşuyla belirginleşen "antropolojik yer"in tersine, birer "yer-olmayan" alanları oluşturur diyen Marc Auge'nin, postmodernist yorumları da çağrıştırarak- Haneke sinemasını analiz etmek için kaynaklık ettiği görülür. Televizyonun ise medyanın şiddeti sunuşunda ve daha genel anlamda yaşanan büyük bir krizin, gerçekliğin toptan kaybı ve toplumsal olarak yol kaybetmişliğin, anlatımında bir sembol olarak filmlerinde yer aldığını belirtir. Modern zamanlarda artık gerçeklikten çok, gerçekliğin televizyonda yansıtıldığı hali algılanır olur.

Avrupa'ya dair, Avrupalı filmi Saklı'daki televizyon haberi, bu kez ABD'nin müttefiki olarak Irak işgalinde yer alan İtalyan askeri gücünü gösterir. Televizyondaki bu haber bir tesadüfle açıklanamaz elbette. Haneke'nin "yoruma açık" filmleri arasında yer alacak ancak "yorum yapmak" için fazlasıyla veri de barındıracak son filmine, Haneke sinemasının doğal uzantısı demek yanlış olmaz. Onun insan üzerine düşünmeye davet eden, bu nedenle bilinçli olarak izleyiciyi rahatsız eden, kurguda esler veren filmlerinin kapitalist Avrupa'nın insani ilişkilerine, rutin günlük yaşamına, göçmenlere yaklaşımına, ortak olunan savaşa, savaşlara (Balkanlar, Irak...) ve göçmenlerin geldikleri ülkelerdeki yoksulluğa (Romanya, Afrika...) karşı çıkış yöntemidir sinema. Her birinin ağırlığı film içerisinde farklı olmakla beraber şiddet, yabanalaşma, yalnızlık, rasyonel ve irrasyonel olanın karşılaştırmasının vardığı yeri ele alır Haneke sineması.

Saklı filminde burjuva entelektüel bir çift anlatılır. Kadın Anne, bir yayınevinde editör olarak çalışır, küreselleşme üzerine çıkan bir kitabın editörlüğünü yapmıştır. Erkek Georges, bir televizyon kanalında kitap tanıtımı, edebiyat eleştirisi, tartışması programı hazırlamaktadır. Evleri kitaplarla dekore edilmiş gibidir. Tıpkı, Georges'un programındaki kitap görünümündeki dekorlar gibi. Evlerinde, yemek masasını çevreleyen üç duvarı kaplayan kitaplık ve aynadan yansıyan kitapların görüntüsü gayet manidardır. Haneke filmlerinde kinaye aramakta hiç sakınca yok, fazlasıyla kinayeli filmler yapmaktadır kendisi. Sonuçta, Georges'un çalışma odasındaki kitap ve video kasetlerin arasında kalan televizyonda geçen haberlere kayıtsız kalışı," Fransa sömürgesi Cezayir ve sonuçlan, Avrupa'daki yükselen milliyetçi dalgalarla giderek dozu artan bir sorun olarak tarif edilen göçmenlik olgusu, yaşamını da doğrudan etkilemesi, sokaktan geçen bisikletli gence "önüne baksana geri zekalı" diye bağırarak, filmin afişine çıkan bu siyah gençle tartışması sokağa değil steril iş ve eve ait, sınıfsal kökenleri itibarıyla da orta sınıfa yaraşan Geroges'a manidar yaklaşmamız için yeterli değil mi? Hele televizyon kanalının yöneticisiyle yaptığı görüşmedeki diyalogda da bir mana bulursak ileri gitmiş olmayız. Bu diyalogda iki nokta dikkatimizi çeker. Vakit yoktur, kitap okunmaz, örneğin küreselleşme kitabını da okuyamamıştır yönetici. İkincisi Georges ve Anne'a gelen kasetlerden biri, Macid'in evine giderek onunla tartıştığı, tehdit ettiği sahnelerin olduğu, yöneticinin eline ulaşmıştır ve elbette o da gerekeni yaparak kaseti yok etmiştir. Ya unutulacak ya da saklanacaktır. Kurulu düzenine tehdit, Georges'u daha da sinirlendirir. Soluğu, bir katında pek çok dairenin yer aldığı büyük bir binada olan Macid'in evinde alır. Unutulan, örtbas edilen pek çok şeyi kendisine ve bize hatırlatan, yıkımların yaşandığı Avrupa tarihine ve toplumsal yaşamına eleştirel bir bakışı kendine has sinema diliyle yeniden "kurgulayan" Haneke, Macid ve Georges'u sınıfsallıklarıyla da karşı karşıya getirir. Çocukluklarında, taşrada Georges'un ailesinin yanında çalışan Macid ve ailesinin sınıfsal farklılığı günümüzdeki şehir yaşamında da devam eder. Esas olarak bu sınıfsal karşıtlık ve yanı sıra göçmenlikleri bir tehdit olarak görülmelerine neden olur. Macid'in, Georges'un sahip olduklarına sahip olamaması, onun gibi iyi bir eğitim alamaması, yetimhanede büyümüş olması tehdit koşullarını oluşturur. Macid'in oğluyla yaşadığı dairesi ile Georges'un şehir içindeki müstakil "nezih" evi sınıfsal farklılığın, karşıtlığın en bariz göstergesidir. Ev içi yaşamın kendisi, nasıl sürdürüldüğü her iki evde de kendisini ilk bakışta belli eder.


Georges evine gelen video kaset ve çizimleri- ki bu çizimler Georges'un rüyalarında gördüklerimizden farklı değildir; ağzı kan içinde Macid, başı kesilen tavuk- bir rehber gibi kullanarak Macid'e ulaşmıştır. Georges'un kendini yeniden keşfettiği, anımsadığı anılarında Macid'in duyabileceği muhtemel öfke, Georges'un duyduğu kıskançlığı bastırır. Macid, Georges'u her şeyi açıklayacağını söyleyerek evine davet ettiğinde, kasetler hakkında bir şey bilmediğini söyler ve Georges'un gözleri önünde boğazını keserek intihar eder. Macid'in cevabı kendisini yok etmesidir, kendini yok edişine Georges'u tanık etmek istemesidir. Kendisini bundan sorumlu hissetmeyen, bu yok oluşu dahi hissetmeyen Georges'un tutumu, toplumsal ve tarihsel olarak yaşananlara uygun düşer. Toplumsal sorumluluktan uzak bir toplumun halet-i ruhiyesine de benzetilebilir. Sorular sorulmak içindir. Macid tüm bu video kasetleri çekmiş olabilir mi? Her ikisinin de birlikte görüldükleri sahnede Georges'un evine geleceği anı kestirerek kaydı başlatması mümkün mü? Georges ile tartıştıktan ve o evden ayrıldıktan sonra uzun süre ağlaması neden? Macid'in ölümünden sonra genç oğlu (Walid Afkir) Georges ile konuşmak ister, babasının ölümünden onu sorumlu tutar. Oysa asıl kurbanın kendisi olduğunu düşünen Georges için yeni bir şüpheli ortaya çıkmıştır. Farklı, öteki ırk ve sınıf olur şüpheli baba ve oğul nezdinde. Burjuvazi sadece kendi huzur ve güvenini düşünür, kendisinden olmayan huzur ve güven karşıtı "öteki" dir. Georges evine döndüğünde uyku haplarını alır, perdeleri kapatır ve uyumak üzere yatağına uzanır.

Filmin sonunda daha önce Georges'un oğlunu okuldan aldığı sahnedeki aynı açıdan okulu bir kez daha görürüz. Öğrenciler, çocuklarını almaya gelen anne ve babalar kalabalığında Pierrot'un Macid'in oğluyla konuştuğunu görürüz. Ne konuştuklarını ve nasıl ayrıldıklarını bilmeyiz en önemlisi bu görüntünün bir video kaset mi yoksa yönetmenin bakış açısı mı olduğunu da bilmeyiz. Ama örtbas edileni, unutulanı ortaya çıkarma gayretinin yönetmene ait olduğunu biliriz.

Örtbas etmenin en şiddetli hali Benny'nin Videosu'nda yaşanır. Benny, eve davet ettiği bir kızı acımasız bir biçimde öldürdüğünde anne ve babasının niye yaptın sorusuna "nasıl olduğunu merak ettim" cevabını verir. Aile, oğullarının cinayetini örtbas etmeye çalışırlar. Rasyonel bir biçimde ne yapacaklarını konuşurlar. Anne oğluyla tatile çıkacaktır, baba parçalara ayırdığı cesedi tuvalete atıp sifonu çekerek kurtulacaktır. Ve bunu irrasyonel bir biçimde gerçekleştirirler.

Şiddet, Yedinci Kıta'da ailenin kendisine ve sahip olduklarına yöneliktir. Benny'nin Videosu'nda aile dışarıdan birine şiddet uygular. Funny Games'te şiddete maruz kalan aile olur. Haneke'nin ele aldığı orta ya da üst sınıf aile, Avusturya'da yaptığı filmlerde daha püriten ve billur bir biçimde anlatılır; Fransa'ya geçişle birlikte farklı ülkelerden ve alt sınıflardan insanlar da filmlerine dahil olur ve insan ilişkileri daha toplumsal bir boyut kazanır, "yoruma açık" eleştirisinin hedefinde.

Bilinmeyen Kod filminde taşralı baba ve oğlunu, kentli oyuncu kadın Anne ve gazeteci Geroges'u, sınırdışı edilen yeni göçmen Romen kadını, eski göçmen Malili dürüst, gururlu genç adam Amadou'yu bir araya getirir. Bütün bu karakterleri bir araya getiren olay Georges'un kardeşi Jean'in evden kaçıp şehre gelmesiyle gerçekleşir. Ağabeyi Georges Kosova'da, savaşı fotoğraflamaktadır. Anne, ona evin anahtarını verir ama evinde uzun süre kalamayacağını da ekler ardından. Anne'm evi şifreli girişi olan bir apartmandadır. Anne kendisine ve Jean'a kahvaltılık bir şeyler alır ve ayrılır. Jean dönüşte elindeki paketten arta kalanı köşede dilenen kadının kucağına fırlatınca olayı gören genç bir adam, Amadou, Jean'ı durdurup özür dilemesini ister. Jean bunu reddedince özür dilemesi için onu zorlar. Çevredekiler de olaya müdahil olunca, Amadou gördüklerini anlatmak ister. Anne geri döndüğünde polisler de olay mahalline ulaşmıştır. Beyazlar kurtulur, göçmenler polisin "elinde" kalır. Dilencilik yapan ama nasıl dileneceğini bilmeyen, ülkesinde sevilen bu kadın sınır dışı edilecek, Amadou da gözaltına alınacaktır. Sarkozy uygulamalarından biri sınır dışı edilen göçmenlere ilişkindir. Sınır dışı edilmek üzere, kapasitesi kadar göçmen yakalanana dek havaalanlarında bekletilir uçaklar...

Bilinmeyen Kod'da diğer filmlerinden farklı ve yoğun olarak seyirci, göçmen karakterlere dair filmin hissiyatını paylaşır, "duygusal buzlaşma"nın eridiği noktalar vardır. Kadın Anne ve göçmen karakterler öfkelenirler, üzüntü duyarlar, mutlu olma arayışlarını belli ederler. En önemlisi somut konular üzerinden tartışmaya girişirler. Göçmenler kendi sosyal çevreleriyle anlatılır filmde. Avrupa'dan çıkar bu kez Romanya'ya, Afrika'ya gider... Georges'un Kosova dönüşü arkadaşlarıyla buluştuğu yemekte ona "uygarlığa dönmek nasıl bir duygu" diye sorulur. Bu soru masadakilerin Avrupa'ya bakışını da gösterir. Yapılan bir diğer tartışma gerçekliği algılamanın o gerçeklikte yaşamayı gerekli kılıp, kılmadığı üzerine olur. Pek çok felsefi soruyu filmleri aracılığıyla tartışmaya davet eder Haneke. İletilmeyen bilginin sorgusu, vicdanın sorgusu (apartmanında dövülen küçük kız çocuğu için bir şey yapmayan, ne yapacağını bilemeyen Anne'ın vicdanı (3), Kosova savaşına şahitlik etmiş ancak "benim meselem değil, komşu benim değil, ev benim değil" diyen Georges'un vicdanı...) bu tartışma başlıklarından bazıları. Afrika göçmeni sağır ve dilsiz çocuğun "Afrika neresi?" diye sorması, oyuncu Anne'm sahnede seyirciye doğru "orada kimse var mı?" soruları da filmdeki kinayeli sorulardan...

Bilinmeyen Kod filminin başında ve sonunda sağır ve dilsiz çocukların oynadıkları bir oyun vardır. İlk sahnede içlerinden biri arkadaşlarına belli hareketlerle bir şey anlatır ve ne olduğunu bulmalarını ister. Hepsi insana dair durumları sayar bir bir: üzüntü, vicdan azabı, yalnızlık... Filmin sonunda ise yine sağır ve dilsiz bir çocuk işaret diliyle seyirciye sorar soruyu... Haneke yaptığı filmlerle sormaya, sordurmaya ve sorgulamaya devam ediyor hala... Güzel fotoğraf ya da resimlerden ziyade, gerekli fotoğraf ve resimlerle...

Notlar:


1- Sarkozy'nin icraatları anlatmakla bitmeyeceğinden, bu yazı çerçevesinde belli noktalara değinebildik. Bunlardan biri de "ilk iş sözleşmesi yasası". Bu yasa, Fransız hükümeti tarafından gençlere istihdam sağladığı şiarıyla pazarlanan ancak, işverene deneme süresi vererek, bu dönemde işten çıkarmaları kolaylaştıran bir yasa.


2- Yönetmen bu sözleri ilk sinema filmi Yedinci Kıta için söylüyor. Saklı filmi için de aynı şey söylenemez mi? Bence yanıt evet. Tek bir düzeltmeyle: "Bu film Georges, karısı Anne ve oğulları Pierrot hakkında" ve devam eder: "Başarılı bir kariyerin hikayesi..."


3- Juliet Binoche'li filmlerin, Haneke sinemasmda farklı bir yerde durduğunu düşünmeden edemiyorum. Binoche, diğer karakterlerin aksine daha dışavurumcu kadın karakterleri oynuyor.

Ve Haneke Sinema Kronolojisinin Diğer 14 Parçası:

The White Ribbon (2009)

Funny Games (2007)
Hidden (2005)
Le Temps du loup (Kurdun Günü, 2003)
La Pianiste (Piyanist, 2001)
Code inconnu: Recit incomplet de divers voyages (Bilinmeyen Kod: Farklı Yolculukların Bitmemiş Hikayeleri, 2000)
Das Schlofi (Şato, 1997)
Funny Games (Ölümcül Oyunlar, 1997)
Lumiere et compagnie, "Michael Haneke/Vienne" (Lumiere ve Ortakları filminde, "Michael Haneke/Vi-yana", 1996)
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası, 1994)
Benn/s Video (Benny'nin Videosu, 1992)
Der Siebente Kontinent (Yedinci Kıta, 1989)


Gelişigüzel Haneke Sözlüğü'nden




Anna ve Georg


Haneke filmleri "Anna ve Georg birgün..." diye başlayan hikayeler olarak anlatılabilir bir seridir. İlk sinema filmi yedinci kıtadan beri Haneke filmlerindeki çiftlerin isimleri, filmin dili Almanca'ysa Anna ve Georg, Fransızcaysa Anne ve Georges'tur. Piyanist ve Şato edebiyat uyarlamaları olarak kural dışı sayılırsa, tek istisna elle tutulur bir ana çiftin görünmediği Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası olur. Anna ve Georg dört kez tek, bir kez de iki çocuklu bir çekirdek aile olarak, Bilinmeyen Kod'da da çocuksuz bir çift olarak karşımıza geldiler. Ortak özellikleri iletişimsizlikleri ve başlarına gelen belalar oldu. Yedinci Kıta'da çocuklarıyla birlikte toplu intihan seçen çift, hemen ardından Benny adlı canavar çocuklarının işlediği nedensiz cinayeti cesedi parçalayıp kanalizasyona atarak örtbas etmeye çalıştıktan sonra, Ölümcül Oyunlar'da (Benny'i canlandıran Arno Frisch'in oynadığı karakterin yönettiği) iki kişilik soğukkanlı bir nedensiz şiddet örgütünün kurbanı oldular. Haneke'nin filmografisinde sakin ve ağırbaşlı bir yerde duran Bilinmeyen Kod'da Anne bir oyuncu, Ğeorges'da bir savaş fotoğrafçısıydı, Saklı'daki çifti ismen (Laurent soyadı) cismen (bizzat Juliette Binoche) ve "entelektüel" iletişimsizlikleri ile fazlasıyla andırıyorlardı. Kurdun Günü'nde iki çocuğuyla Anna'yı (son dört filmdir Binoche ile dönüşümlü oynayan) Isabelle Huppert canlandırıyor, kocası Georges'u filmin açılışında bir isimsiz, bir doğal felakette birbirinin canına göz dikmiş Avrupalı çekirdek ailelerden birine kurban veriyordu. Bu filmde alt başlık, Anna-Georg kıyamet gününde olabilir. Saklı'ya geldiğimizde kurbandan çok suçlu tarafa yakın duran bir çiftle karşı karşıyayız, ancak Haneke kurbanlara da içimizin parçalanmasına hiç izin vermemişti. Anne ve Georges üst orta sınıfa mensup olmayı, evleriyle tipik bir Avrupalı burjuva ailesi olduklarını ve Avrupa kültürünün sıradan bir parçası olduklarını vurgulamayı hiç bırakmadılar, bu da bize filmlerinde isim değişikliğine bile lüzum görmeyen yönetmenin aynı toplumda herhangi bir çift üzerinden herkesi anlattığını hep hatırlattı.

Aile-Ev


Saklı, Anne ve Georges'un güzel evlerini izleyen kaynağı belirsiz gizli kamera görüntüsüyle açılır, hikayenin merkezinde korunaklı (şüphesiz aslında içten gelen tehditlere fazlasıyla açık) bir ev ve içinde yaşayan burjuva çekirdek ailesi vardır, tıpkı Yedinci Kıta, Benny'nin Videosu, Ölümcül Oyunlar ve Kurdun Günü'nde olduğu gibi... Aile tutucu bir kurumdur, küçük oğlan cinayet işlediğinde veya mesela babanın geçmişinden bir tehdit ortaya çıktığında ailenin ve evin mevcut düzeni korunmalı ve kullanmalıdır. Aileye ve eve dışarıdan girmek doğal yollardan mümkün değildir, zor yoluyla girenler hikayenin dehşet unsurları olarak karşımıza çıkarlar. Ev ailenin biricik yaşam alanı olarak işlevsel bir kullanıma sahiptir. Çekirdek ailenin bu geleneksel korunaklı burjuva yaşammın işareti olarak döşenmiş evler Haneke'nin hikaye örgüsünde sınıfsal bir vurgu yaparken zaman zaman gerilimin nedeni de bu eve, dolayısıyla çekirdek aile yaşamına müdahale olarak ortaya çıkar. Ölümcül Oyunlar ve Kurdun Günü'nde tehdit ve ardından gelen felaket eve sızan yabancılarla başlar, Bilinmeyen Kod'da filme adını da veren metafor hikayenin merkezinde duran Anne'nın evinin giriş kodudur, bir şifrenin işlevi eve girecek davetsiz misafirleri engellemektir, bu noktada misafir erkek arkadaşının kardeşi de olsa Anne'in vurguladığı şey de (evin uygunsuzluğundan dolayı) bu misafirliğin geçiciliğidir. Duygusal buzlaşma üçlemesinin iki filmi Benny'nin Videosu ve Yedinci Kı-ta'da evlerin tasarımı ve zaman zaman karakterlerin önüne geçen vurgusu da yine bir sınıfsal yerleştirmeyle beraber pek çok işlevi yerine getiriyor. Başta Yedinci Kıta olmak üzere her iki filmde de tüketim toplumunun tatminsiz bireylerinin tasviri dolu mutfaklar, duygusal açlık vurgusunun hemen ardından gelen yeme içme sahneleri ile oluyor. Aslında Yedinci Kıta'nm hikayesi temelde bolluk ve refah simgesi sofralarla, plaklar, resimler, güzel mobilyalarla dolu evlerinde iletişimsizlikten kıvranan ailenin kendisini bu eve kapatması, abartılmış lüks tüketimle zehirlenerek önce evi sonra da kendisini yok etmesinin hikayesi.


Geleneksel Haneke filminde baş karakter burjuva çekirdek ailesidir. Ev ise aileyi koruyan, kapatan ve ailenin korumaya, içine saklanmaya çalıştığı şık hapishane olarak algılanır. Kapanma vurgusu, Yedinci Kıta'dan Saklı'ya gelirken esner şüphesiz, fakat ortadan kalkmaz. Haneke filmleri biraz da "Arına ve Georg bir gün güzel evlerinde..." diye başlayan birer hikayedir.

Şiddet




Sinemada şiddet ve yabancılaşma Haneke isminin karşımıza en sık çıktığı alt başlıklar. Haneke sinemasında şiddet sapkın bir eğlencelik ya da heyecanı ayakta tutmaya yarayan bir araç değildir. Öte yandan şiddet, göz önünden kaldırılması ya da estetize edilmesi gereken marjinal bir durum olarak da görülemez. Şiddet en saf haliyle yaşamakta olduğumuz dünyanın bir parçasıdır ve çok çeşitli motivasyonların sonucudur. Toplumdaki bireylerin yazık ki tümü fiziksel yada ruhsal şiddetin kurbanlarıdırlar ve bu şiddeti uygulayanlar için de bir anormallik ve ötekilik durumu söz konusu değildir. Şiddet toplumsal ve bireysel olarak, devletler ve vatandaşlar, ebeveynler ve çocuklar, otorite sahipleri ve bu otoriteyi içselleştirenler tarafından sürekli yeniden üretilir, bu noktada Haneke'nin filmlerinde tesadüfi olarak su yüzüne çıkıyormuş gibi görünen şiddet eylemi de, planlı olan da nedensiz değildir. Haneke'nin sık sık başvurduğu haber bültenleri ve savaş görüntüleri bize pek çok politik mesele, tarihsel gerçek vs. hatırlatıyor olabilir ancak neden ve sonuç ilişkilerinde insana dair bir şey olmaktan çıkan iç ve dış savaşlar aslında en basitinden birer şiddet eylemidir. Ailelerin fiziksel şiddete başvurarak kabalıkla yada seslerini yükselterek sıkça gerçekleştirdikleri eğitim şiddeti yeniden üreten bir eylemdir. Öğretmenlerin (piyano, masa tenisi yada enformatik hocalarının örneğin) her gün yeniden ürettikleri aşağılama ve meydan okuma arasında gidip gelen bir şiddet vardır. Ve sadece nefret, kıskançlık ve ilgisizlik de, umursamazlık ve kırıcılıkla eyleme döküldüğü noktada insan ruhuna karşı bir şiddet eyleminden başka bir şey değildir. Bütün bunların varolduğu gerçek dünyayı bütün bunlardan ayıklamadan perdeye aktaran bir filmin içinde şiddetin varolması değil varolmaması kasıt aranması gereken bir durumdur ve Haneke sinemasına yöneltilen en gereksiz soru da "neden şiddet"tir herhalde...


Haneke'nin eleştirildiği nokta daha çok şiddeti gösterirken kullandığı yöntem; şiddeti göstermek kuşkusuz şiddeti desteklemek değildir, ancak istismarın cinsellik ve şiddet söz konusu olunca bir olasılık olarak göz önünde bulundurulması gerekiyor, çünkü sinema (edebiyat, pek çok sanat dalı ve kitlelere hitabeden ticari ürün) bugüne kadar şiddeti yukarıda belirtildiği gibi "sapkın bir eğlencelik yada heyecanı ayakta tutmaya yarayan bir araç" olarak kullandı ve metalaştırdı. Haneke ise "Her zaman şiddeti tüketilecek bir şey gibi değil, aslında olduğu gibi bir şey olarak sergilemenin yollarını arıyorum (...) Şiddeti olduğu şeye geri döndürüyorum: Acı, başka birinin yaralanması." Gerçekten de Haneke filmlerinde şiddet olduğu haliyle, (yukarıda belirtilen) nedenleri ve acı sonuçlarıyla birlikte karşımıza geliyor. Aslında bütün filmleri mutlaka şiddet konusunun etrafında dönen yönetmenin şiddeti sergilerken teşhircilikten uzak durduğu da ortada; en fazla şiddet içerikli olan filmleri Benny'nin Videosu'nda ve Ölümcül Oyunlar'da bile şiddetin doğrudan görselleşmesi konusunda tutumlu davranıldığını ve seyircinin Haneke filmlerinde doğrudan doğruya kan revan içinde cinayet görüntülerine belki bir aksiyon filminden de az maruz kaldıklarını görüyoruz.

"Mesele, neyi gösterebileceğimde değil. Daha çok, seyirciye var olanın yerine neler gösterildiğini fark etme fırsatı verip vermemekte. Özellikle şiddet konusunda mesele, şiddeti nasıl gösterdiğimde değil. Mesele, seyirciye şiddet ve şiddetin anlatılması konusunda kendi konumunu nasıl gösterdiğim." Buradan hareketle şiddet konusunda herhangi bir aksiyon filminde olduğundan çok daha fazla rahatsızlık duymamızın nedenlerini arayacak olursak bunun arkasında Haneke'nin şiddeti anlatırken başardıklarının yattığını görürüz. Haneke filmlerinde tekrar karşımıza geldiğinde şiddet şu özelliklerini ortaya koyuyor: (1) Şiddetin amacı muhatabını yaralamak ve acı çekmesini sağlamaktır. (2) Şiddet iletişimsizliğin ve yalnızlığın ürünüdür ve yine iletişimsizlik ve yalnızlık doğurur. (3) Şiddet bilinmeyen yerlerde, günlük yaşamın dışmda, bize benzemeyen ve bizden uzak olanları muhatap alan garip bir olgu değildir, bizim içinde bulunduğumuz toplumun bir parçası, bunun, sonucu olarak da bizim bir parçamızdır.



Tesadüf


Haneke'nin sık sık olayların gelişimine neden olarak gösterdiği şey. Benny'nin Videosu'nda işlenen cinayet ve kurbanın seçimi, Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası'nda bir bankada kalabalığa ateş açılması ve bu olayda kimlerin hayatını kaybettiği rastlantısal. Bilinmeyen Kod rastlantısal olarak kesişen hayatları konu alıyor ve Ölümcül Oyunlar'a kurban olarak seçilen ailelerin tek özellikleri seviyeli bir orta sınıf iletişimi içinde oldukları diğer kurban aileler. Bu noktada kişiye özel, özel durumlarla ilgili hiçbir şey olmadığının altını çizmek bizi şu noktaya ulaştırıyor: Bu iletişimsizlik ve acımasızlığın kurbanları da, suçluları da Avrupa toplumunun sıradan bireyleri dolayısıyla bu hikâyeler tüm Avrupa'yı yansıtıyor. Tesadüf merkez alınıyor ve bu anlamsız durumlar derinde yatan anlamlı yıkımları açığa çıkarıyor. Absürd başlı başına bir insanlık dramı, belki de insanın tek dramı, ancak bu yüzeysel olaylarla sınırlı değil, neden sonuç ilişkileriyle hayatın her alanı dolduruyor.



Gerçeklik

"Yalan sanatın tam tersidir. Sanatın gerçeklik olduğunu söylemiyorum fakat sanat açıklık çabasıdır."


Sanatın gerçekle olan göbek bağı tartışma konusu, ancak buradan bağlantı kuracağımız ilk madde tarihe tanıklık ve sanata yüklediği doğruculuk misyonu ile ilgili olarak "dünya savaşı". Haneke gerçeği yansıtmayı bir öncelik olarak koyduğunda bunu estetiğe rağmen ve estetiğin karşısında bir tavır olarak benimsiyor ve estetiği gerçekten uzaklaştırmayla suçluyor, sözlerine estetiğin aşırıyı bile tüketim ürününe çevirebiliyor olmasıyla sürdürüyor. Bu noktada şiddetin, yalnızlığın, cinselliğin estetikten uzak olarak karşımıza çıkmasının nedeni belirginleşmiş oluyor: Gerçeklik kaygısı. Unutulmadan eklenmesi gereken şey, Haneke'nin çağın gerçeğini yansıtmak için hep unutmadan eklediği haber bültenleri( ki bu bizi yine "dünya savaşı" na götürür). Yaratılan gerçek bireyler dünya gerçekliğinde neler olup bitenlere paralel yaşamlar sürüyorlar.

Haneke'de dekorlar, renkler, müziğin kullanımı, kostümler, ışıklar, diyaloglar hep bu gerçeklik hissini yaratmak için kullanılıyor. Hayvanların şiddet görüntülerinde kullanılması da gerçeklik hissi vermeyi amaçlıyor. Seyircide kesin bir gerçeklik hissinin belki de en önemli garantisi ise kurgu. Özdeşleşmeyi sağlamayı engelleyerek eleştirel mesafeyi korurken aynı zamanda gerçeklik hissini güçlendiren parçalı yapı, uzun plan sekanslar, gereğinden uzun gibi görünen planlar bu gerçeklik hissine hizmet ediyor ki bu sonraki maddenin konusu.

Parçalar-Bütün

Bu maddeye Andre Bazin'den bir alıntıyla başlayalım: "Hangi film söz konusu olursa olsun, hepsinin amacı bize, günlük hayatta karşılaştığımız olayların benzeri gerçek olaylara tanıklık ediyormuşuz duygusunu vermektir. Ama bu duygu temelde bir yalanı barındırır, bu da, gerçeğin devamlı bir uzamda, oysa perdedeki gerçeğin aslında bize 'çekim' adını verdiğimiz küçük parçaların peş peşe gelmesiyle oluştuğudur. Bu çekimlerin seçimi, düzeni ve uzunluğu tam olarak kurgulama dediğimiz şeyi oluştururlar. Eğer özel bir dikkatle, canlandırılan olayın devamlı gösterilişinde kameranın dayattığı kopmaları görmeye ve normalde onları neden fark etmediğimizi tam olarak anlamaya çalışırsak, yine de devamlı ve homojen bir gerçeğin artıkları oldukları için onları kabul ettiğimizin farkına varırız. Aslında gerçek hayatta da her şeyi birden görmeyiz. Olay, tutku ya da korku, bizi, çevremizdeki uzamın bilinçsiz bir kurgusunu yapmaya yönlendirir. Bacaklarımız ve boynumuz 'kaydırma' ve 'çevrinme'yi yaratsın diye sinemayı beklemediler. Ne de dikkatimiz 'yakın-planı' yaratsın diye ona bel bağladı. Bu evrensel psikolojik deneyim, kurgulamanın gerçeğe benzeyişten yoksun tabiatını bize unutturmak için yeterli ve seyircinin aynı, gerçekle kurduğu doğal bir ilişkide yaptığı gibi buna katılmasına olanak sağlar." Haneke'ye göre de gerçeklik algısı parçalıdır ve filmlerindeki parçalı yapı doğrudan (tamamen tekrar yansıtılması asla mümkün olmayan) gerçekliğin bir sonucudur. Gerçeğin bu parçalı yapısını bütünlemek ise yönetmenin bir görevi değildir, böyle bir çaba ancak seyirciyi sakinleştirmeye hizmet edebilir ki Haneke'nin tam tersi çabası ortada. "Gerçeklik tam olarak betimlenebilir olduğunda açıklanabilir, dolayısıyla çözülebilir olacaktır, yüz yirmi sayfada ya da iki saatte, insanların rahatlamaya ihtiyaç duyduklarından severek inandıkları sofu bir yalandır bu."

Duygusal Buzlaşma

(Emotionale Vergletscherung) İlk üç filmin oluşturduğu üçlemenin bir diğer adı. Bu üçlemenin üç adı var: kent, duygusal buzlaşma ve iç savaş. Duygusal buzlaşma, Haneke'nin yabancılaşmış bireylerinin hastalığının en belirgin semptomu ve iletişimin önündeki en önemli engel olarak ortaya çıkıyor. Diğer iki ismin de bu üç filmi olduğu kadar Haneke'nin bunlardan sonra çekeceği filmlerin konularını işaret eden anlamlan var. Tüketim kültürünün, süper marketlerin, okulların, apartmanların, kent yaşamının içinde sürüp giden burjuva kültürünün yarattığı yabancılaşma ve bunun sonucunda duygusal bir buzlaşma yaşayan hasarlı bireylerin başlattıkları bir iç savaş üçlemenin tarif ettiği resim.

Yabancılaşma

Yabancılaşma delilik anlamında bir psikiyatri terimi olarak 19. yüzyıldan beri kullanılıyor, Haneke de yabancılaşmayla adı anılan en önemli yönetmenlerden. Kaba bir tanım yapmak gerekirse insani ilişkilerden, şu veya bu nedenle yaşadıkları toplumdan ve günlük yaşamlarından kopmuş karakterler Haneke'nin tüm filmlerinde karşımıza çıktılar. "Bir aidiyetsizliğin varoluşsal bilgisi"ni taşımak olarak (Peter Ehlen) yabancılaşmayı yaşayan karakterler günümüz burjuva toplumunun en tehlikeli sorunu olarak Avrupa sinemasmda (ve özellikle son yılların Türkiye sinemasında) karşımıza zaten sıklıkla çıkıyor. Bu noktada Haneke'nin yabancılaşmış karakterlerinin en belirgin özelliği beraberlerinde getirdikleri tehlikeler. İnsani ilişkilerden ve yaşadıkları toplumdan yabancılaşan karakterler, yine bu ilişkiler, burjuva toplumu ve her şeyden önce kendileri için akıl almaz bir tehdit haline geliyorlar. Yedinci Kıta'da yabancılaşma bir çekirdek ailenin kendi kendini yok etmesine, Benny'nin Video'sunda, Ölümcül Oyunlar'da ve Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası'nda çevreye yönelen nedensiz şiddete, yorumlanması ve sindirilmesi güç cinayetlere yol açıyor. Piyanist, Haneke'nin klasik anlatıma en çok yaklaştığı film olarak çevresine ve kendisine yabana piyano hocası Erika Kohut kimliğinde yüzyılımızın yabancılaşmış bireyine bir ağıt niteliğinde. Buradan hareketle gidilecek asıl başlık iletişimsizlik. Aile içinde ve dışında bireylerin tutumları gerçek bir iletişim değil bir iletişimin parodisini yansıtır gibi. Peki iki insan arasındaki iletişimi sağlaması gereken sözcükleri bazen içi boş seslere bazen de hedefini bulamayan yardım çığlıklarına dönüştüren şey nedir? Duygusal buzlaşma üçlemesi, Haneke'nin erken dönem sinemasının sonraki filmlerine oranla biraz daha doğrudan yanıtlar peşinde koştuğu ve daha heyecanlı sözler söylediği düşünülürse, bu sorunun en yüksek sesle sorulduğu ve en fazla yanıta yaklaşıldığı filmleri içeriyor. Cinayet ve intihara giden yol yavaş yavaş beliriyor ve duyguların buzlaşmasından geçiyor. Haneke'nin sinema kariyerinin başlangıcı Yedinci Kıta ve açılış sahnesinden itibaren kurduğu dünya tüketim toplumunun sıradan, abartısız bir eleştirisi aslında, Haneke aileyi değil zengin kahvaltı sofrasını , alışveriş eden anne babayı değil alışveriş arabasını, şarap reyonlarını, kasiyerin hızlı kadraja sokarak, yalnızlık ve iletişimsizlikten kıvranan ana karakterlerin yüzlerini uzunca bir süre seyirciden de gizleyip, bu iletişimin yolunu kapayarak aslında bütün filmlerinde tekinsiz bir şeyler olduğunda geri dönüp bakılacak bir yerin altını çiziyor. Benny'nin öylesine işlediği cinayetten sonra döndüğü dolu buzdolabı, Yedinci Kıta'da tüm dünyayla bağlantısını kesen ailenin önce pahalı çikolatalar şampanyalarla ortaya çıkan tatminsiz tüketimi bir yeri (Avrupa), bir zamanı (2O.yy sonu), bir sınıfı ve bir sorunu betimleyen sahneler olarak neden sorusuna yanıt olmasa bile bir başlangıç noktası sunuyorlar. Arkasından gelen duygusal iletişimsizlik Haneke filmlerinin yarattığı karabasan hissinin aslında tek nedeni. Küçük bir kız çocuğunun yalnızlıktan kurtulmak için kör numarası yapıp tokat yediği, bir kocanın havada kalan "seni seviyorum" sözlerinden yalnız birkaç saniye sonra karısını tokatladığı, bir babanın nedensiz bir cinayeti işleyen oğlunu öncelikle yatağına yolladığı karanlık soğuk bir dünyayı yalnızlığı elle tutulur bir madde gibi resmederek hazırlıyor yönetmen ve bütün dramı istisnai bir durum değil dünyanın kültürün geldiği noktanın bir sonucu olarak ortaya atıyor. Benny'nin yemek odasının duvarından sessizce izleyen resimlerde bu kültürün işlevsizliği, sanatın sessizliği var; 7. kıtada kırılmış olan resim çerçeveleri ve plaklar acizlikleriyle sanatın insan hayatında yeniden üretilmeyip yalnızca bir kimliği oluşturan kodlara dönüştüğünde yada seçkin bir dekorasyon zevkini garantilemek için kullanılır olduğunda olacakları zaten taşınması en zor haliyle gösterdiler. Üçlemeden hareketle diğer filmleri tek tek ele alıp örnekleri arttırmaktansa bu yazının en büyük lafını etmeyi tercih ediyorum: Tüketim kültürünün yarattığı yabancılaşma ve iletişimsizlik her gün yeniden görülen bir kabus ve taşınması zorlaştığı noktada yine bunun kurbanı ve garantisi olan sınıflara karşı saldırgan bir intihar silahı.

Brechtyen Yabancılaştırma


Yabancılaştırma efekti, (kendi dilinde V-Effekt) epik tiyatronun öncüsü Brecht'in sahnenin ortasında seyirciyi azarlayan oyuncular, şarkılar gibi kırılmalarla Aristocu klasik tiyatronun birkaç bin yıldır yaratmaya çalıştığı gerçeklik hissini kırmak için kullandığı bir teknik, amacıysa klasik tiyatronun seyirciye sunduğu en büyük ödül olan duygusal boşalma ve rahatlamayı önlemek, seyirciyi rahatsız etmek. Filmi gösterilmeden önce izleyicisine rahatsız seyirler dileyen Haneke'nin özdeşleşmeyi ve rahatlamayı engellemek için kullandığı teknikler çok çeşitli, Ölümcül Oyunlar'da akıllardan çıkmayan birkaç sahne, Brecht tiyatrosunun birebir yansıması bir sinemaya işaret ediyor: Gerçek algısını zedelemek için etrafta dolaşan Peter, Arma'ya öldürdüğü köpeğini sıcak-soğuk oyunuyla aratırken seyirciye göz kırpıveriyor. Bir işkenceyle öldüreceği aileyle sabaha kadar hayatta kalıp kalmayacağı konusunda iddiaya girmeyi önerirken seyircinin onların tarafını tutacağını tahmin ediyor. Aileye çocuk oyunlarıyla yapılan işkencenin yeterli olup olmadığını sorduktan sonra uzun metraj için yeterli olmadığına, seyircinin daha uzun bir gelişme ve sonucu hak ettiğine karar veriyor. İşler kontrolden çıkıp Anna ortağını öldürdüğünde uzaktan kumanda aletini alıp filmi geri sarıyor! Haneke'nin parçalı yapıyı kuruşu, Bilinmeyen Kod'da sahne aralarında karartmalar, Saklı'da videoların oynadığı rol ve yine Bilinmeyen Kod'da oyuncu baş karakterin oynadığı filmlerin hikayenin içinde gibi başlayıp izleyiciyi şaşırtması hep bu yapaylık hissini desteklerken, seyircinin hikayeye kendini tam olarak bırakmasını engellemeyi ve anlatılanın gerçekliğine olan güvenini sarsmayı hedefliyor. Bu Haneke'nin çağın sorumluluğunu bir yerden sahiplenen tavrıyla da ilgili, Haneke yabancılaştırmanın etkisini seyirciyi rahatsız etmek ve eleştirmesini sağlayıp harekete geçirebilmek için hikayenin dışında, hareket kabiliyetine sahip olduğu alanda tutmak için kullanıyor.

Isabelle Huppert-Juliette Binoche vs.



Filmlerde karşımıza gelen tanıdık yüzler bir yandan bu yüzler iyi oyuncular olduklarında birer avantajken, öbür taraftan kendi imgeleriyle hikayeye eklemlenme güçlüğü yaratma riskiyle aynı zamanda birer dezavantajlar. Haneke hem "yıldız" oyuncuları kullanarak hem de belli oyuncuları birden fazla filmde karşımıza getirerek bu riski sürekli göze alıyor. Susanne Lothar (Piyanist, Ölümcül Oyunlar, Şato), Arno Frisch ve Ulrich Mühe (Ölümcül Oyunlar, Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası), Maurice Benichou (Saklı, Kurdun Günü, Bilinmeyen Kod), Annie Girardot (Saklı, Piyanist), Daniel Duval (Gizli saklı, Kurdun Günü), Walid Afkir (Saklı, Bilinmeyen Kod) birden fazla Haneke filminde gördüğümüz oyuncular. Son dört filmin başrolünde de değişmeli olarak iki Fransız yıldızı izledik: Juliette Binoche ve Isabelle Huppert. Haneke bilinen oyuncuları oynatma konusunda cesur, bütün filmlerin sonunda birer Haneke filmine dönüşeceğinden emin davranıyor. Bir yandan iyi oyunculuğa fazlasıyla önem verdiği ortada. Piyanist'i uyarlamak için Huppert'ın oynaması şartını koyduğunu biliyoruz. Piyanist'teki oyunculuğuyla bir Altın Palmiye kazanan Huppert Haneke'yi Chabrol'le birlikte, en sevdiği yönetmen olarak adlandırıyor. Binoche son filmden sonra Haneke filmleriyle ilgili olarak "soğuk duş" benzetmesini yapmış, "her gün isteyeceğiniz bir şey değil ama hiç kuşkusuz gerekli." Yönetmen Saklı'nın senaryosunu yazarken yine oyuncuları göz önünde bulundurmuş, hatta usta oyuncu Daniel Auteuil'ü senaryoyu yazmasının nedeni olarak işaret ediyor.

* Görüntü Sinema


Evrim Kaya

Ney / Cemil Yüksel


Anne ne zaman içinle açılsan
O saçlarının açılmışlığına benzeyen içinle
Kıvrılan yerlerimden düzeltilmiş oluyorum
İyi oluyorum, iri bir sıkıntının uzaklaşması gibi
Biliyorum ki sevmem bir sıkıntının yaratılmışlığıdır
Dolu dolu bir temmuzun en temmuzlu ortasında
Denizi hatırlayan sular gibi aktığından belliyim
Beni aktığından; beni dolu dolup aktığından
Hırçınlığım Anne senin en derin kalıntın

Bir ay tanışıklığı dirilttim huylana
Sıkıla dingin emzirmenden
Sesinde apayrı durulanmış ninninin
Üç kere vurgulanmış e’ sinde uyudum
Ve uyandım e harfinden yapılmış sorularla hırlaşarak
Şimdilik dirilen bir etrafsızlığım, bilinmemiş
Umut içeren, tastamam umut verici

Anne ne zaman içinle açılsan
Dünyanın uzun uzun konuşulmuşluğuna benzeyen içinle
Daha bir yakınlaşıyorum alnımdaki yakışıksızlığa
Ve rahatlığını seziyorum
içimdeki söylenmemiş baş dönmelerinin.
Ne oluyorsa bana yavaşça oluyor kıyamet gibi
Biliyorum ki Allah hep gelmeyeceğe benzer
Kurtarışları elinden alınmış bir çıkıp gelememeye
Sen bakmazsan olacak şey değil Anne
İnce ve sevecen merakların böyle gözüpeklenişi
Dışımdaki bu murdar kapışma söylenecek gibi değil
Havada soğuk ve sinsi bir nem
İşte her şeyin içyüzü

Bu kostak yürüyüşüyle varıp, duran kim?
Bu dörtnala gelen kimin yaşaması?


Varlık Dergisi  2006 Yılı Ağustos sayısında yayınlanmıştır.

Muzaffer Buyrukçu / Günlükler 02.11.1968

02.11.1968

Edebiyatçılar Birliği'nin cumbasından, eski serüvenlerin tarihine adını yazdırmış İstiklal Caddesi'ni dolduran kalabalığı seyrediyordum; yüzlerini ürettikleri resimleri, davranışlarını belleğimin boş bir yanına yerleştirmeye çalışıyordum. Tozla, toprakla, kokuyla, solukla karışarak gökyüzüne yükselen gürültü korkunçtu. Daha doğrusu bu bilinen, klasik gürültü değil de, milyarlarca nesnenin birbirine sürtünmesinden ve insanların çıkardığı çeşitli seslerden oluşan bir uğultuydu. Yalnızlıkları, aşkları, sevişmeleri, kavgaları, savaşları, ölümleri düşünüyor, özellikle ölümün ve yalnızlıkların rutubetli dehlizlerinde üşüye üşüye geziniyordum, ama zihnime yığılan vurucu gerçeklerin baskısına dayanamıyor, yaşamın oyalayıcı ve unutturucu büyüsüne sığmıyordum.

Salonda benden başka kimseler yoktu. Arada bir beyaz ceketleri kirlenmiş köylü suratları sert ve ilkel anlamlarla kaplı garsonlar, tahta döşemeyi gıcırdatarak dolaşıyor, gözlerini üzerimden ayırmadan çağırmamı bekliyorlardı. (Odamda Seyahat)'ı anımsadım. Odada yaşamaya mahkûm edilen bir gencin öyküsüydü. Sonra çalıştığım, dosya dolapları çelik, on beş masalı, üç daktilo, altı hesap makineli, üç siyah telefonlu, on dört kişilik oda belirdi. Saat üç sularında Bilge Karasu ile Ali Püsküllüoğlu' nu karşımda görünce şaşırmıştım. Bilge Karasu'nun Romalılar gibi kıvırcık, kırmızıya çalan saçlarına, saçlarının rengindeki bıyıklarının tellerinde titreyen gülüşüne, o gülüşü ince anlamlarla derinleştiren beyaz dişlerine hayrandım. Resim yapmasını bilseydim, portresini çizmeye gülüşünden başlardım. Ali Püsküllüoğlu' nun Güneyli yüzü solgundu. Memur arkadaşlarımın meraklı, çeşitli sorularla dokunmuş bakışlarından sıkılmış gibiydi; sıkıntısını dağıtmak için havadan sudan bir şeyler anlatmıştım.

Önemli bir işi çözümlemek zorundaydılar. Gitmişlerdi, saat yedide 'burada' buluşacaktık.

Bakışlarımla duvarları taradım. Anayasa'nın 20. maddesi çerçeve içine alınmıştı. Garsona seslendim, ufak bir Yeni Rakı. Beyaz peynir, pilaki, ekmek, su söyledim.

Mahmut Makal girdi, önüne bakarak yürüdü, beni görünce gülümsedi, "Merhaba Buyrukçu!" dedi uzaktan, üç dört adımda yanıma geldi, el sıkıştık, sağıma oturdu. "Nasıl gidiyor?"

"Gitmiyor," dedim, "Sürünüyoruz."

"Türk yazarının kaderi bu," dedi Mahmut Makal; sesinde, gücünü yitirmemiş bir öfke, bu 'kader'i değiştirmeye çabalayan bir kişiliğin karşılaştığı engellerin izleri vardı.

"Kader olamaz," dedim. "Yürürlükteki düzeni insan yapısına aykırı gördüğü, bu düzeni yönetenlere başkaldırdığı için maddi manevi abluka altında Türk yazarı. Olsun, böylesi daha iyi. Düşmanla anlaşıp onun beslenme kaynağı olan haksızlıkları, kötülükleri çoğaltma edimine onursuzca hizmet etmektense yoksulluğu, ilgisizliği, bırakılmışlığı seçerek edebiyat dünyasına hizmet etmek çok daha onurlu bir iştir. Evet, sıkıntıdayız, ekonomik ve sosyal koşulların ağırlıkları altında eziliyoruz ama alnımız ak, yüzümüz paktır. Bütün işkenceleri yaşıyoruz ama işkencecilerin o kırılası çarkını çevirmiyoruz." Rakı, peynir, pilaki, su... Şişeleri açtım, bardağa göz kararıyla bir duble kadar koydum. "İster misin?"

"Votka içecem ben," dedi Mahmut Makal.

"İyi öyleyse, sağlığına!" dedim, bir yudumla ağzımın tadını bozdum, içini acılaştırdım. Peynir yağlı, pilaki tazeydi. "Ekmek nerde kaldı?"

"Kızartıyoruz efendim!"

"Peki," dedim.

"Bakele!" dedi Mahmut Makal, garsonun yüzüne baktı. "Yarım şişe votka!" Gözlerini su şişesine dikti, "öyle, öyle, gebersek de çevirmeyeceğiz çarklarını. Geçmişteki pek çok edebiyatçı 'hoş bugün de bir sürü çanak yalayıcı var ya' yöneticilere dayamıştı sırtlarını, elçilikler, yüksek memuriyetler, idare meclisi üyelikleri kapmışlardı. Avrupalarda geçirmişlerdi yıllarını, hayatın tadını çıkarmışlardı."

"Bir elleri yağda bir elleri balda yaşamışlardı ama güçlü, yüz ağartan bir yapıt koyamamışlardı ortaya. Bir avuç laf salatası bıraktılar bize. İşte bu nedenle temelleri gerçeklerin derinliklerinde yepyeni bir edebiyat yaratmak zorundayız," dedim. Şişkin iki fasulyeye batırdım çatalı. "Ben onların 'hayatın tadını çıkardıklarını sanmıyorum. Çünkü kendini ve yakın-uzak çevresini, dünyayı ayrıntılarıyla tanımayan, çağdaş bir düşünceye, bir ideolojiye inanmayan bilinçsiz kişi, seçme bilincinden yoksundur."

"Onlara bilinç değil, para lazım," dedi Mahmut Makal.

"Doğru," dedim, güldüm.

"Sabahtan akşama dek gılay çekiyorlar," dedi Mahmut Makal, iskemlede bir şey varmış gibi kalkıp oturdu. Birden iğde ağaçlarını, mis kokulu çiçeklerini anımsadım, Niğde'nin bağlarının arasında yürüdüm.

Garsonun önüne koyduğu votkadaki eksiklikten sıkılmış gibi, "Bunu böyle mi içeceğiz?" dedi, Mahmut Makal.

"Limon getireyim mi?"

"Sen bana bir bira getir, kaşar getir!" dedi Mahmut Makal, deminki konuya yaklaştı.

"Gılay çekmişler, bedeni tatlan, damak tatlarını her şeyin üstünde tutmuşlar, yemişler, içmişler, hoş geçmişler, yaşantılarına giren kadın sayısını çoğaltmışlar. Buldukları bir tümceyle otuz yıl idare etmişler, büyük yazarlığı kuyruğundan yakalamışlar. Gazetelerin baş köşelerine kurulmuşlar, 'Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu1 diyerek en kan gerçekleri örtmüşler, örttükleri gerçeklerle birlikte kişilerin, öğrencilerin sağlıksız düşünmelerini, bilmeleri gereken en küçük doğrulardan bile uzak durmalarını sağlamışlardır. Sen kaç yıllık yazarsın?"

"Aşağı yukarı yirmi beş yıllık," dedim.

"Hiçbir okul kitabında hikâyen var mı?" dedi Mahmut Makal.

"Hayır," dedim.

"Bu anlayış değişmedikçe de olmayacak," dedi Mahmut Makal. "Sen yaşananı kendine kaynak almışsın, onlar ise öğrencilerin seni okuyarak gözlerinin açılmasını, toplumu, evreni görmesini istemiyorlar."

"Engelleyemeyeceklerdir," dedim, "Yalnız onlara kavuşmamızı geciktirebilirler."

"Geciktirmeleri bile büyük başarıdır onlar için," dedi Mahmut Makal.

"Ya da başarısızlıkları," dedim.

Mahmut Makal, votkayı içmeden önce, "Hadi, Gılay!" dedi.

"Gılay," dedim.

Uzun boylu, iri yapılı, yuvarlak yüzlü Nevzat Hatko geldi, gri fötrünü Amerikan şerifleri gibi arkaya atmıştı, geniş alnı çizgisizdi. Kaşlarını kaldırdı şaşkınlıkla, "Vay, vay, vaaay!" dedi, ama bizi hiç ummadığı bir yerde görmesinden doğan bu şaşkınlık aynı anda gözlerini buğulandıran bir dalgınlıkla önemini yitirdi, bir şeyler düşündü, pencereden dışarıya baktı ve altımızdaki İstiklal Caddesi'nin sel akışını andıran akışından bir şeyler kurtarmak istercesine eğildi, kafasına takılan çengelden kurtulduktan sonra ellerimizi sıktı, oturdu. Fötrünü çıkardı, boş bir iskemleye koydu, saçsız -pembemsi- başını kaşıdı parmaklarının ucuyla, bana göz kırptı. "N'aber hikayeci?" Bu iki sözcüğün dudaklarından dökülüş biçimindeki küçümseme tavrı kanımı beynime sıçrattı ama tuttum kendimi, rakımı sessizce yudumladım, şömineye kaydırdım bakışlarımı... Orada, -şiddetli kışlarda- kocaman kütükler çatırdaya çatırdaya yanardı, çevreye -sık sık meydana gelen küçük patlamalarla- ateş renginde, kıymığa benzeyen kıvılcımlar saçılırdı.

Caddedeki araçlar salonun içinden geçiyordu sanki.

Edip Cansever, güneş gibi doğdu ve aydınlattı salonu. Saçsız ama biçimli başı, güzel, soylu ve hemen seçilen entelektüel yüzüyle pek yakışıklıydı. İçkinin vücudunda yarattığı dengesizliği hafif bir sallantıya dönüştürmüştü. Yanında Oğuz Halûk (Hayalet Oğuz) vardı. Etsiz, sarı ve uzun yüzü ve bir deri bir kemik zayıflığıyla hemen göze çarpıyordu, üflesen uçacaktı; bu gövdeyle nasıl yaşayabiliyordu anlayamıyordum! Gerçekten de (Hayalet) sıfatı cuk oturmuştu. Dudağına yapışık duran sigarası sönmüştü.

Edip Cansever, selam vermeden ama içtenlikle gülerek ve gözlerini gözlerimden ayırmadan karşıma geçti, gülümsemesini çoğaltırken ağzı açıldı ve iri ön dişleri ortaya çıktı.

"Niye aramıyorsun beni?" Soluğu alkol kokuyordu ve sıcaktı.

"Arıyorum," dedim, "Birkaç kere telefon ettim, 'Gelmedi, yok, az önce gitti' dediler. Ben de vazgeçtim."

Bir sigara yaktı Edip Cansever, buyurucu bir ses tonuyla "Buluncaya kadar arayacaksın!" dedi.

Birden kalktım, ayaklarımı askerler gibi bitiştirdim, göğsümü şişirdim, sağ elimi sağ kaşımın üstüne götürdüm, sert bir hareketle "Emredersiniz komutanım!" dedim. Der demez de belleğimde çakan bir şimşekle geniş kanatlı bir kapı açıldı doluluğa, olaylar yığınına... Recai Yüzbaşının tütün ve çamur karışığı bir rengi olan soğuk, çilli, Türkistanlı yüzünü gördüm. Kolordu'nun Birinci Şubesi'ndeydik. Ben genelkurmay Başkanlığı'na yollanacak mektupları yazıyordum, o parafe ediyordu, sonra da Albay Şemsi Zobu'ya imzalatıyordu. Yazıcılık işini öyle benimsemiştim ki, Yüzbaşının işaretlediği evraklara müsvettesiz karşılıklar yazıyordum. Recai Yüzbaşı bir gün beni hiçbir suçum, hiçbir ihmalim, hiçbir terbiyesizliğim olmadığı halde -belki de her subay bir er dövmelidir gibi bir gerekçesi vardı- beni dövmeye başladı. Tokatlar kırbaç gibi saklıyordu yüzümde; gövdem sarsılıp sağa sola kay-kılınca "Kıpırdama!" diye bağırıyor, tokatların sayısını artırıyordu. Oysa ben, iki şiir kitabı, elliye yakın hikâyesi çeşitli gazetelerde yayımlanmış ve yayımlanan bir yazardım.

Arap Sabahat'la Ermeni güzeli Peruz'a âşıktım, ikisiyle de mektuplaşıyordum; arkadaşlarımın saygı duydukları birisiydim, nahak yere dövülmem onuruma dokunmuştu. "Elim kolum bağlı, yasalar senden yana, elbet döversin, üniformanı çıkar da öyle kozumuzu paylaşalım!" deyince öfkeden delirmiş, tokatlar yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Ben de her şeyi göze alarak kaçmıştım ordan ve Kurmay Başkanı'na durumu anlatmış, kendimi Sahra Postanesi Şefliği'ne tayin ettirmiştim. Yıllar Recai Yüzbaşıyı aramakla geçmişti ama talih yüzüme gülmemiş, -ne zaman güldü ki- onunla karşılaşamamıştım.

"Arayacaksın ve benden çok şey öğreneceksin!" dedi Edip Cansever.

"Arayacağım ve senden çok şey öğreneceğim kumandanım," dedim gülerek, tekrar bir selam çaktım.

Alttan yukarıya baktı. "Alay mı ediyorsun yani?" "Alay etmeyeceğim ve alayı öğreneceğim kumandanım!" "Saçmalama!"

"Olur, saçmalamamayı öğreneceğim kumandanım," dedim, "Ayakkabı dikmeyi, yemek yemeyi, sevmeyi ve kahkaha atmayı öğreneceğim!"

"Otur yerine be, off, görmeyeli ne kadar da şımarmışsın!" dedi Edip Cansever, şakacı bir sesle.

Peynir koparttım çatalla, "Seni son gördüğümden bu yana yüzlerce olayın, durumun içinde olay yaratıcısı ve yapıcısı bir usta olarak bulundum, bilinen ve bilinmeyen etkileri yaşadım ve durmadan değiştim Bay Edip Cansever, annadın mı mesela. Elbet, sen bana eski Muzaffer gözüyle baktığın için yeni Muzaffer'i göremiyorsun, bu yüzden de şaşırıyorsun," dedim gülerek.

"Çok geveze olmuşsun, çenen düşmüş," dedi Edip Cansever. "Söyle bakalım benim aslan arkadaşım," dedim, kucakladım, yanaklarından öptüm.

"Beni arayacaksın!" dedi Edip Cansever. "Arayacağım," dedim.

"Çok şey öğreteceğim sana," dedi Edip Cansever. "Öğreteceksin!" dedim.

"Şiiri, edebiyatı, evreni, kendini!" dedi Edip Cansever. Sesimi şarkılaştırdım. "Sen seni bil sen seni bil, sen seni, sen seni bilmezsen patlatırlar enseni ve de dandini dandini dastana!"

"Çarpacam tokadı ha?"dedi Edip Cansever, sağ elini kaldırdı havaya.

"Kemal Tahir'in romanlarında adamlar nasıl konuşuyor biliyor musun, 'Şaplak geliyor ki bak nasıl geliyor1 işte böyle," dedim.

"Devlet Ana'daki o bataklık sahnesine bayıldım," dedi Edip Cansever.

"Ben Kemal Tahir'i seviyorum, iyi romancıdır," dedim. "Orhan Kemal, günahı kadar sevmez Kemal Tahir'i," dedi Cansever.

"Sevmez. Yaşar Kemal de sevmez, ama Orhan Kemal hiç sevmez," dedim.

"Aşağı yukarı bütün yazarlarda vardır bu düşmanlık," dedi Mahmut Makal.

Edip Cansever, Mahmut Makal'ın sözlerini işitmemiş gibi davrandı, bu davranışından, Mahmut Makal'ı sevmediğini, beğenmediğini çıkardım ve tedirgin edici bir soğukluk doğmasın diye araya girerek konuşmayı sürdürdüm. "Evet, bu bizim gelişmemişliğimizi, çok önemli bazı durumları henüz kavrayamadığımızı, ilişkilerimize hoşgörüyü yerleştiremediğimizi, yani ilkelliğimizi ortaya koyuyor. Oysa bir yazar, beğenmese bile, başka bir yazara saygı duyabilmeli."

"Ne kadar da ukala olmuşsun sen?" dedi Edip Cansever kızdırmak amacıyla.

Onu umursamadım. "Ama biz daha birbirini yeme, gözlerimizi oyma dönemini yaşıyoruz."

"Vahşet çağı yani!" dedi Oğuz Halûk.

"İsabet buyurdunuz üstat," dedim.

"Köşeyi tutmuşsun da keyfin gıcır bakıyorum," dedi Oğuz Haluk.

"Biz hasım sahibi kimseleriz, arkamızı duvara verip yüzümüzü kapıya çevireceğiz ki, hasmımızın ne yapacağını bilelim ve gel güzelim bu akşam çılgınca eğlenelim," dedim.

Edip Cansever, şöyle, eleştirircesine bakıyor, başını yanlara sallıyordu. "Resmen delirmiş bu!"

"Buyrukçu, bu, senin dediğin Anadolu'nun en büyük sorunlarından biri," dedi Mahmut Makal. "Herkes birbirinin düşmanı, herkes öldürülmek korkusu içinde."

"Bütün insanları birbirine düşüren davaları vardır," dedi Nevzat Hatko. "Anadolu birlik ve beraberlik içinde değil, birbirinden kopmuş ve yalnız bir halde yaşıyor."

"Sevgiyi öldürdüler," dedi Oğuz Halûk.

"Bu tartışmalı bir şey. Hangi sevgi? Yurt sevgisi mi, birey sevgisi mi, çıkar sevgisi mi?" dedim. "Bence bir memleketteki insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyorsanız karakollara, mahkemelere, hastanelere gideceksiniz." Edip Cansever'in böyle, edebiyat dışı konuşmalardan hiç hoşlanmadığını, canının sıkıldığını düşündüm, yüzüne baktım. Yargıların, öfkelerin, izlenimlerin ve şiir öğelerinin sıçrayıp durduğu bir sessizliğe gömülmüştü ve 'yanlış bir yerde olduğu için' tedirgindi. Gitmeliydi buradan, her şeyleriyle bağdaşacağı ve kişileriyle anlaşabileceği ortamların bulunduğu mekânlara. Paketinin dibine bastırarak dışarıya ittiği sigarayı dudaklarının arasına kıstırdı, "Yak" dedi.

"Seni yakmam ben, yakamam," dedim, "Sen benim en yakın arkadaşımsın. Dünyayı yakarım da seni yakmam ve o dünyadan ilk kurtardığım insan sen olursun."

"Bravo!" dedi Oğuz Halûk, alkışladı.

"Bak, hâlâ duruyor, ben seni böyle mi eğittim?" dedi Edip Cansever, sigarasını gösterdi. Yaktım ve "Affedersiniz beyefendi, bir suç mu işledim?" dedim.

"Evet," dedi Edip Cansever, "Ben daha elimi oynatırken ne yapmak istediğimi sezeceksin, ona göre davranacaksın."

"Hay hay, bundan sonra buyurduğunuz gibi davranacağım efendim sizi hiç üzmeyeceğim," dedim.

"Gülme!" dedi Edip Cansever, "Gülme, laubalilikten hoşlanmam!"

"Gülmeyecem efendim," dedim, ağzımı kapattım.

Masadakiler, Edip Cansever'le olan sık dokulu dostluğumuzu bilmedikleri için inişli çıkışlı, sakalı, ciddi, yan ciddi, tuluat karışımı ve anlamsız gibi bir çizgiyi izleyen konuşmalarımızı (bu oyunları sık sık tekrarlardık) anlamaya çalışıyorlardı ama şaşkınlıktan öteye geçemiyorlardı. Kuşkulu bakışları her an üstümüzdeydi, kavga başlarsa ayırmaya hazırlanıyorlardı.

Kapının eşiğinde aşçıyla tartışan garsona, "Bakar mısın delikanlı," dedim.

Koşarak geldi garson.

"Sor bakalım, beyler ne emrediyorlar?" dedim.

Edip Cansever gülümsedi, "Hazine mi buldun yoksa?"

"Hazineye ne gerek var Edip'çim, ben kendim hazineyim, bir hikâyem yayınlandı mı?" dedim.

Kahkahayla güldüler.

"Sahi, ne içeceksiniz? Söyleyin, çocuklar bekliyor," dedim.

"Hiçbir şey," dedi Edip Cansever.

"Peki öyleyse, beyefendiye bir 'Hiçbir şey' getir!" dedim.

Dişlerinin arasından tıslama gibi bir "Viskiiii," sözcüğü çıktı Edip Cansever'in.

"Durma, hemen getir!" dedim garsona.

"Bizde viski yok efendim," dedi garson.

"Yoksa aldırın!" dedim, "Arkadaşım kırk yılda bir şey istedi."

"Şaka söyledim," dedi Edip Cansever, elimi içtenlikle sıktı ve duygularımı herkesin içinde açık açık belirtmemden gönendi. "Rakı içeyim."

"Doğru söylüyorum; canının çektiğini söyleyebilirsin, çekinme. Rokfor peyniri, bilmem ne," dedim.

"Gerçekten de çok değişmişsin, inanamıyorum," dedi Edip Cansever, "Çünkü sen küçük bir memursun!"

"Küçük bir memurum, haklısın, bir yerden yazı parası, ikramiye ya da Emekli Sandığı'ndan borç para aldığımda arkadaşlarıma ısmarlayabilirim ancak, senin gibi her zaman ısmarlayamam... Bunun ezikliği içindeyim, sen yüz kere ısmarlarsan ben bir kere... Ama bugün param var Edip," dedim.

"Hani, Sait Faik armağanını aldığında içecektik," dedi Edip Can1-sever.

"İçtik ya," dedim.

"Olmaaaz, o sayılmaz, benimle birlikte başkalarına da ısmarlamış-tın, ben, sadece bana ısmarlamanı istiyorum!" dedi Edip Cansever.

"Elbet, baş üstüne, ne vakit emredersen hazırım!" dedim. İlk kitabım (Katran)'dan 150 lira telif ücreti almıştım ve o gece Tüneldeki bir meyhanede Edip Cansever'in, Orhan Kemal'in, Agop Arad'ın, Hamit Akınlı'nın, Hüsamettin Bozok'un da bulunduğu kalabalık bir arkadaş topluluğuna ısmarlamıştım ve ancak elli lira harcamıştım. Elli lira büyük paraydı 1956'da; iki buçuk liraya bir hafta yetecek yiyecek alabiliyorduk. Evet, o akşam büyük bir sevinç, sevgi ve heyecanla kuşatılmıştım. Neşeliydim, mutluydum; boyuna gülüyor, dostlarıma ."Canım" sözcüğüyle sesleniyordum. Hüsamettin Bozok, mutluluğuma mutluluk katan bir konuşma yapmıştı. Unutamam... Sonraları her kitabım yayımlandığında, armağanlar, ödüller aldığımda ısmarlamıştım, ama geride ısmarlayamadığım birçok kişi vardı ve sitem ediyorlardı. Edip Cansever'in bardağına rakı koydum. "Hoş geldin!"

"Bana mı söylüyorsun?" dedi.

"Yok amcama!" dedim gülerek. "Bir şeyler yesene!"

"İstemem. Az önce işkembe çorbası içtim," dedi Cansever.

"Bir biftek söyle, buranın bifteği fena değil," dedim.

"Niye aramıyorsun beni?" dedi Edip Cansever.

"Vallahi aradım Edip," dedim.

"Evi bilmiyor musun? Niçin 'çat kapı' geliniyorsun?"

"Sabah erkenden işe gidiyorum, akşamları da beşten sonra gelmek biraz tuhaf. Aslında cumartesi, pazarları gelebilirim ama senin evin dergâh gibi bir sürü insan geliyor. Sıkılıyorum, dilleri dillerime uymuyor, yalnızlık duyuyorum," dedim. Edip Cansever'le buluştuğumuzda yanımızda kimse olmamalıydı; çünkü başkaları varken doğru dürüst konuşamıyorduk. Tanıştığım ve adımı tanıştırıldığım an duyan yabancıların çoğunun Edip Cansever'e gösterdikleri hayranlık karışığı saygı karşısında beni umursamamaları, ilgilenmemeleri asabımı bozuyordu. Oysa ben, en az Edip Cansever kadar el üstünde tutulmak, onun gibi pohpohlanmak istiyordum.

"Gelenlerin çoğu yabancı değil, tanıyorsun. Nahit Hanım, Muaf-fak Şeref, Orhan Veli'nin kız kardeşi Füruzan, kocası İbrahim, balıkçı Nuri, Fethi Naci, Rauf Mutluay falan..." dedi Edip Cansever.

"Bundan sonra gelirim," dedim.

"Böyle ısmarlama gelmek olmaz. Kalk gel, sinirlendirme beni!" dedi Edip Cansever; sertliğini hafif bir gülümseme çatlattı.

"Sen nasıl bir edebiyatçısın anlamıyorum," dedi Cansever.

Güldüm. "İyi bir edebiyatçıyım. Sevimliyim, yakışıklıyım."

"Edebiyatçı olamazmışsın gibi geliyor bana!" dedi Edip Cansever yumuşak ve alaycılığı törpülenmiş bir sesle.

"Edebiyatçı nasıl olurmuş, yap tarifi yoksa çağıracağım Gavur-dağlı Arifi," dedim.

"Öfff, bırak şu sululuğu!" dedi Cansever, "Seni dövmek istiyorum."

"Sevindirecekse döv!" dedim, sol yanağımı yaklaştırdım; içtenlikle öptü, boynuma sarıldı. "Serseri! Kardeşimden çok severim seni!"

"Ben de," dedim duygularımın ıslandığını belirten bir sesle. Bardakları tokuşturduk. "Hadi, en kötü günümüz böyle olsun!"

"Bundan daha iyi, daha güzel olsun!" dedi Mahmut Makal, sözlerinin onaylanmasını istercesine yüzlerimize baktı.

"Bu da laf mı yani?" dedi Edip Cansever ye Mahmut Makal'ın dileğini alaycı bir sesle tekrarladı.

"Laf ya, beğenmedin mi?" dedi Mahmut Makal kızgınlıkla.

"Beğenebilmem için gerçek olması gerekir," dedi Edip Cansever, "Ne demek 'bundan daha güzel olsun?' Güzellik görecedir, sana göre güzel olan bana göre değil." Parmaklarının arasına kıstırdığı sigarayı ağzına değdirdi, çekti ve gözlerini Mahmut Makal'a dikti. "Şimdiye kadar hep dileklerde bulunmuşsunuz. 'Dünya güzel olmalı, barış olmalı, savaş olmamalı' gibi. Yaptığınız bir yerde dua etmek gibi." Sesi heyecansızdı ama eleştiren yanı ağır basıyordu.

Mahmut Makal'ın geniş yüzü kızardı, "Biz dua ediyoruz, sen etme!" dedi öfkeyle.

"Bir de toplumcu geçiniyorsunuz!" dedi Edip Cansever, "Toplumculuğun özünde dua yoktur, gerçeklerle donatılmış eylemler vardır."

Mahmut Makal, onunla tartışmak istemiyormuş gibi votkasını yudumladı, Nevzat Hatko'yla konuşmaya başladı.

Edip Cansever, şu anda doğan ve zihnine yayılan bazı dizelerin gücünü ölçüyormuş gibi gözlerini kapadı, öyle kaldı.

Dış kapıya yaklaşan ayak seslerinden sonra İstanbul Radyosu'nda görevli Mete Yükselen (uzun boylu, siyah parlak saçlı, esmerdi) sarışın, güzel yüzünü derin anlamların kapladığı genç bir kadınla göründü ve masamızın önünde durdular; ikisi de kibarca gülümsedi. Ayağa kalktım, ilkin Mete Yükselen'in serin elini sıktım. Gülümsemesini bozmadan -bir fotoğrafçıya poz verir gibiydi- adının Gül olduğunu öğrendiğim kızın eline uzattım elimi, başımı eğdim.

Edip Cansever, Mahmut Makal, Nevzat Hatko, Oğuz Halûk, Mete Yükselen'i önceden tanıyorlarmış.

"Nasılsın Reis?" dedi Edip Cansever, Mete Yükselen'e.

"Teşekkür ederim," dedi Mete Yükselen.

Edip Cansever, bana bir şeyler söylemek istiyormuşçasına baktı. Alnı kırışmıştı. Zaman zaman belirip ürpertiler yaratan sıkıntının uzantısı gülümseme dudaklarında, gözlerinde barınmıyordu artık, aşağıya doğru sarkmıştı. Acı, kızgınlık, küçümseme, anlaşılamama... Kendi düzeyinde birisinin özlemini çekme ve hiçbir zaman doldurulamayacak boşluklar yüzünden yalnız yaşamaya itilme gibi duygularla sarsılıyordu sanki. Sulu rakıdan bir yudum içti, Mahmut Makal'a kaşlarını çatarak baktı, "Gidelim burdan!" dedi.

"Neden?" dedim hiçbir şeyin farkında değilmişim gibi.

"Gidelim işte," dedi Edip Cansever.

"Gidemem," dedim, ''Saat yedide Bilge Karasu ile Ali Püsküllü-oğlu gelecek."

Gözleri parladı birden. "Bilge geliyor demek? İyi, iyi!"

Az sonra Ergin Ertem göründü yüzündeki o kaçak, içine kapanık yaşayanlarda, yalnızlığın boğucu dehlizlerinde mutluluğu yeşertenler-de rastlanan donuk, insanı uzun uzun düşündüren, merak ettiren, yaşamını kurcalamaya çağıran bir anlatımla. Ben ne zaman Ergin Ertem'le karşılaşsam bir tuhaf olurdum ve onun varlığında gizlediği, kimseye açıklama cesaretini bulamadığı bir gerçeğin acısıyla savaştığını sanırdım. Gövdesi ipince, boyu uzundu, kısa kestirdiği san saçları dağınıktı. Ürkek bir "Merhaba!" dedi, Mete Yükselenle Gül Hanımın yanlarına oturdu. Ama hemen ayağa kalktı, Nevzat Hatko'nun, Mahmut Makal'ın arkalarından geçerek geldi. "İstanbul'daki sanatçılarla Ankara Radyosu için bir konuşma yapacağım, seni nerede bulabilirim?"

"Daireye gel, eve gel, keyfin bilir," dedim.

"Daireye geleyim," dedi Ergin Ertem, döndü.

Türk Dil Kurumu'nun 1962 yılı hikâye ödülünü (Bulanık Resimler)’le kazandıktan sonra, Ankara Radyosu'nda çalışan Erdal Öz bir röportaj yapmıştı benimle ama bilmediğim, bilemeyeceğim birtakım nedenlerden ötürü yayımlanmamıştı, bir bakıma yayımlanmayışına da sevinmiştim, çünkü bir şey söylemeden önce düşünüyor, zihnimi toparlayamadığım için araya giren başka sözcüklerin itişiyle boşluklara yuvarlanıyor, boyuna, "Eeee, uıı, eeee," diyordum. Radyolarda, gazetelerde yayımlanacak konuşmaların doğal olmasına, yanlışlıklarla, tekrarlarla doldurulmasına ve konuşanı dinleyenin kafasında küçültmesinde karşıydım. Yazılı sorulara yazılı karşılıklar verilmeli, hatalar en aza indirilmeliydi. Erdal Öz, bu kez Sanatseverler'de derli toplu bir konuşma yapmıştı hikâyeciliğim hakkında, onu beğenmiştim ama ne hikmetse o konuşmaya da dergiler, gazeteler sayfalarını açmamıştı. O günlerde Öncü gazetesinden çağırmışlardı. Fotoğraflarım çekilmişti. Sekreterlik gibi bir görevi olan Süleyman Ege'ye, kazandığım armağan ve (Bulanık Resimler)'\t ilgili bir röportaj yapması için bir buyruk verilmişti. Süleyman Ege, isteksizce -beni sevmiyordu anlaşılan, hoşlanmıyordu- bir iki soru karalamış, bitişikteki masaya oturtarak soruları yanıtlamamı söylemişti. İyi bir konuşma olmuştu ama o konuşmada, fotoğraflar da yayımlanmamış, beni tanıması gereken okura ulaşamamıştı. Oysa o yazının yayımlanması beni çok sevindirecek, belki de (Bulanık Resimler)"m satışını attıracak, kısa sürede üç-dört baskıya erişmesini sağlayacaktı. Ne yazık ki hayallerim donup kalmıştı!.. Evet, ne dolap dönmüşse dönmüş (Süleyman Ege yazıyı yırtıp çöp sepetine atmış olabilirdi), sevinç yerine acılarla kucaklaşmıştım. İşte bu olayları anımsadığımdan Ergin Ertem'in "Konuşma yapmaya geldim," sözlerini kuşkuyla karşılamıştım.

Rakılar tazelendi, yeni mezeler söylendi, yan yana, karşı karşıya konuşmalar başladı.

Hayalet Oğuz, masanın tek kadını ve çekim odağı olan Gül Hanıma arka arkaya sorular soruyor, Mete Yükselen'e, onun Gül Hanımla yakınlık derecesi hiçbirimizce bilinmeyen ilişkisine ve kendisinin bu tutumu hakkında ne düşüneceğine aldırmadan, hatta daha ileri gidip Mete Yükselen'i yok sayarak, sokulmaya çalışıyordu. Bu durum beni üzüyordu, çünkü konuklarımızdılar ve onlara saygı göstermek, saygı kurallarını aşmamak zorundaydık. Ü

Kızıyordum Hayalet Oğuz'a. Edip Cansever'e yavaşça, "Şuna bir şey söyle, ayıp ediyor," dedim. Ama Edip Cansever o andaki durumuna uygun bir ortamın katmanları arasında geziniyor, bir şeyler yarattığını ya da yaratnıa girişiminde bulunduğunu sezdiriyordu rakı dolu bardağı sağ elinden sol eline, sol elinden sağ eline geçirerek. Gözlerini kapıyordu, açıyordu, bakışlarını uzatıyor, aydınlığını kısıyordu. Gül Hanım, Hayalet Oğuz'un gösterdiği ilginin temelinde yatan 'kandırma ve birlikteliklerini sıcak bir ilişkiye dönüştürme' niyetini sezdiği için -şimdiye kadar kim bilir kaç kez karşılaşmıştı böyle kişilerle ve durumlarla- ince ince alay ediyor, yaptığı esprilerin çoğuna kahkahalarla katılmamızı sağlıyordu. Hayalet Oğuz'un sabırsızlıkla beklediği olumlu karşılıkları değil de, kendini doyuran ve Hayalet'i küçük parmağında oynatacak kadar güçlü olduğunu belirten karşılıklar veriyordu. Edebiyatla uğraşıyordu Gül Hanım, gizli gizli şiir yazıyordu, hayır edebiyatla uğraşmıyordu, resme eğilimi vardı ama bu arada baleye de yakınlık duyuyordu. Bir süre susuyor sonra içten gelen berrak bir kahkahayla bütün söylediklerinin aslı olmadığım ortaya koyuyor, "Ben bir felsefe öğrencisiyim," diyordu. Birkaç dakika dolmadan ciddileşiyordu ve şaşırtıyordu hepimizi, öğrenci, balerin, ressam değildi, hiçbir şeydi ve hiçbir şey olmayı seviyor, daha da 'hiçleşmek' istiyordu. Hayalet Oğuz, şimdi Gül Hanımın adresini soruyordu ısrarla. Gül Hanım, Mete Yükselen'e baktı, Mete Yükselen bana baktı kırık, 'olanlara' kızmaya hakkı olduğunu ama gene de efendiliğini sonuna kadar korumak istediğini belirten bir gülümsemeyle. Gül Hanım, Mete Yükselen'e göz kırptı, derken Hayalet Oğuz'a döndü, "Yazın!" dedi ve içleri pırıl pırıl gözlerini tatlı bakışlarla doldurdu. Oğuz Halûk, başarının eşiğine ulaştığını düşünenler gibi çabuk çabuk not defterini çıkardı, boş bir sayfa buldu, eğildi, yazmaya hazırlandı ağzındaki külü uzamış sigarayı tüttürerek ve duman kaçan sağ gözünü kısarak. Gül Hanım, Bostancıda bir caddenin adını söyledi. Oğuz Halûk, başını kaldırdı, "Oralarda öyle bir yer yoktur," dedi.

"Var," dedi Gül Hanım, Mete Yükselen'e gülümsedi 'nasıl da işletiyorum ama' dercesine.

Mahmut Makal, bir biftek söyledi.

"Yeni bir şeyler var mı?" dedim.

"May Yayınlan'ndan çıkacak bir kitabım," dedi Makal.

Kimseyle ilgilenmiyormuş, kendisiyle hesaplaşıyormuş gibi duran Edip Cansever, "Yazdığın şeyler birbirine benziyor," dedi.

Mahmut Makal kızmadan konuştu. "Sorunlar değişmedi ki başka şeyler yazayım."

"Yazma öyleyse!" dedi Edip Cansever.

"Sana mı soracağım?" dedi Mahmut Makal; serinkanlılığını yitiri-yordu.

"Yazarlık her şeyden önce sorumluluktur," dedi Edip Cansever.

"Ben o sorumluluğun bilincindeyim ama sende o sorumluluk yok. Olsaydı öyle anlamsız, kapalı/buz gibi şeyler yazmazdın," dedi Mahmut Makal.

"Anlamsızlık nedir? Anlam nedir?" dedi Edip Cansever, "Sen bilemezsin bunları." Bir yudum aldı rakıdan, sigarasının külünü silkti.

"Altı köşeli geometrik laflarla yazılan şiirlerde vardır anlamsızlık; düz gerçeği işe yaramaz diye elinin tersiyle itip kulağını böyle göstermeye çalışmaktır," dedi Mahmut Makal, sol kolunu ensesinden uzatarak sağ kulağını tuttu.

"Kuru, boş sözler bunlar! Sen hiçbir şeyden anlamazsın, hele edebiyattan, .şiirden hiç anlamazsın. Koşullardan, durumlardan yararlanan yeteneksiz birisin, o kadar!" dedi Edip Cansever sakin ama saldırgan bir sesle. "Bugün o yazılan yazsaydın bir tek satırını bastıramazdın. Senin gibi yüzlerce var, hepsi de yeteneksiz!"

Mahmut Makal, hem Edip Cansever'le kavga edercesine tartışmak istiyor, hem de bu tip konuşmaların kendisini tedirginliğe sürüklediğini anlatan hareketler yapıyordu. "Elbet insanların sorunlarına dokunmayan, insanı uzaktan bile göremeyen soyut şiirlerden anlamam ben, o edebiyatı da sevmiyorum, benim anladığım Nâzım Hikmetin şiirlerin-deki coşkulu hayattır."

Oğuz Halûk, Edip Cansever'i savunmak amacıyla sesini yükseltti. "Mahmuuuut!"

Mahmut Makal, "Sana ne oluyor, sen onun avukatı mısın yoksa?" dedi.

"Böyle konuşmamalısın," dedi Oğuz Halûk; sesinde, yaptığı, söylediği her şeyin doğru olduğuna yüzde yüz inandığı Edip Cansever'e saygı gösterilmesini isteyen bir anlam vardı. Başını salladı. "Altı köşeli laflar ne dernek?"

"Saçma sapan demek, hiçbir şey anlatmayan demek, havanda su dövmek demek. Öğrendin mi şimdi?" dedi Mahmut Makal.

"Sen Edip'in şiirlerini okur musun?" dedi Oğuz Halûk.

"Karnı tok sırtı pek bireyin bunalımını anlatan şiirleri okumam, okusam bile sevmem," dedi Mahmut Makal.

"Öyleyse konuşmaya hakkın yoktur," dedi Oğuz Halûk.

"Asıl senin konuşmaya hakkın yoktur," dedi Mahmut Makal, sağ kolunu salladı. "Sen kimsin be? Nesin sen? Yazar değilsin, çizer değilsin, ortalıkta dolaşıp duruyorsun. Ben seni tanımıyorum, sana söylenecek bir sözüm yok." Bardaktaki votkayı bir dikişte içti, tatar yüzünün elmacık kemikleri pembeleşti; gözlerini yumup açtı, dişlerini sıktı.

"Hiçbir şey değilim," dedi Oğuz Halûk alaycı bir sesle ve ısırır gibi güldü.

"Öyleyse çizmeden yukarıya çıkma, benim de keyfimi kaçırma!" dedi Mahmut Makal, Mete Yükselen'i süzdü. "Nereye gidersem bana saldırıyorlar, hiç rahat bırakmıyorlar. Ne istiyorlar, anlamıyorum. Delirmiş bu İstanbullular!"

Mahmut Makal'ın omzuna dokundum. "Boş ver. Surda iki kadeh bir şey içeceğiz, burnumuzdan getirmeyin!"



27 Ağustos 2010 Cuma

Yaz Mutluluğu / Edip Cansever


Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilimin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.

Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfil kokusu.

Demiştim, evet
Söz haziranın
Şurdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.

Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizin kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.
Anlat ki
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir raslantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.

Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.