KİMLİĞİMİZ
Duygudaşlığımızın
yitimini nasıl telafi ediyoruz?
Eğer
bir zamanlar yaşadığımız kurban durumunda oluşun yaralarını bastırmak zorunda
kalırsak başkalarının acısını hissetme yetimizi de kurban etmiş oluyoruz. Bunun
yerini, bizi insan oluşumuzun felce uğramasından kurtaracağını sandığımız bir
kendine acıma alıyor. Kendine acıma duygusu bize iki şekilde yardım ediyor:
Birincisi, bizi gerçek yaramızı ve gerçek acımızı algılamaktan
"koruyor", bunun yerine, oynadığımız rol yeterince takdir görmediği
için kendimize acıyoruz. Diğer yandan kendimize acıyışımız bizi yine
sevilmemenin acısından "koruyan" bir tür özseverlik, bir narsisizm
oluşturuyor. Klinik literatürde yanlış yorumlanan ve onursuzca bir özseverlik
olarak küçümsenen bu narsisizm aslında psikolojik bakımdan hayatta kalmamızı
sağlıyor: Çünkü bir çocuk kendisine verilen acıya ve yaralara ancak bunları
tersine çevirerek, yani inkâr ederek ve dünya düzgünmüş gibi davranarak katlanabilir.
Narsisizm, uyum sağlamış kişi rolünü ne kadar iyi oynadığımıza, ne kadar
"doğru" davrandığımıza yönelik bir özseverlik biçiminde, sevilmeyi
mümkün kılıyor.
Çocukluğun
tarihi bu yüzden sadece çocuklarımızın kişiliklerinin yok sayılmasının,
inkârının tarihi değil, aynı zamanda kendi acımıza ve bizi değersiz hale
getiren kendi içimizdeki kurbana duyduğumuz nefretin kuşaktan kuşağa
devredilmesinin de tarihidir. Varlığımız esasen kendi içimizdeki kurbana
duyduğumuz nefretle belirlendiği için, geçen altı bin yıl boyunca insan
oluşumuzun tarihi aslında empatinin bastırılmasının tarihidir. Ancak empatinin
bastırılmasıyla şiddet ve yıkımı meşrulaştıran bir bilinç gelişmektedir.
Kendilik
sınırları dışında kalanın ele geçirilmesi, canlıların veya eşyaların
mülkleştirilmesi yaşamın amacı haline gelmektedir. Bu dışa yönelik tutum,
yaralanmış kendiliğimizle yüzleşmekten kaçmak için bir yardımcı işlevi görür.
İnsanın kendine tam olarak sahip olmasının yerini başka şeylere veya başka
insanlara sahip olmak alır; bu arada sahip olma isteği bir rahatlama getirdiği
için kendi iç dinamiğini de geliştirir. Amerikalı oyun yazarı ve Nobel ödülü
sahibi Eugene O'Neill Amerikalılara yönelttiği eleştiriyi aynı paydaya
getiriyor: Amerikalıların kendi ruhlarına sahip olabilmek için her zaman
kendilerinin dışındaki bir şeye sahip olmaya yönelik yaşadıklarını söylüyor.
O'Neill,bu saptamayla, kendiliğin değersizleşmesinden oluşan ve insanın dış
objelere sahip olmak suretiyle boşu boşuna kapatmaya çalıştığı açığı gözler
önüne sermiş oluyor (Gruen, 1989).
Hem
kendi kurban durumunda oluşumuzu hem de ele geçirdiğimiz insanın kurban
durumunda oluşunu inkâr ederek kendimizi iyicil, anlayışlı ve duygudaş
hissedebiliyoruz. Ama böyle bir kendilik değerlendirmesi yalnızca, gerçek
duygularla bir tuttuğumuz bir hissetme pozu takınmaktır. Çoğu insan farazi
duygularla gerçek duygular arasındaki uyuşmazlığın farkında değildir. İnsan
barıştan yana olduğuna inanıp barış için savaşmak üzere savaşa katılabilir.
Burada eylemle niyet örtüşmez.
Ama
çoğu insan bunu görmez. Kimliklerini daha güçlü biriyle özdeşleşmeye
dayandırırlar, çünkü bu onları yaralı kendilikleriyle yüzleşmekten korur,
onlara dış düşmanlar sağlar. Böylece nefret ve saldırganlığın hedefi dışa
yönelir ve iç "düşman"dan duyulan korku böylece değiş tokuş edilir.
Böyle bir boyun eğiş diğer yandan da iktidar, ele geçirme ve şiddeti
güçlendirir.
Kendi
içimizdeki düşmanı aramak yerine farklı görünen, farklı davranan insanlarda
"dışarıdaki" düşmanı arıyoruz. Bu farklı insanlar sonra "kötü
düşman"a dönüşüyor; Nietzsche'nin (1980) yazdığı gibi "Onlar
'kötü'leşiyorlar, hem de suçlunun, sureti ve zıttı olarak içinden bir de 'iyi'
tasavvuru -kendisini!- çıkarttığı bir temel kavram olarak."
Niçin düşmanlara
ihtiyaç duyuyoruz?
Henry
Miller (1946) düşman üzerine şunları yazmıştı: "Evet, kimdir düşman?
Korkunç bir canavardır mutlaka, yoksa onun yüzünden savaş alanlarına
çıkmazdık." Düşmanlara, kendilik nefretimizin hedef taşı olarak ihtiyaç
duyarız. Anne-babalarımızın bizde aşağıladıkları veya reddettikleri şeyler için
cezalandırmak üzere düşmanlar ararız.
Düşmanlar
bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar. İnsan başkalarını
cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi
kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz. Zaten yüzleştiği an kendi kurban durumunda
oluşuyla göz göze gelecektir. Sayfa 23'te değinilen hastada söz konusu olduğu
gibi, insan kendi çaresizliğini algılamak istemiyorsa veya buna izin verilmiyorsa,
bu yüzden çaresiz durumda olan bir başkasını cezalandırıyor.
Düşmanlar
bizim çaresizliğimizin yerini alırlar. Kendimizi güçlü, katı, hatta şiddet eğilimli
göstererek kendi yüzümüzü, kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi diğerlerinden
olduğu gibi kendimizden de saklarız.
Heinrich
Böll (1984), insanın bu kendi yüzüne bakamaması durumunu şöyle ifade ediyor:
"Ama önümüzdeki on yılı suya sabuna dokunmadan atlatmayı başarırsam yüzümden
kurtulmaya çalışmam gerekir." Yeter ki insanın gerçek duyguları ve
deneyimleri yansıtan bir yüzü olmasın.
Eğer
özenle kurulmuş korunma mekanizmaları yıkılırsa, görmezlikten gelme
stratejileri artık işlememeye başlarsa, eğer tepedeki koruyucu ekonomik ve
toplumsal çerçeve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için dayatılmış
roller artık ödüllendirilmiyorsa, insan ancak o zaman tekrar kendisiyle
yüzleşmek zorunda kalır. Kendi kurban durumunda oluşumuzla yüzleşmek katlanılmaz
olduğu için nefretimizi her zaman dışarıya ve başkalarına yöneltiriz. Nefret
ettiğimiz kendiliğimizi, onu sonsuza kadar ortadan kaldırabilmek için bir dış
düşmana yansıtırız. Bu arada da sahte peygamberler nefret duygularımızı onaylar
ve körüklerler.
Kendi
uydurduğumuz düşman her yerdedir; bunu her gün yabancı düşmanlığı yapanların
taşkınlıklarında, Balkanlardaki, Rusya'daki, Güney Amerika'daki, Afrika ve
Asya'daki savaşlarda yaşıyoruz. Başkalarına yöneltilen şiddet çok farklı
ideolojik renkler taşıyabilir ve zayıflara -yoksullara, hastalara, sakatlara-
karşı saldırganlıktan, "ırkın saflığı" için savaştan
"kutsal" savaşa kadar uzanabilir. Ancak bunların ardındaki nefretin
kökleri her zaman kendilik nefretinde, inkâr edilmesi gereken kendi kurban oluş
durumuna duyulan nefrette yatar.
Bilincin oluşumu
Geçmişimizi
aramak, kendimizi açıklama ve varlığımız için bir anlam bulma çabalarının bir
parçasıdır. Bu arayış kendimizi nasıl algıladığımıza, gördüğümüze ve kavradığımıza
bağlıdır. Arayışımız daha başından, kendi kurban durumunda oluşumuzu algılamak
zorunda kalmamak için düşmanlar bulmaya yönelikse, o zaman geçmişimiz üzerinde
çalışmaya yönelik çabamız da bilincimizdeki sınırlanmaya bağlı olarak bulanık
olacaktır. Kendimizi uygar, diğer halkları ise ilkel, barbar ve yamyam olarak
görmemiz sadece indirgenmiş bilincimizin bir belirtisidir. Oysa çoğumuz
geçmişin değerlendirilmesinde kendimize ve diğerlerine karşı adil olacak
yetkinlikte olduğumuza inanırız.
Bu
yüzden kendimize sormamız gereken ilk soru, insanlığımızın türü üzerine
olmalıdır. Çünkü ancak kendisi için olağanlaşmış
olanı sorgulayan ve ne kendisine ne de diğer insanlara yabancılaşmış biri
kendisini anlayabilir. Sadece böyle biri kendisini ve diğerlerini anlayacak
durumda olabilir.
Bu
yüzden bu noktada öncelikle bilincin gelişimi üzerinde durmamız gerekir.
Buradaki sorun bilinç anlayışıdır zaten. Bunu kendimiz yaptığımızda bile
sorunlarla karşılaşıyorken, bir başkası yaptığında onu hemen düşman ilan
ederiz. Çünkü düşmanlar bu tür bir bilincin adı anılmayan gereksinimidir.
Kendimizi
doğru algılamayı ve anlamayı nasıl öğrenebiliriz? Kendimizi tanıma yolunda
hemen ilk engelle karşılaşırız. Örneğin, bir çocuğa başından beri gerçekliğin
öğretilmesi gerektiğini kabul ederiz. Yaşamımızın bu "yapıcı"
mecburiyet kısmı olmazsa, Henry Bergson'un (1992) ifade ettiği gibi
"eğlenceden eğlenceye koşacağımızı" sanırız. Ama burada da karşımızda
bir düşman imgesi var: Küçük bir çocuğun eğlenmekten başka hiçbir şey yapmadığı
varsayımına dayanan bir düşman imgesi. Ve kendimizde hemen azimle bunun
üstüne gitme hakkını görürüz. Ancak kendi aldığımız karşı tedbirleri bunlardan
kabul etmeyiz. Zorlamasız öğrenmenin bir sonuç getirmeyeceğini düşünür, ama bu
önyargımızın farkına varmayız.
Bir
insanın öğrenmek için mümkün olduğunca az hata yapması gerektiğini düşünürüz.
Bu yanlış varsayım çocuklarımızın oynayarak öğrenme olanağını ortadan kaldırır.
Eğer bir çocuk keşif gezilerine çıkamıyorsa, algılama yeteneğini de
geliştiremeyecektir (Heinrich Jackoby, 1987).
Yani
çocuklar doğumlarından itibaren bir yasaklar bombardımanıyla karşılaşıyorlar.
Kendi çocukluklarında yasakların acısını çekmiş olan yetişkinler şimdi
yasakları kendileri koyarken bir telafi hissediyor. Çocuklarımızı, onların
iyiliği adına cezalandırıyoruz ve bunun itiraf etmiyoruz. Bilakis, kendimizi
koruyucu ve iyi anne-babalar gibi hissediyoruz. Çocuğa "gerçekliği"
öğretmek, onu itaate zorlamak bize ahlaki bir tatmin veriyor.
Böylece
Bergson'un "kendimizi anne-babalarımıza ve diğer otoritelere tabi
kılmak" olarak tanımladığı durum erkenden gelişiyor. Çünkü çocuk,
cezalandırılmayı her zaman kendi işlediği suçun bir sonucu olarak tecrübe
ediyor. Yetişkinler ve anne-babalar olarak bir yandan kendi içimizdeki çocuğu,
diğer yandan canlılıklarıyla eski suçları yeniden hatırlatan çocuklarımızı
cezalandırıyoruz. Bize yapılmış olanı, bilincine varmadan aktarmaya devam ediyoruz.
Olağanlaşmış
kendiliğimizi bu bağlam içinde sorgulayacak olduğumuzda da, eğitimin böyle bir
şey olduğunu düşünerek hemen kendimizi rahatlatıyoruz. Peki, bu noktada yaşanan
nedir ve neler ters gidebilir?