Ben erkek değilim. Aile geçindiremem, yeni şeyler
alamam onlara. Sivilcelerim ve küçük bir de
çüküm var.
Ben erkek değilim. Futbolu, boksu ve arabaları
sevmem. Duygularımı ifade etmeyi
severim. Hatta kollarımı arkadaşımın
boynuna dolamayı.
Ben erkek değilim. Bana verilen rolü
oynamayacağım – Madison Avenue, Playboy’, Hollywood ve Oliver Cromwell’in
yarattığı o rolü.
Televizyon bana nasıl
davranacağımı söyleyemez.
Ben erkek değilim. Bir sincabı öldürdüğüm gün bir
daha öldürmeyeceğime yemin ettim. Et yemeyi bıraktım. Kan midemi bulandırır. Çiçekleri severim.
Ben erkek değilim.
Askere alınmaya karşı çıktığımdan hapse
düştüm.
Gerçek erkekler beni dövüp bana ibne
dediklerinde kavgaya karışmam. Şiddetten hoşlanmam.
Ben erkek değilim.
Bir kadına tecavüz etmedim hiç.
Siyahlardan nefret etmiyorum.
Bayrak dalgalandığında duygusallaşmıyorum.
Amerika’yı sevmem ya da terk etmem
gerektiğini düşünmüyorum.
Bunun gülünç bir şey olduğunu düşünüyorum.
Ben erkek değilim. Hiç frengi
olmadım Ben erkek değilim. En sevdiğim
dergi Playboy değil. Ben erkek değilim. Mutsuz
olduğum zaman ağlarım. Ben erkek değilim. Kendimi
kadınlardan üstün görmem. Ben erkek değilim.
kasık-desteği giymiyorum. Ben erkek değilim. Şiir
yazıyorum. Ben erkek değilim. Barış ve sevgi
için meditasyon yapıyorum. Ben erkek değilim. Seni yok
etmek istemiyorum.
Hasretinden Prangalar
Eskittim kitabıyla Ahmed Arif'in şiiri de gün ışığına çıktı.
Böylece Ahmed Arifin Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer,
okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan
sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler
sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat
hayatımızda yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş
bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta,
dayanaksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir.
Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey
kalmamaktadır. Bunun için, iyidir, diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce
şairler arası bir "pazarı" olan Ahmed Arif de bu arada bu durumundan
fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu.
Ahmed
Arif 1927'de doğdu. Diyarbakırlı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir
iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi'nde, Felsefe Bölümü'nde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini
ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı.
Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun de “halk olarak sanat”"ın
dolaylarında dolaşılmaya başlanmıştı. Bütün gençler, bütün yeniyetmeler Orhan
Veli'ye, Oktay Rifat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız
onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu
bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle
olmakla birlikte, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan,
Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed
Arif'i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile, Garip'le gelen
şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir
diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden
biri de odur. (Garip'le gelen ve Yeni şiirin biçim özgürlüğüne ilişkin öneri
ise, 1940'tan sonra yetişen bütün şairlerce benimsenmişti.)
Ahmed
Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet'in
de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var.
Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden.
Ovadan akan "büyük ve bereketli bir ırmak" gibidir. Uygardır. Ahmed
Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, "âsi"
dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. "Daha deniz
görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri
arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta bir
yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı,
daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan,
yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç
katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir. Karşı koymaktan çok boyun
eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı,
avcı bir doğa içinde.
1959-1962
yılları arasında Ankara'daydım. Muzaffer Erdost tanıştırmıştı bizi. Hemen dost
olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed
Arif de o günlerde Medeniyet gazetesinde çalışıyordu. Haftanın üç dört günü
beraberdik. Daha doğrusu üç dört gecesi. Ben, geceye doğru, saat 11-12
sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini erkenden bağlamış
bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Nelerden konuşurduk? Her şeyden. Sabahleyin,
yürüye yürüye Kızılay'a kadar gidilir, orda ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle.
Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma
tarzıyla (hatta yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık bir benzerlik vardır
muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir
şaire ilk kez Ahmed Arif’te rastlıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış
herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirinin her yöne doğru bir devamı
gibi. Bir bakıma "oral" (sözel) bir şiirdir onunki. Bizde oral
şiirin tuhaf bir kaderi vardır: Bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe
düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense
şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin
elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arifin şiirinde böyle bir sakınca yok.
Hiçbir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağanağı, imgeler halinde, sıra sıra
mısraları kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur;
çoğalır, büyür belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif,
kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir.
Anlatımıyla, şiirinin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçede destan türünün en
ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak.
Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O, yalçınlıktan,
birden, sınır köylerine iniyor; "tavukları birbirine karışan"
insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme
ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah koleksiyonunun arasından
görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu'nun, sınır boylarının
yerel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu
türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların
arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde
önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan
Abdal'ı, Urfalı Nazif i, Köroğlu'na, Bedreddin'e götürüyor. Büyük bir sevgiyle
bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek.
Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının,
edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığım, hatta
öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık
taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına edildiklerini sanan başka
şairlerden ayrılıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı ta
temelden takınıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor.
Ahmed
Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir, dedik. Bir
de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim:
Paul Eluard'ın şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü dönemde de, ondan
sonraki dönemde de, şiirinin temelinde yatan ana öğe, mısralarının kısalığı,
kuruluş tarzı ve bunların birbiriyle bağlanma birimi sayesinde ipuçlarını
hiçbir zaman saklamamıştır. Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın
çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır. Hasretinden Prangalar Eskittim'de bunun
birçok örneğini görüyoruz. Sonra, imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma
şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin
oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor.
Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir
imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer
ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem
kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arife özgü fizli
bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün
çekidüzenini onlarda bulmaktadır.
Sözgelimi,
"Otuz Üç Kurşun"da:
Yakışıklı
Hafif
İyi
süvari
mısralarının;
yine aynı şiirde:
Ve
karaca sürüsü
Keklik
takımı...
mısralarının
böyle bir işlevi vardır.
Bu,
Mayakovski'nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla
getiriyorsa da aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine
karıştırmamak gerekir. Mayakovski için, ritm, bir yerde, her şeydir;
"şiirin temel gücünü" ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir
için ritm, manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif için ise
ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sanırsam;
Mayakovski'de ritm, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir
tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine,
bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır.
Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada "oral"
niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine
karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri
hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi
de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile Hasretinden Prangalar Eskittim, geç
kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir Hasretinden
Prangalar Eskittim: Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arifin şiiri. Günün değil, çağın
değil, çağların "aktüalite"siyle doludur. "Künyesi
çizileli" kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması içinde bulunduğu
köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından tarihi kalın çizgilerle
görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, "Diyarbekir Kalesinden Notlar
ve Adiloş Bebenin Ninnisi"nde daha güncel bir tavır var (sanıyorum, en
son yazdığı şiirdir bu). "Otuz Üç Kurşun"da da biraz öyle. Bir yerde
tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç
kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da
yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.
Hollanda'ya
gittiğimde orda Van Gogh'un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha çok sevmeye
başlamıştım Van Gogh'un resimlerindeki sarıları. Çünkü Hollanda'daki
coğrafyanın, yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları, Van Gogh'u
içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da
büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki sanat
yapıtının değerini artırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama
bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.
Aynı
şekilde, Erzurum, Sivas toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü
şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Âşık Veysel'in sesine
daha çok tutuldum. Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini
taşıyor, her yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış
«.ılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Âşık Veysel'in sesinde de Doğu Anadolu
toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar,
yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in
şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin,
yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle
destan türünde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arifi okurken.
Cesareti
söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
Bir
pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.
‘‘Dostuna
yarasını gösterir gibi."
Yücelerde
yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalınayak ve ayakları yanarak.
Hasretinden
Prangalar Eskittim yayımlanana kadar çok kişi bilmiyordu Ahmed Arif’in şiirini.
Hatta şöyle diyelim: onun şiirini kendisinden yararlanan birkaç şair dışında pek
izleyen olmamıştı. Hele okur kitleleri hiç bilmiyordu. Gerçi şiirlerini elden
ele dolaştıranlar, ezberleyip toplantılarda okuyanlar vardı, ama fazla değildi
bunların sayısı. "Gizli şair" olarak kalmıştı şimdiye kadar. Bu
yüzden hakkındaki bilgiler de kulaktan dolma ve yanlıştı. Sözgelimi geçenlerde
Anadolu'da çıkan bir dergide şiir üstüne bir inceleme yazmayı deneyen genç bir
arkadaş, bu yazısında Ahmed Arif’ten de söz etmiş, ama 1940 şiirinden önce
yazmış bir şair olarak göstermişti. Yalnız bu arkadaş değil, bazı ad yapmış
eleştirmenler de yanlış yargılarla baktılar ona. Belki de onun yapıtını
istedikleri an yanıbaşlarında bulamadıkları için oldu bu. Sözgelimi Hüseyin
Cöntürk, birkaç yıl önce Dönem dergisinde yazdığı bir yazıda Ahmed Arifi Orhan Veli
akımının yedeğinde bir sanatçı olarak ele almış ve şöyle yargılamıştı:
"Orhan Veli'yi iyi anlamış." Ahmed Arif’in şiiri için yapılabilecek
en büyük yanlıştı bu. Aynı dergide Cöntürk'e karşılık vermiştim ben de* Sanırım
Cöntürk'ün büyük yanlışı biraz da Ahmed Arif’in şiirini izleyebilme olanağını
hemen hemen hiç bulamamış olmasından doğuyordu. Bir iki yerde rastladığı bir
iki şiiri kendi ölçülerine göre yargılamak gereğini duymuştu belki de. Gerçi
bir iki parçadan da bir şair üstüne aykırı düşmeyen yargılara varılabilir ya da
varılabilmesi gerekli, ama neyse... Dergiler de, yayınevleri de her nedense
uzak durdular Ahmed Arif’in şiirine. Kitabını yayımlamak için onunki ciddi bir
temas arayanlarına son yıllara kadar rastlanmadı. Şiiri hakkındaki
bilgisizlikten doğuyordu bu. Yaklaşanları da Ahmed Arif geri çeviriyordu.
Nihayet, Bilgi Yayınevi bu işe girişti. Kutlarım bu yayınevini.
Orgazm, zevkin doruğu olarak betimleniyordu; önce sıcak,
sonra sürtünen, daha sonra çalkantılar içine giren, sonunda patlayan bir zevk.
Bu zevk, yükselen dalgaları doruğunda (erkeğin köpüğü oluşmadan) patlıyor ve
bu sayede insanın ölümlü teni, yeniden üreme gücüyle tanışıyor, toplumsal
bedenin sürekliliğini sağlama yeteneğini kanıtlıyordu. Yunan ve Roma
toplulukları, biyoloji ile politikayı birbirinden ayırmıyordu. Beden, site,
deniz, tarla, savaş, yapıt, aynı kısırlık riskini taşıyan, kendilerinden aynı
doğurganlığın beklendiği tek bir canlılık biçimi ile yüz yüzeydi.
Erkeğin cinsel organı sertliğini sürekli koruyamaz. Erkek,
potentia ile impotenüa'nın kendince anlaşılmaz ve irade dışı art arda gelişine
boyun eğmek zorundadır. Kimi zaman sönük penis, kimi zaman sertleşmiş
phallos'tur (mentula ve fascinus). İşte bu yüzden iktidar bütünüyle erkeğe özgü
bir sorundur; çünkü bu sorun onun kendine özgü kırılganlığını ve bu konuda
sürekli kaygı taşımasının kaynağını oluşturur.
Boşalma zevke bağlı bir yitimdir. Bundan kaynaklanan
uyarılma yitimi ise hüzün kaynağıdır; çünkü bu, fışkırmakta olan kaynağın
kuruması anlamına gelir. Bu hüznü Roma uygarlığı kadar hiçbir uygarlığın
duymamış olduğu ileri sürülebilir. Tohum yitimi doğurganlığa yol açabilir; ne
var ki bu doğurganlığın, membrum virile'nin vulva dışında o utandırıcı
gevşemeye ve küçülmeye uğradığı anda algılanmasına olanak yoktur.
Erkeklik organı, vulva'nın içine fascinus olarak girer,
oradan mentula olarak çıkar.
Erkeğin erkekliği zoolojik zevk içinde, insan bedeninin
ölüm içinde yok oluşu gibi yok olur. Çünkü erkeğin (uir) en özlü benliği,
hiçbir zaman onun kafasının içinde ya da yüzünün çizgilerinde değildir:
Benlik, beden kendini tehdit altında gördüğü anda erkeğin elinin gittiği
yerdedir.
Zafer kazanarak yönetimi altına aldığı tüm halkların
dinlerini kendi zaferiyle, kendi 'inancıyla' bağdaştırıp giderek daha
yayılmacı hale gelen bir dine, giderek daha uğursuz hale gelen bir korku
egemen oluyordu. Büyülerle ilgili birçok jesti, hareketi kullanan Romalılar,
kem gözleri kovmak ya da ludibrium'un
alaycılığına başvurarak etkisiz kılmak için, o büyüyü 'sahibine geri çevirmek'
için bu kez apotropaion'a başvurur
oldular; Perseus'un, Medusa'nın bakışından kurtulmak için kalkanını kullanması
gibi. Apotropaion Yunanca'da, taşıdığı ürkütücü (terribilis) nitelik yüzünden
insanlarda aynı zamanda hem gülme, hem korku duygusu uyandıran kötülüğü kovan
resim ya da heykelcik anlamına gelir. Fascinum (yapay fascinus) bir baskanion'dur
(insanı kemgöze karşı koruyan bir kılıf, bir prezervatif). Plutharkos, cinsel
organ biçimli nazarlıkların, büyü yapmak isteyenin (fascinator) bakışlarını
üzerine çekerek bu bakışların kurbanın üzerine dikilmesini engellediğini yazar.
Müzelerde sergilenen nazarlıkların, müstehcen küpelerin, kemerlerin,
gerdanlıkların, arkeolojik kazılarda bulunan, her biri Priapos biçimli,
altından, fildişinden, taştan, bronzdan yapılmış çirkin cüce heykelciklerinin
inanılmaz ölçüde çok olması, bu inanıştan kaynaklanır. Gergin tutulan
ortaparmak (digitus impudicus; el parmaklarının, yukarı doğru dik tutulan orta
parmak, mesos dactylos dışında yumulması, en büyük küfürdü), fica'yı canlandıran (başparmağın ucunun
işaret ve orta parmak arasından geçirilmesi) nazarlıklar, cinsel organ
biçiminde masa ayakları, lamba ayakları, bunlardan başka bronzdan ya da başka
metalden yapılmış tintinnabulum'lar (üzerine küçük çanlar yerleştirilmiş,
kemere, parmağa, kulağa, direklere, ayaklı lambalara, üç ayaklı nesnelere takılan
fascînuslar) da benzeri inanışın örnekleridir. İnsan bedeninin bu özelliği en
çok taşıyan tek uzvu, erkeğin penisidir; bunun ardından er-bezi torbası, daha
sonra da yeterince dolgunsa kadınların göğüsleri ve kalçaları gelir. Bu
bakımdan, bedenin cinsel istek uyandıran bölümleri, yani titreşerek cinsel
isteği kamçılayan bölümleri aracılığıyla ilgi ve istek duyulan şey, insanın
cinselliğidir. Bedenimizin dışında, uzantı olarak yer alan ve gözle görülür
değişimlere uğrayan bu biçimler, bu yüzden bedenin en çok korunan bölümleridir.
Eski Roma'daki kadınların, İmparatorluk dönemi Roması'nda olduğu gibi,
göğüslerini bandajla sıkıştırması, bu sakınma saplantısının kanıtlarını
sergiler. Yunanca'da strophion adı verilen sutyen, Latince'de fascia sözcüğü
ile karşılanır, dolayısıyla erkeklerin fascinum'u ile bağlantılıdır. Bu amaçla
kullanılan dikişsiz bezin altına, göğüsleri sıkıştıran, sığır derisinden
yapılmış ince bantlar gizleniyordu. Kadın göğsünü gösteren erotik resimlere
ender rastlanır. Tacitus (XV, 57), Pison'un komplosu ile karşı karşıya kalan
Epicharis'i, fascia'sını kendini boğmak için çıkarırken canlandırır.
Şimdi’nin
Gücü adlı kitabımda, iki ördek kavga ettiğinde – ki hiç uzun sürmez – bir süre
sonra ayrıldıklarını ve farklı yönlere doğru uçtuklarını belirtmiştim. Sonra
her iki ördek de kanatlarını birkaç kez güçlü bir şekilde çırparlar ve böylece
kavga sırasında topladıkları enerjiyi atarlar. Kanatlarını çırptıktan sonra,
hiçbir şey olmamış gibi huzurlu bir şekilde süzülürler.
Eğer
ördekler insan zihnine sahip olsalardı, kavgayı düşüncelerinde canlı tutar,
hikâyeler kurarlardı. Bir ördeğin hikâyesi muhtemelen şöyle olurdu: "Az
önce yaptığı şeye inanamıyorum. On santim yanıma yaklaştı. Sanki gölün sahibi
oymuş gibi davranıyor. Özel alanıma hiç saygısı yok. Ona bir daha asla
güvenmeyeceğim. Bir daha sefere beni kızdırmak için başka bir şey yapacak.
Şimdiden komplo planlamaya başladığından eminim. Ama buna daha fazla izin
vermeyeceğim. Bir daha sefere ona unutamayacağı bir ders vereceğim."
Böylelikle, zihin bir sürü hikâyeler kurup durur ve aradan günler, aylar ve
hatta yıllar geçmesine rağmen, öfke ilk günkü gibi devam eder. Vücuda gelince;
düşüncelerde kavga hâlâ devam ettiği ve vücut da gerçekle düşünceler arasındaki
farkı bilemediği için, bütün düşüncelerin yarattığı bütün duygulara karşılık
enerji üreterek tepki verir ve bu da daha fazla düşünceye yol açar. Bu, egonun
duygusal düşünce süreci haline gelir. Bir insan zihni olsaydı, ördeğin
hayatının ne kadar karmaşık bir hal alabileceğini görüyor musunuz? Ama ne
yazık ki çoğu insan sürekli bu şekilde yaşıyor. Hiçbir durum ya da olay
gerçekten bitmiyor. Zihin ve zihin ürünü "ben ve hikâyem" sürekli
devam ediyor.
Bizler,
yolunu kaybetmiş bir canlı türüyüz. Her doğal şeyin, her çiçeğin ya da ağacın
ve her hayvanın, bize öğretecek önemli dersleri var. Tek yapmamız gereken,
durup bakmak ve dinlemek. Ördeğin bize verdiği ders şudur: Kanatlarını çırp -
yani "hikâyeyi bırak" - ve tek güç yerine geri dön: Şimdiye!
GEÇMİŞİ
BERABERİNDE TAŞIMAK
İnsan
zihninin geçmişi bırakmak konusundaki beceriksizliği ya da isteksizliği,
Tanzan ve Ekido adında, şiddetli yağmurlardan sonra oldukça çamurlu bir hale
gelmiş olan toprak kır yolunda yürüyen iki Zen rahibinin hikâyesinde güzel bir
şekilde örneklenmektedir. Bir köyün yakınından geçerlerken, yolun karşı
tarafına geçmeye çalışan genç bir kadın görürler. Çamur çok derin olduğu için,
kadın üzerindeki ipek kimonoyu berbat etmeden karşı tarafa geçemeyecektir.
Tanzan hiç tereddüt etmeden kadını kucağına alıp yolun karşı tarafına geçirir.
Sonrasında
rahipler sessizce yollarına devam ederler. Beş saat sonra, yaşadıkları tapınağa
yaklaşırlarken, Ekido daha fazla kendini tutamayarak Tanzan'a döner.
"Neden kızı yolun karşı tarafına geçirdin?" diye sorar. "Biz
rahiplerin bu tür şeyler yapmaması gerekir."
"Ben
kızı saatler önce bırakmıştım," der Tanzan. "Sen hâlâ taşıyor
musun?"
Şimdi
birinin sürekli Ekido gibi hoşuna gitmeyen olay veya durumları zihninde
taşıyarak ve düşünce üstüne düşünce biriktirerek yaşadığını düşünürseniz, gezegendeki
insanların çoğunun nasıl yaşadığıyla ilgili bir fikir edinmiş olursunuz.
Zihinlerinde taşıdıkları yükün ağırlığına bakar mısınız?
Geçmiş,
anılar olarak içinizde yaşar ama anıların kendileri sorun değildir. Aslını
söylemek gerekirse, geçmişten ve geçmiş hatalarımızdan ancak anılarımızı hatırlayarak
ders alabiliriz. Ancak anılar, yani geçmişle ilgili düşünceler sizi tamamen
ele geçirdikleri ve benlik duygunuzun bir parçası haline geldikleri zaman bir
sorun, bir yük oluştururlar. Bu olduğunda, geçmişle şartlanmış olan
kişiliğiniz, hapishaneniz haline gelir. Anılarınızda bir benlik duygusu vardır
ve hikâyeniz kendinizi algılama biçiminiz haline gelir. Bu "küçük
ben" aslında zamana ve biçime bağlı olmayan varlığınız olarak gerçek
kimliğinizi gölgeler.
Geçmişinizde
sadece zihinsel değil, aynı zamanda duygusal anılar da vardır; eski duygular,
sürekli olarak yeniden yaşanır. Hoşnutsuzluğunu beş saat boyunca düşünceleriyle
besleyerek taşıyan rahip gibi, çoğu insan büyük miktarda fazladan bagaj
taşırlar. Kendilerini kırgınlıklar, pişmanlıklar, düşmanlıklar ve suçluluk
duygusuyla sınırlarlar. Duygusal düşünce sistemleri, benliklerinin bir parçası
haline gelir ve böylece, kimliklerini güçlendirmek için eski duygulara
tutunmayı öğrenirler insan eski duyguları sürdürme eğiliminde olduğundan,
neredeyse herkes, eski duygusal açılarıyla kendi etrafında bir enerji alanı
örer ki ben buna "acı beden diyorum.
Öte
yandan, zaten sahip olduğumuz acı bedeni daha da büyütmekten vazgeçebiliriz. Kanatlarımızı
çırpar - mecazi anlamda elbette - ve zihinsel olarak geçmişte yaşamaktan
vazgeçerek, eski duyguları biriktirmekten ve beraberimizde sürüklemekten
kendimizi kurtarabiliriz. Olayları veya durumları zihnimizde canlı tutmamayı,
zihinsel film yönetmenliğini sürdürmek yerine dikkatimizi şu ana çevirmeyi
öğrenebiliriz. O zaman düşüncelerimiz ve duygularımız yerine, Varlığımız
kimliğimiz haline gelir.
Geçmişte, sizi şimdide yaşamaktan alıkoyabilecek hiçbir şey
olmadı; eğer geçmişin sizi şimdide yaşamaktan alıkoyacak gücü yoksa, başka ne
gücü olabilir ki?