4 Eylül 2010 Cumartesi

Muzaffer Buyrukçu / Günlükler 02.11.1968

02.11.1968

Edebiyatçılar Birliği'nin cumbasından, eski serüvenlerin tarihine adını yazdırmış İstiklal Caddesi'ni dolduran kalabalığı seyrediyordum; yüzlerini ürettikleri resimleri, davranışlarını belleğimin boş bir yanına yerleştirmeye çalışıyordum. Tozla, toprakla, kokuyla, solukla karışarak gökyüzüne yükselen gürültü korkunçtu. Daha doğrusu bu bilinen, klasik gürültü değil de, milyarlarca nesnenin birbirine sürtünmesinden ve insanların çıkardığı çeşitli seslerden oluşan bir uğultuydu. Yalnızlıkları, aşkları, sevişmeleri, kavgaları, savaşları, ölümleri düşünüyor, özellikle ölümün ve yalnızlıkların rutubetli dehlizlerinde üşüye üşüye geziniyordum, ama zihnime yığılan vurucu gerçeklerin baskısına dayanamıyor, yaşamın oyalayıcı ve unutturucu büyüsüne sığmıyordum.

Salonda benden başka kimseler yoktu. Arada bir beyaz ceketleri kirlenmiş köylü suratları sert ve ilkel anlamlarla kaplı garsonlar, tahta döşemeyi gıcırdatarak dolaşıyor, gözlerini üzerimden ayırmadan çağırmamı bekliyorlardı. (Odamda Seyahat)'ı anımsadım. Odada yaşamaya mahkûm edilen bir gencin öyküsüydü. Sonra çalıştığım, dosya dolapları çelik, on beş masalı, üç daktilo, altı hesap makineli, üç siyah telefonlu, on dört kişilik oda belirdi. Saat üç sularında Bilge Karasu ile Ali Püsküllüoğlu' nu karşımda görünce şaşırmıştım. Bilge Karasu'nun Romalılar gibi kıvırcık, kırmızıya çalan saçlarına, saçlarının rengindeki bıyıklarının tellerinde titreyen gülüşüne, o gülüşü ince anlamlarla derinleştiren beyaz dişlerine hayrandım. Resim yapmasını bilseydim, portresini çizmeye gülüşünden başlardım. Ali Püsküllüoğlu' nun Güneyli yüzü solgundu. Memur arkadaşlarımın meraklı, çeşitli sorularla dokunmuş bakışlarından sıkılmış gibiydi; sıkıntısını dağıtmak için havadan sudan bir şeyler anlatmıştım.

Önemli bir işi çözümlemek zorundaydılar. Gitmişlerdi, saat yedide 'burada' buluşacaktık.

Bakışlarımla duvarları taradım. Anayasa'nın 20. maddesi çerçeve içine alınmıştı. Garsona seslendim, ufak bir Yeni Rakı. Beyaz peynir, pilaki, ekmek, su söyledim.

Mahmut Makal girdi, önüne bakarak yürüdü, beni görünce gülümsedi, "Merhaba Buyrukçu!" dedi uzaktan, üç dört adımda yanıma geldi, el sıkıştık, sağıma oturdu. "Nasıl gidiyor?"

"Gitmiyor," dedim, "Sürünüyoruz."

"Türk yazarının kaderi bu," dedi Mahmut Makal; sesinde, gücünü yitirmemiş bir öfke, bu 'kader'i değiştirmeye çabalayan bir kişiliğin karşılaştığı engellerin izleri vardı.

"Kader olamaz," dedim. "Yürürlükteki düzeni insan yapısına aykırı gördüğü, bu düzeni yönetenlere başkaldırdığı için maddi manevi abluka altında Türk yazarı. Olsun, böylesi daha iyi. Düşmanla anlaşıp onun beslenme kaynağı olan haksızlıkları, kötülükleri çoğaltma edimine onursuzca hizmet etmektense yoksulluğu, ilgisizliği, bırakılmışlığı seçerek edebiyat dünyasına hizmet etmek çok daha onurlu bir iştir. Evet, sıkıntıdayız, ekonomik ve sosyal koşulların ağırlıkları altında eziliyoruz ama alnımız ak, yüzümüz paktır. Bütün işkenceleri yaşıyoruz ama işkencecilerin o kırılası çarkını çevirmiyoruz." Rakı, peynir, pilaki, su... Şişeleri açtım, bardağa göz kararıyla bir duble kadar koydum. "İster misin?"

"Votka içecem ben," dedi Mahmut Makal.

"İyi öyleyse, sağlığına!" dedim, bir yudumla ağzımın tadını bozdum, içini acılaştırdım. Peynir yağlı, pilaki tazeydi. "Ekmek nerde kaldı?"

"Kızartıyoruz efendim!"

"Peki," dedim.

"Bakele!" dedi Mahmut Makal, garsonun yüzüne baktı. "Yarım şişe votka!" Gözlerini su şişesine dikti, "öyle, öyle, gebersek de çevirmeyeceğiz çarklarını. Geçmişteki pek çok edebiyatçı 'hoş bugün de bir sürü çanak yalayıcı var ya' yöneticilere dayamıştı sırtlarını, elçilikler, yüksek memuriyetler, idare meclisi üyelikleri kapmışlardı. Avrupalarda geçirmişlerdi yıllarını, hayatın tadını çıkarmışlardı."

"Bir elleri yağda bir elleri balda yaşamışlardı ama güçlü, yüz ağartan bir yapıt koyamamışlardı ortaya. Bir avuç laf salatası bıraktılar bize. İşte bu nedenle temelleri gerçeklerin derinliklerinde yepyeni bir edebiyat yaratmak zorundayız," dedim. Şişkin iki fasulyeye batırdım çatalı. "Ben onların 'hayatın tadını çıkardıklarını sanmıyorum. Çünkü kendini ve yakın-uzak çevresini, dünyayı ayrıntılarıyla tanımayan, çağdaş bir düşünceye, bir ideolojiye inanmayan bilinçsiz kişi, seçme bilincinden yoksundur."

"Onlara bilinç değil, para lazım," dedi Mahmut Makal.

"Doğru," dedim, güldüm.

"Sabahtan akşama dek gılay çekiyorlar," dedi Mahmut Makal, iskemlede bir şey varmış gibi kalkıp oturdu. Birden iğde ağaçlarını, mis kokulu çiçeklerini anımsadım, Niğde'nin bağlarının arasında yürüdüm.

Garsonun önüne koyduğu votkadaki eksiklikten sıkılmış gibi, "Bunu böyle mi içeceğiz?" dedi, Mahmut Makal.

"Limon getireyim mi?"

"Sen bana bir bira getir, kaşar getir!" dedi Mahmut Makal, deminki konuya yaklaştı.

"Gılay çekmişler, bedeni tatlan, damak tatlarını her şeyin üstünde tutmuşlar, yemişler, içmişler, hoş geçmişler, yaşantılarına giren kadın sayısını çoğaltmışlar. Buldukları bir tümceyle otuz yıl idare etmişler, büyük yazarlığı kuyruğundan yakalamışlar. Gazetelerin baş köşelerine kurulmuşlar, 'Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu1 diyerek en kan gerçekleri örtmüşler, örttükleri gerçeklerle birlikte kişilerin, öğrencilerin sağlıksız düşünmelerini, bilmeleri gereken en küçük doğrulardan bile uzak durmalarını sağlamışlardır. Sen kaç yıllık yazarsın?"

"Aşağı yukarı yirmi beş yıllık," dedim.

"Hiçbir okul kitabında hikâyen var mı?" dedi Mahmut Makal.

"Hayır," dedim.

"Bu anlayış değişmedikçe de olmayacak," dedi Mahmut Makal. "Sen yaşananı kendine kaynak almışsın, onlar ise öğrencilerin seni okuyarak gözlerinin açılmasını, toplumu, evreni görmesini istemiyorlar."

"Engelleyemeyeceklerdir," dedim, "Yalnız onlara kavuşmamızı geciktirebilirler."

"Geciktirmeleri bile büyük başarıdır onlar için," dedi Mahmut Makal.

"Ya da başarısızlıkları," dedim.

Mahmut Makal, votkayı içmeden önce, "Hadi, Gılay!" dedi.

"Gılay," dedim.

Uzun boylu, iri yapılı, yuvarlak yüzlü Nevzat Hatko geldi, gri fötrünü Amerikan şerifleri gibi arkaya atmıştı, geniş alnı çizgisizdi. Kaşlarını kaldırdı şaşkınlıkla, "Vay, vay, vaaay!" dedi, ama bizi hiç ummadığı bir yerde görmesinden doğan bu şaşkınlık aynı anda gözlerini buğulandıran bir dalgınlıkla önemini yitirdi, bir şeyler düşündü, pencereden dışarıya baktı ve altımızdaki İstiklal Caddesi'nin sel akışını andıran akışından bir şeyler kurtarmak istercesine eğildi, kafasına takılan çengelden kurtulduktan sonra ellerimizi sıktı, oturdu. Fötrünü çıkardı, boş bir iskemleye koydu, saçsız -pembemsi- başını kaşıdı parmaklarının ucuyla, bana göz kırptı. "N'aber hikayeci?" Bu iki sözcüğün dudaklarından dökülüş biçimindeki küçümseme tavrı kanımı beynime sıçrattı ama tuttum kendimi, rakımı sessizce yudumladım, şömineye kaydırdım bakışlarımı... Orada, -şiddetli kışlarda- kocaman kütükler çatırdaya çatırdaya yanardı, çevreye -sık sık meydana gelen küçük patlamalarla- ateş renginde, kıymığa benzeyen kıvılcımlar saçılırdı.

Caddedeki araçlar salonun içinden geçiyordu sanki.

Edip Cansever, güneş gibi doğdu ve aydınlattı salonu. Saçsız ama biçimli başı, güzel, soylu ve hemen seçilen entelektüel yüzüyle pek yakışıklıydı. İçkinin vücudunda yarattığı dengesizliği hafif bir sallantıya dönüştürmüştü. Yanında Oğuz Halûk (Hayalet Oğuz) vardı. Etsiz, sarı ve uzun yüzü ve bir deri bir kemik zayıflığıyla hemen göze çarpıyordu, üflesen uçacaktı; bu gövdeyle nasıl yaşayabiliyordu anlayamıyordum! Gerçekten de (Hayalet) sıfatı cuk oturmuştu. Dudağına yapışık duran sigarası sönmüştü.

Edip Cansever, selam vermeden ama içtenlikle gülerek ve gözlerini gözlerimden ayırmadan karşıma geçti, gülümsemesini çoğaltırken ağzı açıldı ve iri ön dişleri ortaya çıktı.

"Niye aramıyorsun beni?" Soluğu alkol kokuyordu ve sıcaktı.

"Arıyorum," dedim, "Birkaç kere telefon ettim, 'Gelmedi, yok, az önce gitti' dediler. Ben de vazgeçtim."

Bir sigara yaktı Edip Cansever, buyurucu bir ses tonuyla "Buluncaya kadar arayacaksın!" dedi.

Birden kalktım, ayaklarımı askerler gibi bitiştirdim, göğsümü şişirdim, sağ elimi sağ kaşımın üstüne götürdüm, sert bir hareketle "Emredersiniz komutanım!" dedim. Der demez de belleğimde çakan bir şimşekle geniş kanatlı bir kapı açıldı doluluğa, olaylar yığınına... Recai Yüzbaşının tütün ve çamur karışığı bir rengi olan soğuk, çilli, Türkistanlı yüzünü gördüm. Kolordu'nun Birinci Şubesi'ndeydik. Ben genelkurmay Başkanlığı'na yollanacak mektupları yazıyordum, o parafe ediyordu, sonra da Albay Şemsi Zobu'ya imzalatıyordu. Yazıcılık işini öyle benimsemiştim ki, Yüzbaşının işaretlediği evraklara müsvettesiz karşılıklar yazıyordum. Recai Yüzbaşı bir gün beni hiçbir suçum, hiçbir ihmalim, hiçbir terbiyesizliğim olmadığı halde -belki de her subay bir er dövmelidir gibi bir gerekçesi vardı- beni dövmeye başladı. Tokatlar kırbaç gibi saklıyordu yüzümde; gövdem sarsılıp sağa sola kay-kılınca "Kıpırdama!" diye bağırıyor, tokatların sayısını artırıyordu. Oysa ben, iki şiir kitabı, elliye yakın hikâyesi çeşitli gazetelerde yayımlanmış ve yayımlanan bir yazardım.

Arap Sabahat'la Ermeni güzeli Peruz'a âşıktım, ikisiyle de mektuplaşıyordum; arkadaşlarımın saygı duydukları birisiydim, nahak yere dövülmem onuruma dokunmuştu. "Elim kolum bağlı, yasalar senden yana, elbet döversin, üniformanı çıkar da öyle kozumuzu paylaşalım!" deyince öfkeden delirmiş, tokatlar yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Ben de her şeyi göze alarak kaçmıştım ordan ve Kurmay Başkanı'na durumu anlatmış, kendimi Sahra Postanesi Şefliği'ne tayin ettirmiştim. Yıllar Recai Yüzbaşıyı aramakla geçmişti ama talih yüzüme gülmemiş, -ne zaman güldü ki- onunla karşılaşamamıştım.

"Arayacaksın ve benden çok şey öğreneceksin!" dedi Edip Cansever.

"Arayacağım ve senden çok şey öğreneceğim kumandanım," dedim gülerek, tekrar bir selam çaktım.

Alttan yukarıya baktı. "Alay mı ediyorsun yani?" "Alay etmeyeceğim ve alayı öğreneceğim kumandanım!" "Saçmalama!"

"Olur, saçmalamamayı öğreneceğim kumandanım," dedim, "Ayakkabı dikmeyi, yemek yemeyi, sevmeyi ve kahkaha atmayı öğreneceğim!"

"Otur yerine be, off, görmeyeli ne kadar da şımarmışsın!" dedi Edip Cansever, şakacı bir sesle.

Peynir koparttım çatalla, "Seni son gördüğümden bu yana yüzlerce olayın, durumun içinde olay yaratıcısı ve yapıcısı bir usta olarak bulundum, bilinen ve bilinmeyen etkileri yaşadım ve durmadan değiştim Bay Edip Cansever, annadın mı mesela. Elbet, sen bana eski Muzaffer gözüyle baktığın için yeni Muzaffer'i göremiyorsun, bu yüzden de şaşırıyorsun," dedim gülerek.

"Çok geveze olmuşsun, çenen düşmüş," dedi Edip Cansever. "Söyle bakalım benim aslan arkadaşım," dedim, kucakladım, yanaklarından öptüm.

"Beni arayacaksın!" dedi Edip Cansever. "Arayacağım," dedim.

"Çok şey öğreteceğim sana," dedi Edip Cansever. "Öğreteceksin!" dedim.

"Şiiri, edebiyatı, evreni, kendini!" dedi Edip Cansever. Sesimi şarkılaştırdım. "Sen seni bil sen seni bil, sen seni, sen seni bilmezsen patlatırlar enseni ve de dandini dandini dastana!"

"Çarpacam tokadı ha?"dedi Edip Cansever, sağ elini kaldırdı havaya.

"Kemal Tahir'in romanlarında adamlar nasıl konuşuyor biliyor musun, 'Şaplak geliyor ki bak nasıl geliyor1 işte böyle," dedim.

"Devlet Ana'daki o bataklık sahnesine bayıldım," dedi Edip Cansever.

"Ben Kemal Tahir'i seviyorum, iyi romancıdır," dedim. "Orhan Kemal, günahı kadar sevmez Kemal Tahir'i," dedi Cansever.

"Sevmez. Yaşar Kemal de sevmez, ama Orhan Kemal hiç sevmez," dedim.

"Aşağı yukarı bütün yazarlarda vardır bu düşmanlık," dedi Mahmut Makal.

Edip Cansever, Mahmut Makal'ın sözlerini işitmemiş gibi davrandı, bu davranışından, Mahmut Makal'ı sevmediğini, beğenmediğini çıkardım ve tedirgin edici bir soğukluk doğmasın diye araya girerek konuşmayı sürdürdüm. "Evet, bu bizim gelişmemişliğimizi, çok önemli bazı durumları henüz kavrayamadığımızı, ilişkilerimize hoşgörüyü yerleştiremediğimizi, yani ilkelliğimizi ortaya koyuyor. Oysa bir yazar, beğenmese bile, başka bir yazara saygı duyabilmeli."

"Ne kadar da ukala olmuşsun sen?" dedi Edip Cansever kızdırmak amacıyla.

Onu umursamadım. "Ama biz daha birbirini yeme, gözlerimizi oyma dönemini yaşıyoruz."

"Vahşet çağı yani!" dedi Oğuz Halûk.

"İsabet buyurdunuz üstat," dedim.

"Köşeyi tutmuşsun da keyfin gıcır bakıyorum," dedi Oğuz Haluk.

"Biz hasım sahibi kimseleriz, arkamızı duvara verip yüzümüzü kapıya çevireceğiz ki, hasmımızın ne yapacağını bilelim ve gel güzelim bu akşam çılgınca eğlenelim," dedim.

Edip Cansever, şöyle, eleştirircesine bakıyor, başını yanlara sallıyordu. "Resmen delirmiş bu!"

"Buyrukçu, bu, senin dediğin Anadolu'nun en büyük sorunlarından biri," dedi Mahmut Makal. "Herkes birbirinin düşmanı, herkes öldürülmek korkusu içinde."

"Bütün insanları birbirine düşüren davaları vardır," dedi Nevzat Hatko. "Anadolu birlik ve beraberlik içinde değil, birbirinden kopmuş ve yalnız bir halde yaşıyor."

"Sevgiyi öldürdüler," dedi Oğuz Halûk.

"Bu tartışmalı bir şey. Hangi sevgi? Yurt sevgisi mi, birey sevgisi mi, çıkar sevgisi mi?" dedim. "Bence bir memleketteki insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyorsanız karakollara, mahkemelere, hastanelere gideceksiniz." Edip Cansever'in böyle, edebiyat dışı konuşmalardan hiç hoşlanmadığını, canının sıkıldığını düşündüm, yüzüne baktım. Yargıların, öfkelerin, izlenimlerin ve şiir öğelerinin sıçrayıp durduğu bir sessizliğe gömülmüştü ve 'yanlış bir yerde olduğu için' tedirgindi. Gitmeliydi buradan, her şeyleriyle bağdaşacağı ve kişileriyle anlaşabileceği ortamların bulunduğu mekânlara. Paketinin dibine bastırarak dışarıya ittiği sigarayı dudaklarının arasına kıstırdı, "Yak" dedi.

"Seni yakmam ben, yakamam," dedim, "Sen benim en yakın arkadaşımsın. Dünyayı yakarım da seni yakmam ve o dünyadan ilk kurtardığım insan sen olursun."

"Bravo!" dedi Oğuz Halûk, alkışladı.

"Bak, hâlâ duruyor, ben seni böyle mi eğittim?" dedi Edip Cansever, sigarasını gösterdi. Yaktım ve "Affedersiniz beyefendi, bir suç mu işledim?" dedim.

"Evet," dedi Edip Cansever, "Ben daha elimi oynatırken ne yapmak istediğimi sezeceksin, ona göre davranacaksın."

"Hay hay, bundan sonra buyurduğunuz gibi davranacağım efendim sizi hiç üzmeyeceğim," dedim.

"Gülme!" dedi Edip Cansever, "Gülme, laubalilikten hoşlanmam!"

"Gülmeyecem efendim," dedim, ağzımı kapattım.

Masadakiler, Edip Cansever'le olan sık dokulu dostluğumuzu bilmedikleri için inişli çıkışlı, sakalı, ciddi, yan ciddi, tuluat karışımı ve anlamsız gibi bir çizgiyi izleyen konuşmalarımızı (bu oyunları sık sık tekrarlardık) anlamaya çalışıyorlardı ama şaşkınlıktan öteye geçemiyorlardı. Kuşkulu bakışları her an üstümüzdeydi, kavga başlarsa ayırmaya hazırlanıyorlardı.

Kapının eşiğinde aşçıyla tartışan garsona, "Bakar mısın delikanlı," dedim.

Koşarak geldi garson.

"Sor bakalım, beyler ne emrediyorlar?" dedim.

Edip Cansever gülümsedi, "Hazine mi buldun yoksa?"

"Hazineye ne gerek var Edip'çim, ben kendim hazineyim, bir hikâyem yayınlandı mı?" dedim.

Kahkahayla güldüler.

"Sahi, ne içeceksiniz? Söyleyin, çocuklar bekliyor," dedim.

"Hiçbir şey," dedi Edip Cansever.

"Peki öyleyse, beyefendiye bir 'Hiçbir şey' getir!" dedim.

Dişlerinin arasından tıslama gibi bir "Viskiiii," sözcüğü çıktı Edip Cansever'in.

"Durma, hemen getir!" dedim garsona.

"Bizde viski yok efendim," dedi garson.

"Yoksa aldırın!" dedim, "Arkadaşım kırk yılda bir şey istedi."

"Şaka söyledim," dedi Edip Cansever, elimi içtenlikle sıktı ve duygularımı herkesin içinde açık açık belirtmemden gönendi. "Rakı içeyim."

"Doğru söylüyorum; canının çektiğini söyleyebilirsin, çekinme. Rokfor peyniri, bilmem ne," dedim.

"Gerçekten de çok değişmişsin, inanamıyorum," dedi Edip Cansever, "Çünkü sen küçük bir memursun!"

"Küçük bir memurum, haklısın, bir yerden yazı parası, ikramiye ya da Emekli Sandığı'ndan borç para aldığımda arkadaşlarıma ısmarlayabilirim ancak, senin gibi her zaman ısmarlayamam... Bunun ezikliği içindeyim, sen yüz kere ısmarlarsan ben bir kere... Ama bugün param var Edip," dedim.

"Hani, Sait Faik armağanını aldığında içecektik," dedi Edip Can1-sever.

"İçtik ya," dedim.

"Olmaaaz, o sayılmaz, benimle birlikte başkalarına da ısmarlamış-tın, ben, sadece bana ısmarlamanı istiyorum!" dedi Edip Cansever.

"Elbet, baş üstüne, ne vakit emredersen hazırım!" dedim. İlk kitabım (Katran)'dan 150 lira telif ücreti almıştım ve o gece Tüneldeki bir meyhanede Edip Cansever'in, Orhan Kemal'in, Agop Arad'ın, Hamit Akınlı'nın, Hüsamettin Bozok'un da bulunduğu kalabalık bir arkadaş topluluğuna ısmarlamıştım ve ancak elli lira harcamıştım. Elli lira büyük paraydı 1956'da; iki buçuk liraya bir hafta yetecek yiyecek alabiliyorduk. Evet, o akşam büyük bir sevinç, sevgi ve heyecanla kuşatılmıştım. Neşeliydim, mutluydum; boyuna gülüyor, dostlarıma ."Canım" sözcüğüyle sesleniyordum. Hüsamettin Bozok, mutluluğuma mutluluk katan bir konuşma yapmıştı. Unutamam... Sonraları her kitabım yayımlandığında, armağanlar, ödüller aldığımda ısmarlamıştım, ama geride ısmarlayamadığım birçok kişi vardı ve sitem ediyorlardı. Edip Cansever'in bardağına rakı koydum. "Hoş geldin!"

"Bana mı söylüyorsun?" dedi.

"Yok amcama!" dedim gülerek. "Bir şeyler yesene!"

"İstemem. Az önce işkembe çorbası içtim," dedi Cansever.

"Bir biftek söyle, buranın bifteği fena değil," dedim.

"Niye aramıyorsun beni?" dedi Edip Cansever.

"Vallahi aradım Edip," dedim.

"Evi bilmiyor musun? Niçin 'çat kapı' geliniyorsun?"

"Sabah erkenden işe gidiyorum, akşamları da beşten sonra gelmek biraz tuhaf. Aslında cumartesi, pazarları gelebilirim ama senin evin dergâh gibi bir sürü insan geliyor. Sıkılıyorum, dilleri dillerime uymuyor, yalnızlık duyuyorum," dedim. Edip Cansever'le buluştuğumuzda yanımızda kimse olmamalıydı; çünkü başkaları varken doğru dürüst konuşamıyorduk. Tanıştığım ve adımı tanıştırıldığım an duyan yabancıların çoğunun Edip Cansever'e gösterdikleri hayranlık karışığı saygı karşısında beni umursamamaları, ilgilenmemeleri asabımı bozuyordu. Oysa ben, en az Edip Cansever kadar el üstünde tutulmak, onun gibi pohpohlanmak istiyordum.

"Gelenlerin çoğu yabancı değil, tanıyorsun. Nahit Hanım, Muaf-fak Şeref, Orhan Veli'nin kız kardeşi Füruzan, kocası İbrahim, balıkçı Nuri, Fethi Naci, Rauf Mutluay falan..." dedi Edip Cansever.

"Bundan sonra gelirim," dedim.

"Böyle ısmarlama gelmek olmaz. Kalk gel, sinirlendirme beni!" dedi Edip Cansever; sertliğini hafif bir gülümseme çatlattı.

"Sen nasıl bir edebiyatçısın anlamıyorum," dedi Cansever.

Güldüm. "İyi bir edebiyatçıyım. Sevimliyim, yakışıklıyım."

"Edebiyatçı olamazmışsın gibi geliyor bana!" dedi Edip Cansever yumuşak ve alaycılığı törpülenmiş bir sesle.

"Edebiyatçı nasıl olurmuş, yap tarifi yoksa çağıracağım Gavur-dağlı Arifi," dedim.

"Öfff, bırak şu sululuğu!" dedi Cansever, "Seni dövmek istiyorum."

"Sevindirecekse döv!" dedim, sol yanağımı yaklaştırdım; içtenlikle öptü, boynuma sarıldı. "Serseri! Kardeşimden çok severim seni!"

"Ben de," dedim duygularımın ıslandığını belirten bir sesle. Bardakları tokuşturduk. "Hadi, en kötü günümüz böyle olsun!"

"Bundan daha iyi, daha güzel olsun!" dedi Mahmut Makal, sözlerinin onaylanmasını istercesine yüzlerimize baktı.

"Bu da laf mı yani?" dedi Edip Cansever ye Mahmut Makal'ın dileğini alaycı bir sesle tekrarladı.

"Laf ya, beğenmedin mi?" dedi Mahmut Makal kızgınlıkla.

"Beğenebilmem için gerçek olması gerekir," dedi Edip Cansever, "Ne demek 'bundan daha güzel olsun?' Güzellik görecedir, sana göre güzel olan bana göre değil." Parmaklarının arasına kıstırdığı sigarayı ağzına değdirdi, çekti ve gözlerini Mahmut Makal'a dikti. "Şimdiye kadar hep dileklerde bulunmuşsunuz. 'Dünya güzel olmalı, barış olmalı, savaş olmamalı' gibi. Yaptığınız bir yerde dua etmek gibi." Sesi heyecansızdı ama eleştiren yanı ağır basıyordu.

Mahmut Makal'ın geniş yüzü kızardı, "Biz dua ediyoruz, sen etme!" dedi öfkeyle.

"Bir de toplumcu geçiniyorsunuz!" dedi Edip Cansever, "Toplumculuğun özünde dua yoktur, gerçeklerle donatılmış eylemler vardır."

Mahmut Makal, onunla tartışmak istemiyormuş gibi votkasını yudumladı, Nevzat Hatko'yla konuşmaya başladı.

Edip Cansever, şu anda doğan ve zihnine yayılan bazı dizelerin gücünü ölçüyormuş gibi gözlerini kapadı, öyle kaldı.

Dış kapıya yaklaşan ayak seslerinden sonra İstanbul Radyosu'nda görevli Mete Yükselen (uzun boylu, siyah parlak saçlı, esmerdi) sarışın, güzel yüzünü derin anlamların kapladığı genç bir kadınla göründü ve masamızın önünde durdular; ikisi de kibarca gülümsedi. Ayağa kalktım, ilkin Mete Yükselen'in serin elini sıktım. Gülümsemesini bozmadan -bir fotoğrafçıya poz verir gibiydi- adının Gül olduğunu öğrendiğim kızın eline uzattım elimi, başımı eğdim.

Edip Cansever, Mahmut Makal, Nevzat Hatko, Oğuz Halûk, Mete Yükselen'i önceden tanıyorlarmış.

"Nasılsın Reis?" dedi Edip Cansever, Mete Yükselen'e.

"Teşekkür ederim," dedi Mete Yükselen.

Edip Cansever, bana bir şeyler söylemek istiyormuşçasına baktı. Alnı kırışmıştı. Zaman zaman belirip ürpertiler yaratan sıkıntının uzantısı gülümseme dudaklarında, gözlerinde barınmıyordu artık, aşağıya doğru sarkmıştı. Acı, kızgınlık, küçümseme, anlaşılamama... Kendi düzeyinde birisinin özlemini çekme ve hiçbir zaman doldurulamayacak boşluklar yüzünden yalnız yaşamaya itilme gibi duygularla sarsılıyordu sanki. Sulu rakıdan bir yudum içti, Mahmut Makal'a kaşlarını çatarak baktı, "Gidelim burdan!" dedi.

"Neden?" dedim hiçbir şeyin farkında değilmişim gibi.

"Gidelim işte," dedi Edip Cansever.

"Gidemem," dedim, ''Saat yedide Bilge Karasu ile Ali Püsküllü-oğlu gelecek."

Gözleri parladı birden. "Bilge geliyor demek? İyi, iyi!"

Az sonra Ergin Ertem göründü yüzündeki o kaçak, içine kapanık yaşayanlarda, yalnızlığın boğucu dehlizlerinde mutluluğu yeşertenler-de rastlanan donuk, insanı uzun uzun düşündüren, merak ettiren, yaşamını kurcalamaya çağıran bir anlatımla. Ben ne zaman Ergin Ertem'le karşılaşsam bir tuhaf olurdum ve onun varlığında gizlediği, kimseye açıklama cesaretini bulamadığı bir gerçeğin acısıyla savaştığını sanırdım. Gövdesi ipince, boyu uzundu, kısa kestirdiği san saçları dağınıktı. Ürkek bir "Merhaba!" dedi, Mete Yükselenle Gül Hanımın yanlarına oturdu. Ama hemen ayağa kalktı, Nevzat Hatko'nun, Mahmut Makal'ın arkalarından geçerek geldi. "İstanbul'daki sanatçılarla Ankara Radyosu için bir konuşma yapacağım, seni nerede bulabilirim?"

"Daireye gel, eve gel, keyfin bilir," dedim.

"Daireye geleyim," dedi Ergin Ertem, döndü.

Türk Dil Kurumu'nun 1962 yılı hikâye ödülünü (Bulanık Resimler)’le kazandıktan sonra, Ankara Radyosu'nda çalışan Erdal Öz bir röportaj yapmıştı benimle ama bilmediğim, bilemeyeceğim birtakım nedenlerden ötürü yayımlanmamıştı, bir bakıma yayımlanmayışına da sevinmiştim, çünkü bir şey söylemeden önce düşünüyor, zihnimi toparlayamadığım için araya giren başka sözcüklerin itişiyle boşluklara yuvarlanıyor, boyuna, "Eeee, uıı, eeee," diyordum. Radyolarda, gazetelerde yayımlanacak konuşmaların doğal olmasına, yanlışlıklarla, tekrarlarla doldurulmasına ve konuşanı dinleyenin kafasında küçültmesinde karşıydım. Yazılı sorulara yazılı karşılıklar verilmeli, hatalar en aza indirilmeliydi. Erdal Öz, bu kez Sanatseverler'de derli toplu bir konuşma yapmıştı hikâyeciliğim hakkında, onu beğenmiştim ama ne hikmetse o konuşmaya da dergiler, gazeteler sayfalarını açmamıştı. O günlerde Öncü gazetesinden çağırmışlardı. Fotoğraflarım çekilmişti. Sekreterlik gibi bir görevi olan Süleyman Ege'ye, kazandığım armağan ve (Bulanık Resimler)'\t ilgili bir röportaj yapması için bir buyruk verilmişti. Süleyman Ege, isteksizce -beni sevmiyordu anlaşılan, hoşlanmıyordu- bir iki soru karalamış, bitişikteki masaya oturtarak soruları yanıtlamamı söylemişti. İyi bir konuşma olmuştu ama o konuşmada, fotoğraflar da yayımlanmamış, beni tanıması gereken okura ulaşamamıştı. Oysa o yazının yayımlanması beni çok sevindirecek, belki de (Bulanık Resimler)"m satışını attıracak, kısa sürede üç-dört baskıya erişmesini sağlayacaktı. Ne yazık ki hayallerim donup kalmıştı!.. Evet, ne dolap dönmüşse dönmüş (Süleyman Ege yazıyı yırtıp çöp sepetine atmış olabilirdi), sevinç yerine acılarla kucaklaşmıştım. İşte bu olayları anımsadığımdan Ergin Ertem'in "Konuşma yapmaya geldim," sözlerini kuşkuyla karşılamıştım.

Rakılar tazelendi, yeni mezeler söylendi, yan yana, karşı karşıya konuşmalar başladı.

Hayalet Oğuz, masanın tek kadını ve çekim odağı olan Gül Hanıma arka arkaya sorular soruyor, Mete Yükselen'e, onun Gül Hanımla yakınlık derecesi hiçbirimizce bilinmeyen ilişkisine ve kendisinin bu tutumu hakkında ne düşüneceğine aldırmadan, hatta daha ileri gidip Mete Yükselen'i yok sayarak, sokulmaya çalışıyordu. Bu durum beni üzüyordu, çünkü konuklarımızdılar ve onlara saygı göstermek, saygı kurallarını aşmamak zorundaydık. Ü

Kızıyordum Hayalet Oğuz'a. Edip Cansever'e yavaşça, "Şuna bir şey söyle, ayıp ediyor," dedim. Ama Edip Cansever o andaki durumuna uygun bir ortamın katmanları arasında geziniyor, bir şeyler yarattığını ya da yaratnıa girişiminde bulunduğunu sezdiriyordu rakı dolu bardağı sağ elinden sol eline, sol elinden sağ eline geçirerek. Gözlerini kapıyordu, açıyordu, bakışlarını uzatıyor, aydınlığını kısıyordu. Gül Hanım, Hayalet Oğuz'un gösterdiği ilginin temelinde yatan 'kandırma ve birlikteliklerini sıcak bir ilişkiye dönüştürme' niyetini sezdiği için -şimdiye kadar kim bilir kaç kez karşılaşmıştı böyle kişilerle ve durumlarla- ince ince alay ediyor, yaptığı esprilerin çoğuna kahkahalarla katılmamızı sağlıyordu. Hayalet Oğuz'un sabırsızlıkla beklediği olumlu karşılıkları değil de, kendini doyuran ve Hayalet'i küçük parmağında oynatacak kadar güçlü olduğunu belirten karşılıklar veriyordu. Edebiyatla uğraşıyordu Gül Hanım, gizli gizli şiir yazıyordu, hayır edebiyatla uğraşmıyordu, resme eğilimi vardı ama bu arada baleye de yakınlık duyuyordu. Bir süre susuyor sonra içten gelen berrak bir kahkahayla bütün söylediklerinin aslı olmadığım ortaya koyuyor, "Ben bir felsefe öğrencisiyim," diyordu. Birkaç dakika dolmadan ciddileşiyordu ve şaşırtıyordu hepimizi, öğrenci, balerin, ressam değildi, hiçbir şeydi ve hiçbir şey olmayı seviyor, daha da 'hiçleşmek' istiyordu. Hayalet Oğuz, şimdi Gül Hanımın adresini soruyordu ısrarla. Gül Hanım, Mete Yükselen'e baktı, Mete Yükselen bana baktı kırık, 'olanlara' kızmaya hakkı olduğunu ama gene de efendiliğini sonuna kadar korumak istediğini belirten bir gülümsemeyle. Gül Hanım, Mete Yükselen'e göz kırptı, derken Hayalet Oğuz'a döndü, "Yazın!" dedi ve içleri pırıl pırıl gözlerini tatlı bakışlarla doldurdu. Oğuz Halûk, başarının eşiğine ulaştığını düşünenler gibi çabuk çabuk not defterini çıkardı, boş bir sayfa buldu, eğildi, yazmaya hazırlandı ağzındaki külü uzamış sigarayı tüttürerek ve duman kaçan sağ gözünü kısarak. Gül Hanım, Bostancıda bir caddenin adını söyledi. Oğuz Halûk, başını kaldırdı, "Oralarda öyle bir yer yoktur," dedi.

"Var," dedi Gül Hanım, Mete Yükselen'e gülümsedi 'nasıl da işletiyorum ama' dercesine.

Mahmut Makal, bir biftek söyledi.

"Yeni bir şeyler var mı?" dedim.

"May Yayınlan'ndan çıkacak bir kitabım," dedi Makal.

Kimseyle ilgilenmiyormuş, kendisiyle hesaplaşıyormuş gibi duran Edip Cansever, "Yazdığın şeyler birbirine benziyor," dedi.

Mahmut Makal kızmadan konuştu. "Sorunlar değişmedi ki başka şeyler yazayım."

"Yazma öyleyse!" dedi Edip Cansever.

"Sana mı soracağım?" dedi Mahmut Makal; serinkanlılığını yitiri-yordu.

"Yazarlık her şeyden önce sorumluluktur," dedi Edip Cansever.

"Ben o sorumluluğun bilincindeyim ama sende o sorumluluk yok. Olsaydı öyle anlamsız, kapalı/buz gibi şeyler yazmazdın," dedi Mahmut Makal.

"Anlamsızlık nedir? Anlam nedir?" dedi Edip Cansever, "Sen bilemezsin bunları." Bir yudum aldı rakıdan, sigarasının külünü silkti.

"Altı köşeli geometrik laflarla yazılan şiirlerde vardır anlamsızlık; düz gerçeği işe yaramaz diye elinin tersiyle itip kulağını böyle göstermeye çalışmaktır," dedi Mahmut Makal, sol kolunu ensesinden uzatarak sağ kulağını tuttu.

"Kuru, boş sözler bunlar! Sen hiçbir şeyden anlamazsın, hele edebiyattan, .şiirden hiç anlamazsın. Koşullardan, durumlardan yararlanan yeteneksiz birisin, o kadar!" dedi Edip Cansever sakin ama saldırgan bir sesle. "Bugün o yazılan yazsaydın bir tek satırını bastıramazdın. Senin gibi yüzlerce var, hepsi de yeteneksiz!"

Mahmut Makal, hem Edip Cansever'le kavga edercesine tartışmak istiyor, hem de bu tip konuşmaların kendisini tedirginliğe sürüklediğini anlatan hareketler yapıyordu. "Elbet insanların sorunlarına dokunmayan, insanı uzaktan bile göremeyen soyut şiirlerden anlamam ben, o edebiyatı da sevmiyorum, benim anladığım Nâzım Hikmetin şiirlerin-deki coşkulu hayattır."

Oğuz Halûk, Edip Cansever'i savunmak amacıyla sesini yükseltti. "Mahmuuuut!"

Mahmut Makal, "Sana ne oluyor, sen onun avukatı mısın yoksa?" dedi.

"Böyle konuşmamalısın," dedi Oğuz Halûk; sesinde, yaptığı, söylediği her şeyin doğru olduğuna yüzde yüz inandığı Edip Cansever'e saygı gösterilmesini isteyen bir anlam vardı. Başını salladı. "Altı köşeli laflar ne dernek?"

"Saçma sapan demek, hiçbir şey anlatmayan demek, havanda su dövmek demek. Öğrendin mi şimdi?" dedi Mahmut Makal.

"Sen Edip'in şiirlerini okur musun?" dedi Oğuz Halûk.

"Karnı tok sırtı pek bireyin bunalımını anlatan şiirleri okumam, okusam bile sevmem," dedi Mahmut Makal.

"Öyleyse konuşmaya hakkın yoktur," dedi Oğuz Halûk.

"Asıl senin konuşmaya hakkın yoktur," dedi Mahmut Makal, sağ kolunu salladı. "Sen kimsin be? Nesin sen? Yazar değilsin, çizer değilsin, ortalıkta dolaşıp duruyorsun. Ben seni tanımıyorum, sana söylenecek bir sözüm yok." Bardaktaki votkayı bir dikişte içti, tatar yüzünün elmacık kemikleri pembeleşti; gözlerini yumup açtı, dişlerini sıktı.

"Hiçbir şey değilim," dedi Oğuz Halûk alaycı bir sesle ve ısırır gibi güldü.

"Öyleyse çizmeden yukarıya çıkma, benim de keyfimi kaçırma!" dedi Mahmut Makal, Mete Yükselen'i süzdü. "Nereye gidersem bana saldırıyorlar, hiç rahat bırakmıyorlar. Ne istiyorlar, anlamıyorum. Delirmiş bu İstanbullular!"

Mahmut Makal'ın omzuna dokundum. "Boş ver. Surda iki kadeh bir şey içeceğiz, burnumuzdan getirmeyin!"



27 Ağustos 2010 Cuma

Yaz Mutluluğu / Edip Cansever


Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilimin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.

Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfil kokusu.

Demiştim, evet
Söz haziranın
Şurdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.

Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizin kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.
Anlat ki
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir raslantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.

Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Michael Haneke


Avusturyalı yönetmenin sinemaya girişi de sıradışı olmuştu zaten. 1974'ten beri TV senaryoları yazmakta olan Haneke, sinemaya ve yönetmenliğe ilk kez 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de izlediğimiz "Duygusal Buzlaşma" üçlemesinin ilk filmi "Der Siebente Kontinent / Yedinci Kıta"yla 1989'da başladı. Filmi gerçek bir öyküye, orta sınıftan Viyanalı bir ailenin intiharına dayanıyordu. Üçleme 1992 yapımı "Benny's Video / Benny'nin Videosu" ve Haneke'nin iki yıl sonra çektiği "71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls / Bir Şans Kronolojisinin 71 Parçası" ile tamamlandı. Bunlar, tutkudan tamamen yoksun filmlerdi. İnsanlar, hiç kastetmedikleri özürleri monoton bir şekilde mırıldanıyorlardı : sözde karısına "seni seviyorum" diyen erkek aslında bira bardağına bakıyordu ve bir baba bir kızı öldürmüş olan oğlunu, sanki sıradan bir kabahat işlemiş gibi azarlıyordu. Ama Haneke ısrarla iyimser olduğunu söylüyordu. "Kötümser olanlar, eğlencelik filmleri yapanlar" diyordu. "İyimser kişi, insanları sarsıp kayıtsızlıktan kurtarmaya çalışır."

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Edip Cansever' in Otobiyografisi




EDİP CANSEVER’İN 1970’LERİN BAŞINDA MEHMET H. DOĞAN’A GÖNDERDİĞİ OTOBİYOGRAFİSİ


8/8/1928. Babam Kur'an'ın arkasına yazmış doğduğum tarihi. Sonra da nüfusa kaydettirmiş. Pek sevinmiş erkek olmama. Benden önce iki kız, benden sonra bir kız, böylece dört kardeş oluvermişiz. Doğduğum ev İstanbul'da, Beyazıt'ın arkalarında, Soğanağa dedikleri bir yer. Annem küçükken göstermişti : "İşte sen bu evde doğdun!" Bir süre sonra --herhalde ben çok küçükken—Saraçhane başına taşınmışız. Şimdi Aksaray'a inen geniş asfalt caddenin tam üstünde bir ev. Bir küçük bahçe, bahçenin çevresi hep ev, bir kuyu, bir ayva ağacı, bir çardak. Bitişiğimizde Nigâr hanım oturuyor kocasıyla ve kardeşi Kenan beyle. Nigâr hanım A. Hamdi Tanpınar''ın kızkardeşi. Tanpınar da orda oturuyor ama her zaman değil sanıyorum. Belki de yolculuklara filân çıkıyor arada. Bahçelerinde bir erik ağacı var. Mevsimi gelince ara yerdeki duvara çıkıp erik yoluyor ve bahçemize atıyorum. Babam ve annem Çankırı' nın Atkaracalar köyünde doğmuşlar. İkinci Dünya Savaşında havacı çavuş yapmışlar babamı. Görevi İstanbul'da. Becerikli adammış ki, çarşıda --Kapalıçarşı'da-- bir şeyler alıp satmaya başlamış. Sonra Uzunköprü'de Keşan'da, daha başka yerlerde panayırlara, sergilere katılmış. Sonra dedemle ortak olarak bir dükkan tutup işletmeye başlamışlar. Daha sonra dedemden ayrılıp bir başına sürdürmüş işini. Ev kendi evimiz olmuş. Yemeğimizi yer sofrasında yiyoruz. Çoraplarım babamın çoraplarının küçültülmüşü. Pantolonum yeniyken bile yamalanır, annemin "Süvari" dediği bu yama sayesinde uzun süre giymem sağlanırdı. Oyuncağım, bir sepete doldurulmuş tahta parçaları, tekerlekler, teller, bir sürü ıvır zıvır. Annem sık döverdi, babamsa yılda bir iki kez. Tavanarasına kaçardım, merdivenlerden yorulur, yetişemezdi bazan annem. Bir keresinde yetişti, dama çıkacağımı anlayınca korktu ve vazgeçti. Umutsuzlar Parkı'nda yazmıştım bunu sanıyorum, ama hangi şiirdeydi, şimdi hatırlayamıyorum. Çok çalışırdı annem. Koca evin temizliği, yemeği, bizim bakımımız onun üstündeydi. Babamın kazancını bilmem ama eli sıkıydı iyice. Evimizdeki tek kitap, parça parça açılıp uzayan bir uçak resimleri kitabıydı. Etrafımız arsa doluydu. Karşımızda çok büyük bir bahçe, ağaçlar içinde bir köşk vardı. Dolmabahçe Sarayından büyüktü sanki. Şimdi park yaptılar. Siirtli aileler otururdu aşağı mahallelerde. Çocukları bizleri dövmeye, ya da ikinci kızkardeşimle imâl edip satmaya çalıştığımız fırıldakları yağmaya gelirlerdi. En sevinçli günlerimizi, dedemin ya da dayımın Polatlı''dan misafir gelmeleri, bizlere birer küçük Nestle çukulatası getirmeleriyle yaşardık. Dedem, Polatlı'daki dükkanına mal almak için çarşıya giderken beni de götürür, şiş kebabıyla komposto yedirir, en büyük zevkim bu olurdu.

Bir gün mektebe gideceksin, dediler. Annem götürdü, müdüre rica etti, altı yaşını bitirmeden 56. İlk Okula yazıldım. İlk gün, arka sırada, konuşuyorum diye bir tokat yedim öğretmenden, sanki evde yediklerim az geliyormuş gibi. Ertesi gün karyolanın altından çıkarıp --annemle babamın karyolası, biz yer yatağında yatardık-- gönderdiler okula. Yavaş yavaş alıştım bu işe, okula ısınamadım ama göğüslüğüm, beyaz yakam biraz hoşuma gitti. Yedi sekiz yaşında Yavrutürk, daha sonraları Ateş Çocukları gibi dergiler almaya başladım. Yirmi Üç Nisanlar gelip geçti. Yerli Malı Haftaları akıp gitti böylece. Beni eve meleklerin getirmediğini öğrendim. Son sınıfta Güler ismindeki bir kıza, sonra da Nebahat'a aşık oldum. Birinin de bacağını sıktığımı hatırlıyorum. Okul tatil olunca, babam iş öğrenmem için dükkana götürmeye başladı beni. Dayaktan daha fena geldi bu bana. Sıkıldım ve nefret ettim. Para kazanmaya başlayıncaya kadar sürdü bu nefret, sonra sonra alıştım. Üstüne üstlük, akşamları eve ne taşıyacaksak bir kısmını da ben yüklenirim, tramvay masrafı olmasın diye, yürüye yürüye Kapalıçarşı'dan eve dönerdik. Kaburgaları sayılan gövdem için oldukça ağır bir işti bu da. Ayrıca kafam da çok büyüktü gövdeme göre. Okulda "koca kafa Edip" diye kızdırırlardı. Bir de mektep dönüşü kavgaları... Kimseyi dövebildiğimi hatırlamıyorum.

56. İlk Okul bitti. Sünnet oldum. Babam Fatih'te on bin liraya bir apartıman aldı. İkinci Dünya Savaşı başladığı için emlak fiatları çok düşüktü. Babam da kazanmış ve biraz tutmuştu galiba. Üst katına yerleştik. Adam gibi masada yemek yemeye başladık. Yirmi kedisi olan Nigâr hanımın, kedileri yavrulayınca gönderdiği lohusa şerbetleri, arada bir gelen ölü helvaları, çok iyi komşumuz olan --ayrıca çok iyi iki insan-- Gülsüm hanımla Rıza bey gerilerde kaldı. Cami avlularında kiraladığım bisikletler de geride kaldı. Cambazlar gene vardı ama. Fatih İtfaiyesinin bahçesindeki gösteriler de. O güzelim itfaiye müzesi de, sanki donuk donuk balmumu kokan. Akşamüstü caddeler sulanır, Fatih'e giden tramvaylara atlardık. Çok hoştu. Ama cambazları hiçbirine değişemem. Bir meydana yerleşirler, bir hafta gösteri yaparlar, son gün telin üstünde kurban kesme numarasına girişirler, aşağıdan "kesme, kesme!" sesleri gelir, güya hatır için vazgeçerlerdi. Ah o meyvalı gazoz kokuları! Kokusu hâlâ burnumda. Bir de kapıcı İsmail efendinin süslü dondurma arabası. Ya çeşit çeşit gazoz kapakları! Kıl testere ile kesip boyadığım kontraplaktan yapılmış yedi cüceler, pinokyolar, mikiler,v.b.

İstanbul''da karartma var, İstanbul bombalanacak! Babam bizi doğduğu köye götürüyor, dört ay kalıyoruz. Harman yerinde futbol maçları... Değirmen'e buğday götürüyoruz, ununu fırıncı Seniye kadına veriyoruz, bize ekmek yapıyor. Döğenin üstünde, öküzleri sürüyorum, biri pisliğini edeceği sıra bir teneke tutup topluyorum onları, sonra samanla karıştırıp tezek yapıyoruz. Harmanda buğday kurutuyorum, kuşlar yemesin diye bekçilik yapıyorum. Samanlıklarda on metre yükseklikten atlayıp gömülüyoruz samanların içine. Dört ay yalınayak gezdim. Kadınlar giremezdi çarşıya. Görüp göreceğimiz tek meyva öküz eriği. Et bulmak daha da güçtü, ne zaman ki bir hayvan öldü ölecek, keserler, tellal bağırtırlardı. Paramız yok değildi belki. Ama savaştı belimizi büken. Susayınca yoldan geçen kızların bakraçlarından su içmek olağandı. Bekir efendinin arabasıyla dört saat sürerdi. Çerkeş''e gitmek. Arada gidilirdi. Biraz sebze yüzü görürdük böylece. Derede balık tutardık, yağmur duasına çıkardık. Bir gün demir yolunu tamamladılar, çiçeklerle donatılmış ilk tren Atkaracalar'a girdi. İdare lambalarıyla, helası dışarda kerpiç evlerle, binbir yamalı elbiseler --daha doğrusu çullar-- içindeki insanlarla kaynaşan köye tren girdi. Sonra İstanbul'a döndük.

Orta okuldayım. Tanpınar'ın kardeşi Kenan bey velim. İkinci sınıftayım yani, Kumkapı Orta Okulu'nda. Birinci sınıfı Gelenbevi Orta Okulu'nda okudum, Fatih camisinin arkalarında. Anılarım çok silik. Tarzan kartlarıyla "alt mı üst mü" oynamak, üstünde hayvan resimleri bulunan kabartmalar alıp satmak, başka?.. Başka bir şey yok. İkinci sınıfta ilk şiirimi yazdım. Bir çocuk dergisine yolladım ve çıktı. Artık şairdim. Hayat ansiklopedilerini toplayıp ciltlettim. Bu ara horozum da öttü, erkekliğe geçtim. Son sınıfı da aynı okulda okudum ve bitirdim. Kumkapı'dan çok iz kaldı bende. İstasyon, mendirek, kiliseler, Ermeni evleri... kızıl ve sivri sakallı müdür, balıkçılar, Gedikpaşa meyhaneleri... Martılar, iyot kokuları... Sonra Langa bostanlarına gitmeler, Yenikapı''daki kömür iskelelerinde yüzme öğrenmeler, donumuzu başımızda kurutarak eve dönmeler. İlk radyo, ilk pikap. Münir Nurettin'in, Safiye'nin,Müzeyyen Senar'ın plakları.

İstanbul Erkek Lisesi'ne girdim. Öğleyin çıkmak yok. Ekmek karnemizi unutursak, bahçe penceresinden ayva, leblebi alıp yiyoruz. Geneleve ilk defa onuncu sınıftayken gittim. Şiir yazıyorum ve Tevfik Fikret'in etkisindeyim. Salim Rıza Kırkpınar çok iyi şiir okuyor. Şiiri başka türlü sevmeye başlıyorum. Son sınıftaki hocam Hakkı Süha Gezgin. Şiiri yasaklıyor. Bir ara Çınaraltı dergisi okuyorum. Aruzla bir şiir yazıp yolluyorum, Orhan Seyfi'nin bir cevabı çıkıyor: Şiiri heceyle yazmışım ve bazı dizelerde bir hece eksikmiş. Heceyle bir şiir yazıp yolluyorum ve öbür şiirimin aruzla yazıldığını ekliyorum, şiir yayınlanıyor. Sonra İstanbul dergisine bir şiir yolluyorum, çıkıyor, ikincisini yolladığımda, cevaplar kısmında beni dergi yazıhanesine çağırıyorlar. Neşet Halil Atay'la Mehmet Kaplan'la tanışıyorum. Ondan öyle toplantı günleri oluyor, uğruyorum. Şiirleri kendim götürüyorum artık. Okulun bahçesinde dama oynuyorlar öğle aralığında. Bir arkadaşım var, biz toplumculuk tartışmaları yapıyoruz. Akşamüstü muhakkak Ankara caddesindeki kitapçılara uğruyorum. Artık yeni şairleri tanımaya başladım tabiî. Şiir kitabı istiyorum, veriyorlar. Daha çok ABC kitabevinden alış veriş yapıyorum. Klasiklerden çıkan kitapları da kaçırmıyorum hiç. Yunan klasiklerini yutarcasına okuyor, konuşmalarda Sokratesçilik yapıyorum. Gene bir kitapçı dükkanında çalışan bir kız var, bana kitap ayırıyor. Bir defasında Sait Faik'in Medarı Maişet Motoru''nu veriyor, "sakın kimseye söyleme benden aldığını, kitap bugün toplatıldı çünkü" diyor.

Okul bitiyor. Yakın arkadaşlarım Yüksek Ticaret'e kaydoluyorlar. Ben de onlarla birlikte tabiî. Biraz da babamın isteği baskın çıkıyor. Bir yandan da anahtarları tutuşturuyor elime, dükkanın anahtarlarını. Düşünüyorum, ne olacak sanki Yüksek Ticaret'i bitirip de, deyip okulu terkediyorum.

Birayla votka içmeler başlıyor Ekspres'de, Orman'da. Bir kıza aşık oluyorum (Mefharet değil). Ardından hemen evleniyorum. Müthiş kitabımı, İkindi Üstü'nü o sıralar çıkarıyorum (sende yoktur inşallah). Önüme gelene veriyor ya da yolluyorum. Varlık'ta Melih Cevdet'in kısa bir tanıtması çıkıyor. Seviniyorum. Orhan Veli, sanırım adı "Karikatürden Şiire" adlı bir yazı yazıyor. Benim bir mısramı alarak, böyle mısra yazılmaz anlamına bir şeyler söylüyor (Bak: Nesir yazıları). Oysa şimdi mısra hep böyle yazılıyor. Ha, kitabı yayınlamadan önce Tanpınar görmek istiyor, bir ramazan günü, Tünel'de Narmanlı Yurdundaki yerine gidiyorum. Çay fincanlarının içinde kahve getiriyor ve başlıyor okumaya. (Merakla bekledim bekledim. Bitirdi, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Ve dedi: "bunlar çok güzel şeyler, ama çok. Ne var ki hiçbiri şiir değil." Hiçbir şey anlamadım tabiî. Bütün odayı reprodüksiyonlarla doldurdu, bana uzun uzun resim anlattı, müzikten, Valery''den söz açtı. Bir süre sonra çıktım. Doğru Haşet''e gittim. Bir sürü resim aldım, Valery'nin Mélange'nı aldım. Ertesi gün bir Fransızca hocası tuttum, aylarca ders aldım. Karşılıklı konuşmaya başlamıştık bile. Bir gün dedim ki bizim hocaya, biraz da Valery okusak olmaz mı? Olur, dedi. Açtık kitabı, adam bir türlü çeviremez türkçeye. Hoca çeviremezse ben nasıl çevirirdim ilerde? Baktım olacak gibi değil, kestim ders filan almayı, doğru meyhaneye. O zamanlar nasıl anlıyabilirdim ki, bizim hoca şiirceyi bilmiyor asıl.)

Asmalımescitte, Elit diye bir pastahane vardı. O zamanlar orda toplanırdı sanatçılar (Sait Faik'in bir röportajı vardır). Bir gün dükkana ben yaşlarda iki kişi geldi, dergi çıkarmak istediklerini, benim de yazmamı ve başka yazarlardan yazılar istememi söylediler. Elit'e gittik. Dergi çıksın, görelim de, ondan sonra, dedi Oktay Akbal. Ötekiler de böyle söylediler. Arkadaşlar gitti, ben kaldım. Salâh Birsel geldi yanıma ve ilgilendi. Şiir kitabımdan söz açtı. Arkadaş olduk. Uzun yıllar da arkadaşlık ettik. Çok şey öğrendim ondan. Nasıl mısra kurulur, şiirin bütünlüğü nedir, neler okumalı, nelere nasıl bakmalı, hepsini. Bilmediği, korktuğu (o yıllar öyleydi, herkes biraz çekinirdi hiç değilse) toplumculuktu. Bir gün (Yıl 1949) askere gidelim dedi ve gittik. Denize ayrılabileceğimizi söyledi. (Sonra o Heybeliada''da deniz teğmeni oldu, bense Ömerli köyünde topçu teğmeni). Lise mezunu olanlar Gelibolu''da hazırlık kıtasında iki ay talim görüyorlardı ayrıca. Önce Gelibolu'ya gittim. Ordaki sefaleti anlatmam için sayfalar dolusu yazmam gerekir. Şu kadarını söyliyeyim ki, orda burda şiir yayınladığım için çavuş çıkmaktan çok korkuyordum. O yıllarda serbest nazımla yazan şairlere komünist damgasını vuruyorlardı hemen. Yaprak dergisi çıkmaya başlamıştı. Onu bile Gelibolu'ya indiğim zaman alıyor, bir kuytuda okuyor, bazan O. Veli''nin bir şiirini ezberledikten sonra yırtıp kıta''ya dönüyordum.

İki ay bitti. On gün izinden sonra Ankara'ya gittim. Okula başladım. O sıralar yeni bir dergi çıkmıştı. Benim de bir şiirimi yayınladılar. Ataç merak etmiş, Salâh Birsel'e beni tanıştırmasını söylemiş. Sonra Salâh acele İstanbul'a gittiğinden biz Nahit Ulvi ile (öyle sanıyorum) gittik. Özen Pastanesinde oturduk. İlk sorusu "Ruhun içinin içi nedir?" oldu. Afalladım tabiî. Meğer Peyami Safa'nınmış bu cümle. Cevap veremedim ama kızdım. Beğendiğim şairleri sordu, ters cevaplar verdim. Herhalde benden hoşlanmamış olacak ki, biraz daha oturduk ve ayrıldık. Sıkıntılı okul hayatı yavaş yavaş eridi. Yalnız pazartesi günleri, Ataç''ın yazılarını okuyabilirdim Ulus gazetesinde. Başka gazete girmezdi okula. Bir gün Hürriyeti Seçtim kitabını getirdiler, isteyenin alabileceğini söylediler. Bir tane aldım. Tabiî Antisosyalist bir kitap. Yalnız bir cümleye takıldım, bir amele, bilmem kaç yaşında emekliye ayrılmıştı... Hafta sonları Üç Nal lokantasında içerdim, oraya arada gelen O. Veli'yle tanışmak umuduyla. Sonra Kaynak dergisinde, buluşurduk yeni tanıdığım arkadaşlarla. En yakın arkadaşım çavuş çıktı. Bir gece alıp götürdüler. Ne de olsa insan bilmeden de arkadaşını seçebiliyor. Altı ay süresince o kadar laf ettik de, fikirlerini söylemedi. Mehmet Kemal'i devre ortasında götürdüler zaten. Sanırım 40 kişi kadar çavuş çıktı o devre. Evet, askerlik bitti.

İstanbul'dayım. İşten eve evden işe. Arada bir Beyoğlu'na tabiî. Artık bir yığın sanatçı tanıyorum. Salâh, Alp Kuran, Nermi Uygur filan içiyoruz bazan da. Şiirlerim Yenilik'te yayınlanıyor çoğun. Salâh götürüyor tabiî. Bir gün Şato'da (eski Mazarik) Hüsamettin'le tanışıp aynı masada oturuyoruz biraz. Bir şiirim çıkmıştı Yeditepe'de. Bana, "Böyle ince şiirler yazdıkça getir"diyor. Ondan öyle Yeditepe'nin yazarı oluyorum. O. Kemal, M. Buyrukçu, ben bir üçlü oluyoruz. Sonra bizim M. Eloğlu ile arkadaşlık kuruyoruz. Degüstasyonda içmeler başlıyor. Yıllar akıyor böyle böyle. Sonra Turgut, Cemal, İlhan Berk... Ve sonra? Sonrası iyilik güzellik.

Hayatımda en önemli olay: Kapalıçarşı yangını. Dükkanım yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım. Ve Jak (ortağım) anlayışlı davranmasaydı.

İşte böyle Reis, kitaplar, şiirler ortada. Soracağın bir şeyler olursa yanıtlarım. Bütün bunları yazarken aklıma o kadar çok şey geldi ki, hepsini yazsam kitap olurdu. Bu kadarıyla yetinelim şimdilik. Bir de şu var: bu yazıdan yararlan ama, gerekli olsa bile koyma yazının içine. Bir renk, bir koku gibi kalsın sende. Sevgiler, selamlar Reis.

Edip Cansever






31

24 Ağustos 2010 Salı

Tanrıya Karşı Söylev - Marquis de Sade


Hayal mahsulu ve işe yaramaz varlık, adın bile yeryüzünde hiçbir politik savaşın döktüremeyeceği kadar kan akıttı. İnsanlar çılgınca umutları ve gülünç korkularıyla ne yazık ki seni hiçlikten çıkartmaya cüret ettiler; keşke geri girsen o hiçliğe! Sen insan soyuna eziyet etmek için çıktın ortaya yalnızca. Senden söz etmeyi aklından geçirmiş ilk sersem boğazlansaydı, yeryüzünde ne çok cinayet engellenirdi! Varsan göster kendini! Benim gibi zavallı bir yaratık sana hakaret etmeye cüret etti, sana meydan okudu, seni hiçe saydı diye, senin mucizelerini inkâra kalkıştı ve varlığını alaya aldı diye acı çekmeye kalkma sakın, sözde mucizelerin beş para etmez uydurukçusu! Var olduğunu bize kanıtlamak için bir mucize göster! Göster kendini;......


Tanrıya Karşı Söylev Marquis de Sade Çeviri: Işık Ergüden Versus Kitap, Ağustos 2009

Zebrail - Alexandre Jardin


Baba On yedi yıl süresince, kendimi senin oğlun olmadığıma, kanının bana kadar inmediğine inandırmaya çalıştım. İnatla, aramızda ortak olan özellik ve atılımları kişiliğimden silmeye çalıştım; ve içimde senin özsuyunun tomurcuklanmalarının fışkırdığını duyar duymaz, kendimi en ateşli isteklerimden, sana özgü olan ve benim uzlaşamadığım şu takla anlayışından sıyırdım. Kişiliğimdeki düşçülüğü tümden uzaklaştırmayı başaramadıysam da durmamacasına körlettim. Sert bir biçimde, Jardin olmayı yasakladım kendime, kendimi düzeltmeye, bana bıraktığın şu çılgınlık fazlalığından kurtulmaya çalıştım. Yaşamım bunlardan ne denli yoksunsa, romanlarım o denli canlılık, sevinç ve özgürlük doluydu. Taşkın kişi yaratılışıma uymak beni öylesine korkutuyordu ki tümüyle katılıktan, güzel önlemsizliklerin yadsınmasından oluşmuş bir başka doğa uydurmuştum kendime.
 
* Alexandre Jardin Zebrail Can Yayınları

20 Ağustos 2010 Cuma

Karl Marx'ın Paul Lafargue'a Mektubu / Karl Marx

Friedrich Engels, Karl Marx ve karısı Jenny, çocukları Laura ve Eleanor

Azizim Lafargue,

Aşağıdaki gözlemleri yapmama izin vereceğinizi umuyorum:

1. Eğer kızımla olan ilişkilerinizi sürdürmek istiyorsanız, "kur yapma" yönteminizi yeniden gözden geçirmeniz gerekir. Gayet iyi biliyorsunuz ki, henüz verilmiş bir söz yoktur ve hiçbir şey de kesinleşmemiştir. Hatta Laura, sizin usulüne uygun şekilde nişanlınız olmuş olsaydı, yine de söz konusu işin uzun vadeli olduğunu unutmamanız gerekirdi. Çok fazla bir samimiyetin alışkanlıkları iki sevgilinin çetin tecrübeler ve ıstırap anlarıyla dolu olarak geçirecekleri ve zorunlu olarak da uzun bir süre aynı yerde oturacakları oranda yön değiştireceklerdir.

Yalnızca bir haftanın jeolojik devresi içinde, bir günden diğerine değişen davranış değişikliklerinizi dehşetle izledim. Fikrimce, gerçek aşk, ihtiyat, tevazu ve hatta aşığın putuna karşı olan çekingenliğinde ortaya çıkar; fakat asla ihtiras içinde kendini kapıp koyvermeyle ve vaktinden önce gelişen bu samimiyetin gösterileriyle değil...

Eğer melez mizacınızı müdafa edecekseniz, kızımla davranışlarınız arasına aklımı koymak da benim görevimdir.Eğer onun yanındayken, Londra meridyeniyle uyan bir şekilde sevmeyi bilmiyorsanız, onu uzaktan sevmeye rıza göstermek zorunda kalacaksınız.

2. Laura'yla olan ilişkilerinizi kesin olarak düzenlemeden önce, ekonomik durumunuz üzerine ciddi açıklamalara ihtiyacım var. Kızım işleriniz hakkında bilgi sahibi olduğumu zannediyor. Halbuki yanılmakta. Bu sorunu şimdiye kadar ortaya atmadım çünkü kanımca bu girişimin sizden gelmesi gerekirdi. Biliyorsunuz ki, elimde avucumda ne varsa hepsini ihtilalci savaşta tükettim. Buna pişman değilim. Tersine, eğer yeniden hayata başlama durumunda olsaydım, yine aynı şekilde hareket ederdim. Yalnız, evlenmezdim. Gücüm yettiğince, anasına hayatı zehir eden zorluklarda kızımı kurtarmak istiyorum. Bu iş benim doğrudan müdahalem olmaksızın (bu benim açımdan bir zayıflıktır) ve size olan dostluğumun kızımın hareketlerini etkilemeksizin hiçbir zaman bugünkü haline gelemeyeceğine göre, üzerimde ağır bir şahsi sorumluluk taşımaktayım.

Şu anki durumunuza gelince, aramadığım, fakat buna rağmen elime geçen bilgiler pek tatmin edici değil. Fakat bunu bir kenara bırakıyorum. Genel durumunuza gelince, henüz öğrenci olduğunuzu, Fransa'daki kariyerinizin Liege olayı nedeniyle yarı yarıya kırılmış bulunduğunu, İngiltere'ye alışmanız için en gerekli araç olan dilin sizde çok eksik bir unsur olduğunu ve en iyi halde bile başarı ihtimallerinizin (?) ne kadar şüpheli olduğunu biliyorum.

Gözlemlerimden çıkardığım sonuca göre, ateşli faaliyet başlangıçlarınıza ve iyi niyetinize rağmen, tabiat olarak çalışkan değilsiniz. Bu şartlar dahilinde, kızımla birlikte hayat gemisine binebilmeniz için size dışarıdan destek gerekecek.

Ailenize gelince, hiçbir şey bilmiyorum. Bir miktar zenginliğe sahip olduklarını farzetsek bile, bu onların sizin için fedakarlığa katlanmaya pek hevesli olduklarını kanıtlamaz. Hatta onların sizin bu evlilik projenizi nasıl karşıladıklarını bile bilmiyorum.

Tekrar ediyorum, bütün bu noktalar hakkında bana olumlu açıklamalar gerekiyor. Zaten hayata gerçekçi şekilde bakan siz de, kızımın geleceğine iealist bir görüş açısından bakmamı beklemezsiniz. Şiiri ortadan kaldırmayı düşünecek derecede müsbet bir kişi olan sizin, kızımın zararına olacak şekilde şairane davranışlarda bulunmamanız gerekir.

3. Bu mektuptan doğabilecek bütün yanlış anlamaları önlemek için, size şunu bildiririm ki, hemen şimdi evliliği akdetme iktidarına sahip olsaydınız bile, bu yine olmazdı. Kızım redderdi. Ben de bizzat bu işe itiraz ederdim. Evlenmeyi düşünmeden önce olgun bir adam olmanız ve hem sizin hem de kızım için uzun bir tecrübe devresi gerekiyor.

4. Bu mektubun sırrı ikimizin arasında kalırsa çok memnun olurum.

Cevabınızı bekliyorum.

En iyi dileklerimle,
Karl Marx.

Çıkmazın Güzelliği - Turgut Uyar


Sorun, şiirin üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. Bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu.

Şiirimiz, -dolayısıyla edebiyatımız, çünkü ülkemizde edebiyatın, hatta bazı toplumun bir çok sorunları, açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir. Belki de sağlam düşünce zemini kurulmamış bütün ülkelerde böyledir bu- gerçekten bir çıkmazdadır. Nasıl ki Nazım  sonrasında da, Orhan Veli sonrasında da çıkmazda idi. Çünkü şiirin çıkmazı, yukarıda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplum çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. (Belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. Rahat işleyen şiir kuşku vermelidir. Belki yaşanandan geride kalmıştır onun için. Divan şiiri hiç çıkmaza düşmedi, Hiç değilse Tanzimata kadar düşmedi. Çıkmaza giren insan’la sarsıldı ve eskidi. Hece geride kalmayı kabullenerek başladı, onun için çıkmazda değildi. Sık sık dalgalanan, dalgalanmaları büyük bir toplumda, toplumu, yaşanandan değil, bir çeşit vocabulaire’den kovalıyordu, sunulmuş sözcüklerden izliyordu. Buna boyun eğmişti).

Şiir çıkmazda. Şimdiye değin, ne romanın, ne tiyatronun, ne sinemanın izleyemediği, anlayamadığı bir çıkmazda.Belki yalnız öykü’nün farkına vardığı bir çıkmaz.

Bu çıkmazın en önemli sebeplerinden biri, şiirin kendi sebep ve sonuçları (denebilirse bir çeşit otofaji) ise, öbür nedenleri arasında, toplumsal koşulların, toplumsal dayanakların değişmesi, yani insanın, insanın alıp veremediklerinin, insan ilişkilerinin değişmesi ise, önemli bir başkası da: geri, sorunsuz, bilinçsiz gelişen insanın, dolayısıyla şiirin imkanlarına kadar anakronik bir ortamın ve buna bağlı bir şiir ortamının türemesidir. (Bu ortamın bahse deymeyecek kadar önemsiz, etkisiz olduğunu söyleyecekler çıkabilir. Önceleri biz de böyle düşünüyorduk. Ama şiir kendi başına yaşayan, soyut bir yaratık değil. Geldiği sebepler, seslendiği, seslenmek zorunda olduğu yerler var. Ülkemizde daha bir süre, sözü edilmeye deymeyen şeyleri yılmadan ortaya koymak, tartışmak zorundayız. Herkes, savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin, budalaca çetinliğini bilmek, hesaba katmak zorundadır.)

Her beğenin bir ortamı, her tür şiirin bir alıcısı vardır. Yapılmakta olanı kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. Ama budalaca aşk şiirlerin, budalaca biçim denemelerinin birdenbire yarattığı ortama, ses çıkarmamaya, görmezden gelmeye pek katlanamıyor insan.

Şiir çıkmazdadır. Bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır, Toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor. Ülkemizde en azından birtakım kavramlarla yeni yeni karşılaşıyoruz. Şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.

İnsanın doğasıyla şiir değişiyor. Bu değişme ancak değişmenin ve değişenin, eskimenin ve eskiyenin farkına varmakla izlenebilir. Bilgi şartı yanında bunları ayırt etmenin asgari baz’ı sağlam bir duyarlılıktır.Yüzyılımızın bütün gereçleri de bunu sağlamaya elverişli üstelik. 1930’un eksik idealizm’i 1940 realizm’i ve 1950’nin hastalıklı romantizm’i ile bugünün insanın betimlemek mümkün değil.

Evet şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Ama bütün sorun bir çıkmazın bilincine varmakta. Şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz.

Çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye, uygunluğa, çağdaş şaire ve insana yeni bir imkandır.

Jean Luc Godard - Sinemada Akşam Oluyor

Pound'un Hafızası'ndan


42. Pound'un Hafızası'ndan: Başarılı bir doktora öğrencisi bir gün ünlü bilim adamı Agassiz'e (1807-1873) geliyor. Agassiz öğrencinin önüne küçük bir balık koyup onu tanımlamasını istiyor. Öğrenci "Bu bir güneşbalığı" diyor. "Onu biliyorum," diyor Agassiz. "Bana onu yazarak tarif et." Öğrenci, birkaç dakika sonra elindeki kâğıda Ichtus Heliodiplodokus, Heliichtherinkus familyası filan yazmış geliyor, herşeyi sular seller gibi biliyor yani. Agassiz ne istediğini tekrarlıyor. "Balığı tarif et." Öğrenci dört sayfalık bir deneme yazıyor. Agassiz öğrenciye balığa bakmadığını, bakması gerektiğini söylüyor. Üç hafta sonra balık neredeyse kokmuş ayrışmışken öğrenci balık hakkında nihayet bir şeyler öğrenebiliyor. "Hiç kimse," diyor Ezra Pound. "Bu anektodu anlamadan modern düşünceyi anlayamaz."

AHMET GÜNTAN 'ın Parçalı, Ham. Taşıyıcı Monoloğundan.

17 Ağustos 2010 Salı

Tanımsız Şiir - Alain Bosquet



Şiir, boğazın orta yerindeki bu ülser.
Şiir, kafatasını temizleyen bu akbaba.
Şiir, aklını yitirdiğin bu poker.
Şiir, gerçeklikten bu kaçma ödevi.
Şiir, sözcüklerin birbirini öldürdükleri sessizliğin.
Şiir, bu çığırtkan ve etobur çiçek.
Şiir, derinin altında yatan bu kızkardeş.
Şiir, en tatlı şeylere edilen bu küfür.
Şiir, sevecenliğin dibindeki bu isyan.
Şiir, görünür krallığı reddedişin.
Şiir, sana kuşku şırıngalayan bu zehir.
Şiir, ağaçları deli bu bahçe.
Şiir, artık hiçbir şey öğrenmemek için aldığın ders.
Şiir, doğduğun okyanusa dönüşün.
Şiir, senden başkası olma mutluluğun

Türkçesi: Aytekin KARAÇOBAN

12 Ağustos 2010 Perşembe

Serüven - Cemil Yüksel



buradan aynı oltaya tutuluyoruz kesin
ben ucundaki yemi yakaladım
açtık ne de olsa sen arkadan geldin
kendi açlığımız mutlak yeni açlıklar için besleyici
yara gibi asılı kaldığımız o çengelde
ağrı ve korkuyu tüm gücüyle savurmak ister gibi
gezdiğimiz akıntılardan kalan anılarla
elveda demesini hızla öğrenmiş kuyruğum

kurulacak sofralar şarkı sözleriyle
akşam eğlencesine ne güzel konuklarız
kalkıp masayı düzeltiyorlar, öncelikle onu
bardakların neşeli soluğu doluyor odaya
başlıyor parıltısı yüzlerinde yeni öykülerin

şenlikli bir mezara seçildik hiç bilmeden
yüzgecinden güç ver yan yatırılmış gövdene
tamamla sevinçleri bir kadınla bir erkekten.

Onaltıkırkbeş Dergisinde 2010 yılında yayınlanmıştır.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Folklor Şiire Düşman / Cemal Süreya


Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. François Villon'dan, André Breton'a, Henri Michaux'ya bir çizgi çekelim, bu işin nasıl bir evrim sonucu doğduğunu göreceğiz. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken, bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyle yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısmdayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır.
     Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır. Tek yönlüdürler. İşlemleri, güçleri, bir bakıma uyandıracakları çağrışımlar bellidir. Ne olsa değişmeyecektir. Bu kelimelerin meydana getireceği şiirlerle, mısralarmdan meydana gelen şiirler arasında pek büyük bir ayrılık göremiyorum. Çünkü ikisinde de şairin işi kelimelerle değli, kelime bloklarıyla oluyor. Oysa Braque'm resim üstüne söylediklerini şiire uygulamakta bir sakınca görmeyerek diyorum ki: Şiirde asıl olan 'hikâye etmek' değil, kelimeler arasında kurulacak 'şiirsel yük'tür; Braque'm lafıyla anekdotik değil, poetik. Çıkış noktamızı buradan alırsak, dosdoğru, folklorun şiir için kaçınılması gereken bir tehlike olduğu sonucuna varabiliriz. İşin nedeni şurada: Halk deyimlerinde yerleşmiş, birbirine bağlanmış kelimeler arasında yeni bir yük, yeni bir bağıntı kurmak söz konusu olamaz. Nasıl olsun ki, bu kelimeler zaten kıpırdamaz bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar, alacakları yükleri zaten önceden almışlardır. Orhan Veli kuşağı şairleri yenilikten sonra daha çok dilin görünür imkânlarını denediler. Bu arada Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir kısım şairler de, geniş ölçüde, belki en görünür imkânlar olan halk deyimlerine, folklor temlerine yöneldiler. İyi olmadı bu onlar için. Köşelere takılıp kaldılar. Oktay Rifat 'sanat endüstrisi' pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kaldı. Bedri Rahmi'ye gelince, o onu da yapamadı, iki üç kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu. Oysa bu şairler başka alanlara yönelmesini bilselerdi şiire daha faydalı, daha verimli olacak kişilerdi.
     Folklordan kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanım şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, 'Kızılırmak Kıyıları'nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.
     O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı. 'Kızılırmak Kıyıları'nın bir soyutlanmış güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi salt Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya ait olmasından dolayı kazandığı güzellik. (Hatta ben yalnız ikincisi var diyorum ya neyse!) İkisi birbirini tamamlıyor, ikincisini aynı zamanda Fazıl Hüsnü Dağlarca değil de bir başka şair yazsaydı ne olurdu? Şu olurdu herhal: Şiir güzel olmazdı, ya da hiç değilse o kadar güzel olmazdı. Kendinden çok, şiir yitirirdi. Diyeceğim, kişilik bugün şiirde bunca önemli bir yer tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan'a, Emrah'a, şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden folklora yanaştığını düşünün, bu derinsizlik, sığ alanda bizi allak bullak edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum. Hem Max Jacob'un kaprislerini, hem Jules Supervielle'in incelikli mısralarını bir arada barındıracak folklorun alnını karışlarım ben.
     Şiirde de azalan verimler kanunu var. Dil bir açıdan işlendikçe o alanda elde edilen verimler bir noktadan sonra azalmaya başlıyor. Bu, bir bunalıma yol açıyor. Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep. Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin imkânlarıyla başbaşayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan Berk'te, Turgut Uyar'da, Edip Cansever'de, bunun ilk güzel örneklerini gördük. Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yan yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor. Genç şairler hep bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrimdi. Her evrim gibi haklı ve zorunlu.
 
Cemal Süreya (A dergisi, Ekim 1956)

Düşmüşlüğün Tahlili / Cioran





Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin cellâdıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil, her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennet'in en eski ve en gündelik inkârı olan diyalog yoluyla peşkeş çekmekten ibarettir, insan, aktarılamayan Kelâm'ın sonsuz vecdi içinde yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için kelimeler ve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına konuşan kişi ise daima bir sahtekârdır. Siyasetçiler, reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes üçkâğıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın, tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde koparılan patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri...

Çürümenin Kitabından

Çavdar Tarlasında Çocuklar / Jerome David Salinger


Her neyse, o manyak topun yanında kıçım dona dona dikiliyor ve maça bakıyordum. Yalnız, maçı pek izlemiyordum. Orada öyle takılmamın nedeni; kendimce bir çeşit veda duygusu yaşamaya çalışmamdı. Birçok okuldan, birçok yerden ayrıldım, ayrıldığımı anlayamadım. Bundan nefret ediyorum. Ayrılışlarım acıklı, hatta kötü olabilir, ama bir yerden artık ayrılıyorsam bunu anlamak istiyorum. Bunu anlamadığınız zaman kendinizi daha kötü hissediyorsunuz.

23 Temmuz 2010 Cuma

Gülünesi Aşklar - Milan Kundera


"Her zaman dürüst biri olduğunu, bununla da gururlandığını biliyorum. Ama kendine tek bir soru sor: İnsan niye gerçeği söylemek zorunda? Bizi böyle yapmaya zorlayan ne? Sonra içtenliği niçin bir erdem olarak görmemiz gerekiyor? Farz et ki, bir balık olduğunu, bizim hepimizin de balık olduğunu ileri süren bir deliyle karşılaştın. Onunla tartışır mısın? Ona yüzgeçlerin olmadığını göstermek için önünde soyunur musun? Yüzüne karşı ne düşündüğünü söyler misin? Hadi, söyle bana!"


Ağabeyi susuyordu; Edward sözlerini şöyle sürdürdü: "Ona yalnızca gerçeği, onun hakkında gerçekten düşündüklerini söylersen, bu, bir deliyle ciddi bir tartışmaya girmeye razı olman ve senin de deli olduğun anlamına gelir. Çevremizdeki insanlar konusunda da aynı şey söz konusu. Gerçeği onların yüzüne karşı söylemekte ısrar edersen, onları ciddiye alıyorsun demektir. Bu kadar önemsiz bir şeyi ciddiye almak ise insanın tüm ciddiyetini kaybetmesi demek. Ben, delileri ciddiye almamak ve kendim de delirmemek için yalan söylemek zorundayım."


Gülünesi Aşklar - Milan Kundera

22 Temmuz 2010 Perşembe

Düşüncenin Şiiri / Edip Cansever


Valery şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunur. "Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır" sözü de oldukça ün kazanmıştır. John Ciardi'nin de bir sözü varmış, yeni öğrendim : "Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil eder," diyor. Ben bu yargılardan şunu çıkarıyorum : Demek oluyor ki şair, en önce bir özümleyici; kendinde var olan bir şiir ortamına, ya da bir şair duygusallığına bazı düşünceler katmadan edemiyor; onlarsız yürütemiyor şiirini. Ayrıca, önce edindiği, sonra da şiirine ulaştırdığı bu düşünceler yok mu, onları gizleyip belli belirsiz bir hale getirmeyi de ustalık sayıyor. Okuyucuya gelince, onun durumu başka : O şairin düşüncelerinden çok, bu düşünceleri saklayan duygularla oyalanıyor. Şiir diye yüzeyde kalan bir görünüşü benimsiyor. Böylece duygulandırma dediğimiz, şiirin herhangi bir niteliği değil de, şartı olup çıkıyor.
Burada şöyle bir soru geliyor insanın aklına : İyi ama şair için düşünce bu kadar gerekliyse onu duygular haline getirmenin, daha doğrusu düşünceyi duygularla sindirmenin ne gereği var? Şair böylesi bir davranışla neyi savunmuş oluyor? Şiiri mi yoksa bir başka şiir türünü mü? Yani düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya da şair ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu?
Bu soruları öyle bir iki cümleyle yanıtlamak kolay değil. Değil ya, gene de bir çıkar yol bulmak elimizde. O da şu : düşünceyi örtmek alışkanlığı yerine, onu açığa çıkarıp, şiirsel mutluluğa bu yoldan varmayı denemek. Yani düpedüz "düşüncenin şiiri" ni bulmak, onu yaratmak...
Bakıyoruz da, şiir ilkin düşünmekle başlıyor. Hatta şiir denen olayı, ancak bazı düşünce yöntemlerinin yardımıyla ortaya çıkarabiliyoruz. Üstelik bilimin, felsefenin sanatla bunca kaynaştığı günümüzde, düşünceyi eski bir şiir alışkanlığıyla örtmek elimizden gelmiyor. Yani "düşüncenin şiiri" önce bir zorunluluğun şiiri oluyor.
Bana kalırsa şair de başka türlü davranmak istemiyor zaten.
O da asıl düşüncelerini söylemeye , bildirisini ulaştırmaya çalışıyor. Ne var ki, bunu yapamadığı, ya da yapmak istemediği zamanlarda , bazı kuramlar çıkararak, işini hem güzel, hem de yüce göstermenin yolunu buluyor.
"Düşüncenin şiiri" deyimi, önce düşünürlüğü, yani şairi bir düşünür olarak bellemek gerektiğini çağrıştırıyor. Ama bunu özcülükle karıştırmamak gerekir. Çünkü her biçimli söz, aynı zamanda bir özü de kapsayabilir. Oysa düşünü şiiri, özcü dediğimiz şiiri de kapsayabilecek bir bütünlüğün, bir güçlülüğün şiiridir.
Divan edebiyatından bu yana özcü diyebileceğimiz birkaç şaire rastlıyoruz. Ne var ki onları yapıtlarıyla değil de, tutumlarından ötürü değerlendirebiliyoruz. Örneğin Tevfik Fikret, Namık Kemal gibi şairler, daha çok devrimci, gönülleri toplumsal savaşlara yatkın kişilerdir. Yapıtlarını toplumsal düzensizliklere çevirmişler, şiirlerini bu uğurda bir araç olarak kullanmışlardır. Hatta kişilikleriyle, serüvenleriyle çağdaş Türkiye' de birer "myte" olarak anılagelmektedirler. Özcülüğün bir akım olarak belirmesine gelince, bunu da Orhan Veli - Melih Cevdet - Oktay Rifat öncesinin şiirinde aramamız gerekir. İşte o süre içinde yazılan şiirler, özcü davranışın en bilinçli, en etkin şiirleri olmuştur. Etkin diyorum, çünkü bu başlangıç Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinden ayrı bir çizgide süregelmiştir. Ama aynı özleri savunmak isteyen şairler, bu özleri belirleyen kelimeleri, deyimleri etkisiz birer simge haline getirmekte yarışmışlardır sanki. Orhan Veli bile - daha çok son şiirlerinde - bu akımdan payına düşeni almak istemiştir. Ne var ki yazdığı şiirlerde bir evrim değil de, alınmış bir karar egemen olmuştur. Giderek şunu da söyleyebiliriz : politik kaygılar, ama salt bu kaygılar yeni şiirin ustalarını sınırlamış bir bakıma iğdişlemiştir. Çünkü onlar özcülüğü bir aşama değil, amaç olarak bellemişlerdir. Böylece tekyanlı olmaktan kurtulamamışlar; yani politik anlayışlarını da kavrayacak bir bütünlüğe erişememişlerdir.
İşte bu birkaç davranışın dışındaki şiirimizse biçimciliğin, ya da aşırı biçimciliğin şiiri olmuştur. Kişilikler bile biçim değişimlerinin kişilikleridir. İşte ne Ahmet Muhip' e bakarak Cahit Sıtkı'yı yadırgayabiliyoruz., ne de Cahit Sıtkı'yı okuduktan sonra bir Sabahattin Kudret'i, Necati Cumalı'yı...Nedim'le Şeyh Galip'i, Yunus Emre'yle Karacaoğlan'ı bile hep böyle düşünmek gerekir. Bugün bile ilk kitaplarını yayımlamış bulunan Kemal Özer' in, Ece Ayhan' ın kendinden öncekilerle bir çatışmaları olduğu söylenemez. Bütün bu ufak tefek ayrımlar, bir biçim ayrımından, dolayısıyla kısa bir öz başkalığından öte nedir ki?..Yurdumuzda düşünürlüğünden ötürü kişilik yapmış; biçim anlayışını, duygu fazlalığını bu yolda harcamış şair var mıdır, bilemiyorum.
Şimdilerde şiirde yenilik sevinci, ya da yenili sözünün bunca edilir olması bütün bu sorunları batırıyor. Kendi dünyalarımızı, kendi alışkanlıklarımızı kınayamıyoruz. Üstelik bu alışkanlıklar da, şiir geleneğimizden doğan alışkanlıklar. Yani bir sürü biçim formülleri, sonra da bu biçimlerden elde ettiğimiz yeni biçimler...Ionesco, bunu sahneye uygulayarak şöyle diyor : "Sahneye söz koymak..." Yani söze yüklenen duygular, düşünceler bir yana; sözü, sahne içinde nonfigüratif biçimler haline getirme çabası...Günümüz şiirini de bir sürü öğelerden soyarak, "sözlerle yeni biçimler kurmak" diye tanımlayabilir miyiz, bilmem. Tanımlasak da, böylesi bir kahramanlığa, sonu "çıkmaz yol" olan bu uğraşa kaç sanatçının gönlü yatar acaba? Ama biz ne dersek diyelim, şiirimizde bir aşırı biçimcilik dönemi başlamıştır. Sebepleri ne olursa olsun, bu gerçeği görmemezlikten gelemeyiz. Ne var ki, nu arada, belli belirsiz kıpırdanmalar da yok değil. Son günlerde "Değişik kişilikler" deyimlerinin söz konusu olması da bunu anlatıyor. Çünkü değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle, düşünme yöntemleriyle kurulur. Bu da bir düşünü şiirine geçme eğilimini gösterdiği gibi, "sözlerle biçimler koyma" nın bir iki şairden fazlasını kaldıramadığını da tanıtlar.
Ben ayrıca duygudan, biçimden düşünce adına yararlanmayı, kendi gerçeklerimize de uygun buluyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim : Batının şiir dünyasında yeri olan, ya da Batı şiirine etkin bir Türk şiiri yaratmak istiyorsak seçeceğimiz yol bu olmalıdır. Orhan Veli ve arkadaşları "halkın şiir zevkini" bulmaya yöneldiler başardılar da. Bize gelince, bütün bu davranışları kapsayabilecek bir anlayışla yazmamız gerekiyor. Galiba "zor şiir" dediğimiz de bundan başkası değil.
"Batının şiir dünyasında yeri olan şiir" derken, şimdilik sadece Batıya özendiğimizi söylemek istiyorum. Oysa onların gerçekleri bambaşka. Şiirleri de çeşitlilik ve değerlilik bakımından yüklü. Salt toplumsal kaygılarla yazan şairleri bile, çeşitli görüşleri savunup tartışıyorlar. İşte bu çeşitlilik içindeki her davranış da toplum katında bir anlam kazanıyor. Örneğin "Gerçeküstücüler"in çıkışı, toplumsal yasaklara, baskılara bir başkaldırma olarak değerlendirilmedi miydi? Gene İkinci Dünya Savaşı'nda aşk şiirlerine düşen Fransız şairleri yanında; emperyalizme, insan haklarının çiğnenmesine kafa tutan şairler de yok muydu? Ama bu iki davranışın da tek bir simgesi vardı denilebilir: Dayatmak!..Biri aşkla, öteki kavgayla... Bize gelince , şiirimizi sarmış bulunan "aşırı biçimcilik" sadece" sadece Batıya öykünme diye yorumlanabilir. Hele son günlerde dergilerimizi kaplayan şiirler Batıyı iyi bilen bir avuç aydını bile doyurmaktan uzaktır. Batı şairlerinin tutumları, yöntemleri elbette önemlidir; ama sadece önemli... Rus şiirinin ekininin, önderlerinden olan Puşkin bile, Batıda, öteki rus yazarlarından daha az sevilmiş, daha az yadırganmıştır. Çünkü Rusya'da, Puşkin kadar Batı zenginliğinden yararlanan bir yazar daha gösterilemez. Oysa bu yazar edindikleri, kendi toplumunun gerçekleriyle bağdaştırmasını da bilmiştir. Bizimse böyle bir sorunumuz yok! Melih Cevdet'in de bir yazısında belirttiği gibi,şiirimiz, Doğunun etkisinden kurtulmuş, bu kez de Batı şiirine sığınmıştır. Hem de nasıl; Batının şiir anlayışına vardıktan sonra,bundan kendi gerçeklerimize uygun bir sonuç çıkararak değil de, doğrudan doğruya bir şiir ithaline girişmekle...
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum : Evet, şiir biçimdir; değişik biçimler yaratma sanatıdır. Ama ben, şimdilik buna inanmak istemiyorum.


Edip CANSEVER (Yeditepe, 16 Temmuz 1959)

Olivier Brun - Alain Bosquet Söyleşisi



Olivier Brun: Tam gün şair olunur mu?

Alain Bosquet: Daha ziyade sürekli şiir durumunda, tek amaca yönelik yazı aşamalarıyla belirsiz, açıkça görünmeyen bir durumda olunur diyeceğim: bu, oldukça şiddetli bir kendiliğindenlikle kağıdın üzerine dökülen bir şiirin -ya da bir şiirler bütününün- ortaya çıktığı dönemdir. Demek ki daha çok şiirsel belirmeler söz konusudur. Ayrıca şiir mesleğimde bir delik vardır: 1951-56 yılları arasında ne şiir yazdım ne de yayınladım. Romanlar yazma dşüncesine kapılmıştım. Otuz beş yaşındaki bir adam için altı yıl uzun bir süredir. Ve Premier Testament (ilk Vasiyetname) adlı yapıtımı yayınladığımda şiirin on iki heceli dizelerle, düzenli bir biçimde olacağına -yoksa metin mi benim için karar verdi?- karar verdim. O dönemde kimse böyle bir şey yapmıyordu. Daha çok bir tiyatro düşüncesi gerekiyordu: bir yumruk darbesiyle başlamak! Metnimi geliştirmek için bir saldırı ekseni arıyordum, geç belirdi: birinciyle ikinci dize arasında iki ay geçirmem gerekti. Hiçbir şey kendiliğinden gelmedi, şiirler ancak ateşli ve sistematik bir bekleyiş olduğu için kendilerini bana dayattılar. Bir formül aradığım içindir ki ilk dizeler çıktı: "Elmaya elma dedim yalan dedi bana." Henüz nereye gideceğimi bilmiyordum, ama bunun ayakta kalacağını duyumsuyordum. Bu tek başlangıçtan hareketle bir kitap yazılabilir... Ve bütün bunlar ne demektir? Bu demektir ki nesne, doğa, evren olan elma -günah elması, meyve ağacı değil, kısaca bu besleyici, sade ve evrensel olan elma- benim adlandırdığım, neredeyse dinsel anlamda vaftiz ettiğimdir. "Yalan dedi bana": bütünlüğü içinde, elmayla simgeleştirilmiş evren, tartışma konusu edilecek olandır. Bir elma konuşmaz; ancak ben, yeryüzünde ilk insanım -bu bir ön gerçektir-, konuşan ilk insanım, o zaman koşullar hesaba katılmadan onun bana yanıt vermeye hakkı vardır. Bana "yalan" diyerek insanın haklı olmadığını, hiçbir şey bilmediğini bana belirtir. Ve bunun ötesinde istenen yere gidilir: bütün olanakları açan kusursuz bir dizedir. Elbette hem yazarın hem de okurun izledikleri kuralları yaratmak ve onlara saygı göstermek koşuluyla. "istediğiniz yere gelin, ama smokininizi giyin!"

Olivier Brun: O zaman şu düşsel şeyler yaratma gereksinimine geri dönüyoruz...

Alain Bosquet: Evet, insanın insanı yeniden yaratması benim için çok değerli. Ayrıca bu, açıkça söylemediğim aktöreciliğim olacaktır denilebilir; bununla birlikte nedeni ve nasılı kuşatmadan evrende uzağı görecek durumdayız. Bilimin felsefesi yoktur ve insanın bir başarısızlıkla karşı karşıya kaldığı gerçektir: evrimi aktörel değil, teknik olarak kalmıştır. Barbarlık değişmedi. internet'te Vladivostok'la söyleşirken bir sigara içersiniz, tamam. Ama insanın temeli değişti mi? Pek değil... Elbette yasalar yaratıldı, ama acımasızlığın yasaları zamanla gelişti. Dünya daha iyi olsaydı, dinin var olma nedeni kalmazdı; bu, 19. yüzyılın başarayazdığı, baramadığı şeydir.

Olivier Brun: Şair insanı daha iyi yaratmak için kendini mi yaratmak zorundadır?

Alain Bosquet: Şair, -yunancada yaratıcı, yapan kişi- sitenin dışına sürgün edilmelidir, çünkü onu tartışma konusu etmektedir. Ancak, şunu kendisine "Yoksa insan değişik miydi?" sormalı, sonra da okuru bu anlamda itmelidir. Belki de işte tek aktöre: şair -yaratıcı- daha iyi bir dünya ve başka bir insan yaratmak zorundadır. Dinler bununla ayrıca uğraşıyor: kanıtlanamaz, doğal olmayan, ne yazık ki herhangi bir cennetten çok uzak yasalar yaratma hakkını kendilerine mal ediyorlar. Örneğin, nedir şu erkekle kadın hakları arasındaki dinsel farklılık? Ne ki şair özgür kalmalı ve yaratmalıdır. Okura gelince, şiirin söz konusu olup olmadığına karar vermelidir -kabulün ve reddin asıl temeli buradadır, okur, okumaları üzerinde mutlak bir hakka sahiptir- ve kendini en yüksek noktada duyumsama durumunda olup olmadığına bakmalıdır: bir şiiri okurken, ona olduğu gibi var olma erkini verir.

Olivier Brun: "Kendini en yüksek noktada duyumsayan okur": tinsel bir yükseliş anlamında mı?

Alain Bosquet: Daha çok bir bilince varış durumu. Şiir özgürlük sağlar. 19. yüzyıldan bir roman alırsanız, Flaubert ya da Stendhal'ı, neyi okursanız okuyun, roman zaman içinde yer alır: hep alınan yollar, eylemler ya da belirli bir zamanda yapılan yer değiştirmeler söz konusudur. Buna karşın Shakespeare'ın bir sonesini, Villon'un bir baladını ya da Joachim du Bellay'in bir şiirini okuyun, zaman yoktur. Ve bunların eskimesi şu ya da bu sözcüğün artık kullanmadığından ya da eskidiğindendir. Ne ki şiirin büyüsü, içimizde şiirin zamanının uzatması dediğim şey, şairin ve şiirinin eskimesinden daha fazla eskimez. Bununla birlikte bazı yazarlarda zamanla yapılan, ama çabucak, yaklaşık yarım yüzyıl sonra kendiliğinden harekete geçen bir seçme vardır. Bu seçmeyi geçmeye görsün! Şiirin zamanı uzar ve zamanla değişmeyene dönüşür. Bu konuda son olarak şu örneği vereceğim: 1870-1914 yılları arasında Fransa'ya egemen olan uzun toplumsal ve siyasal kalkınma sırasında düzyazı yazarları kimlerdi. Anatole France, hala biraz okunan tek kişi. Peki Marcel Prévost? Paul Bourget? Kim oldukları bile bilinmiyor. Peki yenilikler getirenler, yaratıcılar, şairler kimdi? Apollinaire, Jarry, Valéry, Péguy ve herkesin adını bildiği ve okuduğu öteki şairler. Ve yalnızca zaman seçme yaptı. Voltaire yaşadığı dönemde büyük bir şair olarak değerlendirilmişti: sıfır! Elli yıl sonra kendini aktöreci olarak dayattı, iyi ki gerçek yeniden oluşturuldu. Zaman kendi işini gördü.

Olivier Brun: Burada bir çelişkiye değineceğim: şair nasıl zamana bağlı olmayan yanı ve daha güncel olanla gündeliğin içine sokmayı uzlaştırabilir? Nasıl kendisinin çağdaşı olabilir?

Alain Bosquet: Akıl her şeyi yapma yeteneğine sahiptir! Bu çok doğal. Ortalama bir Fransız, dinini uygulayan bir katolik alın. Asgari ücret kazanmakta, kırmızı şarabını içmekte, patates kızartmasıyla etini yemekte, akşam evine dönmekte, karısını dövmekte ya da öpmektedir. Ayın sonunu zor getirir, ama kiliseye gitmeyi eksik etmez. Kilisede fazla ışık yoktur, tanımadığı biri, tanrının temsilcisi ya da aracısı bir tip ona ayet okutmakta ya da pek anlamıdığı sözcüklerle kendisine aktöre söylevi çekmektedir; bununla birlikte adamımız bunu benimser ve bazen derinden ve samimi bir biçimde duyumsar. Ruhsal kişiliğindeki bütünlüğü neden yitirsin ki? Kestirme bir biçimde görmek ve yargılamamak gerekir. Ben kendimi bölümlere ayırdığımı söylüyorum: şairim ve pis bir burjuva olmayı bilirim. Hayvanat bahçesine ya da sinemaya gidilir. Neden şiire gidilmesin? Hepimizin olunan pek az şeyden başka şey olmaya gereksinimimiz var. Sizi yetiştiren ve değiştiren budur işte. Şiirden gerçekliğin yerine geçmesini istemiyorum; ondan uzakta değil, gerçekle yetinmeyenin, yani yüzde doksan dokuz kişinin elinin uzanacağı yerde var olmasını istiyorum. Yüzüncü insan, üzücü gerçekle yetinen ve alkolik olarak, üstelik kısa zamanda ölen hödüğün biridir!

Olivier Brun: Şiir başka biçimde bir gerçek öneremez mi?

Alain Bosquet: O andan itibaren gerçek değildir artık. Elle tutulamaz bir gerçektir diyelim. Bu başka şeydir, asıldır ama uçucudur. Bütün dinler şiirlerle başlar: incil ya da Mısırlıların Ölüler Kitabı bir dizi inanılmaz şeylere, gerçekliği kanıtlanamaz verilere dayanır ki, şiir adı verilen de budur belki. insan yirmi dört saat kendisi olabilir ve birdenbire gereksinimi duyulan, daha yüksek bir şeye ulaşmak için kendinden kopabilir. Herkese ve özellikle kötü yaşayanlara bir "başka şey" umudu gereklidir. Her gün biraz daha alıklaşmak için televizyonla yetinilemez.

Olivier Brun: Kurmaca bir boyut vererek gerçekten kurtulmak romanın rolü değil mi?

Alain Bosquet: Bu, romanın olası bir tanımıdır. Bu anlamda bazı başyapıtlar bulunmaktadır: Cervantes'un Don Quichotte'u, Voltaire'in ya da Nerval'in masalları, Stendhal'ın Parma Manastırı... Gogol'ü, Dostoyevski'yi, Tolstoy'u, pek fazla olmasalar da bazı yirminci yüzyıl yazarlarını düşünüyorum elbette: Kafka, Faulkner, Sartre... Bütün bu şeyler çok büyük değerdedir ve sürecektir, çünkü şiirin olağanüstü şeyiyle ilgilenmeden gerçek sorular sorar: bunlar insan ilişkilerinin kitaplarıdır. Şiir insan ilişkilerini sevmez; insanlar kadar çiçeklerden, gökyüzünden, bilinmeyenden ve tek yönlü olmayan düşlenmiş şeylerden de söz eden tek edebiyat biçimidir. Sözü edilen bütün başyapıtlar, ve kuşkusuz unuttuklarım da, insanlık durumlarını ve bundan doğan duyguları ele alırlar: sevgi, gurur, suçluluk... Ne ki, genelde düzyazı ve roman benim için şiire göre alt düzeyde gibi görünmektedir.

Olivier Brun: Roman psikolojik etki yaratan ya da onu kontrol eden bir ilaç mı?

Alain Bosquet: Yine söylüyorum: şiir bir gereksinimdir, ne kadar temel olduğunu açıklamakta güçlük çeken bir gereksinim. Yalnız ilk taslağında kabul edilebilir ya da kabul edilemez olan özü üzerine değil, biçimi üzerine çalışılabilir. Daha sonra yıllarca üzerinde çalışmak, durmadan süsleyip püslemek olasıdır: bir külçemiz varsa onu durmadan inceltip işleyebiliriz, yeter ki bir külçemiz olsun. Teknik iş soğukken yapılır belki; buna karşın ilk yoğunluk, romanın tersine sıcağı sıcağına belirir.

Olivier Brun: Bu ilkenin doğruluğunu kendi çalışmanızda kanıtladınız mı?

Alain Bosquet: Elbette ve şiirsel yoğunluğa verdiğim öncelik bende bundan kaylanmaktadır. Yaratıcı süreç, genellikle bir hayranlıkla başlar. ilkin örneğin Meksika'ya ve onun yabanıl yanına, kurban edilen insanlar üzerine kurulmuş tarihine hayranlık duydum; antik sanat orada Yunanlılarınkinden daha zengin kuşkusuz. Bu hayranlıktan ilk şiir kitaplarımdan biri olan "Hangi Unutulan Krallık?" doğdu. Ardından iç dökmeler biçiminde bir dizi Vasiyetnameler geldi: kimim? neyi düşünüyorum? neye inanıyorum? Sonuç şu: bu yüzyılın verdiği her şeyi kaydenen gözenekli bir varlığım. Bunun bilincinde olarak saçmayla mücadele ediyorum. Camus ve Sartre'a, "Haksızsınız, tavırlarınız geride kaldı. Bilmediğiniz için umutsuz musunuz? Yazık!" diyerek yanıt veriyorum. Ama ben de umutsuzum, ama düşsel şeyler yaratma gücünü, onların egemen olamadıkları imgelem gücünü koruyorum: şiirde, motorsuz uçma işinde benim kadar yetenekliydiler.

Olivier Brun: Saçmayı mahkum mu ediyorsunuz yoksa?

Alain Bosquet: Elbette. Saçmanın varlığını kabul ediyorum, ama onu yendim.

(...)

Türkçesi: Aytekin KARAÇOBAN

Şairlerin Asalağı / Cioran

I. - Bir şairin yaşamı bir yere varamaz. Gücünü, girişmediği her şeyden, ulaşılmazlıkla beslenen tüm anlardan almaktadır. Var olmadaki mahzuru mu hissetti? Bu sayede ifade yeteneği sağlamlaşır, soluğu genleşir.
Bir yaşamöyküsü ancak bir yazgının elastikliğini, içinde barındırdığı değişkenler tutarını bariz kılarsa meşru olur. Ama şair, katılığı hiçbir şeyle yumuşamayan bir mukadderat çizgisini izler. Hayat zevzeklerin hissesine düşer ve yaşanmamış hayatlarına telafi sağlamak için şair yaşamöyküleri icat edilmiştir...
Şiir, ele geçirilemeyenin özünü ifade eder; nihaî anlamı her tür "güncelliğin" imkânsızlığıdır. Neşe şiirsel bir duygu değildir. (Bununla birlikte, tesadüf tarafından aynı demette birleştirilen alevlerle budalalıkların lirik evreninin bir bölümünden doğar.) Bir rahatsızlık, hatta bir tiksinti duygusu uyandırmayan bir ümit şarkısı hiç görülmüş müdür? Bizzat mümkün de bir bayağılık gölgesiyle lekelenmişken, bir mevcudiyete nasıl şarkı düzülür? Şiir ve ümitlenme arasında tam bir bağdaşmazlık vardır; şair de yaman bir çürümenin kurbanıdır. Ölüm aracılığıyla canlı olan biri, kendine hayatı nasıl hissettiğini sormaya cesaret edebilir mi? Mutluluğun cazibesine boyun eğdiğinde ise komedinin alanına girer... Ama bilâkis yaralarından alevler yayılırsa ve büyük mutluluğun -mutsuzluğun o haz dolu akkorlaşması-nın- şarkısını söylerse, her tür olumlu vurgudan ayrılmaz olan bayağılık nüansından kurtulur. Bir hayal Yunanistanı'na sığman ve aşkın çehresini daha saf sarhoşluklarla, gerçekdışılığın sarhoşluklarıyla değiştiren Hölderlin'dir bu...
Şair, kaçışı sırasında mutsuzluğunu beraberinde götürmese, iğrenç bir gerçek döneği olurdu. Mistiğin ya da bilgenin tersine, ne kendinden kurtulabilir ne de kendi saplantısının merkezinden kaçabilir: Vecdleri bile devasızdır ve felâket habercileridir. Kendini kurtarmayı beceremediğinden, onun için her şey mümkündür, kendi hayatı hariç...

II. - Hakikî bir şairi şundan tanırım: Onunla görüşe görüşe, eserinin mahremiyetinde uzun süre yaşayınca, içimde bir şeyler değişir: eğilimlerim ya da zevklerim filan değil, bizzat kanım; sanki içine ince bir dert sızmış, akışını, kıvamını ve vasfını değiştirmiştir. Valery veya Stefan George bizi onlara yanaştığımız yere koyarlar, ya da zihin biçimsel düzleminde daha talepkâr kılarlar: İhtiyaç duymadığımız dehalardır, sadece sanatçıdırlar. Ama bir Shelley, bir Baudelaire, bir Rilke, organizmamızın en derinine müdahale ederler; organizmamız da bir zaaf gibi benimser onları. Onların yakınında olunduğunda vücut önce kuvvetlenir, sonra yumuşar ve dağılır. Zira şair bir tahrip etkenidir, bir virüstür, kılık değiştirmiş bir hastalıktır ve harikulade biçimde belirsiz olmasına karşın alyuvarlarımız için en vahim tehlikedir. Onun çevresinde yaşamak mı? Kanınızın inceldiğini hissetmektir bu; bir kansızlık cenneti düşlemek ve damarlarınızda gözyaşlarının aktığını işitmektir...

III. - Mısra her şeye imkân tanırken, onun üzerine gözyaşlarınızı, utançlarınızı, vecdlerinizi -özellikle de yakınmalarınızı- dökebilir-ken, düzyazı içinizi dökmenize ya da ağlaşmanıza izin vermez: İtibarî soyutluğu bundan tiksinir. Başka hakikatler talep eder: denetlenebilir, tümdengelimli, ölçülü. Halbuki ya şiirin hakikatleri elinden alınsaydı, maddesi yağmalansaydı ve şairler kadar cüretkâr olunsaydı? Onların edepsizliği, aşağılanmaları, yüz buruşturmaları ve iç çekişleri neden sızdırılmasın söyleme? Neden çürümüş, kokuşmuş, ceset, ya da daha kaba bir deyişle, melek veya Şeytan olunmasın ve onca havaî ve uğursuz uçuşa duygusal olarak ihanet edilmesin? Zekânın cesareti ve kendi olma gözüpekliği, filozofların okulundan ziyade şairlerin okulunda öğrenilir. Onların "önermeleri" eski sofistlerin en tuhaf biçimde küstah sözlerini soluklaştırır. Hiç kimse benimsemez onları: Baudelaire kadar uzağa giden, Lear'ın bir parıltısını ya da Hamlet'in bir tiradını sistemleştirme yürekliliğini gösteren tek bir düşünür olmuş mudur hiç? Belki sonundan önce Nietzsche, ama ne yazık ki(!) hâlâ peygamber nakaratlarında ısrar ediyordu... Azizlerin tarafında mı aranacaktır? Avilalı Tereza'nın ya da Angele de Foligno'nun bazı taşkınlıkları... Ama orada da çok sık Tanrı'yla karşılaşılır; cesaretlerini pekiştirirken onları vasıf olarak ufaltan o teselli edici anlamsızlık'la. Hakikatlerin ortasında kanaatsiz ve yalnız başına dolaşmak ne bir insanın ne de bir azizin işidir; ama bazen bir şairin işi olabilir...
Bir gurur davranışıyla şöyle haykıran bir düşünür tahayyül ediyorum: "Bir şairin benim düşüncelerimi kendi alınyazısı haline getirmesini isterdim!" Ama bu hevesinin meşru olması için bizzat onun da uzun süre şairlerle düşüp kalkması, onlardaki leziz lanetlerle beslenmesi ve onlara, soyut ve tamamına ermiş bir halde, kendi düşmüşlük lerinin ya da kendi sayıklamalarının suretini vermesi gerekirdi. Öz likle de şarkının eşiğinde pes etmesi ve ilhamın berisinde yaşayan e gi olarak şair olmamanın pişmanlığını yaşaması gerekirdi - "gözyaşı1 ilmine", yürek taşmalarına, biçimsel sefahat âlemlerine, ânın ölümsüzlüklerine vâkıf olmamanın pişmanlığını...
...Tüm ağızlan bilen, bütün mısralara ve bütün ruhlara yakın ve dünya üzerinde, merhum Fars ülkelerini, Çin'leri, Hindistan'ları ve can çekişen Avrupa'ları dolaşarak zehirlerin, coşkuların, vecdlerin ardında koşan melankolik ve mütebahhir bir canavarı kaç kez düşledim - şairlerin hepsini, içlerinden biri olmamanın ümitsizliğiyle yaşamış bir şair dostunu kaç kez düşledim.

Çürümenin Kitabından.