4 Eylül 2010 Cumartesi
Gelişigüzel Haneke Sözlüğü'nden
Anna ve Georg
Haneke filmleri "Anna ve Georg birgün..." diye başlayan hikayeler olarak anlatılabilir bir seridir. İlk sinema filmi yedinci kıtadan beri Haneke filmlerindeki çiftlerin isimleri, filmin dili Almanca'ysa Anna ve Georg, Fransızcaysa Anne ve Georges'tur. Piyanist ve Şato edebiyat uyarlamaları olarak kural dışı sayılırsa, tek istisna elle tutulur bir ana çiftin görünmediği Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası olur. Anna ve Georg dört kez tek, bir kez de iki çocuklu bir çekirdek aile olarak, Bilinmeyen Kod'da da çocuksuz bir çift olarak karşımıza geldiler. Ortak özellikleri iletişimsizlikleri ve başlarına gelen belalar oldu. Yedinci Kıta'da çocuklarıyla birlikte toplu intihan seçen çift, hemen ardından Benny adlı canavar çocuklarının işlediği nedensiz cinayeti cesedi parçalayıp kanalizasyona atarak örtbas etmeye çalıştıktan sonra, Ölümcül Oyunlar'da (Benny'i canlandıran Arno Frisch'in oynadığı karakterin yönettiği) iki kişilik soğukkanlı bir nedensiz şiddet örgütünün kurbanı oldular. Haneke'nin filmografisinde sakin ve ağırbaşlı bir yerde duran Bilinmeyen Kod'da Anne bir oyuncu, Ğeorges'da bir savaş fotoğrafçısıydı, Saklı'daki çifti ismen (Laurent soyadı) cismen (bizzat Juliette Binoche) ve "entelektüel" iletişimsizlikleri ile fazlasıyla andırıyorlardı. Kurdun Günü'nde iki çocuğuyla Anna'yı (son dört filmdir Binoche ile dönüşümlü oynayan) Isabelle Huppert canlandırıyor, kocası Georges'u filmin açılışında bir isimsiz, bir doğal felakette birbirinin canına göz dikmiş Avrupalı çekirdek ailelerden birine kurban veriyordu. Bu filmde alt başlık, Anna-Georg kıyamet gününde olabilir. Saklı'ya geldiğimizde kurbandan çok suçlu tarafa yakın duran bir çiftle karşı karşıyayız, ancak Haneke kurbanlara da içimizin parçalanmasına hiç izin vermemişti. Anne ve Georges üst orta sınıfa mensup olmayı, evleriyle tipik bir Avrupalı burjuva ailesi olduklarını ve Avrupa kültürünün sıradan bir parçası olduklarını vurgulamayı hiç bırakmadılar, bu da bize filmlerinde isim değişikliğine bile lüzum görmeyen yönetmenin aynı toplumda herhangi bir çift üzerinden herkesi anlattığını hep hatırlattı.
Aile-Ev
Saklı, Anne ve Georges'un güzel evlerini izleyen kaynağı belirsiz gizli kamera görüntüsüyle açılır, hikayenin merkezinde korunaklı (şüphesiz aslında içten gelen tehditlere fazlasıyla açık) bir ev ve içinde yaşayan burjuva çekirdek ailesi vardır, tıpkı Yedinci Kıta, Benny'nin Videosu, Ölümcül Oyunlar ve Kurdun Günü'nde olduğu gibi... Aile tutucu bir kurumdur, küçük oğlan cinayet işlediğinde veya mesela babanın geçmişinden bir tehdit ortaya çıktığında ailenin ve evin mevcut düzeni korunmalı ve kullanmalıdır. Aileye ve eve dışarıdan girmek doğal yollardan mümkün değildir, zor yoluyla girenler hikayenin dehşet unsurları olarak karşımıza çıkarlar. Ev ailenin biricik yaşam alanı olarak işlevsel bir kullanıma sahiptir. Çekirdek ailenin bu geleneksel korunaklı burjuva yaşammın işareti olarak döşenmiş evler Haneke'nin hikaye örgüsünde sınıfsal bir vurgu yaparken zaman zaman gerilimin nedeni de bu eve, dolayısıyla çekirdek aile yaşamına müdahale olarak ortaya çıkar. Ölümcül Oyunlar ve Kurdun Günü'nde tehdit ve ardından gelen felaket eve sızan yabancılarla başlar, Bilinmeyen Kod'da filme adını da veren metafor hikayenin merkezinde duran Anne'nın evinin giriş kodudur, bir şifrenin işlevi eve girecek davetsiz misafirleri engellemektir, bu noktada misafir erkek arkadaşının kardeşi de olsa Anne'in vurguladığı şey de (evin uygunsuzluğundan dolayı) bu misafirliğin geçiciliğidir. Duygusal buzlaşma üçlemesinin iki filmi Benny'nin Videosu ve Yedinci Kı-ta'da evlerin tasarımı ve zaman zaman karakterlerin önüne geçen vurgusu da yine bir sınıfsal yerleştirmeyle beraber pek çok işlevi yerine getiriyor. Başta Yedinci Kıta olmak üzere her iki filmde de tüketim toplumunun tatminsiz bireylerinin tasviri dolu mutfaklar, duygusal açlık vurgusunun hemen ardından gelen yeme içme sahneleri ile oluyor. Aslında Yedinci Kıta'nm hikayesi temelde bolluk ve refah simgesi sofralarla, plaklar, resimler, güzel mobilyalarla dolu evlerinde iletişimsizlikten kıvranan ailenin kendisini bu eve kapatması, abartılmış lüks tüketimle zehirlenerek önce evi sonra da kendisini yok etmesinin hikayesi.
Geleneksel Haneke filminde baş karakter burjuva çekirdek ailesidir. Ev ise aileyi koruyan, kapatan ve ailenin korumaya, içine saklanmaya çalıştığı şık hapishane olarak algılanır. Kapanma vurgusu, Yedinci Kıta'dan Saklı'ya gelirken esner şüphesiz, fakat ortadan kalkmaz. Haneke filmleri biraz da "Arına ve Georg bir gün güzel evlerinde..." diye başlayan birer hikayedir.
Şiddet
Sinemada şiddet ve yabancılaşma Haneke isminin karşımıza en sık çıktığı alt başlıklar. Haneke sinemasında şiddet sapkın bir eğlencelik ya da heyecanı ayakta tutmaya yarayan bir araç değildir. Öte yandan şiddet, göz önünden kaldırılması ya da estetize edilmesi gereken marjinal bir durum olarak da görülemez. Şiddet en saf haliyle yaşamakta olduğumuz dünyanın bir parçasıdır ve çok çeşitli motivasyonların sonucudur. Toplumdaki bireylerin yazık ki tümü fiziksel yada ruhsal şiddetin kurbanlarıdırlar ve bu şiddeti uygulayanlar için de bir anormallik ve ötekilik durumu söz konusu değildir. Şiddet toplumsal ve bireysel olarak, devletler ve vatandaşlar, ebeveynler ve çocuklar, otorite sahipleri ve bu otoriteyi içselleştirenler tarafından sürekli yeniden üretilir, bu noktada Haneke'nin filmlerinde tesadüfi olarak su yüzüne çıkıyormuş gibi görünen şiddet eylemi de, planlı olan da nedensiz değildir. Haneke'nin sık sık başvurduğu haber bültenleri ve savaş görüntüleri bize pek çok politik mesele, tarihsel gerçek vs. hatırlatıyor olabilir ancak neden ve sonuç ilişkilerinde insana dair bir şey olmaktan çıkan iç ve dış savaşlar aslında en basitinden birer şiddet eylemidir. Ailelerin fiziksel şiddete başvurarak kabalıkla yada seslerini yükselterek sıkça gerçekleştirdikleri eğitim şiddeti yeniden üreten bir eylemdir. Öğretmenlerin (piyano, masa tenisi yada enformatik hocalarının örneğin) her gün yeniden ürettikleri aşağılama ve meydan okuma arasında gidip gelen bir şiddet vardır. Ve sadece nefret, kıskançlık ve ilgisizlik de, umursamazlık ve kırıcılıkla eyleme döküldüğü noktada insan ruhuna karşı bir şiddet eyleminden başka bir şey değildir. Bütün bunların varolduğu gerçek dünyayı bütün bunlardan ayıklamadan perdeye aktaran bir filmin içinde şiddetin varolması değil varolmaması kasıt aranması gereken bir durumdur ve Haneke sinemasına yöneltilen en gereksiz soru da "neden şiddet"tir herhalde...
Haneke'nin eleştirildiği nokta daha çok şiddeti gösterirken kullandığı yöntem; şiddeti göstermek kuşkusuz şiddeti desteklemek değildir, ancak istismarın cinsellik ve şiddet söz konusu olunca bir olasılık olarak göz önünde bulundurulması gerekiyor, çünkü sinema (edebiyat, pek çok sanat dalı ve kitlelere hitabeden ticari ürün) bugüne kadar şiddeti yukarıda belirtildiği gibi "sapkın bir eğlencelik yada heyecanı ayakta tutmaya yarayan bir araç" olarak kullandı ve metalaştırdı. Haneke ise "Her zaman şiddeti tüketilecek bir şey gibi değil, aslında olduğu gibi bir şey olarak sergilemenin yollarını arıyorum (...) Şiddeti olduğu şeye geri döndürüyorum: Acı, başka birinin yaralanması." Gerçekten de Haneke filmlerinde şiddet olduğu haliyle, (yukarıda belirtilen) nedenleri ve acı sonuçlarıyla birlikte karşımıza geliyor. Aslında bütün filmleri mutlaka şiddet konusunun etrafında dönen yönetmenin şiddeti sergilerken teşhircilikten uzak durduğu da ortada; en fazla şiddet içerikli olan filmleri Benny'nin Videosu'nda ve Ölümcül Oyunlar'da bile şiddetin doğrudan görselleşmesi konusunda tutumlu davranıldığını ve seyircinin Haneke filmlerinde doğrudan doğruya kan revan içinde cinayet görüntülerine belki bir aksiyon filminden de az maruz kaldıklarını görüyoruz.
"Mesele, neyi gösterebileceğimde değil. Daha çok, seyirciye var olanın yerine neler gösterildiğini fark etme fırsatı verip vermemekte. Özellikle şiddet konusunda mesele, şiddeti nasıl gösterdiğimde değil. Mesele, seyirciye şiddet ve şiddetin anlatılması konusunda kendi konumunu nasıl gösterdiğim." Buradan hareketle şiddet konusunda herhangi bir aksiyon filminde olduğundan çok daha fazla rahatsızlık duymamızın nedenlerini arayacak olursak bunun arkasında Haneke'nin şiddeti anlatırken başardıklarının yattığını görürüz. Haneke filmlerinde tekrar karşımıza geldiğinde şiddet şu özelliklerini ortaya koyuyor: (1) Şiddetin amacı muhatabını yaralamak ve acı çekmesini sağlamaktır. (2) Şiddet iletişimsizliğin ve yalnızlığın ürünüdür ve yine iletişimsizlik ve yalnızlık doğurur. (3) Şiddet bilinmeyen yerlerde, günlük yaşamın dışmda, bize benzemeyen ve bizden uzak olanları muhatap alan garip bir olgu değildir, bizim içinde bulunduğumuz toplumun bir parçası, bunun, sonucu olarak da bizim bir parçamızdır.
Tesadüf
Haneke'nin sık sık olayların gelişimine neden olarak gösterdiği şey. Benny'nin Videosu'nda işlenen cinayet ve kurbanın seçimi, Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası'nda bir bankada kalabalığa ateş açılması ve bu olayda kimlerin hayatını kaybettiği rastlantısal. Bilinmeyen Kod rastlantısal olarak kesişen hayatları konu alıyor ve Ölümcül Oyunlar'a kurban olarak seçilen ailelerin tek özellikleri seviyeli bir orta sınıf iletişimi içinde oldukları diğer kurban aileler. Bu noktada kişiye özel, özel durumlarla ilgili hiçbir şey olmadığının altını çizmek bizi şu noktaya ulaştırıyor: Bu iletişimsizlik ve acımasızlığın kurbanları da, suçluları da Avrupa toplumunun sıradan bireyleri dolayısıyla bu hikâyeler tüm Avrupa'yı yansıtıyor. Tesadüf merkez alınıyor ve bu anlamsız durumlar derinde yatan anlamlı yıkımları açığa çıkarıyor. Absürd başlı başına bir insanlık dramı, belki de insanın tek dramı, ancak bu yüzeysel olaylarla sınırlı değil, neden sonuç ilişkileriyle hayatın her alanı dolduruyor.
Gerçeklik
"Yalan sanatın tam tersidir. Sanatın gerçeklik olduğunu söylemiyorum fakat sanat açıklık çabasıdır."
Sanatın gerçekle olan göbek bağı tartışma konusu, ancak buradan bağlantı kuracağımız ilk madde tarihe tanıklık ve sanata yüklediği doğruculuk misyonu ile ilgili olarak "dünya savaşı". Haneke gerçeği yansıtmayı bir öncelik olarak koyduğunda bunu estetiğe rağmen ve estetiğin karşısında bir tavır olarak benimsiyor ve estetiği gerçekten uzaklaştırmayla suçluyor, sözlerine estetiğin aşırıyı bile tüketim ürününe çevirebiliyor olmasıyla sürdürüyor. Bu noktada şiddetin, yalnızlığın, cinselliğin estetikten uzak olarak karşımıza çıkmasının nedeni belirginleşmiş oluyor: Gerçeklik kaygısı. Unutulmadan eklenmesi gereken şey, Haneke'nin çağın gerçeğini yansıtmak için hep unutmadan eklediği haber bültenleri( ki bu bizi yine "dünya savaşı" na götürür). Yaratılan gerçek bireyler dünya gerçekliğinde neler olup bitenlere paralel yaşamlar sürüyorlar.
Haneke'de dekorlar, renkler, müziğin kullanımı, kostümler, ışıklar, diyaloglar hep bu gerçeklik hissini yaratmak için kullanılıyor. Hayvanların şiddet görüntülerinde kullanılması da gerçeklik hissi vermeyi amaçlıyor. Seyircide kesin bir gerçeklik hissinin belki de en önemli garantisi ise kurgu. Özdeşleşmeyi sağlamayı engelleyerek eleştirel mesafeyi korurken aynı zamanda gerçeklik hissini güçlendiren parçalı yapı, uzun plan sekanslar, gereğinden uzun gibi görünen planlar bu gerçeklik hissine hizmet ediyor ki bu sonraki maddenin konusu.
Parçalar-Bütün
Bu maddeye Andre Bazin'den bir alıntıyla başlayalım: "Hangi film söz konusu olursa olsun, hepsinin amacı bize, günlük hayatta karşılaştığımız olayların benzeri gerçek olaylara tanıklık ediyormuşuz duygusunu vermektir. Ama bu duygu temelde bir yalanı barındırır, bu da, gerçeğin devamlı bir uzamda, oysa perdedeki gerçeğin aslında bize 'çekim' adını verdiğimiz küçük parçaların peş peşe gelmesiyle oluştuğudur. Bu çekimlerin seçimi, düzeni ve uzunluğu tam olarak kurgulama dediğimiz şeyi oluştururlar. Eğer özel bir dikkatle, canlandırılan olayın devamlı gösterilişinde kameranın dayattığı kopmaları görmeye ve normalde onları neden fark etmediğimizi tam olarak anlamaya çalışırsak, yine de devamlı ve homojen bir gerçeğin artıkları oldukları için onları kabul ettiğimizin farkına varırız. Aslında gerçek hayatta da her şeyi birden görmeyiz. Olay, tutku ya da korku, bizi, çevremizdeki uzamın bilinçsiz bir kurgusunu yapmaya yönlendirir. Bacaklarımız ve boynumuz 'kaydırma' ve 'çevrinme'yi yaratsın diye sinemayı beklemediler. Ne de dikkatimiz 'yakın-planı' yaratsın diye ona bel bağladı. Bu evrensel psikolojik deneyim, kurgulamanın gerçeğe benzeyişten yoksun tabiatını bize unutturmak için yeterli ve seyircinin aynı, gerçekle kurduğu doğal bir ilişkide yaptığı gibi buna katılmasına olanak sağlar." Haneke'ye göre de gerçeklik algısı parçalıdır ve filmlerindeki parçalı yapı doğrudan (tamamen tekrar yansıtılması asla mümkün olmayan) gerçekliğin bir sonucudur. Gerçeğin bu parçalı yapısını bütünlemek ise yönetmenin bir görevi değildir, böyle bir çaba ancak seyirciyi sakinleştirmeye hizmet edebilir ki Haneke'nin tam tersi çabası ortada. "Gerçeklik tam olarak betimlenebilir olduğunda açıklanabilir, dolayısıyla çözülebilir olacaktır, yüz yirmi sayfada ya da iki saatte, insanların rahatlamaya ihtiyaç duyduklarından severek inandıkları sofu bir yalandır bu."
Duygusal Buzlaşma
(Emotionale Vergletscherung) İlk üç filmin oluşturduğu üçlemenin bir diğer adı. Bu üçlemenin üç adı var: kent, duygusal buzlaşma ve iç savaş. Duygusal buzlaşma, Haneke'nin yabancılaşmış bireylerinin hastalığının en belirgin semptomu ve iletişimin önündeki en önemli engel olarak ortaya çıkıyor. Diğer iki ismin de bu üç filmi olduğu kadar Haneke'nin bunlardan sonra çekeceği filmlerin konularını işaret eden anlamlan var. Tüketim kültürünün, süper marketlerin, okulların, apartmanların, kent yaşamının içinde sürüp giden burjuva kültürünün yarattığı yabancılaşma ve bunun sonucunda duygusal bir buzlaşma yaşayan hasarlı bireylerin başlattıkları bir iç savaş üçlemenin tarif ettiği resim.
Yabancılaşma
Yabancılaşma delilik anlamında bir psikiyatri terimi olarak 19. yüzyıldan beri kullanılıyor, Haneke de yabancılaşmayla adı anılan en önemli yönetmenlerden. Kaba bir tanım yapmak gerekirse insani ilişkilerden, şu veya bu nedenle yaşadıkları toplumdan ve günlük yaşamlarından kopmuş karakterler Haneke'nin tüm filmlerinde karşımıza çıktılar. "Bir aidiyetsizliğin varoluşsal bilgisi"ni taşımak olarak (Peter Ehlen) yabancılaşmayı yaşayan karakterler günümüz burjuva toplumunun en tehlikeli sorunu olarak Avrupa sinemasmda (ve özellikle son yılların Türkiye sinemasında) karşımıza zaten sıklıkla çıkıyor. Bu noktada Haneke'nin yabancılaşmış karakterlerinin en belirgin özelliği beraberlerinde getirdikleri tehlikeler. İnsani ilişkilerden ve yaşadıkları toplumdan yabancılaşan karakterler, yine bu ilişkiler, burjuva toplumu ve her şeyden önce kendileri için akıl almaz bir tehdit haline geliyorlar. Yedinci Kıta'da yabancılaşma bir çekirdek ailenin kendi kendini yok etmesine, Benny'nin Video'sunda, Ölümcül Oyunlar'da ve Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası'nda çevreye yönelen nedensiz şiddete, yorumlanması ve sindirilmesi güç cinayetlere yol açıyor. Piyanist, Haneke'nin klasik anlatıma en çok yaklaştığı film olarak çevresine ve kendisine yabana piyano hocası Erika Kohut kimliğinde yüzyılımızın yabancılaşmış bireyine bir ağıt niteliğinde. Buradan hareketle gidilecek asıl başlık iletişimsizlik. Aile içinde ve dışında bireylerin tutumları gerçek bir iletişim değil bir iletişimin parodisini yansıtır gibi. Peki iki insan arasındaki iletişimi sağlaması gereken sözcükleri bazen içi boş seslere bazen de hedefini bulamayan yardım çığlıklarına dönüştüren şey nedir? Duygusal buzlaşma üçlemesi, Haneke'nin erken dönem sinemasının sonraki filmlerine oranla biraz daha doğrudan yanıtlar peşinde koştuğu ve daha heyecanlı sözler söylediği düşünülürse, bu sorunun en yüksek sesle sorulduğu ve en fazla yanıta yaklaşıldığı filmleri içeriyor. Cinayet ve intihara giden yol yavaş yavaş beliriyor ve duyguların buzlaşmasından geçiyor. Haneke'nin sinema kariyerinin başlangıcı Yedinci Kıta ve açılış sahnesinden itibaren kurduğu dünya tüketim toplumunun sıradan, abartısız bir eleştirisi aslında, Haneke aileyi değil zengin kahvaltı sofrasını , alışveriş eden anne babayı değil alışveriş arabasını, şarap reyonlarını, kasiyerin hızlı kadraja sokarak, yalnızlık ve iletişimsizlikten kıvranan ana karakterlerin yüzlerini uzunca bir süre seyirciden de gizleyip, bu iletişimin yolunu kapayarak aslında bütün filmlerinde tekinsiz bir şeyler olduğunda geri dönüp bakılacak bir yerin altını çiziyor. Benny'nin öylesine işlediği cinayetten sonra döndüğü dolu buzdolabı, Yedinci Kıta'da tüm dünyayla bağlantısını kesen ailenin önce pahalı çikolatalar şampanyalarla ortaya çıkan tatminsiz tüketimi bir yeri (Avrupa), bir zamanı (2O.yy sonu), bir sınıfı ve bir sorunu betimleyen sahneler olarak neden sorusuna yanıt olmasa bile bir başlangıç noktası sunuyorlar. Arkasından gelen duygusal iletişimsizlik Haneke filmlerinin yarattığı karabasan hissinin aslında tek nedeni. Küçük bir kız çocuğunun yalnızlıktan kurtulmak için kör numarası yapıp tokat yediği, bir kocanın havada kalan "seni seviyorum" sözlerinden yalnız birkaç saniye sonra karısını tokatladığı, bir babanın nedensiz bir cinayeti işleyen oğlunu öncelikle yatağına yolladığı karanlık soğuk bir dünyayı yalnızlığı elle tutulur bir madde gibi resmederek hazırlıyor yönetmen ve bütün dramı istisnai bir durum değil dünyanın kültürün geldiği noktanın bir sonucu olarak ortaya atıyor. Benny'nin yemek odasının duvarından sessizce izleyen resimlerde bu kültürün işlevsizliği, sanatın sessizliği var; 7. kıtada kırılmış olan resim çerçeveleri ve plaklar acizlikleriyle sanatın insan hayatında yeniden üretilmeyip yalnızca bir kimliği oluşturan kodlara dönüştüğünde yada seçkin bir dekorasyon zevkini garantilemek için kullanılır olduğunda olacakları zaten taşınması en zor haliyle gösterdiler. Üçlemeden hareketle diğer filmleri tek tek ele alıp örnekleri arttırmaktansa bu yazının en büyük lafını etmeyi tercih ediyorum: Tüketim kültürünün yarattığı yabancılaşma ve iletişimsizlik her gün yeniden görülen bir kabus ve taşınması zorlaştığı noktada yine bunun kurbanı ve garantisi olan sınıflara karşı saldırgan bir intihar silahı.
Brechtyen Yabancılaştırma
Yabancılaştırma efekti, (kendi dilinde V-Effekt) epik tiyatronun öncüsü Brecht'in sahnenin ortasında seyirciyi azarlayan oyuncular, şarkılar gibi kırılmalarla Aristocu klasik tiyatronun birkaç bin yıldır yaratmaya çalıştığı gerçeklik hissini kırmak için kullandığı bir teknik, amacıysa klasik tiyatronun seyirciye sunduğu en büyük ödül olan duygusal boşalma ve rahatlamayı önlemek, seyirciyi rahatsız etmek. Filmi gösterilmeden önce izleyicisine rahatsız seyirler dileyen Haneke'nin özdeşleşmeyi ve rahatlamayı engellemek için kullandığı teknikler çok çeşitli, Ölümcül Oyunlar'da akıllardan çıkmayan birkaç sahne, Brecht tiyatrosunun birebir yansıması bir sinemaya işaret ediyor: Gerçek algısını zedelemek için etrafta dolaşan Peter, Arma'ya öldürdüğü köpeğini sıcak-soğuk oyunuyla aratırken seyirciye göz kırpıveriyor. Bir işkenceyle öldüreceği aileyle sabaha kadar hayatta kalıp kalmayacağı konusunda iddiaya girmeyi önerirken seyircinin onların tarafını tutacağını tahmin ediyor. Aileye çocuk oyunlarıyla yapılan işkencenin yeterli olup olmadığını sorduktan sonra uzun metraj için yeterli olmadığına, seyircinin daha uzun bir gelişme ve sonucu hak ettiğine karar veriyor. İşler kontrolden çıkıp Anna ortağını öldürdüğünde uzaktan kumanda aletini alıp filmi geri sarıyor! Haneke'nin parçalı yapıyı kuruşu, Bilinmeyen Kod'da sahne aralarında karartmalar, Saklı'da videoların oynadığı rol ve yine Bilinmeyen Kod'da oyuncu baş karakterin oynadığı filmlerin hikayenin içinde gibi başlayıp izleyiciyi şaşırtması hep bu yapaylık hissini desteklerken, seyircinin hikayeye kendini tam olarak bırakmasını engellemeyi ve anlatılanın gerçekliğine olan güvenini sarsmayı hedefliyor. Bu Haneke'nin çağın sorumluluğunu bir yerden sahiplenen tavrıyla da ilgili, Haneke yabancılaştırmanın etkisini seyirciyi rahatsız etmek ve eleştirmesini sağlayıp harekete geçirebilmek için hikayenin dışında, hareket kabiliyetine sahip olduğu alanda tutmak için kullanıyor.
Isabelle Huppert-Juliette Binoche vs.
Filmlerde karşımıza gelen tanıdık yüzler bir yandan bu yüzler iyi oyuncular olduklarında birer avantajken, öbür taraftan kendi imgeleriyle hikayeye eklemlenme güçlüğü yaratma riskiyle aynı zamanda birer dezavantajlar. Haneke hem "yıldız" oyuncuları kullanarak hem de belli oyuncuları birden fazla filmde karşımıza getirerek bu riski sürekli göze alıyor. Susanne Lothar (Piyanist, Ölümcül Oyunlar, Şato), Arno Frisch ve Ulrich Mühe (Ölümcül Oyunlar, Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası), Maurice Benichou (Saklı, Kurdun Günü, Bilinmeyen Kod), Annie Girardot (Saklı, Piyanist), Daniel Duval (Gizli saklı, Kurdun Günü), Walid Afkir (Saklı, Bilinmeyen Kod) birden fazla Haneke filminde gördüğümüz oyuncular. Son dört filmin başrolünde de değişmeli olarak iki Fransız yıldızı izledik: Juliette Binoche ve Isabelle Huppert. Haneke bilinen oyuncuları oynatma konusunda cesur, bütün filmlerin sonunda birer Haneke filmine dönüşeceğinden emin davranıyor. Bir yandan iyi oyunculuğa fazlasıyla önem verdiği ortada. Piyanist'i uyarlamak için Huppert'ın oynaması şartını koyduğunu biliyoruz. Piyanist'teki oyunculuğuyla bir Altın Palmiye kazanan Huppert Haneke'yi Chabrol'le birlikte, en sevdiği yönetmen olarak adlandırıyor. Binoche son filmden sonra Haneke filmleriyle ilgili olarak "soğuk duş" benzetmesini yapmış, "her gün isteyeceğiniz bir şey değil ama hiç kuşkusuz gerekli." Yönetmen Saklı'nın senaryosunu yazarken yine oyuncuları göz önünde bulundurmuş, hatta usta oyuncu Daniel Auteuil'ü senaryoyu yazmasının nedeni olarak işaret ediyor.
* Görüntü Sinema
Evrim Kaya
Ney / Cemil Yüksel
Anne ne zaman içinle açılsan
O saçlarının açılmışlığına benzeyen içinle
Kıvrılan yerlerimden düzeltilmiş oluyorum
İyi oluyorum, iri bir sıkıntının uzaklaşması
gibi
Biliyorum ki sevmem bir sıkıntının
yaratılmışlığıdır
Dolu dolu bir temmuzun en temmuzlu ortasında
Denizi hatırlayan sular gibi aktığından
belliyim
Beni aktığından; beni dolu dolup aktığından
Hırçınlığım Anne senin en derin kalıntın
Bir ay tanışıklığı dirilttim huylana
Sıkıla dingin emzirmenden
Sesinde apayrı durulanmış ninninin
Üç kere vurgulanmış e’ sinde uyudum
Ve uyandım e harfinden yapılmış sorularla
hırlaşarak
Şimdilik dirilen bir etrafsızlığım,
bilinmemiş
Umut içeren, tastamam umut verici
Anne ne zaman içinle açılsan
Dünyanın uzun uzun konuşulmuşluğuna benzeyen
içinle
Daha bir yakınlaşıyorum alnımdaki
yakışıksızlığa
Ve rahatlığını seziyorum
içimdeki söylenmemiş baş dönmelerinin.
Ne oluyorsa bana yavaşça oluyor kıyamet gibi
Biliyorum ki Allah hep gelmeyeceğe benzer
Kurtarışları elinden alınmış bir çıkıp
gelememeye
Sen bakmazsan olacak şey değil Anne
İnce ve sevecen merakların böyle
gözüpeklenişi
Dışımdaki bu murdar kapışma söylenecek gibi
değil
Havada soğuk ve sinsi bir nem
İşte her şeyin içyüzü
Bu kostak yürüyüşüyle varıp, duran kim?
Bu dörtnala gelen kimin yaşaması?
Muzaffer Buyrukçu / Günlükler 02.11.1968
02.11.1968
Edebiyatçılar Birliği'nin cumbasından, eski serüvenlerin tarihine adını yazdırmış İstiklal Caddesi'ni dolduran kalabalığı seyrediyordum; yüzlerini ürettikleri resimleri, davranışlarını belleğimin boş bir yanına yerleştirmeye çalışıyordum. Tozla, toprakla, kokuyla, solukla karışarak gökyüzüne yükselen gürültü korkunçtu. Daha doğrusu bu bilinen, klasik gürültü değil de, milyarlarca nesnenin birbirine sürtünmesinden ve insanların çıkardığı çeşitli seslerden oluşan bir uğultuydu. Yalnızlıkları, aşkları, sevişmeleri, kavgaları, savaşları, ölümleri düşünüyor, özellikle ölümün ve yalnızlıkların rutubetli dehlizlerinde üşüye üşüye geziniyordum, ama zihnime yığılan vurucu gerçeklerin baskısına dayanamıyor, yaşamın oyalayıcı ve unutturucu büyüsüne sığmıyordum.Salonda benden başka kimseler yoktu. Arada bir beyaz ceketleri kirlenmiş köylü suratları sert ve ilkel anlamlarla kaplı garsonlar, tahta döşemeyi gıcırdatarak dolaşıyor, gözlerini üzerimden ayırmadan çağırmamı bekliyorlardı. (Odamda Seyahat)'ı anımsadım. Odada yaşamaya mahkûm edilen bir gencin öyküsüydü. Sonra çalıştığım, dosya dolapları çelik, on beş masalı, üç daktilo, altı hesap makineli, üç siyah telefonlu, on dört kişilik oda belirdi. Saat üç sularında Bilge Karasu ile Ali Püsküllüoğlu' nu karşımda görünce şaşırmıştım. Bilge Karasu'nun Romalılar gibi kıvırcık, kırmızıya çalan saçlarına, saçlarının rengindeki bıyıklarının tellerinde titreyen gülüşüne, o gülüşü ince anlamlarla derinleştiren beyaz dişlerine hayrandım. Resim yapmasını bilseydim, portresini çizmeye gülüşünden başlardım. Ali Püsküllüoğlu' nun Güneyli yüzü solgundu. Memur arkadaşlarımın meraklı, çeşitli sorularla dokunmuş bakışlarından sıkılmış gibiydi; sıkıntısını dağıtmak için havadan sudan bir şeyler anlatmıştım.
Önemli bir işi çözümlemek zorundaydılar. Gitmişlerdi, saat yedide 'burada' buluşacaktık.
Bakışlarımla duvarları taradım. Anayasa'nın 20. maddesi çerçeve içine alınmıştı. Garsona seslendim, ufak bir Yeni Rakı. Beyaz peynir, pilaki, ekmek, su söyledim.
Mahmut Makal girdi, önüne bakarak yürüdü, beni görünce gülümsedi, "Merhaba Buyrukçu!" dedi uzaktan, üç dört adımda yanıma geldi, el sıkıştık, sağıma oturdu. "Nasıl gidiyor?"
"Gitmiyor," dedim, "Sürünüyoruz."
"Türk yazarının kaderi bu," dedi Mahmut Makal; sesinde, gücünü yitirmemiş bir öfke, bu 'kader'i değiştirmeye çabalayan bir kişiliğin karşılaştığı engellerin izleri vardı.
"Kader olamaz," dedim. "Yürürlükteki düzeni insan yapısına aykırı gördüğü, bu düzeni yönetenlere başkaldırdığı için maddi manevi abluka altında Türk yazarı. Olsun, böylesi daha iyi. Düşmanla anlaşıp onun beslenme kaynağı olan haksızlıkları, kötülükleri çoğaltma edimine onursuzca hizmet etmektense yoksulluğu, ilgisizliği, bırakılmışlığı seçerek edebiyat dünyasına hizmet etmek çok daha onurlu bir iştir. Evet, sıkıntıdayız, ekonomik ve sosyal koşulların ağırlıkları altında eziliyoruz ama alnımız ak, yüzümüz paktır. Bütün işkenceleri yaşıyoruz ama işkencecilerin o kırılası çarkını çevirmiyoruz." Rakı, peynir, pilaki, su... Şişeleri açtım, bardağa göz kararıyla bir duble kadar koydum. "İster misin?"
"Votka içecem ben," dedi Mahmut Makal.
"İyi öyleyse, sağlığına!" dedim, bir yudumla ağzımın tadını bozdum, içini acılaştırdım. Peynir yağlı, pilaki tazeydi. "Ekmek nerde kaldı?"
"Kızartıyoruz efendim!"
"Peki," dedim.
"Bakele!" dedi Mahmut Makal, garsonun yüzüne baktı. "Yarım şişe votka!" Gözlerini su şişesine dikti, "öyle, öyle, gebersek de çevirmeyeceğiz çarklarını. Geçmişteki pek çok edebiyatçı 'hoş bugün de bir sürü çanak yalayıcı var ya' yöneticilere dayamıştı sırtlarını, elçilikler, yüksek memuriyetler, idare meclisi üyelikleri kapmışlardı. Avrupalarda geçirmişlerdi yıllarını, hayatın tadını çıkarmışlardı."
"Bir elleri yağda bir elleri balda yaşamışlardı ama güçlü, yüz ağartan bir yapıt koyamamışlardı ortaya. Bir avuç laf salatası bıraktılar bize. İşte bu nedenle temelleri gerçeklerin derinliklerinde yepyeni bir edebiyat yaratmak zorundayız," dedim. Şişkin iki fasulyeye batırdım çatalı. "Ben onların 'hayatın tadını çıkardıklarını sanmıyorum. Çünkü kendini ve yakın-uzak çevresini, dünyayı ayrıntılarıyla tanımayan, çağdaş bir düşünceye, bir ideolojiye inanmayan bilinçsiz kişi, seçme bilincinden yoksundur."
"Onlara bilinç değil, para lazım," dedi Mahmut Makal.
"Doğru," dedim, güldüm.
"Sabahtan akşama dek gılay çekiyorlar," dedi Mahmut Makal, iskemlede bir şey varmış gibi kalkıp oturdu. Birden iğde ağaçlarını, mis kokulu çiçeklerini anımsadım, Niğde'nin bağlarının arasında yürüdüm.
Garsonun önüne koyduğu votkadaki eksiklikten sıkılmış gibi, "Bunu böyle mi içeceğiz?" dedi, Mahmut Makal.
"Limon getireyim mi?"
"Sen bana bir bira getir, kaşar getir!" dedi Mahmut Makal, deminki konuya yaklaştı.
"Gılay çekmişler, bedeni tatlan, damak tatlarını her şeyin üstünde tutmuşlar, yemişler, içmişler, hoş geçmişler, yaşantılarına giren kadın sayısını çoğaltmışlar. Buldukları bir tümceyle otuz yıl idare etmişler, büyük yazarlığı kuyruğundan yakalamışlar. Gazetelerin baş köşelerine kurulmuşlar, 'Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu1 diyerek en kan gerçekleri örtmüşler, örttükleri gerçeklerle birlikte kişilerin, öğrencilerin sağlıksız düşünmelerini, bilmeleri gereken en küçük doğrulardan bile uzak durmalarını sağlamışlardır. Sen kaç yıllık yazarsın?"
"Aşağı yukarı yirmi beş yıllık," dedim.
"Hiçbir okul kitabında hikâyen var mı?" dedi Mahmut Makal.
"Hayır," dedim.
"Bu anlayış değişmedikçe de olmayacak," dedi Mahmut Makal. "Sen yaşananı kendine kaynak almışsın, onlar ise öğrencilerin seni okuyarak gözlerinin açılmasını, toplumu, evreni görmesini istemiyorlar."
"Engelleyemeyeceklerdir," dedim, "Yalnız onlara kavuşmamızı geciktirebilirler."
"Geciktirmeleri bile büyük başarıdır onlar için," dedi Mahmut Makal.
"Ya da başarısızlıkları," dedim.
Mahmut Makal, votkayı içmeden önce, "Hadi, Gılay!" dedi.
"Gılay," dedim.
Uzun boylu, iri yapılı, yuvarlak yüzlü Nevzat Hatko geldi, gri fötrünü Amerikan şerifleri gibi arkaya atmıştı, geniş alnı çizgisizdi. Kaşlarını kaldırdı şaşkınlıkla, "Vay, vay, vaaay!" dedi, ama bizi hiç ummadığı bir yerde görmesinden doğan bu şaşkınlık aynı anda gözlerini buğulandıran bir dalgınlıkla önemini yitirdi, bir şeyler düşündü, pencereden dışarıya baktı ve altımızdaki İstiklal Caddesi'nin sel akışını andıran akışından bir şeyler kurtarmak istercesine eğildi, kafasına takılan çengelden kurtulduktan sonra ellerimizi sıktı, oturdu. Fötrünü çıkardı, boş bir iskemleye koydu, saçsız -pembemsi- başını kaşıdı parmaklarının ucuyla, bana göz kırptı. "N'aber hikayeci?" Bu iki sözcüğün dudaklarından dökülüş biçimindeki küçümseme tavrı kanımı beynime sıçrattı ama tuttum kendimi, rakımı sessizce yudumladım, şömineye kaydırdım bakışlarımı... Orada, -şiddetli kışlarda- kocaman kütükler çatırdaya çatırdaya yanardı, çevreye -sık sık meydana gelen küçük patlamalarla- ateş renginde, kıymığa benzeyen kıvılcımlar saçılırdı.
Caddedeki araçlar salonun içinden geçiyordu sanki.
Edip Cansever, güneş gibi doğdu ve aydınlattı salonu. Saçsız ama biçimli başı, güzel, soylu ve hemen seçilen entelektüel yüzüyle pek yakışıklıydı. İçkinin vücudunda yarattığı dengesizliği hafif bir sallantıya dönüştürmüştü. Yanında Oğuz Halûk (Hayalet Oğuz) vardı. Etsiz, sarı ve uzun yüzü ve bir deri bir kemik zayıflığıyla hemen göze çarpıyordu, üflesen uçacaktı; bu gövdeyle nasıl yaşayabiliyordu anlayamıyordum! Gerçekten de (Hayalet) sıfatı cuk oturmuştu. Dudağına yapışık duran sigarası sönmüştü.
Edip Cansever, selam vermeden ama içtenlikle gülerek ve gözlerini gözlerimden ayırmadan karşıma geçti, gülümsemesini çoğaltırken ağzı açıldı ve iri ön dişleri ortaya çıktı.
"Niye aramıyorsun beni?" Soluğu alkol kokuyordu ve sıcaktı.
"Arıyorum," dedim, "Birkaç kere telefon ettim, 'Gelmedi, yok, az önce gitti' dediler. Ben de vazgeçtim."
Bir sigara yaktı Edip Cansever, buyurucu bir ses tonuyla "Buluncaya kadar arayacaksın!" dedi.
Birden kalktım, ayaklarımı askerler gibi bitiştirdim, göğsümü şişirdim, sağ elimi sağ kaşımın üstüne götürdüm, sert bir hareketle "Emredersiniz komutanım!" dedim. Der demez de belleğimde çakan bir şimşekle geniş kanatlı bir kapı açıldı doluluğa, olaylar yığınına... Recai Yüzbaşının tütün ve çamur karışığı bir rengi olan soğuk, çilli, Türkistanlı yüzünü gördüm. Kolordu'nun Birinci Şubesi'ndeydik. Ben genelkurmay Başkanlığı'na yollanacak mektupları yazıyordum, o parafe ediyordu, sonra da Albay Şemsi Zobu'ya imzalatıyordu. Yazıcılık işini öyle benimsemiştim ki, Yüzbaşının işaretlediği evraklara müsvettesiz karşılıklar yazıyordum. Recai Yüzbaşı bir gün beni hiçbir suçum, hiçbir ihmalim, hiçbir terbiyesizliğim olmadığı halde -belki de her subay bir er dövmelidir gibi bir gerekçesi vardı- beni dövmeye başladı. Tokatlar kırbaç gibi saklıyordu yüzümde; gövdem sarsılıp sağa sola kay-kılınca "Kıpırdama!" diye bağırıyor, tokatların sayısını artırıyordu. Oysa ben, iki şiir kitabı, elliye yakın hikâyesi çeşitli gazetelerde yayımlanmış ve yayımlanan bir yazardım.
Arap Sabahat'la Ermeni güzeli Peruz'a âşıktım, ikisiyle de mektuplaşıyordum; arkadaşlarımın saygı duydukları birisiydim, nahak yere dövülmem onuruma dokunmuştu. "Elim kolum bağlı, yasalar senden yana, elbet döversin, üniformanı çıkar da öyle kozumuzu paylaşalım!" deyince öfkeden delirmiş, tokatlar yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Ben de her şeyi göze alarak kaçmıştım ordan ve Kurmay Başkanı'na durumu anlatmış, kendimi Sahra Postanesi Şefliği'ne tayin ettirmiştim. Yıllar Recai Yüzbaşıyı aramakla geçmişti ama talih yüzüme gülmemiş, -ne zaman güldü ki- onunla karşılaşamamıştım.
"Arayacaksın ve benden çok şey öğreneceksin!" dedi Edip Cansever.
"Arayacağım ve senden çok şey öğreneceğim kumandanım," dedim gülerek, tekrar bir selam çaktım.
Alttan yukarıya baktı. "Alay mı ediyorsun yani?" "Alay etmeyeceğim ve alayı öğreneceğim kumandanım!" "Saçmalama!"
"Olur, saçmalamamayı öğreneceğim kumandanım," dedim, "Ayakkabı dikmeyi, yemek yemeyi, sevmeyi ve kahkaha atmayı öğreneceğim!"
"Otur yerine be, off, görmeyeli ne kadar da şımarmışsın!" dedi Edip Cansever, şakacı bir sesle.
Peynir koparttım çatalla, "Seni son gördüğümden bu yana yüzlerce olayın, durumun içinde olay yaratıcısı ve yapıcısı bir usta olarak bulundum, bilinen ve bilinmeyen etkileri yaşadım ve durmadan değiştim Bay Edip Cansever, annadın mı mesela. Elbet, sen bana eski Muzaffer gözüyle baktığın için yeni Muzaffer'i göremiyorsun, bu yüzden de şaşırıyorsun," dedim gülerek.
"Çok geveze olmuşsun, çenen düşmüş," dedi Edip Cansever. "Söyle bakalım benim aslan arkadaşım," dedim, kucakladım, yanaklarından öptüm.
"Beni arayacaksın!" dedi Edip Cansever. "Arayacağım," dedim.
"Çok şey öğreteceğim sana," dedi Edip Cansever. "Öğreteceksin!" dedim.
"Şiiri, edebiyatı, evreni, kendini!" dedi Edip Cansever. Sesimi şarkılaştırdım. "Sen seni bil sen seni bil, sen seni, sen seni bilmezsen patlatırlar enseni ve de dandini dandini dastana!"
"Çarpacam tokadı ha?"dedi Edip Cansever, sağ elini kaldırdı havaya.
"Kemal Tahir'in romanlarında adamlar nasıl konuşuyor biliyor musun, 'Şaplak geliyor ki bak nasıl geliyor1 işte böyle," dedim.
"Devlet Ana'daki o bataklık sahnesine bayıldım," dedi Edip Cansever.
"Ben Kemal Tahir'i seviyorum, iyi romancıdır," dedim. "Orhan Kemal, günahı kadar sevmez Kemal Tahir'i," dedi Cansever.
"Sevmez. Yaşar Kemal de sevmez, ama Orhan Kemal hiç sevmez," dedim.
"Aşağı yukarı bütün yazarlarda vardır bu düşmanlık," dedi Mahmut Makal.
Edip Cansever, Mahmut Makal'ın sözlerini işitmemiş gibi davrandı, bu davranışından, Mahmut Makal'ı sevmediğini, beğenmediğini çıkardım ve tedirgin edici bir soğukluk doğmasın diye araya girerek konuşmayı sürdürdüm. "Evet, bu bizim gelişmemişliğimizi, çok önemli bazı durumları henüz kavrayamadığımızı, ilişkilerimize hoşgörüyü yerleştiremediğimizi, yani ilkelliğimizi ortaya koyuyor. Oysa bir yazar, beğenmese bile, başka bir yazara saygı duyabilmeli."
"Ne kadar da ukala olmuşsun sen?" dedi Edip Cansever kızdırmak amacıyla.
Onu umursamadım. "Ama biz daha birbirini yeme, gözlerimizi oyma dönemini yaşıyoruz."
"Vahşet çağı yani!" dedi Oğuz Halûk.
"İsabet buyurdunuz üstat," dedim.
"Köşeyi tutmuşsun da keyfin gıcır bakıyorum," dedi Oğuz Haluk.
"Biz hasım sahibi kimseleriz, arkamızı duvara verip yüzümüzü kapıya çevireceğiz ki, hasmımızın ne yapacağını bilelim ve gel güzelim bu akşam çılgınca eğlenelim," dedim.
Edip Cansever, şöyle, eleştirircesine bakıyor, başını yanlara sallıyordu. "Resmen delirmiş bu!"
"Buyrukçu, bu, senin dediğin Anadolu'nun en büyük sorunlarından biri," dedi Mahmut Makal. "Herkes birbirinin düşmanı, herkes öldürülmek korkusu içinde."
"Bütün insanları birbirine düşüren davaları vardır," dedi Nevzat Hatko. "Anadolu birlik ve beraberlik içinde değil, birbirinden kopmuş ve yalnız bir halde yaşıyor."
"Sevgiyi öldürdüler," dedi Oğuz Halûk.
"Bu tartışmalı bir şey. Hangi sevgi? Yurt sevgisi mi, birey sevgisi mi, çıkar sevgisi mi?" dedim. "Bence bir memleketteki insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyorsanız karakollara, mahkemelere, hastanelere gideceksiniz." Edip Cansever'in böyle, edebiyat dışı konuşmalardan hiç hoşlanmadığını, canının sıkıldığını düşündüm, yüzüne baktım. Yargıların, öfkelerin, izlenimlerin ve şiir öğelerinin sıçrayıp durduğu bir sessizliğe gömülmüştü ve 'yanlış bir yerde olduğu için' tedirgindi. Gitmeliydi buradan, her şeyleriyle bağdaşacağı ve kişileriyle anlaşabileceği ortamların bulunduğu mekânlara. Paketinin dibine bastırarak dışarıya ittiği sigarayı dudaklarının arasına kıstırdı, "Yak" dedi.
"Seni yakmam ben, yakamam," dedim, "Sen benim en yakın arkadaşımsın. Dünyayı yakarım da seni yakmam ve o dünyadan ilk kurtardığım insan sen olursun."
"Bravo!" dedi Oğuz Halûk, alkışladı.
"Bak, hâlâ duruyor, ben seni böyle mi eğittim?" dedi Edip Cansever, sigarasını gösterdi. Yaktım ve "Affedersiniz beyefendi, bir suç mu işledim?" dedim.
"Evet," dedi Edip Cansever, "Ben daha elimi oynatırken ne yapmak istediğimi sezeceksin, ona göre davranacaksın."
"Hay hay, bundan sonra buyurduğunuz gibi davranacağım efendim sizi hiç üzmeyeceğim," dedim.
"Gülme!" dedi Edip Cansever, "Gülme, laubalilikten hoşlanmam!"
"Gülmeyecem efendim," dedim, ağzımı kapattım.
Masadakiler, Edip Cansever'le olan sık dokulu dostluğumuzu bilmedikleri için inişli çıkışlı, sakalı, ciddi, yan ciddi, tuluat karışımı ve anlamsız gibi bir çizgiyi izleyen konuşmalarımızı (bu oyunları sık sık tekrarlardık) anlamaya çalışıyorlardı ama şaşkınlıktan öteye geçemiyorlardı. Kuşkulu bakışları her an üstümüzdeydi, kavga başlarsa ayırmaya hazırlanıyorlardı.
Kapının eşiğinde aşçıyla tartışan garsona, "Bakar mısın delikanlı," dedim.
Koşarak geldi garson.
"Sor bakalım, beyler ne emrediyorlar?" dedim.
Edip Cansever gülümsedi, "Hazine mi buldun yoksa?"
"Hazineye ne gerek var Edip'çim, ben kendim hazineyim, bir hikâyem yayınlandı mı?" dedim.
Kahkahayla güldüler.
"Sahi, ne içeceksiniz? Söyleyin, çocuklar bekliyor," dedim.
"Hiçbir şey," dedi Edip Cansever.
"Peki öyleyse, beyefendiye bir 'Hiçbir şey' getir!" dedim.
Dişlerinin arasından tıslama gibi bir "Viskiiii," sözcüğü çıktı Edip Cansever'in.
"Durma, hemen getir!" dedim garsona.
"Bizde viski yok efendim," dedi garson.
"Yoksa aldırın!" dedim, "Arkadaşım kırk yılda bir şey istedi."
"Şaka söyledim," dedi Edip Cansever, elimi içtenlikle sıktı ve duygularımı herkesin içinde açık açık belirtmemden gönendi. "Rakı içeyim."
"Doğru söylüyorum; canının çektiğini söyleyebilirsin, çekinme. Rokfor peyniri, bilmem ne," dedim.
"Gerçekten de çok değişmişsin, inanamıyorum," dedi Edip Cansever, "Çünkü sen küçük bir memursun!"
"Küçük bir memurum, haklısın, bir yerden yazı parası, ikramiye ya da Emekli Sandığı'ndan borç para aldığımda arkadaşlarıma ısmarlayabilirim ancak, senin gibi her zaman ısmarlayamam... Bunun ezikliği içindeyim, sen yüz kere ısmarlarsan ben bir kere... Ama bugün param var Edip," dedim.
"Hani, Sait Faik armağanını aldığında içecektik," dedi Edip Can1-sever.
"İçtik ya," dedim.
"Olmaaaz, o sayılmaz, benimle birlikte başkalarına da ısmarlamış-tın, ben, sadece bana ısmarlamanı istiyorum!" dedi Edip Cansever.
"Elbet, baş üstüne, ne vakit emredersen hazırım!" dedim. İlk kitabım (Katran)'dan 150 lira telif ücreti almıştım ve o gece Tüneldeki bir meyhanede Edip Cansever'in, Orhan Kemal'in, Agop Arad'ın, Hamit Akınlı'nın, Hüsamettin Bozok'un da bulunduğu kalabalık bir arkadaş topluluğuna ısmarlamıştım ve ancak elli lira harcamıştım. Elli lira büyük paraydı 1956'da; iki buçuk liraya bir hafta yetecek yiyecek alabiliyorduk. Evet, o akşam büyük bir sevinç, sevgi ve heyecanla kuşatılmıştım. Neşeliydim, mutluydum; boyuna gülüyor, dostlarıma ."Canım" sözcüğüyle sesleniyordum. Hüsamettin Bozok, mutluluğuma mutluluk katan bir konuşma yapmıştı. Unutamam... Sonraları her kitabım yayımlandığında, armağanlar, ödüller aldığımda ısmarlamıştım, ama geride ısmarlayamadığım birçok kişi vardı ve sitem ediyorlardı. Edip Cansever'in bardağına rakı koydum. "Hoş geldin!"
"Bana mı söylüyorsun?" dedi.
"Yok amcama!" dedim gülerek. "Bir şeyler yesene!"
"İstemem. Az önce işkembe çorbası içtim," dedi Cansever.
"Bir biftek söyle, buranın bifteği fena değil," dedim.
"Niye aramıyorsun beni?" dedi Edip Cansever.
"Vallahi aradım Edip," dedim.
"Evi bilmiyor musun? Niçin 'çat kapı' geliniyorsun?"
"Sabah erkenden işe gidiyorum, akşamları da beşten sonra gelmek biraz tuhaf. Aslında cumartesi, pazarları gelebilirim ama senin evin dergâh gibi bir sürü insan geliyor. Sıkılıyorum, dilleri dillerime uymuyor, yalnızlık duyuyorum," dedim. Edip Cansever'le buluştuğumuzda yanımızda kimse olmamalıydı; çünkü başkaları varken doğru dürüst konuşamıyorduk. Tanıştığım ve adımı tanıştırıldığım an duyan yabancıların çoğunun Edip Cansever'e gösterdikleri hayranlık karışığı saygı karşısında beni umursamamaları, ilgilenmemeleri asabımı bozuyordu. Oysa ben, en az Edip Cansever kadar el üstünde tutulmak, onun gibi pohpohlanmak istiyordum.
"Gelenlerin çoğu yabancı değil, tanıyorsun. Nahit Hanım, Muaf-fak Şeref, Orhan Veli'nin kız kardeşi Füruzan, kocası İbrahim, balıkçı Nuri, Fethi Naci, Rauf Mutluay falan..." dedi Edip Cansever.
"Bundan sonra gelirim," dedim.
"Böyle ısmarlama gelmek olmaz. Kalk gel, sinirlendirme beni!" dedi Edip Cansever; sertliğini hafif bir gülümseme çatlattı.
"Sen nasıl bir edebiyatçısın anlamıyorum," dedi Cansever.
Güldüm. "İyi bir edebiyatçıyım. Sevimliyim, yakışıklıyım."
"Edebiyatçı olamazmışsın gibi geliyor bana!" dedi Edip Cansever yumuşak ve alaycılığı törpülenmiş bir sesle.
"Edebiyatçı nasıl olurmuş, yap tarifi yoksa çağıracağım Gavur-dağlı Arifi," dedim.
"Öfff, bırak şu sululuğu!" dedi Cansever, "Seni dövmek istiyorum."
"Sevindirecekse döv!" dedim, sol yanağımı yaklaştırdım; içtenlikle öptü, boynuma sarıldı. "Serseri! Kardeşimden çok severim seni!"
"Ben de," dedim duygularımın ıslandığını belirten bir sesle. Bardakları tokuşturduk. "Hadi, en kötü günümüz böyle olsun!"
"Bundan daha iyi, daha güzel olsun!" dedi Mahmut Makal, sözlerinin onaylanmasını istercesine yüzlerimize baktı.
"Bu da laf mı yani?" dedi Edip Cansever ye Mahmut Makal'ın dileğini alaycı bir sesle tekrarladı.
"Laf ya, beğenmedin mi?" dedi Mahmut Makal kızgınlıkla.
"Beğenebilmem için gerçek olması gerekir," dedi Edip Cansever, "Ne demek 'bundan daha güzel olsun?' Güzellik görecedir, sana göre güzel olan bana göre değil." Parmaklarının arasına kıstırdığı sigarayı ağzına değdirdi, çekti ve gözlerini Mahmut Makal'a dikti. "Şimdiye kadar hep dileklerde bulunmuşsunuz. 'Dünya güzel olmalı, barış olmalı, savaş olmamalı' gibi. Yaptığınız bir yerde dua etmek gibi." Sesi heyecansızdı ama eleştiren yanı ağır basıyordu.
Mahmut Makal'ın geniş yüzü kızardı, "Biz dua ediyoruz, sen etme!" dedi öfkeyle.
"Bir de toplumcu geçiniyorsunuz!" dedi Edip Cansever, "Toplumculuğun özünde dua yoktur, gerçeklerle donatılmış eylemler vardır."
Mahmut Makal, onunla tartışmak istemiyormuş gibi votkasını yudumladı, Nevzat Hatko'yla konuşmaya başladı.
Edip Cansever, şu anda doğan ve zihnine yayılan bazı dizelerin gücünü ölçüyormuş gibi gözlerini kapadı, öyle kaldı.
Dış kapıya yaklaşan ayak seslerinden sonra İstanbul Radyosu'nda görevli Mete Yükselen (uzun boylu, siyah parlak saçlı, esmerdi) sarışın, güzel yüzünü derin anlamların kapladığı genç bir kadınla göründü ve masamızın önünde durdular; ikisi de kibarca gülümsedi. Ayağa kalktım, ilkin Mete Yükselen'in serin elini sıktım. Gülümsemesini bozmadan -bir fotoğrafçıya poz verir gibiydi- adının Gül olduğunu öğrendiğim kızın eline uzattım elimi, başımı eğdim.
Edip Cansever, Mahmut Makal, Nevzat Hatko, Oğuz Halûk, Mete Yükselen'i önceden tanıyorlarmış.
"Nasılsın Reis?" dedi Edip Cansever, Mete Yükselen'e.
"Teşekkür ederim," dedi Mete Yükselen.
Edip Cansever, bana bir şeyler söylemek istiyormuşçasına baktı. Alnı kırışmıştı. Zaman zaman belirip ürpertiler yaratan sıkıntının uzantısı gülümseme dudaklarında, gözlerinde barınmıyordu artık, aşağıya doğru sarkmıştı. Acı, kızgınlık, küçümseme, anlaşılamama... Kendi düzeyinde birisinin özlemini çekme ve hiçbir zaman doldurulamayacak boşluklar yüzünden yalnız yaşamaya itilme gibi duygularla sarsılıyordu sanki. Sulu rakıdan bir yudum içti, Mahmut Makal'a kaşlarını çatarak baktı, "Gidelim burdan!" dedi.
"Neden?" dedim hiçbir şeyin farkında değilmişim gibi.
"Gidelim işte," dedi Edip Cansever.
"Gidemem," dedim, ''Saat yedide Bilge Karasu ile Ali Püsküllü-oğlu gelecek."
Gözleri parladı birden. "Bilge geliyor demek? İyi, iyi!"
Az sonra Ergin Ertem göründü yüzündeki o kaçak, içine kapanık yaşayanlarda, yalnızlığın boğucu dehlizlerinde mutluluğu yeşertenler-de rastlanan donuk, insanı uzun uzun düşündüren, merak ettiren, yaşamını kurcalamaya çağıran bir anlatımla. Ben ne zaman Ergin Ertem'le karşılaşsam bir tuhaf olurdum ve onun varlığında gizlediği, kimseye açıklama cesaretini bulamadığı bir gerçeğin acısıyla savaştığını sanırdım. Gövdesi ipince, boyu uzundu, kısa kestirdiği san saçları dağınıktı. Ürkek bir "Merhaba!" dedi, Mete Yükselenle Gül Hanımın yanlarına oturdu. Ama hemen ayağa kalktı, Nevzat Hatko'nun, Mahmut Makal'ın arkalarından geçerek geldi. "İstanbul'daki sanatçılarla Ankara Radyosu için bir konuşma yapacağım, seni nerede bulabilirim?"
"Daireye gel, eve gel, keyfin bilir," dedim.
"Daireye geleyim," dedi Ergin Ertem, döndü.
Türk Dil Kurumu'nun 1962 yılı hikâye ödülünü (Bulanık Resimler)’le kazandıktan sonra, Ankara Radyosu'nda çalışan Erdal Öz bir röportaj yapmıştı benimle ama bilmediğim, bilemeyeceğim birtakım nedenlerden ötürü yayımlanmamıştı, bir bakıma yayımlanmayışına da sevinmiştim, çünkü bir şey söylemeden önce düşünüyor, zihnimi toparlayamadığım için araya giren başka sözcüklerin itişiyle boşluklara yuvarlanıyor, boyuna, "Eeee, uıı, eeee," diyordum. Radyolarda, gazetelerde yayımlanacak konuşmaların doğal olmasına, yanlışlıklarla, tekrarlarla doldurulmasına ve konuşanı dinleyenin kafasında küçültmesinde karşıydım. Yazılı sorulara yazılı karşılıklar verilmeli, hatalar en aza indirilmeliydi. Erdal Öz, bu kez Sanatseverler'de derli toplu bir konuşma yapmıştı hikâyeciliğim hakkında, onu beğenmiştim ama ne hikmetse o konuşmaya da dergiler, gazeteler sayfalarını açmamıştı. O günlerde Öncü gazetesinden çağırmışlardı. Fotoğraflarım çekilmişti. Sekreterlik gibi bir görevi olan Süleyman Ege'ye, kazandığım armağan ve (Bulanık Resimler)'\t ilgili bir röportaj yapması için bir buyruk verilmişti. Süleyman Ege, isteksizce -beni sevmiyordu anlaşılan, hoşlanmıyordu- bir iki soru karalamış, bitişikteki masaya oturtarak soruları yanıtlamamı söylemişti. İyi bir konuşma olmuştu ama o konuşmada, fotoğraflar da yayımlanmamış, beni tanıması gereken okura ulaşamamıştı. Oysa o yazının yayımlanması beni çok sevindirecek, belki de (Bulanık Resimler)"m satışını attıracak, kısa sürede üç-dört baskıya erişmesini sağlayacaktı. Ne yazık ki hayallerim donup kalmıştı!.. Evet, ne dolap dönmüşse dönmüş (Süleyman Ege yazıyı yırtıp çöp sepetine atmış olabilirdi), sevinç yerine acılarla kucaklaşmıştım. İşte bu olayları anımsadığımdan Ergin Ertem'in "Konuşma yapmaya geldim," sözlerini kuşkuyla karşılamıştım.
Rakılar tazelendi, yeni mezeler söylendi, yan yana, karşı karşıya konuşmalar başladı.
Hayalet Oğuz, masanın tek kadını ve çekim odağı olan Gül Hanıma arka arkaya sorular soruyor, Mete Yükselen'e, onun Gül Hanımla yakınlık derecesi hiçbirimizce bilinmeyen ilişkisine ve kendisinin bu tutumu hakkında ne düşüneceğine aldırmadan, hatta daha ileri gidip Mete Yükselen'i yok sayarak, sokulmaya çalışıyordu. Bu durum beni üzüyordu, çünkü konuklarımızdılar ve onlara saygı göstermek, saygı kurallarını aşmamak zorundaydık. Ü
Kızıyordum Hayalet Oğuz'a. Edip Cansever'e yavaşça, "Şuna bir şey söyle, ayıp ediyor," dedim. Ama Edip Cansever o andaki durumuna uygun bir ortamın katmanları arasında geziniyor, bir şeyler yarattığını ya da yaratnıa girişiminde bulunduğunu sezdiriyordu rakı dolu bardağı sağ elinden sol eline, sol elinden sağ eline geçirerek. Gözlerini kapıyordu, açıyordu, bakışlarını uzatıyor, aydınlığını kısıyordu. Gül Hanım, Hayalet Oğuz'un gösterdiği ilginin temelinde yatan 'kandırma ve birlikteliklerini sıcak bir ilişkiye dönüştürme' niyetini sezdiği için -şimdiye kadar kim bilir kaç kez karşılaşmıştı böyle kişilerle ve durumlarla- ince ince alay ediyor, yaptığı esprilerin çoğuna kahkahalarla katılmamızı sağlıyordu. Hayalet Oğuz'un sabırsızlıkla beklediği olumlu karşılıkları değil de, kendini doyuran ve Hayalet'i küçük parmağında oynatacak kadar güçlü olduğunu belirten karşılıklar veriyordu. Edebiyatla uğraşıyordu Gül Hanım, gizli gizli şiir yazıyordu, hayır edebiyatla uğraşmıyordu, resme eğilimi vardı ama bu arada baleye de yakınlık duyuyordu. Bir süre susuyor sonra içten gelen berrak bir kahkahayla bütün söylediklerinin aslı olmadığım ortaya koyuyor, "Ben bir felsefe öğrencisiyim," diyordu. Birkaç dakika dolmadan ciddileşiyordu ve şaşırtıyordu hepimizi, öğrenci, balerin, ressam değildi, hiçbir şeydi ve hiçbir şey olmayı seviyor, daha da 'hiçleşmek' istiyordu. Hayalet Oğuz, şimdi Gül Hanımın adresini soruyordu ısrarla. Gül Hanım, Mete Yükselen'e baktı, Mete Yükselen bana baktı kırık, 'olanlara' kızmaya hakkı olduğunu ama gene de efendiliğini sonuna kadar korumak istediğini belirten bir gülümsemeyle. Gül Hanım, Mete Yükselen'e göz kırptı, derken Hayalet Oğuz'a döndü, "Yazın!" dedi ve içleri pırıl pırıl gözlerini tatlı bakışlarla doldurdu. Oğuz Halûk, başarının eşiğine ulaştığını düşünenler gibi çabuk çabuk not defterini çıkardı, boş bir sayfa buldu, eğildi, yazmaya hazırlandı ağzındaki külü uzamış sigarayı tüttürerek ve duman kaçan sağ gözünü kısarak. Gül Hanım, Bostancıda bir caddenin adını söyledi. Oğuz Halûk, başını kaldırdı, "Oralarda öyle bir yer yoktur," dedi.
"Var," dedi Gül Hanım, Mete Yükselen'e gülümsedi 'nasıl da işletiyorum ama' dercesine.
Mahmut Makal, bir biftek söyledi.
"Yeni bir şeyler var mı?" dedim.
"May Yayınlan'ndan çıkacak bir kitabım," dedi Makal.
Kimseyle ilgilenmiyormuş, kendisiyle hesaplaşıyormuş gibi duran Edip Cansever, "Yazdığın şeyler birbirine benziyor," dedi.
Mahmut Makal kızmadan konuştu. "Sorunlar değişmedi ki başka şeyler yazayım."
"Yazma öyleyse!" dedi Edip Cansever.
"Sana mı soracağım?" dedi Mahmut Makal; serinkanlılığını yitiri-yordu.
"Yazarlık her şeyden önce sorumluluktur," dedi Edip Cansever.
"Ben o sorumluluğun bilincindeyim ama sende o sorumluluk yok. Olsaydı öyle anlamsız, kapalı/buz gibi şeyler yazmazdın," dedi Mahmut Makal.
"Anlamsızlık nedir? Anlam nedir?" dedi Edip Cansever, "Sen bilemezsin bunları." Bir yudum aldı rakıdan, sigarasının külünü silkti.
"Altı köşeli geometrik laflarla yazılan şiirlerde vardır anlamsızlık; düz gerçeği işe yaramaz diye elinin tersiyle itip kulağını böyle göstermeye çalışmaktır," dedi Mahmut Makal, sol kolunu ensesinden uzatarak sağ kulağını tuttu.
"Kuru, boş sözler bunlar! Sen hiçbir şeyden anlamazsın, hele edebiyattan, .şiirden hiç anlamazsın. Koşullardan, durumlardan yararlanan yeteneksiz birisin, o kadar!" dedi Edip Cansever sakin ama saldırgan bir sesle. "Bugün o yazılan yazsaydın bir tek satırını bastıramazdın. Senin gibi yüzlerce var, hepsi de yeteneksiz!"
Mahmut Makal, hem Edip Cansever'le kavga edercesine tartışmak istiyor, hem de bu tip konuşmaların kendisini tedirginliğe sürüklediğini anlatan hareketler yapıyordu. "Elbet insanların sorunlarına dokunmayan, insanı uzaktan bile göremeyen soyut şiirlerden anlamam ben, o edebiyatı da sevmiyorum, benim anladığım Nâzım Hikmetin şiirlerin-deki coşkulu hayattır."
Oğuz Halûk, Edip Cansever'i savunmak amacıyla sesini yükseltti. "Mahmuuuut!"
Mahmut Makal, "Sana ne oluyor, sen onun avukatı mısın yoksa?" dedi.
"Böyle konuşmamalısın," dedi Oğuz Halûk; sesinde, yaptığı, söylediği her şeyin doğru olduğuna yüzde yüz inandığı Edip Cansever'e saygı gösterilmesini isteyen bir anlam vardı. Başını salladı. "Altı köşeli laflar ne dernek?"
"Saçma sapan demek, hiçbir şey anlatmayan demek, havanda su dövmek demek. Öğrendin mi şimdi?" dedi Mahmut Makal.
"Sen Edip'in şiirlerini okur musun?" dedi Oğuz Halûk.
"Karnı tok sırtı pek bireyin bunalımını anlatan şiirleri okumam, okusam bile sevmem," dedi Mahmut Makal.
"Öyleyse konuşmaya hakkın yoktur," dedi Oğuz Halûk.
"Asıl senin konuşmaya hakkın yoktur," dedi Mahmut Makal, sağ kolunu salladı. "Sen kimsin be? Nesin sen? Yazar değilsin, çizer değilsin, ortalıkta dolaşıp duruyorsun. Ben seni tanımıyorum, sana söylenecek bir sözüm yok." Bardaktaki votkayı bir dikişte içti, tatar yüzünün elmacık kemikleri pembeleşti; gözlerini yumup açtı, dişlerini sıktı.
"Hiçbir şey değilim," dedi Oğuz Halûk alaycı bir sesle ve ısırır gibi güldü.
"Öyleyse çizmeden yukarıya çıkma, benim de keyfimi kaçırma!" dedi Mahmut Makal, Mete Yükselen'i süzdü. "Nereye gidersem bana saldırıyorlar, hiç rahat bırakmıyorlar. Ne istiyorlar, anlamıyorum. Delirmiş bu İstanbullular!"
Mahmut Makal'ın omzuna dokundum. "Boş ver. Surda iki kadeh bir şey içeceğiz, burnumuzdan getirmeyin!"
27 Ağustos 2010 Cuma
Yaz Mutluluğu / Edip Cansever
Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilimin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.
Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfil kokusu.
Demiştim, evet
Söz haziranın
Şurdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.
Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizin kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.
Anlat ki
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir raslantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.
Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.
26 Ağustos 2010 Perşembe
Michael Haneke
Avusturyalı yönetmenin sinemaya girişi de sıradışı olmuştu zaten. 1974'ten beri TV senaryoları yazmakta olan Haneke, sinemaya ve yönetmenliğe ilk kez 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de izlediğimiz "Duygusal Buzlaşma" üçlemesinin ilk filmi "Der Siebente Kontinent / Yedinci Kıta"yla 1989'da başladı. Filmi gerçek bir öyküye, orta sınıftan Viyanalı bir ailenin intiharına dayanıyordu. Üçleme 1992 yapımı "Benny's Video / Benny'nin Videosu" ve Haneke'nin iki yıl sonra çektiği "71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls / Bir Şans Kronolojisinin 71 Parçası" ile tamamlandı. Bunlar, tutkudan tamamen yoksun filmlerdi. İnsanlar, hiç kastetmedikleri özürleri monoton bir şekilde mırıldanıyorlardı : sözde karısına "seni seviyorum" diyen erkek aslında bira bardağına bakıyordu ve bir baba bir kızı öldürmüş olan oğlunu, sanki sıradan bir kabahat işlemiş gibi azarlıyordu. Ama Haneke ısrarla iyimser olduğunu söylüyordu. "Kötümser olanlar, eğlencelik filmleri yapanlar" diyordu. "İyimser kişi, insanları sarsıp kayıtsızlıktan kurtarmaya çalışır."
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Edip Cansever' in Otobiyografisi
EDİP CANSEVER’İN 1970’LERİN BAŞINDA MEHMET H. DOĞAN’A GÖNDERDİĞİ OTOBİYOGRAFİSİ
8/8/1928. Babam Kur'an'ın arkasına yazmış doğduğum tarihi. Sonra da nüfusa kaydettirmiş. Pek sevinmiş erkek olmama. Benden önce iki kız, benden sonra bir kız, böylece dört kardeş oluvermişiz. Doğduğum ev İstanbul'da, Beyazıt'ın arkalarında, Soğanağa dedikleri bir yer. Annem küçükken göstermişti : "İşte sen bu evde doğdun!" Bir süre sonra --herhalde ben çok küçükken—Saraçhane başına taşınmışız. Şimdi Aksaray'a inen geniş asfalt caddenin tam üstünde bir ev. Bir küçük bahçe, bahçenin çevresi hep ev, bir kuyu, bir ayva ağacı, bir çardak. Bitişiğimizde Nigâr hanım oturuyor kocasıyla ve kardeşi Kenan beyle. Nigâr hanım A. Hamdi Tanpınar''ın kızkardeşi. Tanpınar da orda oturuyor ama her zaman değil sanıyorum. Belki de yolculuklara filân çıkıyor arada. Bahçelerinde bir erik ağacı var. Mevsimi gelince ara yerdeki duvara çıkıp erik yoluyor ve bahçemize atıyorum. Babam ve annem Çankırı' nın Atkaracalar köyünde doğmuşlar. İkinci Dünya Savaşında havacı çavuş yapmışlar babamı. Görevi İstanbul'da. Becerikli adammış ki, çarşıda --Kapalıçarşı'da-- bir şeyler alıp satmaya başlamış. Sonra Uzunköprü'de Keşan'da, daha başka yerlerde panayırlara, sergilere katılmış. Sonra dedemle ortak olarak bir dükkan tutup işletmeye başlamışlar. Daha sonra dedemden ayrılıp bir başına sürdürmüş işini. Ev kendi evimiz olmuş. Yemeğimizi yer sofrasında yiyoruz. Çoraplarım babamın çoraplarının küçültülmüşü. Pantolonum yeniyken bile yamalanır, annemin "Süvari" dediği bu yama sayesinde uzun süre giymem sağlanırdı. Oyuncağım, bir sepete doldurulmuş tahta parçaları, tekerlekler, teller, bir sürü ıvır zıvır. Annem sık döverdi, babamsa yılda bir iki kez. Tavanarasına kaçardım, merdivenlerden yorulur, yetişemezdi bazan annem. Bir keresinde yetişti, dama çıkacağımı anlayınca korktu ve vazgeçti. Umutsuzlar Parkı'nda yazmıştım bunu sanıyorum, ama hangi şiirdeydi, şimdi hatırlayamıyorum. Çok çalışırdı annem. Koca evin temizliği, yemeği, bizim bakımımız onun üstündeydi. Babamın kazancını bilmem ama eli sıkıydı iyice. Evimizdeki tek kitap, parça parça açılıp uzayan bir uçak resimleri kitabıydı. Etrafımız arsa doluydu. Karşımızda çok büyük bir bahçe, ağaçlar içinde bir köşk vardı. Dolmabahçe Sarayından büyüktü sanki. Şimdi park yaptılar. Siirtli aileler otururdu aşağı mahallelerde. Çocukları bizleri dövmeye, ya da ikinci kızkardeşimle imâl edip satmaya çalıştığımız fırıldakları yağmaya gelirlerdi. En sevinçli günlerimizi, dedemin ya da dayımın Polatlı''dan misafir gelmeleri, bizlere birer küçük Nestle çukulatası getirmeleriyle yaşardık. Dedem, Polatlı'daki dükkanına mal almak için çarşıya giderken beni de götürür, şiş kebabıyla komposto yedirir, en büyük zevkim bu olurdu.
Bir gün mektebe gideceksin, dediler. Annem götürdü, müdüre rica etti, altı yaşını bitirmeden 56. İlk Okula yazıldım. İlk gün, arka sırada, konuşuyorum diye bir tokat yedim öğretmenden, sanki evde yediklerim az geliyormuş gibi. Ertesi gün karyolanın altından çıkarıp --annemle babamın karyolası, biz yer yatağında yatardık-- gönderdiler okula. Yavaş yavaş alıştım bu işe, okula ısınamadım ama göğüslüğüm, beyaz yakam biraz hoşuma gitti. Yedi sekiz yaşında Yavrutürk, daha sonraları Ateş Çocukları gibi dergiler almaya başladım. Yirmi Üç Nisanlar gelip geçti. Yerli Malı Haftaları akıp gitti böylece. Beni eve meleklerin getirmediğini öğrendim. Son sınıfta Güler ismindeki bir kıza, sonra da Nebahat'a aşık oldum. Birinin de bacağını sıktığımı hatırlıyorum. Okul tatil olunca, babam iş öğrenmem için dükkana götürmeye başladı beni. Dayaktan daha fena geldi bu bana. Sıkıldım ve nefret ettim. Para kazanmaya başlayıncaya kadar sürdü bu nefret, sonra sonra alıştım. Üstüne üstlük, akşamları eve ne taşıyacaksak bir kısmını da ben yüklenirim, tramvay masrafı olmasın diye, yürüye yürüye Kapalıçarşı'dan eve dönerdik. Kaburgaları sayılan gövdem için oldukça ağır bir işti bu da. Ayrıca kafam da çok büyüktü gövdeme göre. Okulda "koca kafa Edip" diye kızdırırlardı. Bir de mektep dönüşü kavgaları... Kimseyi dövebildiğimi hatırlamıyorum.
56. İlk Okul bitti. Sünnet oldum. Babam Fatih'te on bin liraya bir apartıman aldı. İkinci Dünya Savaşı başladığı için emlak fiatları çok düşüktü. Babam da kazanmış ve biraz tutmuştu galiba. Üst katına yerleştik. Adam gibi masada yemek yemeye başladık. Yirmi kedisi olan Nigâr hanımın, kedileri yavrulayınca gönderdiği lohusa şerbetleri, arada bir gelen ölü helvaları, çok iyi komşumuz olan --ayrıca çok iyi iki insan-- Gülsüm hanımla Rıza bey gerilerde kaldı. Cami avlularında kiraladığım bisikletler de geride kaldı. Cambazlar gene vardı ama. Fatih İtfaiyesinin bahçesindeki gösteriler de. O güzelim itfaiye müzesi de, sanki donuk donuk balmumu kokan. Akşamüstü caddeler sulanır, Fatih'e giden tramvaylara atlardık. Çok hoştu. Ama cambazları hiçbirine değişemem. Bir meydana yerleşirler, bir hafta gösteri yaparlar, son gün telin üstünde kurban kesme numarasına girişirler, aşağıdan "kesme, kesme!" sesleri gelir, güya hatır için vazgeçerlerdi. Ah o meyvalı gazoz kokuları! Kokusu hâlâ burnumda. Bir de kapıcı İsmail efendinin süslü dondurma arabası. Ya çeşit çeşit gazoz kapakları! Kıl testere ile kesip boyadığım kontraplaktan yapılmış yedi cüceler, pinokyolar, mikiler,v.b.
İstanbul''da karartma var, İstanbul bombalanacak! Babam bizi doğduğu köye götürüyor, dört ay kalıyoruz. Harman yerinde futbol maçları... Değirmen'e buğday götürüyoruz, ununu fırıncı Seniye kadına veriyoruz, bize ekmek yapıyor. Döğenin üstünde, öküzleri sürüyorum, biri pisliğini edeceği sıra bir teneke tutup topluyorum onları, sonra samanla karıştırıp tezek yapıyoruz. Harmanda buğday kurutuyorum, kuşlar yemesin diye bekçilik yapıyorum. Samanlıklarda on metre yükseklikten atlayıp gömülüyoruz samanların içine. Dört ay yalınayak gezdim. Kadınlar giremezdi çarşıya. Görüp göreceğimiz tek meyva öküz eriği. Et bulmak daha da güçtü, ne zaman ki bir hayvan öldü ölecek, keserler, tellal bağırtırlardı. Paramız yok değildi belki. Ama savaştı belimizi büken. Susayınca yoldan geçen kızların bakraçlarından su içmek olağandı. Bekir efendinin arabasıyla dört saat sürerdi. Çerkeş''e gitmek. Arada gidilirdi. Biraz sebze yüzü görürdük böylece. Derede balık tutardık, yağmur duasına çıkardık. Bir gün demir yolunu tamamladılar, çiçeklerle donatılmış ilk tren Atkaracalar'a girdi. İdare lambalarıyla, helası dışarda kerpiç evlerle, binbir yamalı elbiseler --daha doğrusu çullar-- içindeki insanlarla kaynaşan köye tren girdi. Sonra İstanbul'a döndük.
Orta okuldayım. Tanpınar'ın kardeşi Kenan bey velim. İkinci sınıftayım yani, Kumkapı Orta Okulu'nda. Birinci sınıfı Gelenbevi Orta Okulu'nda okudum, Fatih camisinin arkalarında. Anılarım çok silik. Tarzan kartlarıyla "alt mı üst mü" oynamak, üstünde hayvan resimleri bulunan kabartmalar alıp satmak, başka?.. Başka bir şey yok. İkinci sınıfta ilk şiirimi yazdım. Bir çocuk dergisine yolladım ve çıktı. Artık şairdim. Hayat ansiklopedilerini toplayıp ciltlettim. Bu ara horozum da öttü, erkekliğe geçtim. Son sınıfı da aynı okulda okudum ve bitirdim. Kumkapı'dan çok iz kaldı bende. İstasyon, mendirek, kiliseler, Ermeni evleri... kızıl ve sivri sakallı müdür, balıkçılar, Gedikpaşa meyhaneleri... Martılar, iyot kokuları... Sonra Langa bostanlarına gitmeler, Yenikapı''daki kömür iskelelerinde yüzme öğrenmeler, donumuzu başımızda kurutarak eve dönmeler. İlk radyo, ilk pikap. Münir Nurettin'in, Safiye'nin,Müzeyyen Senar'ın plakları.
İstanbul Erkek Lisesi'ne girdim. Öğleyin çıkmak yok. Ekmek karnemizi unutursak, bahçe penceresinden ayva, leblebi alıp yiyoruz. Geneleve ilk defa onuncu sınıftayken gittim. Şiir yazıyorum ve Tevfik Fikret'in etkisindeyim. Salim Rıza Kırkpınar çok iyi şiir okuyor. Şiiri başka türlü sevmeye başlıyorum. Son sınıftaki hocam Hakkı Süha Gezgin. Şiiri yasaklıyor. Bir ara Çınaraltı dergisi okuyorum. Aruzla bir şiir yazıp yolluyorum, Orhan Seyfi'nin bir cevabı çıkıyor: Şiiri heceyle yazmışım ve bazı dizelerde bir hece eksikmiş. Heceyle bir şiir yazıp yolluyorum ve öbür şiirimin aruzla yazıldığını ekliyorum, şiir yayınlanıyor. Sonra İstanbul dergisine bir şiir yolluyorum, çıkıyor, ikincisini yolladığımda, cevaplar kısmında beni dergi yazıhanesine çağırıyorlar. Neşet Halil Atay'la Mehmet Kaplan'la tanışıyorum. Ondan öyle toplantı günleri oluyor, uğruyorum. Şiirleri kendim götürüyorum artık. Okulun bahçesinde dama oynuyorlar öğle aralığında. Bir arkadaşım var, biz toplumculuk tartışmaları yapıyoruz. Akşamüstü muhakkak Ankara caddesindeki kitapçılara uğruyorum. Artık yeni şairleri tanımaya başladım tabiî. Şiir kitabı istiyorum, veriyorlar. Daha çok ABC kitabevinden alış veriş yapıyorum. Klasiklerden çıkan kitapları da kaçırmıyorum hiç. Yunan klasiklerini yutarcasına okuyor, konuşmalarda Sokratesçilik yapıyorum. Gene bir kitapçı dükkanında çalışan bir kız var, bana kitap ayırıyor. Bir defasında Sait Faik'in Medarı Maişet Motoru''nu veriyor, "sakın kimseye söyleme benden aldığını, kitap bugün toplatıldı çünkü" diyor.
Okul bitiyor. Yakın arkadaşlarım Yüksek Ticaret'e kaydoluyorlar. Ben de onlarla birlikte tabiî. Biraz da babamın isteği baskın çıkıyor. Bir yandan da anahtarları tutuşturuyor elime, dükkanın anahtarlarını. Düşünüyorum, ne olacak sanki Yüksek Ticaret'i bitirip de, deyip okulu terkediyorum.
Birayla votka içmeler başlıyor Ekspres'de, Orman'da. Bir kıza aşık oluyorum (Mefharet değil). Ardından hemen evleniyorum. Müthiş kitabımı, İkindi Üstü'nü o sıralar çıkarıyorum (sende yoktur inşallah). Önüme gelene veriyor ya da yolluyorum. Varlık'ta Melih Cevdet'in kısa bir tanıtması çıkıyor. Seviniyorum. Orhan Veli, sanırım adı "Karikatürden Şiire" adlı bir yazı yazıyor. Benim bir mısramı alarak, böyle mısra yazılmaz anlamına bir şeyler söylüyor (Bak: Nesir yazıları). Oysa şimdi mısra hep böyle yazılıyor. Ha, kitabı yayınlamadan önce Tanpınar görmek istiyor, bir ramazan günü, Tünel'de Narmanlı Yurdundaki yerine gidiyorum. Çay fincanlarının içinde kahve getiriyor ve başlıyor okumaya. (Merakla bekledim bekledim. Bitirdi, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Ve dedi: "bunlar çok güzel şeyler, ama çok. Ne var ki hiçbiri şiir değil." Hiçbir şey anlamadım tabiî. Bütün odayı reprodüksiyonlarla doldurdu, bana uzun uzun resim anlattı, müzikten, Valery''den söz açtı. Bir süre sonra çıktım. Doğru Haşet''e gittim. Bir sürü resim aldım, Valery'nin Mélange'nı aldım. Ertesi gün bir Fransızca hocası tuttum, aylarca ders aldım. Karşılıklı konuşmaya başlamıştık bile. Bir gün dedim ki bizim hocaya, biraz da Valery okusak olmaz mı? Olur, dedi. Açtık kitabı, adam bir türlü çeviremez türkçeye. Hoca çeviremezse ben nasıl çevirirdim ilerde? Baktım olacak gibi değil, kestim ders filan almayı, doğru meyhaneye. O zamanlar nasıl anlıyabilirdim ki, bizim hoca şiirceyi bilmiyor asıl.)
Asmalımescitte, Elit diye bir pastahane vardı. O zamanlar orda toplanırdı sanatçılar (Sait Faik'in bir röportajı vardır). Bir gün dükkana ben yaşlarda iki kişi geldi, dergi çıkarmak istediklerini, benim de yazmamı ve başka yazarlardan yazılar istememi söylediler. Elit'e gittik. Dergi çıksın, görelim de, ondan sonra, dedi Oktay Akbal. Ötekiler de böyle söylediler. Arkadaşlar gitti, ben kaldım. Salâh Birsel geldi yanıma ve ilgilendi. Şiir kitabımdan söz açtı. Arkadaş olduk. Uzun yıllar da arkadaşlık ettik. Çok şey öğrendim ondan. Nasıl mısra kurulur, şiirin bütünlüğü nedir, neler okumalı, nelere nasıl bakmalı, hepsini. Bilmediği, korktuğu (o yıllar öyleydi, herkes biraz çekinirdi hiç değilse) toplumculuktu. Bir gün (Yıl 1949) askere gidelim dedi ve gittik. Denize ayrılabileceğimizi söyledi. (Sonra o Heybeliada''da deniz teğmeni oldu, bense Ömerli köyünde topçu teğmeni). Lise mezunu olanlar Gelibolu''da hazırlık kıtasında iki ay talim görüyorlardı ayrıca. Önce Gelibolu'ya gittim. Ordaki sefaleti anlatmam için sayfalar dolusu yazmam gerekir. Şu kadarını söyliyeyim ki, orda burda şiir yayınladığım için çavuş çıkmaktan çok korkuyordum. O yıllarda serbest nazımla yazan şairlere komünist damgasını vuruyorlardı hemen. Yaprak dergisi çıkmaya başlamıştı. Onu bile Gelibolu'ya indiğim zaman alıyor, bir kuytuda okuyor, bazan O. Veli''nin bir şiirini ezberledikten sonra yırtıp kıta''ya dönüyordum.
İki ay bitti. On gün izinden sonra Ankara'ya gittim. Okula başladım. O sıralar yeni bir dergi çıkmıştı. Benim de bir şiirimi yayınladılar. Ataç merak etmiş, Salâh Birsel'e beni tanıştırmasını söylemiş. Sonra Salâh acele İstanbul'a gittiğinden biz Nahit Ulvi ile (öyle sanıyorum) gittik. Özen Pastanesinde oturduk. İlk sorusu "Ruhun içinin içi nedir?" oldu. Afalladım tabiî. Meğer Peyami Safa'nınmış bu cümle. Cevap veremedim ama kızdım. Beğendiğim şairleri sordu, ters cevaplar verdim. Herhalde benden hoşlanmamış olacak ki, biraz daha oturduk ve ayrıldık. Sıkıntılı okul hayatı yavaş yavaş eridi. Yalnız pazartesi günleri, Ataç''ın yazılarını okuyabilirdim Ulus gazetesinde. Başka gazete girmezdi okula. Bir gün Hürriyeti Seçtim kitabını getirdiler, isteyenin alabileceğini söylediler. Bir tane aldım. Tabiî Antisosyalist bir kitap. Yalnız bir cümleye takıldım, bir amele, bilmem kaç yaşında emekliye ayrılmıştı... Hafta sonları Üç Nal lokantasında içerdim, oraya arada gelen O. Veli'yle tanışmak umuduyla. Sonra Kaynak dergisinde, buluşurduk yeni tanıdığım arkadaşlarla. En yakın arkadaşım çavuş çıktı. Bir gece alıp götürdüler. Ne de olsa insan bilmeden de arkadaşını seçebiliyor. Altı ay süresince o kadar laf ettik de, fikirlerini söylemedi. Mehmet Kemal'i devre ortasında götürdüler zaten. Sanırım 40 kişi kadar çavuş çıktı o devre. Evet, askerlik bitti.
İstanbul'dayım. İşten eve evden işe. Arada bir Beyoğlu'na tabiî. Artık bir yığın sanatçı tanıyorum. Salâh, Alp Kuran, Nermi Uygur filan içiyoruz bazan da. Şiirlerim Yenilik'te yayınlanıyor çoğun. Salâh götürüyor tabiî. Bir gün Şato'da (eski Mazarik) Hüsamettin'le tanışıp aynı masada oturuyoruz biraz. Bir şiirim çıkmıştı Yeditepe'de. Bana, "Böyle ince şiirler yazdıkça getir"diyor. Ondan öyle Yeditepe'nin yazarı oluyorum. O. Kemal, M. Buyrukçu, ben bir üçlü oluyoruz. Sonra bizim M. Eloğlu ile arkadaşlık kuruyoruz. Degüstasyonda içmeler başlıyor. Yıllar akıyor böyle böyle. Sonra Turgut, Cemal, İlhan Berk... Ve sonra? Sonrası iyilik güzellik.
Hayatımda en önemli olay: Kapalıçarşı yangını. Dükkanım yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım. Ve Jak (ortağım) anlayışlı davranmasaydı.
İşte böyle Reis, kitaplar, şiirler ortada. Soracağın bir şeyler olursa yanıtlarım. Bütün bunları yazarken aklıma o kadar çok şey geldi ki, hepsini yazsam kitap olurdu. Bu kadarıyla yetinelim şimdilik. Bir de şu var: bu yazıdan yararlan ama, gerekli olsa bile koyma yazının içine. Bir renk, bir koku gibi kalsın sende. Sevgiler, selamlar Reis.
Edip Cansever
24 Ağustos 2010 Salı
Tanrıya Karşı Söylev - Marquis de Sade
Hayal mahsulu ve işe yaramaz varlık, adın bile yeryüzünde hiçbir politik savaşın döktüremeyeceği kadar kan akıttı. İnsanlar çılgınca umutları ve gülünç korkularıyla ne yazık ki seni hiçlikten çıkartmaya cüret ettiler; keşke geri girsen o hiçliğe! Sen insan soyuna eziyet etmek için çıktın ortaya yalnızca. Senden söz etmeyi aklından geçirmiş ilk sersem boğazlansaydı, yeryüzünde ne çok cinayet engellenirdi! Varsan göster kendini! Benim gibi zavallı bir yaratık sana hakaret etmeye cüret etti, sana meydan okudu, seni hiçe saydı diye, senin mucizelerini inkâra kalkıştı ve varlığını alaya aldı diye acı çekmeye kalkma sakın, sözde mucizelerin beş para etmez uydurukçusu! Var olduğunu bize kanıtlamak için bir mucize göster! Göster kendini;......
Tanrıya Karşı Söylev Marquis de Sade Çeviri: Işık Ergüden Versus Kitap, Ağustos 2009
Zebrail - Alexandre Jardin
Baba On yedi yıl süresince, kendimi senin oğlun olmadığıma, kanının bana kadar inmediğine inandırmaya çalıştım. İnatla, aramızda ortak olan özellik ve atılımları kişiliğimden silmeye çalıştım; ve içimde senin özsuyunun tomurcuklanmalarının fışkırdığını duyar duymaz, kendimi en ateşli isteklerimden, sana özgü olan ve benim uzlaşamadığım şu takla anlayışından sıyırdım. Kişiliğimdeki düşçülüğü tümden uzaklaştırmayı başaramadıysam da durmamacasına körlettim. Sert bir biçimde, Jardin olmayı yasakladım kendime, kendimi düzeltmeye, bana bıraktığın şu çılgınlık fazlalığından kurtulmaya çalıştım. Yaşamım bunlardan ne denli yoksunsa, romanlarım o denli canlılık, sevinç ve özgürlük doluydu. Taşkın kişi yaratılışıma uymak beni öylesine korkutuyordu ki tümüyle katılıktan, güzel önlemsizliklerin yadsınmasından oluşmuş bir başka doğa uydurmuştum kendime.
* Alexandre Jardin Zebrail Can Yayınları
20 Ağustos 2010 Cuma
Karl Marx'ın Paul Lafargue'a Mektubu / Karl Marx
Friedrich Engels, Karl Marx ve karısı Jenny, çocukları Laura ve Eleanor
Azizim Lafargue,
Aşağıdaki gözlemleri yapmama izin vereceğinizi umuyorum:
1. Eğer kızımla olan ilişkilerinizi sürdürmek istiyorsanız, "kur yapma" yönteminizi yeniden gözden geçirmeniz gerekir. Gayet iyi biliyorsunuz ki, henüz verilmiş bir söz yoktur ve hiçbir şey de kesinleşmemiştir. Hatta Laura, sizin usulüne uygun şekilde nişanlınız olmuş olsaydı, yine de söz konusu işin uzun vadeli olduğunu unutmamanız gerekirdi. Çok fazla bir samimiyetin alışkanlıkları iki sevgilinin çetin tecrübeler ve ıstırap anlarıyla dolu olarak geçirecekleri ve zorunlu olarak da uzun bir süre aynı yerde oturacakları oranda yön değiştireceklerdir.
Yalnızca bir haftanın jeolojik devresi içinde, bir günden diğerine değişen davranış değişikliklerinizi dehşetle izledim. Fikrimce, gerçek aşk, ihtiyat, tevazu ve hatta aşığın putuna karşı olan çekingenliğinde ortaya çıkar; fakat asla ihtiras içinde kendini kapıp koyvermeyle ve vaktinden önce gelişen bu samimiyetin gösterileriyle değil...
Eğer melez mizacınızı müdafa edecekseniz, kızımla davranışlarınız arasına aklımı koymak da benim görevimdir.Eğer onun yanındayken, Londra meridyeniyle uyan bir şekilde sevmeyi bilmiyorsanız, onu uzaktan sevmeye rıza göstermek zorunda kalacaksınız.
2. Laura'yla olan ilişkilerinizi kesin olarak düzenlemeden önce, ekonomik durumunuz üzerine ciddi açıklamalara ihtiyacım var. Kızım işleriniz hakkında bilgi sahibi olduğumu zannediyor. Halbuki yanılmakta. Bu sorunu şimdiye kadar ortaya atmadım çünkü kanımca bu girişimin sizden gelmesi gerekirdi. Biliyorsunuz ki, elimde avucumda ne varsa hepsini ihtilalci savaşta tükettim. Buna pişman değilim. Tersine, eğer yeniden hayata başlama durumunda olsaydım, yine aynı şekilde hareket ederdim. Yalnız, evlenmezdim. Gücüm yettiğince, anasına hayatı zehir eden zorluklarda kızımı kurtarmak istiyorum. Bu iş benim doğrudan müdahalem olmaksızın (bu benim açımdan bir zayıflıktır) ve size olan dostluğumun kızımın hareketlerini etkilemeksizin hiçbir zaman bugünkü haline gelemeyeceğine göre, üzerimde ağır bir şahsi sorumluluk taşımaktayım.
Şu anki durumunuza gelince, aramadığım, fakat buna rağmen elime geçen bilgiler pek tatmin edici değil. Fakat bunu bir kenara bırakıyorum. Genel durumunuza gelince, henüz öğrenci olduğunuzu, Fransa'daki kariyerinizin Liege olayı nedeniyle yarı yarıya kırılmış bulunduğunu, İngiltere'ye alışmanız için en gerekli araç olan dilin sizde çok eksik bir unsur olduğunu ve en iyi halde bile başarı ihtimallerinizin (?) ne kadar şüpheli olduğunu biliyorum.
Gözlemlerimden çıkardığım sonuca göre, ateşli faaliyet başlangıçlarınıza ve iyi niyetinize rağmen, tabiat olarak çalışkan değilsiniz. Bu şartlar dahilinde, kızımla birlikte hayat gemisine binebilmeniz için size dışarıdan destek gerekecek.
Ailenize gelince, hiçbir şey bilmiyorum. Bir miktar zenginliğe sahip olduklarını farzetsek bile, bu onların sizin için fedakarlığa katlanmaya pek hevesli olduklarını kanıtlamaz. Hatta onların sizin bu evlilik projenizi nasıl karşıladıklarını bile bilmiyorum.
Tekrar ediyorum, bütün bu noktalar hakkında bana olumlu açıklamalar gerekiyor. Zaten hayata gerçekçi şekilde bakan siz de, kızımın geleceğine iealist bir görüş açısından bakmamı beklemezsiniz. Şiiri ortadan kaldırmayı düşünecek derecede müsbet bir kişi olan sizin, kızımın zararına olacak şekilde şairane davranışlarda bulunmamanız gerekir.
3. Bu mektuptan doğabilecek bütün yanlış anlamaları önlemek için, size şunu bildiririm ki, hemen şimdi evliliği akdetme iktidarına sahip olsaydınız bile, bu yine olmazdı. Kızım redderdi. Ben de bizzat bu işe itiraz ederdim. Evlenmeyi düşünmeden önce olgun bir adam olmanız ve hem sizin hem de kızım için uzun bir tecrübe devresi gerekiyor.
4. Bu mektubun sırrı ikimizin arasında kalırsa çok memnun olurum.
Cevabınızı bekliyorum.
En iyi dileklerimle,
Karl Marx.
Çıkmazın Güzelliği - Turgut Uyar
Sorun, şiirin üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. Bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu.
Şiirimiz, -dolayısıyla edebiyatımız, çünkü ülkemizde edebiyatın, hatta bazı toplumun bir çok sorunları, açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir. Belki de sağlam düşünce zemini kurulmamış bütün ülkelerde böyledir bu- gerçekten bir çıkmazdadır. Nasıl ki Nazım sonrasında da, Orhan Veli sonrasında da çıkmazda idi. Çünkü şiirin çıkmazı, yukarıda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplum çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. (Belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. Rahat işleyen şiir kuşku vermelidir. Belki yaşanandan geride kalmıştır onun için. Divan şiiri hiç çıkmaza düşmedi, Hiç değilse Tanzimata kadar düşmedi. Çıkmaza giren insan’la sarsıldı ve eskidi. Hece geride kalmayı kabullenerek başladı, onun için çıkmazda değildi. Sık sık dalgalanan, dalgalanmaları büyük bir toplumda, toplumu, yaşanandan değil, bir çeşit vocabulaire’den kovalıyordu, sunulmuş sözcüklerden izliyordu. Buna boyun eğmişti).
Şiir çıkmazda. Şimdiye değin, ne romanın, ne tiyatronun, ne sinemanın izleyemediği, anlayamadığı bir çıkmazda.Belki yalnız öykü’nün farkına vardığı bir çıkmaz.
Bu çıkmazın en önemli sebeplerinden biri, şiirin kendi sebep ve sonuçları (denebilirse bir çeşit otofaji) ise, öbür nedenleri arasında, toplumsal koşulların, toplumsal dayanakların değişmesi, yani insanın, insanın alıp veremediklerinin, insan ilişkilerinin değişmesi ise, önemli bir başkası da: geri, sorunsuz, bilinçsiz gelişen insanın, dolayısıyla şiirin imkanlarına kadar anakronik bir ortamın ve buna bağlı bir şiir ortamının türemesidir. (Bu ortamın bahse deymeyecek kadar önemsiz, etkisiz olduğunu söyleyecekler çıkabilir. Önceleri biz de böyle düşünüyorduk. Ama şiir kendi başına yaşayan, soyut bir yaratık değil. Geldiği sebepler, seslendiği, seslenmek zorunda olduğu yerler var. Ülkemizde daha bir süre, sözü edilmeye deymeyen şeyleri yılmadan ortaya koymak, tartışmak zorundayız. Herkes, savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin, budalaca çetinliğini bilmek, hesaba katmak zorundadır.)
Her beğenin bir ortamı, her tür şiirin bir alıcısı vardır. Yapılmakta olanı kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. Ama budalaca aşk şiirlerin, budalaca biçim denemelerinin birdenbire yarattığı ortama, ses çıkarmamaya, görmezden gelmeye pek katlanamıyor insan.
Şiir çıkmazdadır. Bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır, Toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor. Ülkemizde en azından birtakım kavramlarla yeni yeni karşılaşıyoruz. Şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.
İnsanın doğasıyla şiir değişiyor. Bu değişme ancak değişmenin ve değişenin, eskimenin ve eskiyenin farkına varmakla izlenebilir. Bilgi şartı yanında bunları ayırt etmenin asgari baz’ı sağlam bir duyarlılıktır.Yüzyılımızın bütün gereçleri de bunu sağlamaya elverişli üstelik. 1930’un eksik idealizm’i 1940 realizm’i ve 1950’nin hastalıklı romantizm’i ile bugünün insanın betimlemek mümkün değil.
Evet şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Ama bütün sorun bir çıkmazın bilincine varmakta. Şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz.
Çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye, uygunluğa, çağdaş şaire ve insana yeni bir imkandır.
Pound'un Hafızası'ndan
42. Pound'un Hafızası'ndan: Başarılı bir doktora öğrencisi bir gün ünlü bilim adamı Agassiz'e (1807-1873) geliyor. Agassiz öğrencinin önüne küçük bir balık koyup onu tanımlamasını istiyor. Öğrenci "Bu bir güneşbalığı" diyor. "Onu biliyorum," diyor Agassiz. "Bana onu yazarak tarif et." Öğrenci, birkaç dakika sonra elindeki kâğıda Ichtus Heliodiplodokus, Heliichtherinkus familyası filan yazmış geliyor, herşeyi sular seller gibi biliyor yani. Agassiz ne istediğini tekrarlıyor. "Balığı tarif et." Öğrenci dört sayfalık bir deneme yazıyor. Agassiz öğrenciye balığa bakmadığını, bakması gerektiğini söylüyor. Üç hafta sonra balık neredeyse kokmuş ayrışmışken öğrenci balık hakkında nihayet bir şeyler öğrenebiliyor. "Hiç kimse," diyor Ezra Pound. "Bu anektodu anlamadan modern düşünceyi anlayamaz."
AHMET GÜNTAN 'ın Parçalı, Ham. Taşıyıcı Monoloğundan.
AHMET GÜNTAN 'ın Parçalı, Ham. Taşıyıcı Monoloğundan.
17 Ağustos 2010 Salı
Tanımsız Şiir - Alain Bosquet
Şiir, boğazın orta yerindeki bu ülser.
Şiir, kafatasını temizleyen bu akbaba.
Şiir, aklını yitirdiğin bu poker.
Şiir, gerçeklikten bu kaçma ödevi.
Şiir, sözcüklerin birbirini öldürdükleri sessizliğin.
Şiir, bu çığırtkan ve etobur çiçek.
Şiir, derinin altında yatan bu kızkardeş.
Şiir, en tatlı şeylere edilen bu küfür.
Şiir, sevecenliğin dibindeki bu isyan.
Şiir, görünür krallığı reddedişin.
Şiir, sana kuşku şırıngalayan bu zehir.
Şiir, ağaçları deli bu bahçe.
Şiir, artık hiçbir şey öğrenmemek için aldığın ders.
Şiir, doğduğun okyanusa dönüşün.
Şiir, senden başkası olma mutluluğun
Türkçesi: Aytekin KARAÇOBAN
12 Ağustos 2010 Perşembe
Serüven - Cemil Yüksel
buradan aynı oltaya tutuluyoruz kesin
ben ucundaki yemi yakaladım
açtık ne de olsa sen arkadan geldin
kendi açlığımız mutlak yeni açlıklar için besleyici
yara gibi asılı kaldığımız o çengelde
ağrı ve korkuyu tüm gücüyle savurmak ister gibi
gezdiğimiz akıntılardan kalan anılarla
elveda demesini hızla öğrenmiş kuyruğum
kurulacak sofralar şarkı sözleriyle
akşam eğlencesine ne güzel konuklarız
kalkıp masayı düzeltiyorlar, öncelikle onu
bardakların neşeli soluğu doluyor odaya
başlıyor parıltısı yüzlerinde yeni öykülerin
akşam eğlencesine ne güzel konuklarız
kalkıp masayı düzeltiyorlar, öncelikle onu
bardakların neşeli soluğu doluyor odaya
başlıyor parıltısı yüzlerinde yeni öykülerin
şenlikli bir mezara seçildik hiç bilmeden
yüzgecinden güç ver yan yatırılmış gövdene
tamamla sevinçleri bir kadınla bir erkekten.
Onaltıkırkbeş Dergisinde 2010 yılında yayınlanmıştır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)














