25 Eylül 2011 Pazar

Sıcak İlişkiler / Muzaffer Buyrukçu 04.01.1968



...*
Birlikte çıktık dışarıya. O, Beyazıt Postanesi’ne gitmek üzere ayrıldı yanımdan. Arabaları kollayarak karşıya geçtim. Nuruosmaniye’ye doğru yürümeye başladım. Aaa, ne arıyor­lar burada? Orhan Kemal’le Edip Cansever Atasaray’ın kapı­sında konuşuyorlar. Orhan Kemal, May Yayınları’ndan çıkarken Edip’le karşılaşmış gibi sanki. Edip dışarda, Orhan Kemal hanın içinde duruyor. Beni görünce önce birbirlerine baktılar, sonra güldüler. “Al işte,” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e, “Bir öke daha geldi, nerededir diye soruyordun demin. Söyleyeyim mi onun için söylediklerini?”
“Ya senin söylediklerin?” dedi Edip.
"ikinizin de ne söyleyeceğini biliyorum,” dedim, Orhan Kemal’e baktım doğrudan doğruya. “Ayıp değil mi lan, niye sahneye çıktın?”
,“Ne olmuş?” dedi. “Maçanı sıkıp sen de çıksana. Sanat­kâr dediğin komple olmalı.”
“Moliere gibi desene. Nasıl oldu peki?”
“O rolü oynayacak aktör Kadıköy’de oturuyordu. Lodostan gelemedi, beni çıkardılar sahneye. Fene da oynama­dım.” Gözleri sirke bidonuna takıldı. “Bu ne lan böyle? Şu kıyafetine bak Edip, hiç yazar hali var mı?”
Edip Cansever beyaz ve ipiri dişlerini göstere göstere güldü.
“Ne var lan o bidonda? Gaz mı?” dedi Orhan Kemal.
“Sirke,” dedim.
“Sirke mi? Edip şu zevksizliğe bak. Hadi lan açsana ağzını tam senlik malzeme,” dedi Orhan Kemal Edip’i dirseğiyle kışkırtırcasına dürttü.
“At şunu!” dedi Edip Cansever, elimden almak istedi bidonu.
“Doğru dur, başlarım istavrozundan!”
iğrenir gibi buruşturdu yüzünü, “Ne olacak, Yenikapı serserisi!” dedi.
“Yenikapılı olmakla iftihar ediyorum, Yenikapı’dan şimdiye kadar iki meşhur çıktı. Biri ben, biri Şükran özer.”
Edip koluma girdi. “Formunda bu akşam bu. Bir yere gidelim, bir kahve falan yok mu buralarda?” dedi.
“Et lokantasının karşısında temiz ve aydınlık bir kahve var. O kadar aydınlık ki sen sütle bira içebilirsin,” dedim.
Kolumu çimdirdi Edip.
“Yapma lan leblebici, çürüteceksin!” dedim.
“Sütle bira ne oluyor, onun hesabını ver bakalım!” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e.
“Hiç, saçmalıyor!” dedi Edip Cansever.
“işine gelmiyor değil mi? Bak dinle,” dedim Orhan Kemal’e. “Bu dâhi var ya, toplumsal şiirden bireyci şiire geçtiği sıralarda şiirini değiştirdi diye nerdeyse deri de değişecekti. Her şeyi değiştirmek, herkesi şaşırtmak istiyordu. Sözgelimi, reçelle salata yemek gibi. Bir gün Beyoğlu’nda bir meyhaneye gittik. Degüstasyon muydu, yoksa başka bir yer mi, iyice hatırlamıyorum. Bu, ne içeceğimizi soran garsona, sütle bira getirir misiniz, dedi. Ben delirmiş mi diye yüzüne baktım. Oralı olmadı. Garson da oralı olmadı ve sütle birayı getirmedi.”
‘‘öyle mi lan öke?” dedi Orhan Kemal, eğilip alttan yüzüne baktı.
“Hatırlamıyorum, önemli değil benim için böyle şeyler,” dedi Edip, göğsünü şişirdi. Sonra birden, “Doğru, sütü ona birayı kendime söyledim,” diye ekledi.
Orhan Kemal attığı kahkahayla ortalığı çınlattı, “Bu güzel kaçtı işte. Ulan buyruk, geneyuttun zokayı!” dedi.
“Zekâ tabii... Zekâ evrenimin milyonlarca kıvılcımının en küçüğünü ve en cılızını kullandım. Bu ona yeter!” dedi Edip, Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Ne demiş Voltaire: ‘‘Alay zekânın en tabii hakkıdır. zeki adam alay eder,” dedi Orhan Kemal.
“Bu zekânın küçük bir kısmını da şiirin için kullansan iyi olur,” dedim.
“Tamam! ” dedi Orhan Kemal, ellerini vurdu birbirine bir çocuk gibi, “İşler kızışıyor!” Edip Cansever’in ensesini sıktı iki parmağıyla, Edip omuzlarını büzdü, eğildi!
Ne zaman bir araya gelsek yaptığımız bu şakaları tekrarlardık. Edip’i zayıf ve solgun gördüm. O pembe beyaz ve diri yüzü gerginliğini yitirmiş, sarkmıştı. “Şu surata bak, gebereceksin ulan,” dedim. “Aldırma,” der gibi güldü ama kendinde bir şeyin aksadığını yüzüne karşı söylediler mi o anda karşılık verip durumu açıklamasa da, söylenenler kuşku içinde tutan ve tedirgin eden bir gerçeği belirtmişse, o sözler varlığına akar ve yaralardı onu. “Gözlerinin altındaki torba­larda rakı mı biriktiriyorsun, ilerde parasız kaldığın zaman içmek için,” dedim. Gülümsedi, “Dün bir büyük şişe rakı içtim,” dedi.
“Bir büyük şişe rakı mı? Aferin sana, aferin! Çık kolum­dan!” dedim. Daha sıkı tuttu kolumu. “Bir sürü obur var yeryüzünde. Sen de alkolobursun. Doymayacaksın hiç. Her şeyin alkolden olmalıydı senin. Elbiselerin, gözlerin, beynin. Hatta uykun. Alkolden bir uykunun içinde mırıldanırdın şiirlerini.”
“Sen dinliyor musun? Ben dinlemiyorum, ne kadar saç­ma sapan şeyler.” dedi Orhan Kemal’e bakarak.
“İmam formunda!” dedi Orhan Kemal, beni çenesiyle göstererek. Ayakkabılarımı beğenmez, elbiselerimi, paltomu beğenmezdi ve çoğu zaman sakallı gezdiğim, saçlarımı da ta enseme kadar “Yeşil Hoca” gibi uzattığım için “imam” derdi. Bidona baktı. Ciddi ciddi. “Vücudun sirkeye ihtiyacı var. Damar tıkanıklığını önler. Herkes de sirke zararlı, limon iyi diye limana ilgi gösteriyor.”
“Eh Edip’çim, görüyor musun Bay Üstat Orhan Ke­mal’i, ihtiyarlık şarkılarına başladı,” dedim.
“Sen de geleceksin oğlum benim yaşıma, hep böyle par­lak kalacak değilsin ya. Zaten saçların boku yedi, bembeyaz. Benim yaşıma geldiğin zaman bakalım benim kadar dinç olacak mısın? Var mısın Divanyolu’na doğru bir yarış ede­lim."
"Varım!” dedim mahsustan. “Edip, gözkulak ol sirke bidonuna da ihtiyarın ifadesini alayım.”
Hazırlandı gerçekten de, “Beni geçersen bu akşamki içki paraları benden,” dedi.
"Sen geçersin beni,” dedim.
"Karanfilin sıkmadı değil mi?” dedi.
"Sıkmaz tabii. Sen eski futbolcusun ve sen Yüksekkaldırım Yokuşu’nu bir solukta çıkmış adamsın,” dedim.
" Hakikaten be, ulan bizde de ne kafa varmış. Edip, din­le... Bir akşam çekmişiz kafaları, Karaköy’deyiz. Bu, Arap, ben,üçümü,Var mısınız dedim bunlara Yüksekkaldırım’ı koşarak çıkmaya. Varız dediler... Koştuk. Ben en önde. Benim çok gerimde Arap, en arkada da bu. Sarhoşluk işte. İnsanın kalbi o anda duruverir.”
“Sende bir şey var,” dedi Edip. “Bazı şeyleri ispat etmek istiyorsun. Hiç gereği yok.”
"Kes lan!" dedi Orhan Kemal, elini Edip’in burnuna doğru salladı.
"Bunun koşusunu görmek isterdim,” dedi Edip, bana baktı. “Tombul tombul!”
“Sen de iyi boks bilirsin, değil mi?” dedim Edip’e güle­rek ve Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Bilirim tabii, ne sandın!”
“Dâhi, o zamanlar dâhi değil tabii, çıtkırıldım bir muhal­lebi çocuğu. Kadıköy’de şoförler bunu kıstırmışlar bir köşeye. Ama aslan bir nara atmış ve teker teker hepsini birer yumrukta yere yıkmış,” dedim.
“Sus be, amma da geveze olmuşsun ben görmeyeli. Şuna bir şeyler söylesene Orhan Kemal.”
“Ben halimden memnunum. Yiyin birbirinizi!” dedi Orhan Kemal gülerek.
Edip’in gözleri sirke bidonuna ilişti. “Ben de sirkeyi çok severim.” dedi, “siyah mercimek çorbası pişirttim dün sabah. Bol sirke döktüm, ohhh, ayılıverdim birden ve gördüm. ” “Neyi, Beyazıt Kulesi’ni mi?”
“Şiirin gizlendiği yeri,” dedi Edip ciddi ciddi.
“Kes!” dedi Orhan Kemal. “İstediğin kadar uğraş, yutturamazsın kendini bize şair diye.”
“Ne o?” dedim, “Mehmet Fuat, Yıllığında senin adından hiç söz etmiyor.”
“Kızdım,” dedi. “Yılın en iyi şiirî olarak Ülkü Tamer’ in şiirini seçmiş. Oysa benim ‘Yengeç’ şiirini okudun sen. Kendisi de dilden dile dolaşan şiir diye tanıttı. Tutumunu bir türlü anlayamadım. Mektup yazdım dergiyi bundan böyle eve göndermesi için.”
“Boşver, küçük şeyler bunlar, ” dedi Orhan Kemal. “Küçük ama üzücü, daha doğrusu küçük değil,” dedi Edip Cansever.
Kahve sıcak ve tenhaydı; daha girer girmez bir ılıklık sardı her yanımı. Aydınlığın vurduğu ön masalardan birine oturduk. Ben gazoz söyledim. Orhan Kemal de gazoz söyledi. “Bana bir çay getirin,” dedi Edip Cansever. Yorgun ve dal­gındı. Dalgınlığında, içini oyan sıkıntıyı gördüm.
“Her zaman burda mısınız?” dedi.
“Ben hemen hemen her gün geliyorum, dedi Orhan Ke­mal. “Ama bu seyrek geliyor.” Çenesiyle beni gösterdi ve bu gösterişte bir sitem, tatlı bir öfke gizliydi.
“Tam Adana kebap havası. Ama aksilik, saat beşte bir sözüm var,” dedi Edip Cansever; saatine bakmak için eğdi başını, sonra gözlerini bana dikti.
“ ‘Değerli şair’ diye yazmışsın kitabına.”
“Ya ne yazacaktım?” dedim. “ ‘Büyük şair’ mi?”
“ ‘Büyükşair’ tabii,” dedi, gülümsedi.
“Onu da yazmayacaktım ama dua et eski arkadaşız, bu kadar yemiş içmişliğimiz var.”
Kolumu sıktı, güçlükle kurtardım ve kolumdaki acıdan bir süre sıyrılamadım.
“Oğlum Buyruk,” dedi Orhan Kemal,"Sende de hiç kafa yok be. ‘Değerli şair’ diye yazılır mı? Şairlerin Allahı Edip Cansever’e diye yazacaktın, ya da öke şair Edip Cansever’e.” Edip güldü ve “Vazifeniz,” dedi. “Doğrusu bu.”
“Ya!” dedi Orhan Kemal, “Gördün mü yediğimiz haltı. Allah dedik diye ister misin oğlan bu lafa inansın da kendini öyle sanmaya başlasın.”
“Sanmıyorum, öyleyim Bay Orhan Kemal,” dedi Edip, tekrar saatine baktı, “Çok iyi olurdu Adana Kebab evi’ne gidip bir iki kadeh atsaydık.”
“Mademki söz vermişsin, sözünü tut. Söz vermek, şey vermeye benzemez,” dedim.
“Sus ulan Yenikapı serserisi, duyacaklar,” dedi; utancın kızarttığı bir yüzle baktı çevreye, dinleyen var mı yok mu diye ve enseme vuracakmış gibi yumruğunu kaldırdı. Eğildim, yanağından öptüm. “Sende iş yok. Artık eskisi gibi sevmiyor­sun beni,” dedim. “Niye aramıyorsun lan?”
“Sen niye aramıyorsun LANNNN!” dedi beni taklit ederek.
“Birkaç kere aradım. Edip şimdi çıktı, Edip yemeğe git­ti, Edip bugün gelmedi, Edip bilmem ne... Eeee, sizin Edip’ inize de dedim, aramadım”.,
“ Anlatsana şu aktörlüğünü,” dedi Orhan Kemal’e. “Karıyla gittik tiyatroya. Demin anlattım ya lan, ne oluyor, matrak mı geçiyorsunuz?” dedi Orhan Kemal, Edip’le beni süzdü, sanki gizli bir anlaşma yapmışız da o anlaşma gereğince hareket ediyormuşuz gibi. Ama Edip’in tek başına hareket ettiğini, bir oyun peşinde olmadığımızı anladı, “Lo­dostan aktör gelemedi. Kadıköy’de oturuyor. Beş dakika var oyunun başlamasına. Ulvi Uraz dört dönüyor ortalıkta; sıkın­tıdan çatlayacak, ‘Ne yapacağız Orancım işler kötü, geleme­yecek galiba bu adam; dedi. ‘Sen oynaşana’ dedim. ‘Güzel söylersin, Orancım, ama ben oynarsam seyirci alışacak, sonra her akşam beni görmek isteyecek karşısında. Tiyatronun da bu numarası var. Sen oynaşana. Piyesin yazarısın. Daha iyi bilirsin. Rol de pek ağır bir rol değil’ dedi. Ulan oynayabilir miyim? İşin içinde madara olmak da var. ‘Oynarım be,’ dedim, iki kadeh atmıştım zaten, kafam da kıyaktı. ‘Peki,’ dedim, ‘madem iş başa düştü, oynayalım.’ Hemen makyaj odasına girdim, gazetelerde gördüğünüz o takma bıyığı taktım, kulağımın arkasına da kırmızı karanfili iliştirdim, bo­yacı sandığını omuzladığım gibi fırladım sahneye. Kimse tanıyamadı beni. Orhan Kemal kim? Hiç, Yalova Kaymaka­mı... Islıklamadıklarına göre fena oynamamışım demek ki...”
“Zor,” dedi Edip Cansever. “Ben oynayamam!” Ayağa kalktı.
“Tabii oynayamazsın, mangal gibi yürek ister,” dedi Orhan Kemal.
“O kumda çelik oynar,” dedim Orhan Kemal’e.
“Eyvallah,” dedi Edip.
“Yarın uğra ha, ben sabahtan burdayım,” dedi Orhan Kemal.
“Bir yerde sızmazsam uğrarım” dedi Edip Cansever ve gitti.
Edip Cansever gittikten beş dakika sonra Talat geldi.
“ Adana’da iki tane atalım mı, Buyruk?” dedi Orhan Ke­mal.
“Atalım ama bu meretleri ne yapacağız?” dedim, şemsi­yeyi, sirke bidonunu gösterdim. “Al yanına, burada bırakamazsın ya,” dedi.


Kalktık. Bir dolmuşa atladık. Sabah ve akşam İkbal Kahvesi’nin önünden geçerken gözlerini bana diken Laz suratlı, Laz burunlu ve Laz gözlü, büyük kalçalı, büyük göğüslü kız, şoförün yanında oturuyordu. Ve ben konuştukça kulak kabartıyordu. Talat, kızla uzaktan uzağa süren ve aradaki uzaklığın ne zaman kaldırılacağı bilinmeyen bu ilişki­mizin farkındaydı. Hem ben söylemiştim, hem de kendi gözle­riyle tanık olmuştu. Kızın ağzını sulandırmak için, “Ne var o bidonda?” dedi.

“Sirke!” dedim.
Kız önce gülümsedi, sonra başım çevirip “sirke” diyenin ben olduğumu görünce ters ters baktı, suratını astı, Sultanah­met’te indi, kapıyı drang diye vurarak uzaklaştı.
“Oha!” diye bağırdı şoför arkasından.
Başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldum, omu­zundan tuttum, “Ne yapıyorsunuz? Bir kadının arkasından böyle bağırılır mı?” dedim.
“Ama beyefendi, kapıyı nasıl kapadığını gördünüz,” dedi şoför.
“Gördüm. Bir şeye kızdı herhalde. Kim bilir... İnsan kafası binlerce meseleyle dolu.”
“Kapıyıyavaş kapamayıp vurdular mı anama avradıma sövülmüş gibi içerliyorum” dedi şoför.
"Zor iş,” dedi Orhan Kemal.

*Not: 04.01.1968 başlıklı günlükten bir bölüm aktarılmıştır.

23 Eylül 2011 Cuma

Sıcak İlişkiler / Muzaffer Buyrukçu 26.08.1961



Sanki birisine sözümüz varmış gibi hızlı bir yürüyüşle indik Babıali yokuşunu. Kimseyle selâmlaşmadığımız, ayak­üstü gevezeliklerindeki “Görüşemiyoruz. Nerdesiniz yahu? Bir şeyler yazıyor musunuz? Kitabınız ne zaman çıkıyor?” gibi havaya giden soruların karşılığını verirken enerjilerimizi boşa harcamadığımız için sevinçliydik. Evet, rastlantıların bizi tedirgin etmediği şanlı bir gününüzdeydik.
Alnım boncuklaşmış, koltuk altlarım ıslanmıştı, terden sırılsıklamdım. Ceketini sağ kolunda taşıyan Orhan Kemal, boyuna yüzünü, ensesini siliyordu mendiliyle.
Rüzgârın sürekli olarak eseceği, saçlarımızı dağıtacağı, küçük dokunuşlarla kulaklarımızda uğuldayacağı, tenlerimizi serinleteceği deniz kıyısındaki meyhanelerden birine gitmekti amacımız. Çırpıntılı suları, mavnaları, sandalları, gemileri seyredecek, içimizdeki sıkıntıların tırmalayıcılığını çağrışım­lar, hayaller ve anılarla bastıracaktık ama paramız yeterli değildi.
Sirkeci İstasyonu’nun kalabalıkları yutan ve kusan kocaman ağzından girdik, yankılanan seslere samsalı zemine sürtünen ayak seslerimizi kattık, tırtılı andıran banliyö trenlerine koşanları izledik, anonsları dinledik ve saat dört buçukta o hangar gibi yerin kapısından içeriye süzüldük.
Yapıldığından beri doğru dürüst havalandırılmadığından kokunun her çeşidi ağdalanmış ve oranın özelliklerinden biri haline gelmiş soğuk suratlı meyhanenin dip masalarında birkaç erkenci müşteriyle eşyalarını gümrükten çekme yollarını arayanlar vardı. Amerikan filmlerinin etkisi altında kaldığımızdan mıdır, yoksa taklit duygumuza boyun eğdiğimizden midir nedir, yüksek ayaklı taburelere tünedik, dirseklerimizi çinko kaplı tezgâha dayadık. Ortalıktaki tenhalığı beğenen Orhan Kemal, “Oh be!" dedi. “Müzahrefat takımından kimse yok'.’Vitrinli dolaba bir kayık tabağı dolusu patlıcan, biber kızartmasını koymak üzere eğilen yüzü yamalı genç garsona seslendi: “Bakar mısınız!” Garson bizimle konuşmayı gereksiz buluyormuş, böyle seslenmelerin arkasından başka bir şey çıkmayacağını biliyormuş gibi bir tavırla parmak izleri ayan beyan iki bardağı sürdü önümüze, köpeğe kemik atarcasına. Sinirlendim. “Bardakları yıkar mısınız?”
Garsonun bakışları düşmanlaştı, “çattık belaya" dercesine başını salladı, bardakları öfkeyle aldı, itin dereden geçmesi gibi basınçlı suya tuttu, damlaları silkeleye silkeleye getirdi.
“Bir şişe yeni rakı, kavun, beyaz peynir, cacık, buz,” dedi Orhan Kemal.
“Kapalı şişe istiyoruz! dedim, “Su da getirin!”
Beni defterden silen ve içinden mutlaka küfür eden garson, Orhan Kemal’e dikti gözlerini, “Arnavut ciğeri taze,” dedi.
“Rica edelim,” dedi Orhan Kemal; garson uzaklaşınca bana döndü: “Niye kızıyorsun lan?”
"Nasıl kızmayayım... insan bir ‘hoş geldiniz’ der, biraz gülümser. Bedava içmeyeceğiz ya!” dedim.
“Belki bir derdi vardır fıkaranın,” dedi Orhan Kemal koruyuru bir sesle!
"Benim de derdim var. Hizmet ederken derdini unutmak zorundadır.”
"Unutulmayan dertler de vardır, oğlum. Biz birileriyle ilgilenirken içimizde olup bitenleri, gizli kalması gerekenleri bakışlarımızla dışarıya sızdırmıyor muyuz?” dedi Orhan Kemal..
Sızdırıyoruz elbet. Hatta bazen isteyerek yapıyoruz bunu çevremizdekiler yakınlık göstersin diye.”
“Ya o da aynı durumdaysa?”
Görevini aksatmadan sürdürsün sonra itiraf faslını kurcalasın
"Kes lan, başlarım istavrozundan.”
"Talat burda olsaydı, ‘Raşit, uçarım ha’ derdi ve kollarını kanatlaştırırdı,” dedim.
"Bırak şimdi Talat’ı, ağzımızın tadını bozma,” dedi. "Bırakamam," dedim,” bizim canımız, ciğerimizdir.” “Ben öyle canlı, ciğerli, kebaplı bir zatı tanımıyorum, Bay Buyruk.”
“Şimdi kapıdan içeriye girse de, “Lan dellekler, bensiz mi yutturuyonuz?’ dese ve boyunlarımıza sarılsa ne yaparsın?”
“Derhal birleşip sana karşı cephe alırız,” dedi Orhan Kemal, güldü. “Kışkırtırım, ‘Sen bu Buyruğu arkadaş belliyon ya nafile, hep senin aleyhinde konuşuyor, benden söylemesi’ derim.”
“Ciddi mi?” dedim.
“Heye.”
“Senden korkulur arkadaş,” dedim, kalktım. “Elimi yüzümü bir yıkayayım.”
Tangolar çalınıyordu radyoda. Salonlarda dans eden çiftlerin arasındaydım, dönerken döndürüyordum kollarımdakini. Bütün duygularımı uyarmış­tı müzik... Müthiş seviyordum müziği. Ruhuma yapışan kirleri, çer çöpü temizliyordu, anıların deliğine çomak sokuyordu. Evet, yaşadığım andan önceki hayat olan anıları debreştiriyor, hareketlendiriyordu; başıyla, ortasıyla, sonuy­la geride bıraktığım yaşantıların bütününü canlandırıyor, damarlarından gürleyerek akan taze bir kanla sürekli kılıyordu. Kayıplarımı kazanca dönüştüren bir sihirbazdı. Tangoları dinlerken beynim fokurduyor.kenarları kaşınıyordu. Ve duygularım sel sularının yüklendiği bir ırmak gibi kabarıyordu. Lavaboda başımı ıslattım, tarandım, döndüm, “Dünya varmış!” dedim.
Orhan Kemal, kahkahayla güldü. “Gene boruda delik keşfettin, dünya kalubeladan beri var, evladım.”
“Var da ferahlamanın dilidir bu.”
“Ukalalık yapma lan. Marifet o dünyayı değiştirmek.” “Değiştireceğiz,” dedim, “Dünyayı ve üstündeki hayatı.”
“Kıyakız!” dedi Orhan Kemal, şişeden bardaklara göz kararıyla birer duble koydu, kendisininkine su ekledi, kalıp buzundan biçimsiz iki üç parça attı ve sisli rakıyı ağzına götürmeden önce bardağının dibini bardağıma dokundurdu. Talat Kılıç, bir hafta önce Kozan’a gitmişti, ordan da Bürücek Yaylası’na göçeceklerdi ailecek. Yaylada her sabah kesilen keçilerin ciğerlerini, böbreklerini, yüreklerini, dalaklarını, yumurtalıklarını yiyecek, iyice semirecekti. Ayrıca kahvaltısı­nı bahçeden eliyle koparttığı taş gibi domateslerle, çiçeği burnunda kütür kütür hıyarlarla, gevrek biberlerle ve de yörüklerin getirdikleri halis tereyağı ile yapacaktı. “Talat’ın şerefine!”
“Artık dört ayağını gererek yatar,” dedi, güldü “kafasını anasının dizine dayar, bitlerini gevdirir.”
“Hadi, bir mektup yazalım, çatlatalım,” dedim.
Sol elini kaldırdı, cümle tedirginliklerden arınmış ve şakayla renklendirilmiş bir sesle, “Lütfen ot taifesini anıp şu çatlı dakikalarımızın canına okuma,” dedi, çatalını batırdığı kavun dilimini çiğnerken güldü. “Ense nah böyle, kilise direği gibi. Surat desen çürük lacivert ve de kahverengi karışığı mor... Bir de kudretten kara ki gecenin yarısını yüzünde taşıyor.”
“Arkadaşımı yeme, Raşit, duman ederim seni ha! Bunları bir bir iletecem,” dedim.
“Derhal ve derakap ilet. Bir daha İstanbul vilayetine ayak basmamasını da tenbihle... Uğursuz mudur, nedir, o İstanbul’dayken rızkımız şıp diye kesiliyor, gidince de açılıyor.”
Peynir kireç gibiydi.
Orhan Kemal, gömleğinin düğmelerini çözdü, çemirlendi, her harfin tepesinde yüzlerce dinamitin patladığı bir sesle, “Bu ne lan, Buyruk, Çukurova'nın sarı sıcağını da geçti,” dedi, nüfus cüzdanını yelpaze gibi kullanmaya başladı. “Gerçekten çok mu sıcak oluyor Çukurova?”
“Sıcak da laf mı? Yakar, kavurur, soluk aldırmaz, iflahını keser insanın. Kuşlar pat pat düşer... Köpeklerin dili bir karış dışarda, girer çıkar boyuna ağızlarına.Güneş sanki Çukurovalıyı cezalandırmak için mahsustan alçalır, adamın tebdilini şaşırtır.”
“Peki nasıl çalışır ırgatlar o havada?”
“Düşe kalka, yuvarlana yuvarlana... Bayılırlar, başları­na güneş geçer, sıtmalanırlar... Felaket!”
“Cehennem denen yer Çukurova olmasın?” dedim.
“Ne demek olmasın? Çukurova’dır elbet... Aynı zamanda da bereketiyle cennettir. İnsan, durduğu yerde üzerine tuz dökülmüş sümüklüböcek gibi erir, akar... akar ki ne akar, ırmaklaşır...” dedi öfkeyle. “Tokan hele!”
Birer yudum aldık.
“Hanımın Çiftliği' ni okudun mu?” dedi.
Hanımın Çiftliği romanı (Esat Mahmut Karakurt hariç) hiçbir yazara nasip olmayan, dostları sevindiren, düşmanları daha da düşmanlaştırıp saldırılarını zehirle lav karışımı bir şeye dönüştüren muazzam bir reklam kampanyasından sonra yayımlanmıştı Vatan gazetesinde. Yol ağızlarında, köşelerde saçtan panolar dikilmişti. Sık sık panoların dikildiği yerlere gider, “Hanımın Çiftliği, yazan Orhan Kemal” yazılarını sevinçle, gururla ve de yanımızdan yöremizden geçenlerin dikkatlerini çekmek isteğiyle seslerimizi yükselterek okurduk. "Tefrika edilirken heyecanla izlemiştim,” dedim. “İmzalayıp verdiğimi okumadın mı?” dedi.
"Okudum.”
“Adaşın Muzaffer Bey nasıl?”
“Harika! Uçkuruna fazlaca düşkün bir feodal.” “ötekiler?”
“Sen edebiyatımızın en iyi tip çizen yazarısın,” dedim, “Yasin Ağa, Kabak Hafız, Zaloğlu Ramazan, Gülizar, yaşıyor.”
Çağlayanlaşmaya elverişli bir gülmeyle, “Zaloğlu’na ne dersin?” dedi.
“Murtaza’nın onursuzu,” dedim. “Zavallıyı öyle bir rezil etmişsin ki o kadar olur.”
“Ben değil, şartlar onu rezil ediyor. Gücünün üstünde şeylerin peşinde serseri... Sahip olmadığına, olamayacağına sahipmiş gibi caka satıyor. Ezilmeye, alay edilmeye mahkûmdur bu et beyinliler,” dedi gülüşünü dağıtmadan.
“Erkekliğinin, yiğitliğinin timsali bıyıklarını kazıttı­rıyorsun Muzaffer Bey’e.”
“Ne yapayım, o da çizmeden yukarı çıkmasaydı, Allah Allah!”
“Beğendiğim sahnelerden biri de Zaloğlu’nun Muzaffer Bey tarafından tekme tokat kovulması; şaşkın, kararsız dolaşması. Romandaki mizahın can damarı Zaloğlu. Kabak Hafız’la Yasin Ağa da o can damarı besleyen kaynaklar, yani Zaloğlu’nun uyduları.”
Sevindi. “Mizahın dozu iyi mi?”
“îyi. Sulandırmıyorsun.”
“Yaşa lan Buyruk, bu tesbitin hoşuma gitti. Benim hikâyelerimdeki, romanlarımdaki mizah hagaragort mizah değildir, beşeri mizahtır, Çehov’un mizahı gibi seviyelidir. Arap Talat, bunlardan çakar mı?”
“Araba ilişme, o şimdi ormanda kırmızı yaprak topluyor,” dedim.
“Hatıra defterinin arasına koyacak, sonra da bize, ‘Efendi fi tarihinde ben yayladayken...’ diyecek. Neyse, arabı sokmayalım aramıza,” dedi.
“Sen istediğin kadar sokma, o bizden uzaklaşmış değil ki. Bütün saniyelerimizde, saliselerimizde bıyık buruyor.”
“Doğru. Şurda, birlikte içseydik lafımız daha bir şirelenecekti,” dedi Orhan Kemal, dalgınlaştı. Derken toparlandı. Hanımın Çiftliği'ni nerdeyse elle tutulacak somutluktaki bir heyecanla anlatmaya koyuldu. Şiveleriyle, esprileriyle, kurnazlıklarıyla, ilkel davranışlarıyla, bilgisizlik­leriyle oluşan bir ilişki karmaşasında çırpınmalarını sergiledi kişilerin. Sanki romandakiler ahbapları, arkadaşları, akraba­ları, tanıdıklarıymış gibi ilgileniyor, eleştiriyor, sövüyor, övüyor, sevgiyle yüceltiyordu. Aslında korkağın korkağı olan ama çevresindekilere kendisini bir “kahraman” gibi yuttur­maya çalışan Zaloğlu’nu yerin dibine batırdı. Anımsadığı ilginç noktaları savurduğu dipdiri, hayat fışkıran kahkaha­larla sararttı. ‘Bereketli Toprak Üzerinde’ki Pehlivan Ali’yi yatırdı bıçağın altına; saflığında, lekelenmemişliğinde binbir delik açtı, kesti, biçti, çizdi, kanattı ama daha fazla harcamaya gönlü elvermedi, büyük bir heykelini yonttu, anıtlaştırdı. Vukuat Var'ın Cemşir Ağa’sını Adem Baba gibi çamurdan yarattı, güldü, beş altı tane, hem Cemşir Ağa’ya bağlı, hem de Cemşir Ağa’ya yabancı portreyi sıraladı. Alasonya göçmeni Murtaza’ya sıçradı. (Orhan Kemal, Murtaza’ya “macir” der.) Murtaza’nın kendine özgü konuşmalarına, kraldan çok kralcılığına, despotça disiplin anlayışına; olaylarına, başından geçen serüvenlerine tekrar tekrar değindi. Murtaza, kaleminden doğan biri değil de kadeh tokuşturduğu, koluna girdiği bir dostuydu. En az karısını, çocuklarını, Talat Kılıç’la beni sevdiği gibi seviyordu onu da. Günün her saatinde birlikteydi. “Murtaza bu durumda şöyle yapar,” derdi. Murtaza, hem koşullarca yönetilen, hem de koşulları yönlendiren biriydi. Murtaza’nın benzeri ama yaşlısı Ali Çavuş’un hikâyesini eşeledi. (Yıllardır beyninin hücrelerinde karnını doyurduğu Ali Çavuş’u, bazı eksiklikleri­ni gideremediğinden ötürü kâğıda dökemedi.) Ali Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nda Milli Mücalede’de çarpışmış, yaralanmış, madalya almış ama huzur, refah sağlayan bir iş kuramamıştı. Gelgeç işlerle, yaltakçılıklarla, ikiyüzlülüklerle nafakasını doğrultuyordu. Efe, şakşakçı, tek ayak üstünde kırk yalan kıvıran hayali geniş bir ruh hastasıydı. Adana’nın düşman işgalinden kurtulduğu gün düzenlenen görkemli törene, Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili bütün bayramlara öteki gazilerle birlikte katılırdı. Kalpağını başına geçirir, nefti asker giysilerine bürünür, çengelli iğneyle göğsüne iliştirdiği madalyasını sık sık parlatır, fişeklikleri çaprazlaşmasına takardı. Kamaları, bombaları palaskasının arasına sıkıştırır, çakaralmaz tüfeğini omuzuna asar ve kendisi gibi yaşlı, kadidi çıkmış, kaburga kemikleri sayılan lagar beygire binerdi. Çalımla bakardı sağa sola. Halkın zihninde yaşattığı bir gösterinin başlatıcısı, hikâyelerini kuşaktan kuşağa aktara­cakları bir dönemin simgesiydi. Ali Çavuş belirdi mi seyircilerde bir dalgalanma olurdu, uğultu gürültüye dönüşürdü. Delikanlılar, kızlar, kadınlar, avuçlarını patlatırcasına alkışlarlar, bir yandan da “Atıyın guyruğu düşüyo çavışaa!” diye bağırırlardı. Sinirlenirdi güya Ali Çavuş. Kaşları inip kalkardı, kalpağını eğerdi ve Vali’ye öteki zevata işittirmek amacıyla, “...mmıza gorun ha arvatlar...” karşılığını verirdi. “Yuuu”lar, göz yaşartıcı kahkahalar birden yoğunlaşırdı. Ve Ali Çavuş, tören sona erince kendisine ‘Yu’, çeken, alkışlayanlara (onlar orda yokmuş gibi) seyircilerin gösterdiği ilgiyi ballandıra ballandıra anlatır, acıyıp da iki buçuk liraları yelek cebine atanların ellerini öperdi.
İçtik. “Yaz o delleğe bir an evvel gelecekse gelsin, gelmezse orda vefat etsin,'- dedi Orhan Kemal.
“ölürse hemen bir ceviz ağacının altına gömerler,” dedim. “Bir yıla kalmadan da evliya olur çıkar.”
“Valla çıkar,”dedi.“Çaput maput bağlarlar, mum diker­ler, helva falan getirirler.”
“Helvanın getirildiğini anladı mı mezardan kalkar, yer gene yatar,” dedim.
“Yer Allahıma!” dedi Orhan Kemal, duygulandı, bardağını kaldırdı. “Hadi çürük mor ve de lacivert Arap için.” “Arap yiğit adamdır,” dedim.
“Heyeyiğittir... özledim,” dedi.
“Ben de...” dedim.
“Hani onun dilinden düşürmediği bir şarkısı vardı,
neydi o? dedi Orhan Kemal, anımsamasına yardım edecekmişçesine gözlerime baktı.
Şey mi? Yine hazan mevsimi geldi’mi?”
Tamam, tamam... Mırıldansana şunu.”
Boğazımdaki gıcığı temizledim, sesimi ayarladım ve başladım.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Borges İle Söyleşi / Richard Burgin


BURGIN— Size, bazı filozoflar üzerine bazı sorular sormak istiyordum.
BORGES— Bu konuda çok cahilim. Neyse, sorun.

BURGIN— Eserlerinizde sözünü etmediğiniz bazı filo­zoflar hakkında sormak istiyordum; sözünü ettiklerinizin sayısı çok çünkü.
BORGES— Sözünü etmediklerimin sayısı çok daha fazla ama, değil mi? Felsefe her zaman çok ilgimi çekmiştir, ama, fazla okumaktan çok, aynı eserleri tekrar tekrar okuduğumu söyleyebilirim size. Tanıdığım bir kitabı tekrar okumanın bana, yeni bir kitap okumaktan daha fazlasını kazandırdığına inanıyorum. Prensip olarak yaptığım hep bu. Ortaçağ'da yaşayan insanların çok şanslı olduğunu düşünürüm hep; çok az kitapları vardı, fakat olanların hepsi temel kitaplardı. Bugünlerde, kitap­lar hakkında yazılmış o kadar yazı var ki, kitapların ken­dilerine erişmek bile güç.

BURGIN— Size, Darwin ve evrim teorisini sormak istiyorum. Yazınızı veya düşüncenizi etkiledi mi hiç?
BORGES— Sanmıyorum. Türlerin Kökeni'ni okudum.

BURGIN— Etkilenmediniz mi?
BORGES— Etkilendim, ama şu var: Darwin'in tezi çok basit —tabii, örnekler ve resimlerle doldurulmuş— ana fikri kavradığınızda, okumaya devam etmek istemiyorsu­nuz, çünkü zaten o fikre inanmış oluyorsunuz. En azından ben —çok gençtim o zaman— inandım. Dar­win'in dediği doğruydu, ama pek de iyi bir yazar sayılamazdı. Darwin'e karşı olduğumdan değil.
Bana daha önce kimsenin Darwin'i sorduğunu sanmıyorum. Fazla bir ilişki de görmüyorum aramızda. Evrim konusunda kitaplar okudum tabii, ama genelde Darwin yerine Samuel Butler veya Shaw'un yanında olmayı yeğlerim. Çünkü Butler veya Shaw'da iradeye daha çok önem verilmiş. Darwin'de ise, hatırladığım kadarıyla, evrimin rastgele oluştuğu fikri hakim. En uygun olanın hayatta kalması falan.

BURGIN— İrade dediniz de, Nietzsche'den, bir düşünür olarak pek hoşlanmadığınız izlenimi var bende.
BORGES— Doğru. Ama ben Nietzsche’ye karşı gerçekten adil davranmıyorum. Kitaplarının çoğunu oku­dum ve bir tanesi, Zerdüşt Böyle Buyurdu, —Tevrat'ın stili­nin kötü bir taklidi— dışında hepsi çok ilginç kitaplar.

BURGIN— İyinin ve Kötünün Ötesinde.
BORGES— Evet. Hepsini Almanca okudum. Çok sev­dim. Ama nedense bir insan olarak ona kanım kayna­madı. Örneğin, Schopenhauer'e ve daha başka birçok ya­zara büyük sempatim var, ama Nietzsche dediniz mi, o adamın sert —ukala demeyeyim, ama— bir yanı var, alçakgönüllü değil hiç. Blake de bana aynı hissi veriyor.

Sürekli büyük genellemeler yapan yazarlardan hiç hoşlanmam. Tabii, şu anda benim de büyük bir genelleme yaptığımı söyleyebilirsiniz. Ne yapalım, insan bazen bazı şeyleri kuvvetli bir şekilde söylemek zorunda kalıyor.

BURGIN— Nietzsche'nin Walt Whitman gibi olduğunu düşünmüyor musunuz? Eserlerinde görünen kişiliği, onların arkasındaki gerçek kişiliğinden çok değişik olabilir.
BORGES— Evet, ama Whitman'nın ki sevimli bir kişilik. Buna karşın Nietzsche'ninki sevimsiz —en azından bana sevimsiz gelen— bir kişilik. Whitman’ın hislerini paylaşabilirim, ama Nietzsche’ninkileri asla. Zaten onun, kimsenin kendisine anlayış göstermesini istediğini sanmıyorum.

BURGIN— Politik felsefe üzerine çok okudunuz mu?
BORGES— Hayır. Hiç. Babam, Spencervari bir anarşistti. Yani, devlete karşı olan bir bireydi. Anarşistlerin bazılarıyla tanıştım, sosyalistlere karşı ise hiçbir zaman sempatim olmadı. Bu işlerden pek anlamam.

BURGIN— Politikadan mı?
BORGES— Evet, politika konusunda çok cahilim. Poli­tik düşüncelerime kimseyi inandırabileceğimi sanmıyorum. Ama nerede durduğumu da hep çok açık bir şekilde ifade ettim. Hitler'e, antisemitizme, Faşizme, Komünizme, diktatörümüz Peron'a karşı olduğum hep bilindi.

BURGIN—Sizi Komünizmden uzaklaştıran ne oldu?
BORGES— Ben, bireyin kuvvetli, devletin de zayıf olması gerektiği ilkesiyle büyüdüm. Devletin bireyden kuvvetli olmasını isteyen tezleri benimsemem beklene­mezdi. Ben muhafazakârım, ama benim ülkemde muhafa­zakâr olmak fanatik veya gerici olmak demek değildir; ılımlı bir liberal olmak demektir. Arjantin'de muhafa­zakârsanız, kimse size faşist veya milliyetçi diye bakmaz. Tam tersine, politikada şüpheci olup, şiddetli değişimlere inanmamak demektir. Sanırım burada "muhafazakâr" sözcüğü başka bir anlamda kullanılıyor. "Köktenci" sözcüğünü ele alsak, bu sözcüğün de benim ülkemde ortanın solunu tarif ettiğini görürüz — hiç demagoji yap­mayan muhafazakârlardan daha demagog bir gruptur tabii. Gördüğünüz gibi, bu sözcüklerin değişik ülkelerde değişik anlamları oluyor. Buenos Aires’li bir köktenci, buralı bir Cumhuriyetçi veya muhafazakâr gibidir. Sanırım burada köktenci dendiğinde, aşırı devrimciler akla geliyor, öyle değil mi? Tabii bir de bu kelimelerin an­lamları zaman içinde değişiyor. Buenos Aires'te 1890'da köktenci olmakla şimdi olmak çok değişik şeyler.

BURGIN— Siz, fikirlerimizin şansla, kazayla oluştuğunu da söylemiştiniz. Bütün bunlar size önemsiz geliyor olmalı.
BORGES— Hayır, benim söylediğim —ve bunu defa­larca tekrar etmek pahasına da olsa açıkça ortaya koymak istiyorum— bir yazarın politik fikirlerine göre yargılanmaması gerektiğiydi. Ya da din konusundaki fi­kirlerine göre. Çünkü bu fikirler sadece yüzeyde olabilir. Cervantes'e ne olduğunu sorsanız herhalde "Katolik'im elbette," diye cevap verirdi. Quevedo’ya sorsanız, herhal­de o da aynı cevabı verirdi. Ama iki değişik insan tarafından söylenmiş olan bu sözcüklerin anlamları da değişik olurdu. Cervantes iyi bir Katolik'ti, ama hoşgörü dolu bir insandı. Don Kişot'u okuduğunuzda, onu yazan adamın kimseyi darağacına yollayamayacağını hissedi­yorsunuz. Engizisyona karşı söz etmediği için eleştirildi tabii, ama o sıralarda Engizisyona karşı söz etse, hayatını tehlikeye atmış olacaktı. Cervantes "Ben Katolikim," dediğinde samimiydi. Quevedo da "Ben Katolik'im," dediğinde samimiydi, ama kelimenin arkasında yatan anlam değişik, çünkü Quevedo bir fanatikti, Cervantes ise değildi. Don Kişot'u okuduğunuzda, onu yazan adamın bağnaz olabileceğine, kendinden değişik düşünen insan­ları yaktırtıp, idam ettirebileceğine inanamıyorsunuz.
Aklıma başka bir örnek geliyor. Bence Kipling'in, poli­tik görüşlerine göre yargılanması çok haksızca. Evet, Büyük Britanya İmparatorluğu bence de savunulamaz. Ama insan, İmparatorluğun kötü olduğuna inanıp, aynı zamanda da Kipling'in çok iyi bir yazar olduğunu düşünebilir. Onun çok iyi bir yazar olduğundan eminim. Ama Whitman'ı ele alırsak, şunu sorabiliriz: Acaba de­mokrasi karşıtı bir insan, Whitman'ı bir şair olarak sevebi­lir mi? Whitman'ın imgelerinin çoğunu kabullenebilir her­halde. Sevebilir de Whitman'ı. Evet, evet olabilir. Okur kafasını açık tuttuğu sürece, öyle değil mi?

BURGIN— Wagner'i ele alalını. Müziği, Naziler tarafından kullanıldı, bu yüzden de birçok insan şu anda onu dinlemeyi reddediyor, ondan iğreniyor. Eğer müziğini kendi başına ele alsalardı, ondan zevk alabilir, sevebilirlerdi.
BORGES— Müzik konusunda çok az bilgi sahibiyim, ama görüş sahibi bir müzik de düşünemiyorum doğrusu. Kanımca müzik, görüşlerden ötede. Schopenhauer'in çok güzel, çok derin bir sözü geliyor aklıma. Müziğin kendi başına bir dünya olduğunu söylemişti. Cevap olarak, müziği bestecilerin ve müzisyenlerin ve çalgıların, piyano ve kemanların oluşturduğunu, bu yüzden kendi başına bir dünya oluşturamayacağını söylemek geçerli değil tabii. Püf noktası bu değil; önemli olan, müzik fikrinden yola çıkarak nerelere varacağımız. Bir müzik dünyası düşünülebilir, öyle değil mi?

BURGIN— Felsefeye dönebilir miyiz? Yirminci yüzyıl filozoflarından hangilerini sevdiğinizi merak ediyorum.
BORGES— Hayır, hayır, seviyorum, evet — ama bu demek değil ki...

BURGIN— İzleyicisisiniz.
BORGES— Doğru. Bergson geliyor aklıma. Sizce William James yirminci yüzyıl düşünürü mü, yoksa ondokuzuncu yüzyıl mı? Yirminci, değil mi? Oldukça çağdaş. Okuyup, tekrar okuyup, çok ilginç bulduğum, sevdiğim konulardan birçoğunu eserlerinden aldığım Bertrand Russell var. Varoluşçulara gelince, denedim, ama onlar­dan hiçbir zaman hoşlanabileceğimi sanmıyorum. Gene de Sartre bana, kişisel olarak, çok iyi davrandı, dergisinde benim hakkımda yazılar yazdı. Paris'te buluştuğumuzda görüşlerimizin çok ayrı olduğunu biliyordu sanırım, ama iki insan olarak uyuşmaya çalıştık ve başardık. Ama felse­fesine nedense hiç sempatim olmadı. Patetik felsefeler hoşuma gitmez. Kişisel meselelerle ilgilenip duran varo­luşçu filozofları da hiç anlamıyorum. Unamuno örneğin; kendi ölümsüzlüğüyle sürekli uğraşması, Tanrı'nın, ölümsüzlüğü yaratmak ve üretmek için varolduğunu, ölümsüzlük yaratmazsa Tanrı'ya ihtiyaç olmadığını söylemesi. Bütün bunları anlayamıyorum. İki üç şiirimde ölme isteğimi ve tekrar doğarsam şimdiki hayatımdan kalma hiçbir anımın olmaması dileğimi dile getirdim.... Kierkegaard’ı okumaya çalıştım, ama bana itici geldi. Unamuno bence çok önemli bir yazar, ama ben ondan hoşlanmıyorum.

BURGIN— Ya Heidegger?
BORGES— Hayır. Heidegger iğrenç bir Almanca'yla yazıyor. Nazilerin tarafında olduğunu öğrendiğimde çok sevindim. Olması gereken de bu, öyle değil mi? dedim kendi kendime. Bunları söylerken, eski kafalılık ettiğimin farkındayım tabii.

BURGIN— Varoluşçuluğun insanlara zararlı olabile­ceğini düşünüyor musunuz?
BORGES— Varoluşçuluk, bir anlamda kişisel kibrin yerini alan bir felsefe. Sartre'la tanıştığımda beni faz­lasıyla övdü. Elbette, bir Fransız tarafından övülmek, bir Arjantinli için büyük bir şey. Ama o, hiçbir zaman benim hoşuma gitmedi.

BURGIN— İnsan olarak mı?
BORGES— Hayır, hayır, hayır, hayır. Propaganda yap­mayı seven insanlardan hoşlanmam. "Cafe Existentialism" adlı bir kahvenin oluşmasına meydan vermemeliy­di. Berkeley'i veya Schopenhauer'i böyle bir iş yaparken gözümün önüne bile getiremiyorum. Sartre'ın bir centil­men olmadığını da düşünüyorum, ama bu galiba çok modası geçmiş bir kelime artık, öyle değil mi?

BURGIN— Maalesef öyle.
BORGES— Maalesef öyle. Nesli tükenen veya tükenmeye yüz tutan bir varlık. Çok yazık’.

BURGIN— Freud'dan da çok hoşlanmıyorsunuz, anladığım kadarıyla.
BORGES— Hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Buna karşın, Jung'u çok okurum. Jung'u, Plinius'u veya Frazer'in Altın Dalım okuduğum gibi okurum; bir çeşit mito­loji veya ilginç bilgilerle dolu bir ansiklopedi veya müze gibi.

BURGIN— Freud'dan niçin hoşlanmıyorsunuz
BORGES— Bir tür deli olduğunu düşünüyorum. Cinsi­yetle ilgili bir sabit fikrin üzerinde gidip gelen bir adam. Belki bu konuda çok ciddi değildi. Belki hepsini bir oyun olarak gördü ve yaptı. Okumaya çalıştım ve onun bir şarlatan ya da bir deli olduğunu düşündüm. Dünya, o kadar basit bir fikire indirgenemeyecek kadar karmaşık bir yer bence. Jung değişik; onu, Freud'dan çok daha fazla okudum. Geniş ve açık bir kafası var. Freud her şeyi bir iki sevimsiz gerçek parçasına indirgiyor. Belki de ben bu konuda cahil ve önyargılıyım.

BURGIN— "Gerçek, simetrilerden yanadır," demiş­tiniz.
BORGES— Evet, doğru.

BURGIN— Kendi deneyiminizden mi kaynaklanıyor bu sözünüz?
BORGES— Evet. Belki de sürekli simetriler aradığımdan dolayı.

BURGIN—Sürekli hayatta simetriler, aynalar, labirent­ler aradığınızdan dolayı kendi kendinizi eleştirmiştiniz. Gerçekten öyle mi hissediyorsunuz, yoksa ...
BORGES— Evet, evet. Gerçekten öyle. Belki de rast­lantılar bize, gizli bir planın varlığını hissedebilmemiz için veriliyor. Rastlantılar bize, hayatta bir düzen olduğunu, her şeyin bir anlamı olduğunu hissedebilme­miz için veriliyor. Elbette, geceyle gündüzde, dört mev­simde, doğmak, yaşamak ve ölmekte, yıldızlarda — bunların hepsinde— bir düzen var, ama daha ince, daha az bariz bir düzen de var olabilir aynı zamanda.

BURGIN— Her bireyin hayatında.
BORGES— Evet, her bireyin hayatında. O kadar çok rastlantı var ki. Tabii, hayatta pek çok olay olduğu için, çok rastlantı olması da normal, ama ben çok garip rast­lantılar gözlemliyorum ve bunların tek anlamlı, benim için işe yarar yönü, arkalarında bıraktıkları model. Örneğin, Bioy Casares ile Sir Thomas Brovvne'nin bir eseri­ni çeviriyorduk. Yayıncı, esere ilgi olmadığını söylediğinden, sonuç olarak yayınlanmayan bir çeviri. Sir Thomas Brovvne'da İspanyolca bir cümle bulduk: "defiendeme Dios de mî —Tanrım beni kendimden koru." Bir yanlış yapıp, cümleyi "defiendeme Dios de me" diye yazmıştı. Yanlışı düzeltip, cümleyi "defiendeme Dios de mî" şeklinde çeviriye geçirdik.
Bir iki gün sonra Buenos Aires'te Mitchell s Kitabevi’ne gittim —artık yok— ve bodrumunda, Montaigne'in İngilizce'ye yeni bir çevirisini buldum. Ciltlerden birinin rastgele bir sayfasını açtım ve karşımda o cümleyi, aynı baskı hatasıyla birlikte gördüm: "defiendeme Dios de me." Yayıncı İspanyolca bilmediğinden, Montaigne'in bildiğini sanıp, cümleyi aynen aktarmıştı. Sir Thomas Browne’m Montaigne'i çok okuduğunu bildiğimden, aradığım ipucunu da bulmuş oluyordum. O cümleyi Montaigne’den almıştı. İspatı da o hatalı harfti.
Bu buluşumdan çok keyiflenmiş bir şekilde o gece Bioy Casares'i görmeye gittim. Montaigne'in söz konusu baskısının nerede bulunabileceğini de bir kağıda not etmiştim. Bir İspanyol şiiri antolojisi üzerine çalışıyorduk. Rivadeneyra koleksiyonunun ciltleri masanın üzerine yığılmış duruyordu. Ben onunla konuşurken, kitaplardan birini açtı, Garcilaso'nun düşmanı Castillejo'nun yazdığı bir şiiri buldu ve içinde "defiendeme Dios de mî" dizesi gözüne çarptı. "Buraya bak," dedim, "ben onu bu sabah Montaignede buldum." Binlerce yıl boyunca yüzlerce cildi incelesek, belki o dizeyi bulamazdık. Kendimizden çok gurur duyduk. Çeviriye küçük bir not düşüp, Sir Tho­mas Brovvne'ın o sözü Montaigne'in filanca sayılı denemesinden aldığını, aynı hatanın Montaigne'de de olduğunu anlattık.

BURGIN— Bioy Casares çok yakın dostunuz, değil mi?
BORGES— Evet, en iyi dostumdur. Buenos Aires'te her gece onu görmeye giderim. Gördüğünüz gibi, orada bir rastlantı oldu ve o rastlantının bize hiçbir faydası olmadı.

BURGIN—İlgileri ve endişeleri sizinkilere çok yakın olmalı.
BORGES— Evet, evet, ama benden daha iyi bir ya­zardır. Benden daha gençtir. Gariptir, çünkü ben altmışsekiz yaşındayım, o ise daha elli bile yok, ama o beni, benim onu etkilediğimden çok daha fazla etkile­miştir. Bana çok şey öğretti. Ben de ona öğrettim, sanırım, bazı yazarları ilk ben ona tanıttım. Ben ona Stevenson'u, o bana Doctor Johnson'u gösterdi, vs.

BURGIN— Roman yazıyor mu?
BORGES— Roman ve hikâyeler yazar. Çok güzel ro­manlar ve hikâyeler. Hepsinde fantastik bir yan vardır. H. Bustes Domecq adı altında birlikte de yazıyoruz. Büyükbabamın babasının adı Bustes'ti; Bioy'un da Domecq adlı Fransız bir atası varmış. Bustes Domecq! Kulağa garip gelmiyor. Buralarda garip gelebilir, ama Bu­enos Aires’te insanı hiç şaşırtmayacak bir isim.

BURGIN— Başka yazarlarla birlikte çalışmalarınız oldu mu?
BORGES— Evet, ama hepsi de başarısız oldu. Yürümemelerinin sebebi, kendimizi iki ayrı insan olarak görmemiz. Birlikte iyi çalışabilmek için, insanın kendi benliğini unutması şart. "Şu kelimeyi ben mi söyledim, yoksa o mu" diye düşünmemeli insan. İnsanın kafasına fi­kirler üstüste geliyor. Ama yanlış bir şey düşünüp, guru­runuzdan dolayı yanınızdakinin itirazını kabul etmezse­niz veya o yanlış bir şey söylediğinde utanıp karşı çıkmazsanız, birlikte çalışmak da imkansız hale gelir.

BURGIN— Buenos Aires'te sanatçılar birbirleriyle dayanışma içinde mi? Bir sanatçı topluluğu var mı?
BORGES— Hayır. Hayır. Çok eskiden edebiyat üzerine toplantılar vs. yapılırdı. Şimdi "Arjantin Yazarlar Birliği" var, ama ticaret odası gibi bir şey.

BURGIN— Gerçek dayanışma yok.
BORGES— Hayır, hayır. Ama bence böylesi daha iyi. Genç bir adamın, yazar olmaya karar verdiğinde, başka yazarlarla buluşup, tartışması belki de iyi. Ama daha sonra buna ihtiyaç yok: yazar, kendi sınırlarını, kendi ola­naklarını anlamış oluyor. Bir daha bunların üzerinde dur­maya gerek kalmıyor. Genç bir yazar için, edebiyat konuşmak gerçekten çok yapıcı, teşvik edici bir şey.

BURGIN— Gene de sizin Ultrasia'ya (Kabaca Alman Ekspresyonizmine benzetilebilecek olan ve 1920'lerin başlarında Ispanya’da etkin olan bir akım, R.B.) katkınız oldu.
BORGES— Bütün o olay bir şakaydı.

BURGIN— Ama o sıralarda sizin için çok anlamlıydı, öyle değil mi?
BORGES— Hayır. Hayır. Biz, bir tür şaka olduğunu hep biliyorduk, hiçbir zaman ciddiye almadık; sadece buluşmalarımız, arkadaşlığımızdı bize zevk veren. Mani­festolara vs.'lere gelince —"edebiyatın temel ilkesi metafordur"— edebiyatın temel ilkesinin noktalı virgül veya nokta olduğunu da aynı rahatlıkla söylemiş olabilirdik.


BURGIN— Ya Buenos Aires'teki insanların tümü? Onların arasında bir dayanışma, bir birliktelik hissi var mı? Yöneticileriyle ilişkileri nasıl? Vatanseverlik veya başka bir bağ var mı onları birlikte tutan?
BORGES— Hepimiz, baştakilerin dürüst ve iyi niyetli olduklarını düşünüyoruz. Bu, bu ülkede fazla bir şey ifade etmeyebilir, ama bir sürü üçkağıtçının ortalıkta do­landığı benim ülkemde, centilmen oldukları ve devlet parasını ceplerine atmadıkları için baştakilere şükran duymamız gerek.

BURGIN— Arjantinlilerin yaradılış olarak çok şüpheci olduklarını söylemiştiniz.
BORGES— Evet, evet, yönetenler konusunda da şüphecidirler. Ama bence şüpheciliğin de iyi bir yanı var çünkü öyle olmasaydı, her an devrim olurdu. Gerçekten şüpheci olan biri: "Evet, bu iyi bir yönetim değil, ama başka bir yönetim daha kötü veya en az bunun kadar kötü olabilir" diyecektir.

BURGIN— Siz kendinizi bir şüpheci olarak mı görüyorsunuz?
BORGES— Bilmem. Acaba?

BURGIN— Değerler hakkında şüphecisiniz.
BORGES— Evet.

BURGIN— Ama sanatçının onurunu her fırsatta vur­guluyorsunuz.
BORGES— Kesinlikle. Bence yazar —bir yazarın kendi kendini anlatması çok zor— sadece okumaktan zevk alıyor olmam, yazmaktan zevk alıyor olmam ve benim yazılarımı okumaktan zevk alan insanların bulunması .. . sadece bunlar yeterli bence. Başka neden gerekmiyor.
Aynı fikirde değil misiniz?

BURGIN— Evet. Aynı fikirdeyim ben de.
BORGES— Ama insanlar, bir yazarın politik bir kişi olmasını da bekliyorlar. Bu konuyu sizinle daha önce de konuştuk. Benim kanımca, yazı yazmak, böyle şeylerle yönlendirilemeyecek kadar esrarlı bir olgu. . . . Diyelim ki, Ingiliz Edebiyatı öğretmeniz gerekiyor ve tek bir yazar seçmek zorundasınız..

BURGIN— Shakespeare.
BORGES— Hayır, Coleridge daha iyi olabilir.

BURGIN— Shakespeare'den daha iyi mi olur?
BORGES— Çünkü, Coleridge'de Shakespeare'i de bu­labiliriz. En akıllıcası, yeni bir yazarı almak; çünkü onun eserlerinin içinde, birçok eski akımı bulabiliriz.

BURGIN— İlginç bir fikir. Sizin de dediğiniz gibi, ne zaman yeni bir yazı yazılsa, eski bir yazı tekrarlanıyor de­mektir; ne zaman yeni bir yazı okunsa, eski bir yazı tekrar okunuyor demektir.
BORGES— Emerson'u okuduğunuzda, aslında çok köklü bir geleneğin içine dalmış oluyorsunuz. Scott Fitzgerald için ise aynı şey söylenemez. Köklü veya önemli bir geleneğin sözü edilemez orada.

BURGIN— Demek ki, evrensel etkisi olan, eserleri kalıcı olan her yazarın köklü bir gelenekten geldiğini düşünüyorsunuz. Edebiyatı, başlangıç ve bitiş noktaları belli kaldırım taşlarından oluşan bir olgu gibi değil, akan bir şey gibi görüyorsunuz.
BORGES— Evet. Çok doğru. Evet. Örneğin, Arjantin edebiyatı öğretmek fikrinin saçmalığı da bu yüzden. Özellikle Arjantin edebiyatı örneğinde. Arjantin edebi­yatı, İspanyolca'nın dışında nasıl düşünülebilir? Fransız pazarlarının etkisinin dışında nasıl düşünülebilir? Ola­maz. İtalyanları veya Fransızları aklınıza getirmeden Cha- ucer'den söz edemezsiniz. Olamaz. Anlamsız. De Quin- cey veya Edgar Allan Poe'ya dönmeden Baudelaire'den konuşamazsınız. Onlardan da, daha önceki başka yazarla­ra dönmeden konuşamazsınız. Belki de en mantıklısı, karşılaştırmalı edebiyatla uğraşmak.

BURGIN— Swift gibi bir yazara ne diyorsunuz? Belirli bir geleneğin parçası mı gerçekten?
BORGES— Swift, ilginç bir örnek. Çok özgün bir yazar.

BURGIN— Gülliver'in Seyahatleri'ni çok sevdiğinizi tahmin edebiliyorum.
BORGES— Özellikle son bölümlerini. O bölümler ge­nellikle kitaba alınmıyor. Yahoolarm ve Laputa Adası'nm hikâyelerinden bahsediyorum. Bilimi hicvetmesi çok garip. Bugünlerde bilime karşı yazılar yazıyorsak, bilimin kötü olduğunu düşündüğümüzden. Bilimi, güçlü bir düşman olarak görüyoruz. Swift çok zeki bir adamdı, bir dahiydi, bununla birlikte bilimi boş bir iş olarak görüyordu. Bilim adamlarıyla, tehlikeli oldukları için değil de, aptal oldukları ve vakitlerini boş işler yaparak harcadıkları için alay ediyordu. Garip değil mi? Çok zeki bir insan olmasına rağmen bu hatayı yaptı. Laboratuar­larında çalışıp duran bütün o adamların salak olduklarını düşünüyordu. Bacon da astronomi hakkında aynı şeyi düşünüyordu. Bilimin, her şeyin dikkatlice incelenmesi­nin, doğanın anlaşılmasının yanındaydı, ama astronomiyi lüzumsuz buluyordu: insanın göğe bakması ne işe yara­yabilir ki? Bu bize bir alçakgönüllülük dersi olmalı. Swift ve Bacon gibi adamlar bu kadar yanılabildilerse eğer . . . biz de yanlışlar yapabilir ve o yanlışlarla dalga geçebiliriz.

BURGIN— Başka yazarlarla yazışmalarınız oldu mu hiç?
BORGES— Hayır.

BURGIN— Ben de öyle tahmin etmiştim. Kendi başına olmayı yeğleyen birisiniz.
BORGES— Ayrıca, çok kötü mektup yazan bir insanım ben. Örneğin, anneme çok düşkünümdür. Onu çok seve­rim. Hep onu düşünürüm. Tabii, mektuplarımı başkalarına yazdırtmak durumundayım. Ama, annemden çok uzaktayken bile, ona hep çok saçma mektuplar yol­larım. Onun, nasılsa, benim hissetiklerimi bildiğini, ona bir şey söylemem gerekmediğini, anlamsız, neşeli ve sıradan şeyler yazabileceğimi ve onun gene de benim neler hissetiğimi anlayacağını hissederim. Ona yazdığım mektuplar —bazen sadece kartpostallar— başkalarına ta­mamen anlamsız gelebilir, ama ikimizin arasında, bunu hiç konuşmamamıza rağmen, gizli bir yazışma var. O beni tanır, ben de onu. Bana altı ay boyunca mektup yaz- masa, onun iyi olduğunu bildiğim sürece içim rahattır. Onun için de aynı şey söz konusu. Hastalanırsa veya başına bir şey gelirse, endişe ederim tabii. Ama iyi olduğunu bildiğim sürece, söylediklerinin veya yazdıklarının beni endişelendirmesine hiç gerek yoktur, aynı şekilde o da benim söylediklerimi fazla ciddiye almaz.

BURGIN— Muhteşem bir kadın olmalı.
BORGES— Evet, muhteşem bir kadındır. Peron zamanında hapis yattı. Kız kardeşim de.

BURGIN— Peron mu hapise attı onları?
BORGES— Evet. Kız kardeşimi. Annemin durumu biraz değişikti, çünkü zaten yaşlı bir hanımdı —şimdi doksanbir yaşında— evi, bir anlamda hapishanesi oldu.
Kız kardeşimi ise, bazı arkadaşları ile birlikte, küçük düşürmek üzere, fahişelere mahsus bir hapishaneye attılar. Nasıl yapabildiyse, bize oradan bir mektup atabil­di: Hapishanenin çok sevimli bir yer olduğu, herkesin ona çok iyi davrandığı, hapiste olmanın çok dinlendirici olduğu, siyah beyaz taşlarla döşeli çok güzel bir avlusu olduğu yazılıydı. Aslında biz, onun kullandığı kelimeler­den, korkunç bir kodeste olduğunu anladık. Tabii, aslında onun istediği, bizim fazla endişelenmememizdi. Hapiste­ki insanların ne kadar iyi olduğunu, hapiste olmanın kok­teyllere veya partilere gitmekten ne kadar daha iyi olduğunu söyleyip duruyordu. Onunla birlikte hapis yatan öteki hanımlar, daha sonra bana, kendilerini orada ne kadar kötü hissettiklerini anlattılar. Ama kız kardeşim sadece Tanrıya dua edip durmuş. Aynı odada onbir kişiymişler, kız kardeşim her gece dualarını edip hemen yatarmış. Hapiste bulunduğu sürece, eşini, çocuklarım, annesini veya beni görmeden ne kadar zaman geçireceğini bilmiyordu. Sonradan —hapisten çıktıktan sonra— bana, büyükbabamın bu ülke için öldüğünü, onun babasının da Ispanyollara karşı dövüştüğünü söyledi. Hepsi de, ülkeleri için ellerinden geleni yapmışlardı. O da, sadece hapiste bulunmakla, ülkesi için bir şey yapmış oluyordu. Öyle olması gerekiyordu.

BURGIN— Ne kadar hapis yattı?
BORGES— Bir ay. Tabii ki ona, bir mektup yazarsa anında serbest kalabileceğini söylediler. Aynı şey anne­min de başına geldi. "Senyora’ya bir mektup yazarsanız çıkabilirsiniz," dediler. Kız kardeşimin, annemin ve dost­larının cevabı hep aynı oldu: "Hangi Senyora'dan bahse­diyorsunuz?" "Senyora Peron." "Biz onu tanımıyoruz, o da bizi tanımıyor. Ona yazmamız anlamsız." Onların gerçekte istediği, bu bayanların yazacağı mektubu yayınlamaktı. O zaman herkes Peron'un çok merhametli bir insan olduğunu, onları serbest bıraktığını düşünecekti. Bir üçkağıttı, başka bir şey değildi. Ama onlar yutmadılar. O sıralarda böyle şeylerle boğuşmak zorunda kalıyorduk hepimiz işte.

BURGIN— Korkunç zamanlarmış.
BORGES— Öyleydi. Örneğin, dişiniz ağrısa, dişçiye gitmeniz gerekse, o sabah uyandığınızda ilk düşündüğünüz, dişçiye gitmenin acısı olur. Ön yıl boyun­ca, arada kişisel acılarım da olmasına rağmen, on yıl bo­yunca her sabah uyandığımda ilk düşündüğüm: "Peron iktidarda" oldu.

BURGIN— Bir insan olarak nasıldı? Küçük bir Hitler miydi?
BORGES— Hitler cesur bir adamdı.

BURGIN— Bir çılgındı.
BORGES— Evet, ama cesur bir adamdı. Peron bir kor­kaktı. Ayrıca, bence Hitler kendine inanıyordu, Peron ise inanmıyordu. Peron, bir korkak olduğunun farkındaydı. Bütün o uşakları da bunun farkındaydı. Hepsinin amacı, talandan pay almaktı. Çok değişik olaylar. Hitler bir hare­ket adamıydı. Savaştı, öldü, insanlara ilham verdi. Ondan nefret ediyordum; onun deli, fakat bir anlamda saygıdeğer bir insan olduğunu düşünürüm. Peron'a gelin­ce, Peron daha çok Mussolini'ye benziyordu. Mussolini, Peron'dan çok daha zekiydi tabii. Peron korkağın tekiydi, bunu herkes gibi kendisi de biliyordu. Ama Peron çok in­safsız olabiliyordu. İnsanlara işkence ettirdi, öldürttü. Karısı da adi bir orospuydu, junin yakınlarında bir gene­lev işletiyordu. Bu da, Peron'un kalbini buruklaştırmış olmalı. Bir kızın büyük bir şehirde orospuluk yapması pek önemli değildir; ama, pampalarin ortasında küçük bir şehirde, herkes herkesi tanır. Orada orospu olmanın, köyün berberi veya doktoru olmaktan farkı yoktur. Bu da, ona çok acı çektirmiş, onu buruklaştırmış olmalı. Her­kes tarafından tanınıp, sevilmemek ve kullanılmak.

Kafka İle Söyleşiler / Gustav Janouch


Kafka, Johannes R. Becher’in bir şiir kitabını bende görünce şöyle söyledi: «Bu şiirleri anlayamıyorum doğ­rusu. Öylesine gürültülü, öylesine bir sözcük kalaba­lığını içeren şeyler ki, insan kendi kendisinden kopup üzerlerine eğilemiyor bir türlü. Şiirlerdeki sözcükler birer köprü değil, yüksek ve aşılmaz duvarlar oluştu­ruyor. Biçim sürekli ayağına dolaşıyor insanın, içeriğin yanına bir türlü yaklaşılamıyor. Sözcükler bir yoğunluk kazanıp dil dediğimiz şeye dönüşemiyor asla. Bir yay­gara, o kadar.

*
G. K. Chesterson’un iki kitabı geçti elime. Ortodoks­luk ve Perşembe Olan Adam. Kafka yazarla ilgili ola­rak şöyle dedi: «Öylesine şen bir hali var ki, sanki Tanrıyı bulduğunu sanır insan.»
«Yani gülme dindarlığın bir belirtisi mi sizce?»
«Her zaman değil. Ne var ki, böyle Tanrısız bir dö­nemde insanın neşeli olması gerekiyor. Bu bir görev­dir. Titanic batarken gemideki orkestra sonuna kadar çalmasına ara vermemişti. Böylelikle üzerinde dikildiği zemin ayaklarının altından çekilip alınır umutsuz­luğun.» «Ama zoraki bir neşe, saklanmayıp açığa vurulmuş bir üzüntüden çok daha hazindir.»
«Doğru. Ne var ki, üzüntü bir çıkış yolundan yoksun­dur. Oysa önemli olan tek şey bir çıkış yolu, bir umut ışığıdır. Tehlike dar ve sınırlı an içindedir yalnızca. An’ın gerisinde uçurum bekler. Uçurum bir kez aşıl­maya görsün, her şey bir başka görünüm kazanır. Önemli olan yalnızca an’dır. Yaşamı belirleyen odur.»

*
Kafka’yla Baudelaire üzerinde söyleşiyorduk.
«Şiir hastalıktır», dedi Kafka. «Ateşin düşürülmesiyle de sağlığına kavuşmuş sayılmaz insan. Tersine! Kor halindeki ateş temizler ve ışıldar.»

*
Kafka’ya Maksim Gorki’nin Leo Nikolayeviç Tolstoy’a İlişkin Anıları’nın Çekçe bir çevirisini verdim. Kafka şöyle dedi:
«Gorki’nin bir kişi üzerinde yargıya varmadan o kişinin karakterini çizmedeki ustalığı insa­nı duygulandırıyor. Bir fırsatla onun Lenin’e ilişkin notlarını okumayı çok isterdim.»
«Gorki Lenin’le ilgili anılar mı yayınladı?»
«Hayır, henüz böyle bir şey yapmış değil. Ama bana kalırsa, günün birinde Lenin’e ilişkin anılar yayınlaya­cağı kuşkusuz. Lenin’in dostuydu Gorki; her şeyi yal­nızca kalemiyle gören ve yaşayan biridir. Tolstoy’a ilişkin anılarından anlaşılıyor bu. Kalem bir yazarın elinde bir araç değil, onun organlarından biridir.