BURGIN—
Size, bazı filozoflar üzerine bazı sorular sormak istiyordum.
BORGES—
Bu konuda çok cahilim. Neyse, sorun.
BURGIN—
Eserlerinizde sözünü etmediğiniz bazı filozoflar hakkında sormak istiyordum;
sözünü ettiklerinizin sayısı çok çünkü.
BORGES—
Sözünü etmediklerimin sayısı çok daha fazla ama, değil mi? Felsefe her zaman
çok ilgimi çekmiştir, ama, fazla okumaktan çok, aynı eserleri tekrar tekrar
okuduğumu söyleyebilirim size. Tanıdığım bir kitabı tekrar okumanın bana, yeni
bir kitap okumaktan daha fazlasını kazandırdığına inanıyorum. Prensip olarak
yaptığım hep bu. Ortaçağ'da yaşayan insanların çok şanslı olduğunu düşünürüm
hep; çok az kitapları vardı, fakat olanların hepsi temel kitaplardı.
Bugünlerde, kitaplar hakkında yazılmış o kadar yazı var ki, kitapların kendilerine
erişmek bile güç.
BURGIN—
Size, Darwin ve evrim teorisini sormak istiyorum. Yazınızı veya düşüncenizi
etkiledi mi hiç?
BORGES—
Sanmıyorum. Türlerin Kökeni'ni okudum.
BURGIN—
Etkilenmediniz mi?
BORGES—
Etkilendim, ama şu var: Darwin'in tezi çok basit —tabii, örnekler ve resimlerle
doldurulmuş— ana fikri kavradığınızda, okumaya devam etmek istemiyorsunuz,
çünkü zaten o fikre inanmış oluyorsunuz. En azından ben —çok gençtim o zaman—
inandım. Darwin'in dediği doğruydu, ama pek de iyi bir yazar sayılamazdı. Darwin'e
karşı olduğumdan değil.
Bana
daha önce kimsenin Darwin'i sorduğunu sanmıyorum. Fazla bir ilişki de
görmüyorum aramızda. Evrim konusunda kitaplar okudum tabii, ama genelde Darwin
yerine Samuel Butler veya Shaw'un yanında olmayı yeğlerim. Çünkü Butler veya
Shaw'da iradeye daha çok önem verilmiş. Darwin'de ise, hatırladığım kadarıyla,
evrimin rastgele oluştuğu fikri hakim. En uygun olanın hayatta kalması falan.
BURGIN—
İrade dediniz de, Nietzsche'den, bir düşünür olarak pek hoşlanmadığınız
izlenimi var bende.
BORGES—
Doğru. Ama ben Nietzsche’ye karşı gerçekten adil davranmıyorum. Kitaplarının
çoğunu okudum ve bir tanesi, Zerdüşt Böyle Buyurdu, —Tevrat'ın stilinin kötü
bir taklidi— dışında hepsi çok ilginç kitaplar.
BURGIN—
İyinin ve Kötünün Ötesinde.
BORGES—
Evet. Hepsini Almanca okudum. Çok sevdim. Ama nedense bir insan olarak ona
kanım kaynamadı. Örneğin, Schopenhauer'e ve daha başka birçok yazara büyük
sempatim var, ama Nietzsche dediniz mi, o adamın sert —ukala demeyeyim, ama—
bir yanı var, alçakgönüllü değil hiç. Blake de bana aynı hissi veriyor.
Sürekli
büyük genellemeler yapan yazarlardan hiç hoşlanmam. Tabii, şu anda benim de
büyük bir genelleme yaptığımı söyleyebilirsiniz. Ne yapalım, insan bazen bazı
şeyleri kuvvetli bir şekilde söylemek zorunda kalıyor.
BURGIN—
Nietzsche'nin Walt Whitman gibi olduğunu düşünmüyor musunuz? Eserlerinde
görünen kişiliği, onların arkasındaki gerçek kişiliğinden çok değişik olabilir.
BORGES—
Evet, ama Whitman'nın ki sevimli bir kişilik. Buna karşın Nietzsche'ninki
sevimsiz —en azından bana sevimsiz gelen— bir kişilik. Whitman’ın hislerini
paylaşabilirim, ama Nietzsche’ninkileri asla. Zaten onun, kimsenin kendisine anlayış
göstermesini istediğini sanmıyorum.
BURGIN—
Politik felsefe üzerine çok okudunuz mu?
BORGES—
Hayır. Hiç. Babam, Spencervari bir anarşistti. Yani, devlete karşı olan bir
bireydi. Anarşistlerin bazılarıyla tanıştım, sosyalistlere karşı ise hiçbir zaman
sempatim olmadı. Bu işlerden pek anlamam.
BURGIN—
Politikadan mı?
BORGES—
Evet, politika konusunda çok cahilim. Politik düşüncelerime kimseyi
inandırabileceğimi sanmıyorum. Ama nerede durduğumu da hep çok açık bir şekilde
ifade ettim. Hitler'e, antisemitizme, Faşizme, Komünizme, diktatörümüz Peron'a
karşı olduğum hep bilindi.
BURGIN—Sizi
Komünizmden uzaklaştıran ne oldu?
BORGES—
Ben, bireyin kuvvetli, devletin de zayıf olması gerektiği ilkesiyle büyüdüm.
Devletin bireyden kuvvetli olmasını isteyen tezleri benimsemem beklenemezdi.
Ben muhafazakârım, ama benim ülkemde muhafazakâr olmak fanatik veya gerici
olmak demek değildir; ılımlı bir liberal olmak demektir. Arjantin'de muhafazakârsanız,
kimse size faşist veya milliyetçi diye bakmaz. Tam tersine, politikada şüpheci
olup, şiddetli değişimlere inanmamak demektir. Sanırım burada
"muhafazakâr" sözcüğü başka bir anlamda kullanılıyor.
"Köktenci" sözcüğünü ele alsak, bu sözcüğün de benim ülkemde ortanın
solunu tarif ettiğini görürüz — hiç demagoji yapmayan muhafazakârlardan daha
demagog bir gruptur tabii. Gördüğünüz gibi, bu sözcüklerin değişik ülkelerde
değişik anlamları oluyor. Buenos Aires’li bir köktenci, buralı bir Cumhuriyetçi
veya muhafazakâr gibidir. Sanırım burada köktenci dendiğinde, aşırı devrimciler
akla geliyor, öyle değil mi? Tabii bir de bu kelimelerin anlamları zaman
içinde değişiyor. Buenos Aires'te 1890'da köktenci olmakla şimdi olmak çok
değişik şeyler.
BURGIN—
Siz, fikirlerimizin şansla, kazayla oluştuğunu da söylemiştiniz. Bütün bunlar
size önemsiz geliyor olmalı.
BORGES—
Hayır, benim söylediğim —ve bunu defalarca tekrar etmek pahasına da olsa
açıkça ortaya koymak istiyorum— bir yazarın politik fikirlerine göre
yargılanmaması gerektiğiydi. Ya da din konusundaki fikirlerine göre. Çünkü bu
fikirler sadece yüzeyde olabilir. Cervantes'e ne olduğunu sorsanız herhalde
"Katolik'im elbette," diye cevap verirdi. Quevedo’ya sorsanız, herhalde
o da aynı cevabı verirdi. Ama iki değişik insan tarafından söylenmiş olan bu
sözcüklerin anlamları da değişik olurdu. Cervantes iyi bir Katolik'ti, ama
hoşgörü dolu bir insandı. Don Kişot'u okuduğunuzda, onu yazan adamın kimseyi
darağacına yollayamayacağını hissediyorsunuz. Engizisyona karşı söz etmediği
için eleştirildi tabii, ama o sıralarda Engizisyona karşı söz etse, hayatını tehlikeye
atmış olacaktı. Cervantes "Ben Katolikim," dediğinde samimiydi.
Quevedo da "Ben Katolik'im," dediğinde samimiydi, ama kelimenin
arkasında yatan anlam değişik, çünkü Quevedo bir fanatikti, Cervantes ise
değildi. Don Kişot'u okuduğunuzda, onu yazan adamın bağnaz olabileceğine,
kendinden değişik düşünen insanları yaktırtıp, idam ettirebileceğine
inanamıyorsunuz.
Aklıma
başka bir örnek geliyor. Bence Kipling'in, politik görüşlerine göre
yargılanması çok haksızca. Evet, Büyük Britanya İmparatorluğu bence de
savunulamaz. Ama insan, İmparatorluğun kötü olduğuna inanıp, aynı zamanda da
Kipling'in çok iyi bir yazar olduğunu düşünebilir. Onun çok iyi bir yazar
olduğundan eminim. Ama Whitman'ı ele alırsak, şunu sorabiliriz: Acaba demokrasi
karşıtı bir insan, Whitman'ı bir şair olarak sevebilir mi? Whitman'ın
imgelerinin çoğunu kabullenebilir herhalde. Sevebilir de Whitman'ı. Evet, evet
olabilir. Okur kafasını açık tuttuğu sürece, öyle değil mi?
BURGIN—
Wagner'i ele alalını. Müziği, Naziler tarafından kullanıldı, bu yüzden de
birçok insan şu anda onu dinlemeyi reddediyor, ondan iğreniyor. Eğer müziğini
kendi başına ele alsalardı, ondan zevk alabilir, sevebilirlerdi.
BORGES—
Müzik konusunda çok az bilgi sahibiyim, ama görüş sahibi bir müzik de
düşünemiyorum doğrusu. Kanımca müzik, görüşlerden ötede. Schopenhauer'in çok
güzel, çok derin bir sözü geliyor aklıma. Müziğin kendi başına bir dünya
olduğunu söylemişti. Cevap olarak, müziği bestecilerin ve müzisyenlerin ve
çalgıların, piyano ve kemanların oluşturduğunu, bu yüzden kendi başına bir
dünya oluşturamayacağını söylemek geçerli değil tabii. Püf noktası bu değil;
önemli olan, müzik fikrinden yola çıkarak nerelere varacağımız. Bir müzik
dünyası düşünülebilir, öyle değil mi?
BURGIN—
Felsefeye dönebilir miyiz? Yirminci yüzyıl filozoflarından hangilerini
sevdiğinizi merak ediyorum.
BORGES—
Hayır, hayır, seviyorum, evet — ama bu demek değil ki...
BURGIN—
İzleyicisisiniz.
BORGES—
Doğru. Bergson geliyor aklıma. Sizce William James yirminci yüzyıl düşünürü mü,
yoksa ondokuzuncu yüzyıl mı? Yirminci, değil mi? Oldukça çağdaş. Okuyup, tekrar
okuyup, çok ilginç bulduğum, sevdiğim konulardan birçoğunu eserlerinden aldığım
Bertrand Russell var. Varoluşçulara gelince, denedim, ama onlardan hiçbir
zaman hoşlanabileceğimi sanmıyorum. Gene de Sartre bana, kişisel olarak, çok
iyi davrandı, dergisinde benim hakkımda yazılar yazdı. Paris'te buluştuğumuzda
görüşlerimizin çok ayrı olduğunu biliyordu sanırım, ama iki insan olarak
uyuşmaya çalıştık ve başardık. Ama felsefesine nedense hiç sempatim olmadı.
Patetik felsefeler hoşuma gitmez. Kişisel meselelerle ilgilenip duran varoluşçu
filozofları da hiç anlamıyorum. Unamuno örneğin; kendi ölümsüzlüğüyle sürekli
uğraşması, Tanrı'nın, ölümsüzlüğü yaratmak ve üretmek için varolduğunu,
ölümsüzlük yaratmazsa Tanrı'ya ihtiyaç olmadığını söylemesi. Bütün bunları
anlayamıyorum. İki üç şiirimde ölme isteğimi ve tekrar doğarsam şimdiki
hayatımdan kalma hiçbir anımın olmaması dileğimi dile getirdim....
Kierkegaard’ı okumaya çalıştım, ama bana itici geldi. Unamuno bence çok önemli
bir yazar, ama ben ondan hoşlanmıyorum.
BURGIN—
Ya Heidegger?
BORGES—
Hayır. Heidegger iğrenç bir Almanca'yla yazıyor. Nazilerin tarafında olduğunu
öğrendiğimde çok sevindim. Olması gereken de bu, öyle değil mi? dedim kendi
kendime. Bunları söylerken, eski kafalılık ettiğimin farkındayım tabii.
BURGIN—
Varoluşçuluğun insanlara zararlı olabileceğini düşünüyor musunuz?
BORGES—
Varoluşçuluk, bir anlamda kişisel kibrin yerini alan bir felsefe. Sartre'la
tanıştığımda beni fazlasıyla övdü. Elbette, bir Fransız tarafından övülmek,
bir Arjantinli için büyük bir şey. Ama o, hiçbir zaman benim hoşuma gitmedi.
BURGIN—
İnsan olarak mı?
BORGES—
Hayır, hayır, hayır, hayır. Propaganda yapmayı seven insanlardan hoşlanmam.
"Cafe Existentialism" adlı bir kahvenin oluşmasına meydan vermemeliydi.
Berkeley'i veya Schopenhauer'i böyle bir iş yaparken gözümün önüne bile
getiremiyorum. Sartre'ın bir centilmen olmadığını da düşünüyorum, ama bu galiba
çok modası geçmiş bir kelime artık, öyle değil mi?
BURGIN—
Maalesef öyle.
BORGES—
Maalesef öyle. Nesli tükenen veya tükenmeye yüz tutan bir varlık. Çok yazık’.
BURGIN—
Freud'dan da çok hoşlanmıyorsunuz, anladığım kadarıyla.
BORGES—
Hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Buna karşın, Jung'u çok okurum. Jung'u, Plinius'u
veya Frazer'in Altın Dalım okuduğum gibi okurum; bir çeşit mitoloji veya
ilginç bilgilerle dolu bir ansiklopedi veya müze gibi.
BURGIN—
Freud'dan niçin hoşlanmıyorsunuz
BORGES—
Bir tür deli olduğunu düşünüyorum. Cinsiyetle ilgili bir sabit fikrin üzerinde
gidip gelen bir adam. Belki bu konuda çok ciddi değildi. Belki hepsini bir oyun
olarak gördü ve yaptı. Okumaya çalıştım ve onun bir şarlatan ya da bir deli
olduğunu düşündüm. Dünya, o kadar basit bir fikire indirgenemeyecek kadar
karmaşık bir yer bence. Jung değişik; onu, Freud'dan çok daha fazla okudum.
Geniş ve açık bir kafası var. Freud her şeyi bir iki sevimsiz gerçek parçasına
indirgiyor. Belki de ben bu konuda cahil ve önyargılıyım.
BURGIN—
"Gerçek, simetrilerden yanadır," demiştiniz.
BORGES—
Evet, doğru.
BURGIN—
Kendi deneyiminizden mi kaynaklanıyor bu sözünüz?
BORGES—
Evet. Belki de sürekli simetriler aradığımdan dolayı.
BURGIN—Sürekli
hayatta simetriler, aynalar, labirentler aradığınızdan dolayı kendi kendinizi
eleştirmiştiniz. Gerçekten öyle mi hissediyorsunuz, yoksa ...
BORGES—
Evet, evet. Gerçekten öyle. Belki de rastlantılar bize, gizli bir planın varlığını
hissedebilmemiz için veriliyor. Rastlantılar bize, hayatta bir düzen olduğunu,
her şeyin bir anlamı olduğunu hissedebilmemiz için veriliyor. Elbette, geceyle
gündüzde, dört mevsimde, doğmak, yaşamak ve ölmekte, yıldızlarda — bunların
hepsinde— bir düzen var, ama daha ince, daha az bariz bir düzen de var olabilir
aynı zamanda.
BURGIN—
Her bireyin hayatında.
BORGES—
Evet, her bireyin hayatında. O kadar çok rastlantı var ki. Tabii, hayatta pek
çok olay olduğu için, çok rastlantı olması da normal, ama ben çok garip rastlantılar
gözlemliyorum ve bunların tek anlamlı, benim için işe yarar yönü, arkalarında
bıraktıkları model. Örneğin, Bioy Casares ile Sir Thomas Brovvne'nin bir eserini
çeviriyorduk. Yayıncı, esere ilgi olmadığını söylediğinden, sonuç olarak
yayınlanmayan bir çeviri. Sir Thomas Brovvne'da İspanyolca bir cümle bulduk:
"defiendeme Dios de mî —Tanrım beni kendimden koru." Bir yanlış
yapıp, cümleyi "defiendeme Dios de me" diye yazmıştı. Yanlışı
düzeltip, cümleyi "defiendeme Dios de mî" şeklinde çeviriye geçirdik.
Bir
iki gün sonra Buenos Aires'te Mitchell s Kitabevi’ne gittim —artık yok— ve
bodrumunda, Montaigne'in İngilizce'ye yeni bir çevirisini buldum. Ciltlerden
birinin rastgele bir sayfasını açtım ve karşımda o cümleyi, aynı baskı hatasıyla
birlikte gördüm: "defiendeme Dios de me." Yayıncı İspanyolca
bilmediğinden, Montaigne'in bildiğini sanıp, cümleyi aynen aktarmıştı. Sir
Thomas Browne’m Montaigne'i çok okuduğunu bildiğimden, aradığım ipucunu da
bulmuş oluyordum. O cümleyi Montaigne’den almıştı. İspatı da o hatalı harfti.
Bu
buluşumdan çok keyiflenmiş bir şekilde o gece Bioy Casares'i görmeye gittim.
Montaigne'in söz konusu baskısının nerede bulunabileceğini de bir kağıda not
etmiştim. Bir İspanyol şiiri antolojisi üzerine çalışıyorduk. Rivadeneyra
koleksiyonunun ciltleri masanın üzerine yığılmış duruyordu. Ben onunla
konuşurken, kitaplardan birini açtı, Garcilaso'nun düşmanı Castillejo'nun
yazdığı bir şiiri buldu ve içinde "defiendeme Dios de mî" dizesi
gözüne çarptı. "Buraya bak," dedim, "ben onu bu sabah
Montaignede buldum." Binlerce yıl boyunca yüzlerce cildi incelesek, belki
o dizeyi bulamazdık. Kendimizden çok gurur duyduk. Çeviriye küçük bir not
düşüp, Sir Thomas Brovvne'ın o sözü Montaigne'in filanca sayılı denemesinden
aldığını, aynı hatanın Montaigne'de de olduğunu anlattık.
BURGIN—
Bioy Casares çok yakın dostunuz, değil mi?
BORGES—
Evet, en iyi dostumdur. Buenos Aires'te her gece onu görmeye giderim.
Gördüğünüz gibi, orada bir rastlantı oldu ve o rastlantının bize hiçbir faydası
olmadı.
BURGIN—İlgileri
ve endişeleri sizinkilere çok yakın olmalı.
BORGES—
Evet, evet, ama benden daha iyi bir yazardır. Benden daha gençtir. Gariptir,
çünkü ben altmışsekiz yaşındayım, o ise daha elli bile yok, ama o beni, benim
onu etkilediğimden çok daha fazla etkilemiştir. Bana çok şey öğretti. Ben de
ona öğrettim, sanırım, bazı yazarları ilk ben ona tanıttım. Ben ona
Stevenson'u, o bana Doctor Johnson'u gösterdi, vs.
BURGIN—
Roman yazıyor mu?
BORGES—
Roman ve hikâyeler yazar. Çok güzel romanlar ve hikâyeler. Hepsinde fantastik
bir yan vardır. H. Bustes Domecq adı altında birlikte de yazıyoruz.
Büyükbabamın babasının adı Bustes'ti; Bioy'un da Domecq adlı Fransız bir
atası varmış. Bustes Domecq! Kulağa garip gelmiyor. Buralarda garip gelebilir,
ama Buenos Aires’te insanı hiç şaşırtmayacak bir isim.
BURGIN—
Başka yazarlarla birlikte çalışmalarınız oldu mu?
BORGES—
Evet, ama hepsi de başarısız oldu. Yürümemelerinin sebebi, kendimizi iki ayrı
insan olarak görmemiz. Birlikte iyi çalışabilmek için, insanın kendi benliğini
unutması şart. "Şu kelimeyi ben mi söyledim, yoksa o mu" diye
düşünmemeli insan. İnsanın kafasına fikirler üstüste geliyor. Ama yanlış bir
şey düşünüp, gururunuzdan dolayı yanınızdakinin itirazını kabul etmezseniz
veya o yanlış bir şey söylediğinde utanıp karşı çıkmazsanız, birlikte çalışmak
da imkansız hale gelir.
BURGIN—
Buenos Aires'te sanatçılar birbirleriyle dayanışma içinde mi? Bir sanatçı
topluluğu var mı?
BORGES—
Hayır. Hayır. Çok eskiden edebiyat üzerine toplantılar vs. yapılırdı. Şimdi
"Arjantin Yazarlar Birliği" var, ama ticaret odası gibi bir şey.
BURGIN—
Gerçek dayanışma yok.
BORGES—
Hayır, hayır. Ama bence böylesi daha iyi. Genç bir adamın, yazar olmaya karar
verdiğinde, başka yazarlarla buluşup, tartışması belki de iyi. Ama daha sonra
buna ihtiyaç yok: yazar, kendi sınırlarını, kendi olanaklarını anlamış oluyor.
Bir daha bunların üzerinde durmaya gerek kalmıyor. Genç bir yazar için,
edebiyat konuşmak gerçekten çok yapıcı, teşvik edici bir şey.
BURGIN—
Gene de sizin Ultrasia'ya (Kabaca Alman Ekspresyonizmine benzetilebilecek olan
ve 1920'lerin başlarında Ispanya’da etkin olan bir akım, R.B.) katkınız oldu.
BORGES—
Bütün o olay bir şakaydı.
BURGIN—
Ama o sıralarda sizin için çok anlamlıydı, öyle değil mi?
BORGES—
Hayır. Hayır. Biz, bir tür şaka olduğunu hep biliyorduk, hiçbir zaman ciddiye
almadık; sadece buluşmalarımız, arkadaşlığımızdı bize zevk veren. Manifestolara
vs.'lere gelince —"edebiyatın temel ilkesi metafordur"— edebiyatın
temel ilkesinin noktalı virgül veya nokta olduğunu da aynı rahatlıkla söylemiş
olabilirdik.
BURGIN—
Ya Buenos Aires'teki insanların tümü? Onların arasında bir dayanışma, bir
birliktelik hissi var mı? Yöneticileriyle ilişkileri nasıl? Vatanseverlik veya
başka bir bağ var mı onları birlikte tutan?
BORGES—
Hepimiz, baştakilerin dürüst ve iyi niyetli olduklarını düşünüyoruz. Bu, bu
ülkede fazla bir şey ifade etmeyebilir, ama bir sürü üçkağıtçının ortalıkta dolandığı
benim ülkemde, centilmen oldukları ve devlet parasını ceplerine atmadıkları
için baştakilere şükran duymamız gerek.
BURGIN—
Arjantinlilerin yaradılış olarak çok şüpheci olduklarını söylemiştiniz.
BORGES—
Evet, evet, yönetenler konusunda da şüphecidirler. Ama bence şüpheciliğin de
iyi bir yanı var çünkü öyle olmasaydı, her an devrim olurdu. Gerçekten şüpheci
olan biri: "Evet, bu iyi bir yönetim değil, ama başka bir yönetim daha
kötü veya en az bunun kadar kötü olabilir" diyecektir.
BURGIN—
Siz kendinizi bir şüpheci olarak mı görüyorsunuz?
BORGES—
Bilmem. Acaba?
BURGIN—
Değerler hakkında şüphecisiniz.
BORGES—
Evet.
BURGIN—
Ama sanatçının onurunu her fırsatta vurguluyorsunuz.
BORGES—
Kesinlikle. Bence yazar —bir yazarın kendi kendini anlatması çok zor— sadece
okumaktan zevk alıyor olmam, yazmaktan zevk alıyor olmam ve benim yazılarımı
okumaktan zevk alan insanların bulunması .. . sadece bunlar yeterli bence.
Başka neden gerekmiyor.
Aynı
fikirde değil misiniz?
BURGIN—
Evet. Aynı fikirdeyim ben de.
BORGES—
Ama insanlar, bir yazarın politik bir kişi olmasını da bekliyorlar. Bu konuyu
sizinle daha önce de konuştuk. Benim kanımca, yazı yazmak, böyle şeylerle
yönlendirilemeyecek kadar esrarlı bir olgu. . . . Diyelim ki, Ingiliz Edebiyatı
öğretmeniz gerekiyor ve tek bir yazar seçmek zorundasınız..
BURGIN—
Shakespeare.
BORGES—
Hayır, Coleridge daha iyi olabilir.
BURGIN—
Shakespeare'den daha iyi mi olur?
BORGES—
Çünkü, Coleridge'de Shakespeare'i de bulabiliriz. En akıllıcası, yeni bir
yazarı almak; çünkü onun eserlerinin içinde, birçok eski akımı bulabiliriz.
BURGIN—
İlginç bir fikir. Sizin de dediğiniz gibi, ne zaman yeni bir yazı yazılsa, eski
bir yazı tekrarlanıyor demektir; ne zaman yeni bir yazı okunsa, eski bir yazı
tekrar okunuyor demektir.
BORGES—
Emerson'u okuduğunuzda, aslında çok köklü bir geleneğin içine dalmış
oluyorsunuz. Scott Fitzgerald için ise aynı şey söylenemez. Köklü veya önemli
bir geleneğin sözü edilemez orada.
BURGIN—
Demek ki, evrensel etkisi olan, eserleri kalıcı olan her yazarın köklü bir
gelenekten geldiğini düşünüyorsunuz. Edebiyatı, başlangıç ve bitiş noktaları
belli kaldırım taşlarından oluşan bir olgu gibi değil, akan bir şey gibi
görüyorsunuz.
BORGES—
Evet. Çok doğru. Evet. Örneğin, Arjantin edebiyatı öğretmek fikrinin saçmalığı
da bu yüzden. Özellikle Arjantin edebiyatı örneğinde. Arjantin edebiyatı,
İspanyolca'nın dışında nasıl düşünülebilir? Fransız pazarlarının etkisinin
dışında nasıl düşünülebilir? Olamaz. İtalyanları veya Fransızları aklınıza
getirmeden Cha- ucer'den söz edemezsiniz. Olamaz. Anlamsız. De Quin- cey veya
Edgar Allan Poe'ya dönmeden Baudelaire'den konuşamazsınız. Onlardan da, daha
önceki başka yazarlara dönmeden konuşamazsınız. Belki de en mantıklısı,
karşılaştırmalı edebiyatla uğraşmak.
BURGIN—
Swift gibi bir yazara ne diyorsunuz? Belirli bir geleneğin parçası mı
gerçekten?
BORGES—
Swift, ilginç bir örnek. Çok özgün bir yazar.
BURGIN—
Gülliver'in Seyahatleri'ni çok sevdiğinizi tahmin edebiliyorum.
BORGES—
Özellikle son bölümlerini. O bölümler genellikle kitaba alınmıyor. Yahoolarm
ve Laputa Adası'nm hikâyelerinden bahsediyorum. Bilimi hicvetmesi çok garip.
Bugünlerde bilime karşı yazılar yazıyorsak, bilimin kötü olduğunu
düşündüğümüzden. Bilimi, güçlü bir düşman olarak görüyoruz. Swift çok zeki bir
adamdı, bir dahiydi, bununla birlikte bilimi boş bir iş olarak görüyordu. Bilim
adamlarıyla, tehlikeli oldukları için değil de, aptal oldukları ve vakitlerini
boş işler yaparak harcadıkları için alay ediyordu. Garip değil mi? Çok zeki bir
insan olmasına rağmen bu hatayı yaptı. Laboratuarlarında çalışıp duran bütün o
adamların salak olduklarını düşünüyordu. Bacon da astronomi hakkında aynı şeyi
düşünüyordu. Bilimin, her şeyin dikkatlice incelenmesinin, doğanın
anlaşılmasının yanındaydı, ama astronomiyi lüzumsuz buluyordu: insanın göğe
bakması ne işe yarayabilir ki? Bu bize bir alçakgönüllülük dersi olmalı. Swift
ve Bacon gibi adamlar bu kadar yanılabildilerse eğer . . . biz de yanlışlar
yapabilir ve o yanlışlarla dalga geçebiliriz.
BURGIN—
Başka yazarlarla yazışmalarınız oldu mu hiç?
BORGES—
Hayır.
BURGIN—
Ben de öyle tahmin etmiştim. Kendi başına olmayı yeğleyen birisiniz.
BORGES—
Ayrıca, çok kötü mektup yazan bir insanım ben. Örneğin, anneme çok düşkünümdür.
Onu çok severim. Hep onu düşünürüm. Tabii, mektuplarımı başkalarına yazdırtmak
durumundayım. Ama, annemden çok uzaktayken bile, ona hep çok saçma mektuplar
yollarım. Onun, nasılsa, benim hissetiklerimi bildiğini, ona bir şey söylemem
gerekmediğini, anlamsız, neşeli ve sıradan şeyler yazabileceğimi ve onun gene
de benim neler hissetiğimi anlayacağını hissederim. Ona yazdığım mektuplar
—bazen sadece kartpostallar— başkalarına tamamen anlamsız gelebilir, ama
ikimizin arasında, bunu hiç konuşmamamıza rağmen, gizli bir yazışma var. O beni
tanır, ben de onu. Bana altı ay boyunca mektup yaz- masa, onun iyi olduğunu
bildiğim sürece içim rahattır. Onun için de aynı şey söz konusu. Hastalanırsa
veya başına bir şey gelirse, endişe ederim tabii. Ama iyi olduğunu bildiğim
sürece, söylediklerinin veya yazdıklarının beni endişelendirmesine hiç gerek
yoktur, aynı şekilde o da benim söylediklerimi fazla ciddiye almaz.
BURGIN—
Muhteşem bir kadın olmalı.
BORGES—
Evet, muhteşem bir kadındır. Peron zamanında hapis yattı. Kız kardeşim de.
BURGIN—
Peron mu hapise attı onları?
BORGES—
Evet. Kız kardeşimi. Annemin durumu biraz değişikti, çünkü zaten yaşlı bir
hanımdı —şimdi doksanbir yaşında— evi, bir anlamda hapishanesi oldu.
Kız
kardeşimi ise, bazı arkadaşları ile birlikte, küçük düşürmek üzere, fahişelere mahsus
bir hapishaneye attılar. Nasıl yapabildiyse, bize oradan bir mektup atabildi:
Hapishanenin çok sevimli bir yer olduğu, herkesin ona çok iyi davrandığı,
hapiste olmanın çok dinlendirici olduğu, siyah beyaz taşlarla döşeli çok güzel
bir avlusu olduğu yazılıydı. Aslında biz, onun kullandığı kelimelerden,
korkunç bir kodeste olduğunu anladık. Tabii, aslında onun istediği, bizim fazla
endişelenmememizdi. Hapisteki insanların ne kadar iyi olduğunu, hapiste
olmanın kokteyllere veya partilere gitmekten ne kadar daha iyi olduğunu
söyleyip duruyordu. Onunla birlikte hapis yatan öteki hanımlar, daha sonra
bana, kendilerini orada ne kadar kötü hissettiklerini anlattılar. Ama kız
kardeşim sadece Tanrıya dua edip durmuş. Aynı odada onbir kişiymişler, kız kardeşim
her gece dualarını edip hemen yatarmış. Hapiste bulunduğu sürece, eşini,
çocuklarım, annesini veya beni görmeden ne kadar zaman geçireceğini bilmiyordu.
Sonradan —hapisten çıktıktan sonra— bana, büyükbabamın bu ülke için öldüğünü,
onun babasının da Ispanyollara karşı dövüştüğünü söyledi. Hepsi de, ülkeleri
için ellerinden geleni yapmışlardı. O da, sadece hapiste bulunmakla, ülkesi
için bir şey yapmış oluyordu. Öyle olması gerekiyordu.
BURGIN—
Ne kadar hapis yattı?
BORGES—
Bir ay. Tabii ki ona, bir mektup yazarsa anında serbest kalabileceğini
söylediler. Aynı şey annemin de başına geldi. "Senyora’ya bir mektup
yazarsanız çıkabilirsiniz," dediler. Kız kardeşimin, annemin ve dostlarının
cevabı hep aynı oldu: "Hangi Senyora'dan bahsediyorsunuz?" "Senyora
Peron." "Biz onu tanımıyoruz, o da bizi tanımıyor. Ona yazmamız
anlamsız." Onların gerçekte istediği, bu bayanların yazacağı mektubu
yayınlamaktı. O zaman herkes Peron'un çok merhametli bir insan olduğunu, onları
serbest bıraktığını düşünecekti. Bir üçkağıttı, başka bir şey değildi. Ama
onlar yutmadılar. O sıralarda böyle şeylerle boğuşmak zorunda kalıyorduk
hepimiz işte.
BURGIN—
Korkunç zamanlarmış.
BORGES—
Öyleydi. Örneğin, dişiniz ağrısa, dişçiye gitmeniz gerekse, o sabah
uyandığınızda ilk düşündüğünüz, dişçiye gitmenin acısı olur. Ön yıl boyunca,
arada kişisel acılarım da olmasına rağmen, on yıl boyunca her sabah
uyandığımda ilk düşündüğüm: "Peron iktidarda" oldu.
BURGIN—
Bir insan olarak nasıldı? Küçük bir Hitler miydi?
BORGES—
Hitler cesur bir adamdı.
BURGIN—
Bir çılgındı.
BORGES—
Evet, ama cesur bir adamdı. Peron bir korkaktı. Ayrıca, bence Hitler kendine
inanıyordu, Peron ise inanmıyordu. Peron, bir korkak olduğunun farkındaydı.
Bütün o uşakları da bunun farkındaydı. Hepsinin amacı, talandan pay almaktı.
Çok değişik olaylar. Hitler bir hareket adamıydı. Savaştı, öldü, insanlara
ilham verdi. Ondan nefret ediyordum; onun deli, fakat bir anlamda saygıdeğer
bir insan olduğunu düşünürüm. Peron'a gelince, Peron daha çok Mussolini'ye
benziyordu. Mussolini, Peron'dan çok daha zekiydi tabii. Peron korkağın
tekiydi, bunu herkes gibi kendisi de biliyordu. Ama Peron çok insafsız
olabiliyordu. İnsanlara işkence ettirdi, öldürttü. Karısı da adi bir orospuydu,
junin yakınlarında bir genelev işletiyordu. Bu da, Peron'un kalbini
buruklaştırmış olmalı. Bir kızın büyük bir şehirde orospuluk yapması pek önemli
değildir; ama, pampalarin ortasında küçük bir şehirde, herkes herkesi tanır.
Orada orospu olmanın, köyün berberi veya doktoru olmaktan farkı yoktur. Bu da,
ona çok acı çektirmiş, onu buruklaştırmış olmalı. Herkes tarafından tanınıp,
sevilmemek ve kullanılmak.