3 Ekim 2011 Pazartesi

Tragedyalar I / Edip Cansever


KORO
Çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları
Sokaklar, köpekler, tanrının bütün eşyaları.

EPİSODE
Biter elimizdeki şey, biter her şey
Kalırız, kan gibiyiz, donarız bir tanrısalda
Seslerle ve kırık tırnaklarla
Ve donar çılgınlığımız: gemilerde hiçbir kaptan yok
Yok, çünkü denizler kocaman, ölüler büyük
Bir soğuk ay soğuk ve tenha
Duyulur. Yalnızlık mevsim olur
Ki çiçekler kendilerini toplar orada
Ve zamanlar boğuşur, sırasız, biri bir ötekinden kalınlaşır
Düşer çay saatleri, anılar kalır
Sızar ölüler burdan bembeyaz masalara
Kahvelerde bilardolar hem solar
Silinir ve güneş gözlükleri takılır bir daha
Yazılar durur, telefonlar susar, son pullar yapıştırılır
Bir şeyler eksik kalır usul ve bakır.
KORO
Biz ki bir güz artığı, erkeğiz hem de kadınız
Doldurulmuş bir geyiğiz, korkarız, açıklanırız.

EPİSODE


Ve kalır yılgınlığımız: gök bırakılmaktan doğan bir yaratıktır
İçer içkisini, geriler
Bardağında bir ölü; hem ölümsüz hem ölü
Onca bir alışılmadık. Daha çok özgürlüğü
İle kararsız, yalnız, mumyalanmış bir öykü
Bu ölü.

Bir de var ölü değil. Değilse
Çünkü her gün ve böyle bir şeyler gerekirse
Aramızda bir şeyler, ürperten sürgünlüğü
Bizlerden bizlere doğru ne gitsin bu vakitlerde?

KORO
Yenilmek olunca korku, suyunu
Sindiren, sindiren kayaların renginde
Aramızda bir şeyler, bir sessizlik sözlüğü.

EPİSODE
Bu odur ki, biraz kin
Kayalaşmış saçlarla o taştan çiçeklerin
İçinde kayalaşmış, boyası kesin
Kin
Ağrısız, sonsuz, bütünü sevgilerin.
Bir gün ki tanrısız ve bavullarsız çıkagelmenin
Gölgeli, ama hiç anlaşılmadık bir istasyonunda


Olmakla ve soğuk hormonlarla
Birinin bir ötekinden anlamsız güzelleştiğinin
Çağrısıyla çoğalan her günkü gazetelerin
Hep aynı yürekten atılıp yorgun
Doğasız, bungun, bir gidip bir gelmelerin
Ardında ve kırık tırnaklarla
Ansızın kurduğumuz bir imge, bir efsanenin
Bizi tam böyle tutan yasalarında..
KORO
Ölüyüz. Ölüler kendilerini toplar orada
Çağlar ki kalınlaşır, gerilir, eylemler hazırlanır 
Düşer kan saatleri, çarşılar kalır.

EPİSODE
Kan! acısıyla oluşan bu sonsuz nedirliğin
Kanı ve serin
Akşamları seslerimizin değiştiği saatlerde
Her şeyin bir türlü kaldığı, içimizdeki bir şeyin 
Durmadan bir türlü kaldığı ve böceklerin 
Kaygısız benek değiştirdiği. İşte o saatlerde 
Azıcık olmak için
Kan!
Çamuruyla buluşan sayısız eylemlerin 
Utkunun, aşkın ve yenilginin
Sonra her şeyin artık, birden her şeyin 
Yıllanmış isteklerin, ateşsiz cehennemlerin
O ölüm günlerinde, o süssüz törenlerde 
Alanlarda dirilen korkusuz, yeğin
Kan..

KORO
Bile bile, öykü öykü, gibi gibi
Bir kenti aradığımız, bir başka kentin
Adıyla aradığımız ve asıl bulmaktaki
Çözülmez güzelliğin..

Kan!
Hem sonu hem doğuşu en gerçek ilkelliğin.

EPİSODE
Oysa hep böyle avuçlarsız ve bavullarsız çıkagelmenin 
Gölgeli, ama hiç anlaşılmadık bir istasyonunda
Her gün bir yerlere doğru sayısız tren biletlerinin
Gişeler, soğuk su ve güneş gözlüklerinin
Kayarak sallantısında

Kayarak, bilmeyerek, ve asıl hiç aldırmayarak
Boyutsuz, dingin, çaresiz bir geyiğin
Doldurulmuş bir geyiğin koşarak korkak
İçkiler, içkiler, o tekrar içkilerin
Yeni açmış yapraklarına
Kurarak yapısını hem aşkın hem ilgisizliğin.
KORO
Bozulduk. Ve bozuldu alınyazımız. Yalnız
Kuşandık yastutmaz giysilerini SENİN

KORO BAŞI
Hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Aşk " Karşı Konulmaz" Efendi / Sophokles


     Aşk (Eros) alt edilemez, insan­ların, hatta tanrıların mutlak efendi­sidir, bir zorba gibi, bir fırtına ya da bir hastalık gibi çöker yaşayanların üstüne, her birini her yerde kollar ve beklenmedik anda kıstırıverir. Çılgına çevirir, ve ne kadar iyi olur­larsa olsunlar, "kötü yollara" sürükler onları, ayartıcıdır, baştan çıkarır, ahlaksızdır, ve akıldışı. Dolayısıyla evrenin tamamına egemen olan ar­zu (imeros), dünyayı döndüren yasa­lara denktir, o da bu dünyanın efen­dilerinden biridir: "Tanrıça Aphrodite kavgasız dövüşsüz dilediğini yaptırır bize."
İşte bunları söyler Antigone'nin korosu, Klasik Yunan'ın beylik deyişleriyle dünya düzeni­nin bir betimini sunar. Sophokles (İ.Ö. 496-406) Klasik Antik döne­min en büyük üç tragedya şairin­den biridir. Sophokles tragedyaları insanın yazgı karşısındaki yetersiz­liği, bir başka deyişle, insanlara çö­zümsüz çatışmalar dayatan ve on­ları üstesinden gelemeyecekleri çe­lişkili durumlarla karşı karşıya ge­tiren tanrıların istenci üzerinde du­rur. Antigone tragedyası, şairin, Antigone'nin amcası Kreon'un simge­lediği devlet bilinciyle çatışmasını sahneler; amcası, Devlet'in yasala­rına uygun bir biçimde, Antigo­ne'nin suçlu ve kanun kaçağı kabul edilen erkek kardeşini saklamasını yasaklayacaktır. Bu siyasal ve top­lumsal yasanın karşısına, Antigone şiddetle aşkın yasalarını, aile bağ­larını ve kişisel vicdanının sesini koyacak ve böylelikle amcasıyla ve toplumla kökten bir çatışma içine girecektir. Bunun üzerine iki görev, iki yazgı ve iki farklı yasa, çıkışı ol­mayan bir çatışma içinde karşı kar­şıya gelir. Antigone'nin korosu aş­kın tanrısallığını, tanrı Eros'un mutlak gücünü bu bağlamda dile getirir. Euripides de, Racine'in Phedre'ine esin kaynağı oluşturan Hippolytos adlı yapıtında bu konu­yu kendine özgü bir biçimde, me­tafizik olmaktan çok psikolojik açı­dan ele alacaktır. Lucretius, Doğa Üstüne adlı şiirinin I. Kitabının ba­şında, Venüs'e giriş yakarısında aş­ka övgüler düzerken aynı kaynak­tan esinlenmiştir.

*Eros, karşı konulmaz oyuncu, Eros,
hiçbir şey duramaz önünde, ne bolluk,
ne de uykularında senin ateşinle
yanakları kızaran genç kızların iffeti
sen ki dalgaları, tarlaları aşar, ıssız kulübelere uğrarsın,
seni yüreğinde taşıyan
hiçbir ölümlü kurtulamaz elinden,
fanilerin hiçbiri kaçamayıp senden
boyun eğer yazgısına!
Adil olanı bile,
yoldan çıkarır, haksızlığa sürüklersin
Bu iki adamın da arasına girip
düşman etmedin mi birbirine aynı kandan gelenleri?
İşin galibi de sevgilinin gözlerindeki
o çekici parıltı oldu;
dünyaya egemen olan
büyük Yasalar arasında
yerini alır arzu da,
tanrıça Aphrodite kavgasız dövüşsüz
dilediğini yaptırır bize.


*Sophokles, Antigone 781-800 dizeler


Eric Blondel / Aşk 
YKY

27 Eylül 2011 Salı

Sakın Kımıldama / Margaret Mazzantini


Sevgilimin küçük bedeni yatağın kenarında kıvrıl­mış duruyordu, zayıf sırtının kalçalarda genişlediği noktaya bakıyordum. Onu yalamıştım, dilim saçının ayrığın­dan ayaklarına kadar gezinmişti, her aralığa, parmak aralarına girmişti. O hem zevk duymuş, hem üşümüştü, teni ben geçerken ürpermişti. Onu böyle sevmek istediğimi hissediyordum, bölüm bölüm, hareketsizlikte, ses­sizlikte. Önceleri gibi değildi, şiddetli, kör cinsel birleş­me değildi, bizimkisi. Onu yalnızca öpmek için orada, yatakta hareketsiz tutma alışkanlığı edinmiştim. Gösterdi­ğim özen aracılığıyla kendini anlasın istiyordum. Sızla­yan dilimle onu sürüyordum, sonunda tükürüksüz kalı­yordum. Utanmıyordu, sevişmede arsızdı neredeyse, ama ayak tabanlarını sertleştiren nasırlardan utanıyor­du, aşktan utanıyordu. Ancak sonunda, artık yoruldu­ğumda onu alıyor, bir köpek gibi içine giriyordum. Gün­lerce çalı çırpılar, böğürtlenler, taşlar arasında koşup ku­lübesini bulan bitkin bir köpek gibi.
“Bırak beni,” diye fısıldıyor. Sesi metal bir ip gibi ince ve soğuk.
“Ne diyorsun...” Yaklaşıyorum, o yalnız sırtını okşuyorum.
“Yapamam, ben artık yapamam...” Ve başını sallıyor. “Şimdi olması daha iyi, biliyor musun, şimdi.”
Ve yüzünü ellerinin arasına aldı: “Beni birazcık sevi­yorsan, bırak beni.”
Sıkıca sarılıyorum ona, dirsekleri derime yaslanıyor.
“Ben seni asla bırakmayacağım.”
Söylediğimden o kadar eminim ki, bedenim sertleşi­yor, her lifim ona sarılırken sertleşiyor, sanki bir güç zırhı beni sarmış gibi. Ve öylece kalıyoruz, çenelerimiz birbiri mizin omzuna dayalı, kendi boşluğumuza bakıyoruz.
Sevmek ne demektir, kızım? Sen biliyor musun? Benim için sevmek Italia’nın soluğunu kollarımda tutmak ve diğer her gürültünün susmuş olduğunu fark etmek ol­du. Bir hekimim, kalbimin atışlarını bilirim, her zaman, istemediğimde de. Yemin ederim sana, Angela, içimde atan yürek Italia’nınkiydi.
Hep bir düş görüyordu. Trenin onsuz gittiğini görü­yordu düşünde. İstasyona zamanından önce geliyordu, üzerinde güzel bir giysi vardı, bir dergi satın alıyordu, sonra sundurmanın altında, rahat yürüyordu. Tren ora­daydı, bekliyordu, çok güzel, kırmızı-gri bir trendi, diyor­du. Binmek üzereyken, zaman kaybediyordu, çantasını karıştırıyor, biletini arıyordu. Gideceği yerin adını oku­mak istiyordu, onun için de zaman kaybediyordu... Tren perondan ayrılıyor ve o orada kalıyordu, ne çantası ne de ayakkabıları vardı artık. Arkasındaki istasyon boştu ve o çıplaktı, ‘bir tablodaki’ gibi diyordu. Bu düşün ona daha çok gençken uzun süre işkence ettiğini anlattı, sonra kaybolmuştu, benimle birlikte yeniden ortaya çıkmıştı.
Ben düşlerle kendimizi cezalandırdığımıza, çok en­der olarak da kendimizi ödüllendirdiğimize inanıyorum, Angela.
“Elini versene bana,” dedi, “sol elini.”
Elimi açtı, sanki temizlemek, bizi ilgilendirmeyen başka şeylerin tozunu atmak istermiş gibi avucunu avu­cumda gezdirdi.
“Uzun bir hayatın var, ortada bir kesikle.”
Ben bu saçmalıklara inanmam, omuz silktim.
“Ne demek?”
“Yaşamaya devam edeceksin.”
Şimdi o kesiğin sen olup olmadığını soruyorum kendi kendime. Italia’nın seni elimde görüp görmediğini.
“Şimdi iyice sık, çocukları görelim.”
Yumruğumun kıvrımlarını, küçük parmağımın yanı­nı inceledi.
      “Bir tane var, yok, iki tane hatta. Aferin.” Güldü.
“Peki sen?” dedim. “Göster bakayım elini, hayatın nasıl?”
Gülmeyi sürdürerek ayağa kalktı.
“Çok uzun, merak etme, kötü ot asla ölmez, annem bana Ayrıkotu derdi.”
Vedalaştıktan sonra arkamdan koştu, sarıldı bana.
“Sana bırak beni dediğimde sakın beni ciddiye alma, 'tut beni, yalvarırım, tut beni. Ne zaman aklına eserse gel, ayda bir kere, yılda bir kere, ama tut beni...”
“Elbette tutacağım seni. Ben seni seviyorum, Ayrıkotu...”
Hüngür hüngür ağlamaya başladı, gözyaşı püskürttü, üzerimde yanan bir gözyaşı lavıydı.
“Neden ağlıyorsun?”
Kollarımdan ayrılmıştı. Yüzü kızarmıştı, gözleri kı­zarmış sabit bana bakıyordu, bir kolumu yumrukluyordu: “On iki yaşımdan beri sevişiyorum ve kimse bana se­ni seviyorum demedi bugüne kadar. Eğer benimle alay edersen, öldürürüm seni!”
“Bu yumruklarla mı?”
“Evet.”

26 Eylül 2011 Pazartesi

Mektuplar / Arkadaş Z. Özger



ŞUBAT 1969

- öyleyse
merhaba yeni tanış (sevindik mi)
- herkesin ayrı bir insan tanımı olursa, nasıl sevebilirler birbirini.
MART 1969
- ben başkası için önemli bir insan olabilir miyim diyorum, ve artık başkası benim için önemli bir insan olabilir mi diyorum, ve artık ben kendim için bile önemli biri olabilir miyim diyorum.
-  burnumda o hep kahrolası bordo kokusu, bir haftalık alkolik olmuştum, bir hafta her gece içiyordum, her gece içiyor ve her gece ağlıyordum.
-   korkuyordum, kime yazsam kötü şeyler, çirkin şeyler yazıcaktım. kırıcı şeyler, oysa suçlu bile değildi onlar, suçlu ben miydim, neydi suçum, ne yapmıştım, günlerce bunu düşündüm, günlerce içtim ve bunu düşündüm, hayır ama. suçlu ben değildim, belki doğanın kötü bir oyununun değişmez oyuncularından biriydim, ben koymamıştım bu oyunu sahneye, bana yalnızca oynamam buyrulmuştu.ve de iyi oynuyordum galiba. ki rolüm yirmibir yıldır hiç değişmemişti, hep yuh sesleri ve kötülük çiçekleri ile bezeli renksiz/ölü renginde ya da/ buketlerle donalı o gala gecesinin hala bitmiyen oyununu oynuyordum, kalabalık korkunçtu, kalabalık korkunçtu ve iğrençti, 'niye bu denli güzel oynuyorsun' diyerek tükürüğe boğuyorlardı beni, biliyordum korkunç kıskançtılar ve benim oyunumu çekemiyorlardı, hepsi elimden almak istiyorlardı rolümü, ‘en az sencileyin başarılı oynarız' diye bağırıyorlardı, bırakmak istiyordum rolümü, istekliydim de buna, sah­neden her çıkışımda kulise, rejisör o hep tiz ve kadınsı sesiyle 'git' diye bağırıyordu, git. bu rol senin, bu oyun senin üstüne kurulu, sen başoyuncusun, git ve o berbat, bayağ rolünü sürdür, kimse sencileyin başarılı ve kötü oynıyamaz bu rolü diyordu, şaşırıyordum, hem başarılıymışım çok, hem kötü oynuyormuşum.
böyle işte, suç benim de değildi, oynamam buyrulmuştu bana, oynuyordum.
- ama kalabalığı, o korkunç kıskanç, çirkin ve iğrenç kalabalığı hiç suçlamıyorum.
- deprem, burda hergün. bastığım her yer sallanıyor.
/yoksa ben mi./
-  aslında ben iyi değilim biliyor musun, kötüyüm, çirkinim, dost tutmıyan bir yüzüm var. benim yüzüm, korkutan hep. ve içimde hep o korku, 'acaba' diyorum... 'beni bir daha görse...'
-  bak. dürüstçe söylemeliyim, senin her şeyini bölüşmeye hazırım, ve aldığım her payı bir giz gibi tutarım içimde, ama seninle her şeyimi bölüşebilir miyim./biriyle her şeyimi bölüşebilir miyim./elbette böyle güçlü bir dayanışmaya gereksinmem vardır benim de. ama insanlardan umutsuzum, bıktım yıpranmaktan, eskimekten, yorgunum, şimdilerde dinlenmeliyim biraz, yeni serüvenlerin olasılığına atılamam. biraz toparlamalıyım kendimi.
-  elimde değil, böyleyim ben. acılarla geçen çocukluğum, yaşayamadığım. ve o hep yaşıyamadıklarımla yoğrulu geçmişim, yeniyetmeliğiın. gençliğimi eskiten rüzgar.
-  herkesten ayrı şeyler bekleme benden, ah. ben herkesten biriyim./biri miyim./


-yazdığımız her tümce bir yüreğin bir yüreğe bir şeyler sunması değil mi. sindirebilmeliyiz bunları.
- bursada doğmuşum, çocukluğum ve yeniyetmeliğimin ilk yılları bu kalleş kentte geçti, ben hiç çocuk olmadım diyebilirim, ya da bir çocuğun yaşıyabileceği hayatı hiç yaşamadım./ çocukluğum acılarla, yoksullukla ve hastalıklarla geçti./ benim hiç oyuncaklarım olmadı, anımsadığım tek oyuncak, babamın hastaneden çıktığı gün bana aldığı onbeş liralık bir bisikletti, sonra o da eskiciye satıldı, dingin, ağırbaşlı bir çocukmuşum o zamanlar da. hiç ağlamazmışım./ve galiba bu yüzden şimdi çok ağlıyorum./
- anlatıcak bir güzelliği olmadı çocukluğumun.
-  lise üçteyken ailem ayrıldı bursadan. lisedeki son yılımı evli olan büyük ablamın yanında geçirdim./ablam ve eniştem cahildirler, yoksuldurlar ama bir işçi yüreği gibi temiz yürekleri vardır, üç kız çocukları var. ablam hep bir erkecik olsun der. son umutları yeni doğumda.
-  /çocukluğumda ve yeniyetmeliğimde hiç arkadaşım olmadı, (şimdi) ankarada üç yıldır korkunç bir yalnızlık içindeyim, intiharı (o hep bordo kokusu) düşündüğüm geceler çok oldu, ama bunu beceremiyecek denli güçsüzdüm./
-  arkadaşlıklarımı eskitmem ben./sürekli arkadaşlıklarım hiç olmadı./
- her insan bir umuttur, ama her umut bir olasılıktır.
- artık yeni insanlar tanıma isteğim yok./hiç değilse şimdilerde yok./üçgenin üç köşesi dolu./sahi benim bir üçgenim var. köşelerini hiç boş bırakmam, bazen kendileri düşerler, yenilerini buluncaya değin boş kalırlar o zaman, bu benim, "sevgi üçgenim" bana en çok yakın olan/yakın olduğum ya da/en çok sevdiğim üç insanla doldururum köşelerini üçgenimin./ şimdilerde bir köşesinde sen de varsın./
-yarın boluya gidiyorum, boykot süresince evdeyim, artık güzel yemekler yiycem ve anneme ıhlamur ısıttırıcam.
- kimseyi başkalarından duyduğum gibi tanımam, çünki kimse başkasını kendi tanıdığı gibi tanıyamaz./herkes kendini zor tanıyorken./
- kim ki kendini açığa komaktan korkmaz, o saygın bir insandır./ herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da./
- sevmek bir ince iş sonra.
sevgi, işte trajedinin kaynağı, yaşamın kökeni, insanı varkılan umut:
beni izimire çılgın gibi koşturan, bir güle baktıkça yürek kanatan, bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan, umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan, aşka merhem sürdüren, bir çıbanı irinle onduran, uyuz bir kediye baktıkça kanı kudurtan, 'hayır' lara 'evet'lerle direten, bir mektubu ısrarla bekleten, anneyi üreten, babayı coşturan, çocuğu güldüren, bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, karı yüz derece sıcaklıkta donduran, güneşsiz bir gök gördükçe öldüren, öldüren, öldüren.
- sevgi, işte trajedinin ta kendisi.
- ah. kimler bilir bir yüreğin bir yüreği sevmesini.
- niye yeni insanlar tanımanın bana sevinç verdiğini anlatmıya çalışıyorum.
- ben çabuk severim insanı belki bundandır çabuk yıkılışım
-  alıştırdım kendimi ama. tanıdığım her insandaki o son'a. /o hep nasılsa gelecek olan son'un yenilgisine./alıştırdım kendimi, tanıdığım her insanda nasılsa geleceğini beklediğim o hep alıştığım, o hep beni yeni yeni yerlerimden yaralıyan son'un


acılarına hazırladım kendimi.
- ben hedef tahtasıyım nasılsa bir kurşun da senden ne çıkar
- bazı şeyler farkında olmadan alınır, vericinin güçsüzlüğünden çok alıcının antenlerine bağlıdır bu. ben herkeslerden bir şey alırım, onların (kendimce) iyi, güzel yanlarını seçerim, yoksa da yakıştırırım, var gibi görürüm, küçük yanlarını yüceltirim, kendimde başkalaştırırım onları, yoksa nasıl dayanılır bu insanlara.
-   o başaramadığın şeyin karşıtını dene bende, yani hiç istemediğin biçimde tanıt ilkin kendine./belki biraz öyleyimdir./sonra istediklerin gibi, ya da istediklerine yakın gibi durumlar bulursan sevin./ve sonra sev istersen./lütfen dene bunu, tanıdığın -hatta tanımadığın- bütün insanlar (eskiler de) iyi, doğru, dürüst, ince... değil, biliyorsun bunu sen de./böylece beni sana karşı daha özgür bırakmış olucaksın./
- ben de hayatımda bir kişiyi sevmiştim, sevgimin yüceliğinde bir yanılgıymış o./sevgili yanılgım benim./
- her insan bir umuttur, ama her umut bir olasılıktır.
- sevgi öksüz bir çocuktur.
- aşkı iyi kullanmak gerek.
- yürek bayağ bir organ değildir./bazılarında bile olsa./yürekLER yoktur, yürek vardır, tek yürek, iyi, güzel, ama onu çirkinleştiren, kötüleştiren içinde taşıdığı kandır, kanın dolaşım biçimidir, kanın yürekten/duygudan/beyine/düşünceye/beyinden yüreğe vuruş biçimidir, ola ki bu yanlıştır, bir zorlamadır./herkesin damarları aynı genişlikte değildir.


- sahi bizim yüreklerimiz var bir de.
- böyleyimdir ben işte, üç mektupluk güzelliğimi, bir mektupta yitirtirim, sonra da büzülür, küfürler ederim kendi kendime, ilençlerim kendimi.
-  ince ve duyguluyumdur ben. öyle severim kendimi, birini anlıyabilmek için yeter mi bunlar, birine arkadaşlığı -dostluğu- o kutsal bakireyi verebilmek için yeter mi bunlar.
-  mektubunu beklerken bir sevinci bekliyorum sanki, sanki küçücük gagalı, küçücük pençeli, kanatları beyaz bir kuşu bekliyorum, o kuş gelicek, avuçlarıma konucak, o küçücük gagasından bir şeyler bırakıverecek, o hep beklediğim, o hep yıllardır beklediğim bir şeyler. ah, biliyorum, sonra yine kaçıp gidecek ama kuş.
- Gittikçe zayıflıyorum, iskeletimin şiirini yazmalıyım.
- anneme söylemeliyim, beni yeniden doğursun.
- yok mu benim gözlerim.
- intihar eden adamın namazı da kılınmazmış.
7 MAYIS 1969
- ve görenlerin durmadan ağlıyor sandığı, grip gazisi gözlerim.
- uzat hadi yüreğini, sıkışalım, oldu mu.
- bu dünyadan arkadaş z. özger geçmedi.
MAYIS 1969
- ben herşeye neden gecikiyorum.
- hiç kimsenin soluğunu bu kadar yanımda duymamıştım.
- hiçbir şey olmadı, ve her şey başlangıç kadar güzel.
- Bak bu yaz oraya, senin istediğin zaman gelebilirim, seninle, gider, bir deniz kıyısına çadır kurarız, iyi.olabilir gelirim. seninle peynir ekmek yer yaşarız.
(peynir, kavun, ve rakı, seninle içeriz de.)
Ama bunların hiçbirisi olmıvacak.
BEN
yüzmeyi bilmem.
denizi sevmem, çünkü yüzmeyi bilmem.
bacaklarımı hiç mayo giyip güneşte yakmadım.
ben mayo giymedim hiç. sağ bacağım topaldır benim ve
incelmiştir.
dokuz yaşındayken geçirdiğim hastalık.
OSTOMYOLİT.
- off. ne zaman dinicek bu yağmur, ayakkabılarım da su alıyor.
- yazlık gömleklerimden birini/iki taneydi zaten/oda arkadaşım aşağı düşürdü, gecekondu çocuklarından biri aldı, evine kaçırdı, dün üstünde gördüm, bir de yelek giymiş, yakışmış kerataya, hoşuma gitti.
iki mendilimi, dört çift çorabımı yıkamaktan bıktım.
-  ben çok deniz oluştum, çok sandallar yüzdü bende, ama benim bana özgü, üstünde 'sarı kuş' yazılı sandalım olmadı, ve ben hiç, bir denizde yüzmedim.
- aslında hiçbir şey olağan değil, ne sen, ne ben olağanız, ne de sana ve bana benziyenler olağan, her şey olağanın dışında./öyle mi gerçekten/


-  bu gece sana ihtiyacım vardı, sen yoksun, oysa yanımdasın belki de. kim bilir.
-  evet bekle, benden bazı şeyler bekle, sana beklediklerini verebilmem için ömrümün 1/3 ünü verirdim./1/3 ü bana, 1/3 ü benim insanıma gerekiyor, (sahi ne demek 'benim insanım')/
-  'sarı kuş' yazılı sandala binmeliyiz./seni sandalda öpebilirim./ geceleri birlikte gezmeliyiz denizde, yıldızları saymalıyız, /yıldızlar sayılmaz, hasret uzakta./
- gece balıklar uyur mu. ben bilmem.
4 TEMMUZ 1969
-  kurbanlar keseyim, kanlar akıtayım kara sineklerden, kara kedime bayram diye.
- hiç avunmadım 'yalnızlığımın tan rengi bilinci' ne.
- çok oldu, uyuştum, kaskatı kesildim.
-  bi türlü beceremedim 'veda töreni' hazırlamayı, yapamadım.
- zaman neleri yitirmez ki. öpülesi bir ağzı nasıl da erkenden kırıştırır zaman, neler yaşar bir an'ın içinde, neler döner, neler, nasıl da biçimlenir, ne yüzyıllar değişir, ne çağ aşınır.
- çok çabuk geçti an. oysa ne yüzyıllar değişti, ne çağlar aşında bende, her şey yaşadığım, her şey alıştığım, bildiğim, her şey benimle.
- bu kimin an'ı böyle.
-  hani bir şey vardı, bir yerlerde duracak olan, hani artık hep o yerlerde duracak olan ve onu ordan alıp yere çalmak istesek de ne sen, ne ben başaramıyacaz bunu diye bir şey.
işte o şeyi, yeniden, saygıyla öpüyorum ben.
-  onbir temmuzdan sonra yeniden ankarada kimsesizliğimle umudumu tokuşturacağım, ve artık hiçbir yabancıdan mektuplar beklemiycem ve kendi kendime mektuplar yazıcam.
- sevgili acı. bugün ne de güzelsiniz.

Arkadaşı Cavit KÜRNEK' e yazmış olduğu mektuplardan arkadaşı tarafından çıkarılmış bölümler