11 Temmuz 2012 Çarşamba

A.S.Neill / Özgürlük Okulu


YERLEŞİK EĞİTİME KARŞI ÖZGÜR EĞİTİM
Yaşamın amacının mutluluk olduğuna inanıyorum; buysa merak duyup zevk almak demektir. Eğitimin yaşama hazırlık olması gerekir. Kültürümüz bu konuda pek başarılı sayılmaz. Eğitimimiz, siyasetimiz ve tutumbilimimiz savaşlara yol açmaktadır. İlaçlarımız hastalıklarla baş edememektedir. Dinimiz tefecilik ve soygunculuğu ortadan kaldı­ramamıştır. O kadar övündüğümüz insancıllığımız hâlâ kamuoyunun barbar bir spor olan avcılığı onaylamasına izin vermektedir. Çağın iler­lemeleri uygulayımdaki —radyo televizyon, elektronik ve jet uçakla­rındaki— ilerlemelerle sınırlı kalmıştır. Yeni dünya savaşları ensemiz­de beklemektedir, çünkü dünyanın toplum bilinci hâlâ aynı ilkellikte­dir.
İçimizden bugünü sorgulamak geliyorsa, ortaya alışılmadık birkaç soru atabiliriz. İnsan hastalıklarının sayısı neden hayvanlarınkinden daha fazladır? Neden insanlar nefret eder savaşlarda birbirini öldürür de, hayvanlar bunu yapmaz? Neden kanser gittikçe daha fazla yayılı­yor? Kendi canına kıymalar neden bu kadar arttı? Ya delice cinsel suç­lar? Yahudilerden neden nefret ediliyor? Neden karaderili insanlara diş bileniyor; neden linç ediliyorlar? Neden herkes birbirinin kuyusunu kazıp kin besliyor? Neden cinsellik ayıp sayılıp, açık saçık şakalara yol açıyor? Evlilikdışı çocuklar neden toplumun yüzkarası sayılıyor? Sevgi umut ve yardımseverliğini çoktan yitirmiş dinler neden hâlâ sürüp gidiyor? Seçkin uygarlığımızın kendini beğenmişliğiyle ilgili daha binlerce neden sorusu sorulabilir!
Bu soruları soruyorum çünkü öğretmenliği uğraş edindim ve bir öğretmen gençlerle ilgilenir. Bu sorulan soruyorum, çünkü genellikle öğretmenler önemsiz yani salt derslerle ilgili sorular soruyor. Fransız­ca ya da eskiçağ tarihiyle ilgili bir tartışma, yaşamın doğal doyumuyla —insanın iç mutluluğuyla— kıyaslandığında şu kadarcık önem taşı­mazken, bütün bunların ne gibi bir yarar sağlayabileceğini merak edi­yorum doğrusu.
Eğitimimizin ne kadarı gerçek eylem, gerçek öz anlatımdır? Bir uz­manın gözünde el işi çoğunlukla bir çivi tablası yapmaktan öteye geç­mez. Yönlendirilmiş oyun dizgesi olarak tanınan Montessori dizgesi bile, çocuğun yaparak öğrenmesini sağlama açısından yapay bir yön­temdir. İçinde yaratıcılık yoktur.
Evde de çocuğa hep bir şey öğretilir. Hemen hemen bütün evlerde Tommy'ye yeni oyuncak treninin nasıl çalıştığını göstermeye meraklı büyümemiş bir büyük vardır. Bebek duvarda gördüğü şeyi incelemek istediğinde, onu hemen iskemleye çıkaran bir büyük hep bulunur. Tommy'ye treninin nasıl çalıştığını her gösterişimizde çocuğun yaşam sevincinden —bulgulama sevincinden— bir engeli aşma sevincinden bir şeyler çalmış oluruz. Hatta daha da kötüsü; çocuğun kendini aşağı görmesine, her zaman yardıma gerek duymasına yol açarız.
Ana babalar öğrenme konusunda okulun ne kadar önemsiz olduğu­nu anlamakta zorluk çekmektedir. Yetişkinler gibi çocuklar da yalnız öğrenmek istediklerini öğrenir. Ödüllendirmeler, notlar ve sınavlar ki­şiliğin düzgün gelişimini geriletir. Eğitimin kitaptan öğrenme olduğu­nu ancak bilgiçlik taslayanlar öne sürebilir.
Okuldaki en önemsiz gereçler kitaplardır. Bütün çocuklara gereken tek şey okuma, yazma ve aritmetiktir; gerisinin el araçları, kil, spor, ti­yatro, boya ve özgürlük olması gerekir.
Gençlerin yaptığı okul çalışmalarının büyük bölümü, zamanın, enerjinin ve sabrın boşa harcanmasıdır. Gençlerin oyunlarını ve oyna­ma hakkını çalar; genç omuzlara yaşlı kafalar yerleştirir.
Öğretmen yetiştiren okullarla üniversitelerde ders verdiğimde, ka­falarına gereksiz bilgiler tıkıştırılmış bu genç kızlarla delikanlıların büyümemişlikleri karşısında şaşkınlığa düşmüşümdür. Aslında birçok şey bilirler; eytişimde çevrelerine ışık saçarlar; klasik yapıtlardan ak­tarma yaparlar — ama yaşam görüşü açısından çoğu hâlâ çocuktur. Çünkü onlara bilmek öğretilmiş ama duyumsamalarına izin verilme­miştir. Bu öğrenciler dost canlısı, hoş ve heveslidir, ama eksik bir yan­ları vardır — bu da coşkusal etmen, yani düşüncelerini duygularının buyruğu altına sokma gücüdür. Bu gençlerle elden kaçırdıkları, kaçır­mayı sürdürdükleri dünya konusunda konuşurum. Ders kitapları insan­ların özyapısından, sevgiden, özgürlükten, özyönetimden söz etmez. Dolayısıyla yalnız kitaptan öğrenmeyi ölçüt alan dizge —kafayı yü­rekten ayırarak— sürüp gider.
Artık okulun çalışma kavramına meydan okuma zamanı gelmiştir. Her çocuğun matematik, tarih, coğrafya, bir tutam fen, bir tutam sanat ve elbette edebiyat öğrenmesi gerektiğine kesin gözüyle bakılır. Orta­lama küçük çocuğun bu konularla hiç ilgilenmediğini anlamanın za­manı gelmiştir.
Bu söylediklerim her yeni öğrenciye bir daha kanıtlanır. Okulun özgür olduğu söylenince her yeni öğrenci sevinç çığlığı koparır, "Ya­şasın! Bir daha hiç o sıkıcı şeylerle, aritmetikle uğraşmayacağım!"
Öğrenmeyi kötülemiyorum. Ama öğrenme oyundan sonra gelmeli­dir. Ayrıca öğrenme, hoşa gitmesi için oyunla tatlandırılmalıdır.
Öğrenme önemlidir — ama herkes için değil. Nijinsky St. Peters- burg'dayken okul sınavlarında başarılı olamıyor, sınavlardan geçeme­diği için de devlet balesine giremiyormuş. Okulda öğretilen dersleri öğrenemiyormuş işte —aklı başka yerlerdeymiş. Bunun üzerine onu, sorularla birlikte yanıtları da vererek uyduruk bir sınava sokmuşlar— yaşamöyküsü böyle yazıyor.
Nijinsky o sınavları gerçekten vermek zorunda bırakılsaydı, bu dünya için ne kadar büyük bir kayıp olurdu!
Yaratıcılar, özgünlüklerinin ve üstün yeteneklerinin gereksinim duyduğu araçlara kavuşmak için öğrenmek istediklerini öğrenirler.
Öğrenmeyi öne çıkararak sınıflarda yaratıcılığın ne kadar büyük bölü­münü öldürüp yok ettiğimizi bilmiyoruz.
Bir zamanlar her gece geometri kitabının başında gözyaşı döken bir kız görmüştüm. Anası üniversiteye gitmesini istiyordu, oysa kızda tam bir sanatçı ruhu vardı. Onun üniversiteye giriş sınavlarında yedin­ci kez başarısız kaldığını duyunca çok sevinmiştim. Belki anası kızının arzuladığı gibi sahneye çıkmasına artık izin verirdi.
Bir keresinde Kopenhag'da, üç yılını Summerhill'de geçirmiş İngilizceyi kusursuz konuşan on dört yaşında bir kızla karşılaşmıştım. "Sa­nırım İngilizcede sınıf birincisi olmuşsundur" dedim.
Üzüntüyle yüzünü buruşturdu. "Hayır sınıf sonuncusuyum çünkü İngilizce dilbilgisi bilmiyorum" dedi. Kızın söylediklerinin, yetişkin­lerin eğitimden ne anladığını en iyi biçimde açıkladığını düşünüyo­rum.
Sıkıdüzen altında yüksekokulları, üniversiteleri bin bir güçlükle bi­tirip yaratıcılıktan yoksun öğretmenler, sıradan doktorlar, yetersiz avu­katlar olmuş şöyle böyle öğrencilerden, büyük olasılıkla çok iyi ona­rımcılar. kusursuz duvarcılar ya da birinci sınıf polisler çıkardı.
Okumayı diyelim on beş yaşına kadar öğrenememiş ya da öğrene­meyecek bir çocuğun, çoğunlukla makinelere meraklı biri olduğunu ve sonradan onarımcılığı ya da elektrikçiliği uğraş edindiğini hep görmüşümdür. Derslere, özellikle matematik ve fiziğe hiç girmeyen kızlar için aynı şeyi söyleyemem. Bu kızlar zamanlarını çoğunlukla iğne ip­likle uğraşarak geçirir, bir bölümü sonradan terzilik ya da giysi tasarımcılığı yaparak yaşamını kazanır. İleride terzi olarak birisine ikinci derece denklemleri ya da Böyle Yasası'nı öğretmeye kalkışan bir öğ­retim izlencesi son derece anlamsızdır.
Caldwell Cook İngilizce'nin oyunla nasıl öğretileceğini anlattığı The Play Way (Oyun Yöntemi) adlı bir kitap yazmıştır. Bu, içinde çok hoş şeyler bulunan büyüleyici bir kitaptır; ama bana kalırsa, bu kitap da öğrenmenin son derece önemli olduğunu vurgulayan kuramı des­teklemenin yeni yolundan başka bir şey değildir. Cook'un inancına gö­re öğrenme o kadar önemlidir ki ilacın oyunla tatlandırılması gerekir. İşte bu "çocuk bir şey öğrenmiyorsa zamanını boşa harcıyordur" dü­şüncesi başımızın belasıdır — ve öyle bir beladır ki binlerce öğretme­nin ve denetimcinin gözlerini kör eder. Elli yıl önce ilke "yaparak öğrenme'ydi. Bugünkü kural "Oynayarak öğrenme "dir. Dolayısıyla oyun sonuca götüren bir araç olarak kullanılmaktadır, oysa bu sonucun iyi olup olmadığını gerçekten bilmiyorum.
Bir öğretmenin çamurla oynayan çocukları görür görmez ırmak kıyısının aşınması konusunda bir söylev çekerek bu güzelim ânı değer­lendirmeye kalkışmasındaki amaç ne olabilir? Irmağın aşınması çocu­ğun umurunda mıdır? Sözde eğitimcilerin çoğu, bir şey öğretildiği sü­rece çocuğun ne öğrendiği önemli değildir, der. Elbette bugünkü du­rumlarıyla —toptan üretim yapan üretimliklere benzeyen— okullarda öğretmenlerin elinden öğretmekten ve öğretmenin tek başına her şey­den önemli olduğuna inanmaktan başka ne gelir?
Öğretmenlere seslendiğim zaman söze, okulla ilgili konuları, sıkı- düzeni ya da dersleri ele almayacağımı söyleyerek başlarım. Dinleyi­cilerim ilk bir saat boyunca soluklarını tutup büyük bir sessizlik için­de beni dinler; içten alkışların ardından başkan soruları yanıtlamaya hazır olduğumu bildirir. Soruların en az dörtte üçü dersler ve öğretim­le ilgili olur.
Bunu herkese tepeden bakarak üstünlük taslamak için söylemiyo­rum. Bunu, derslik duvarlarının ve tutukevlerine benzeyen yapılarıyla okulların öğretmenleri nasıl dar görüşlü kişilere dönüştürdüğü, eğiti­min asıl önemini görmelerini nasıl engellediğini belirtmek için söylü­yorum. Öğretmen çocuğun boynundan yukarısıyla ilgilenir; zorunlu­luklar. çocuğun coşkusal, dirimsel yanı onu hiç ilgilendirmez.
Genç öğretmenlerimiz arasında daha büyük bir başkaldırı eğilimi görmek isterdim. Yüksek öğrenim ve üniversite diplomaları, toplumun kötülükleriyle yüz yüze geldiğimizde hiçbir işe yaramaz. Okumuş bir sinircelinin, okumamış bir sinirceliden hiç ayrımı yoktur.
İster anamalcı, ister toplumcu, ister ortaklaşmacı olsun bütün ülke­lerde gençleri eğitmek için süslü püslü okullar kurulur. Ama bütün o kusursuz deneylikler ve işlikler, John, Peter ya da Ivan'ın uğradıkları coşkusal zararı karşılamaya; ana babaların, öğretmenlerin ve uygarlı­ğımızın zorlaınacı niteliğinin baskısıyla beslenen toplumsal kötülükle­ri aşmasına yardım etmez.


ÖZGÜRLÜK OKULU'NU BİTİRENLER NE OLUR
Ana Babaların gelecek korkusu, çocuklarının sağlığı konu­sunda yetersiz tanı koymalarına neden olur. Gariptir ama bu korku, ana babaların çocuğun kendilerinden daha çok şey öğrenmesi gerektiği inancından kaynaklanır. Bu ana babalar Willie'nin okumayı istediği zaman öğrenmesine izin vermez, öğrenmeye zorlanmazsa Willie'nin yaşamda başarısız olacağından korkar. Bu ana babalar çocuğun kendi hızıyla ilerlemesini bekleyemez. "Oğlum on iki yaşında hâlâ okuyamıyorsa. yaşamda başarılı olma olasılığı nedir? On sekiz yaşında yükse­kokul giriş sınavlarını veremiyorsa onu yaşamda niteliksiz bir işten başka ne bekler?" diye sorarlar. Ama ben bekleyip çocuğun yerinde sa­yışını ya da gösterdiği küçük ilerlemeleri izlemeyi öğrendim. Çocuğun rahatsız edilip zarara uğratılmazsa sonunda yaşamda başarılı olacağın­dan hiçbir zaman kuşku duymadım.
Anlayışı kıt kişiler "pöh. sence bir kamyon sürücüsü yaşamda ba­şarılı sayılıyor galiba" diyeceklerdir. Benim başarı ölçütüm, sevinç du­yarak çalışıp olumlu yaşamaktır. Bu tanım uyarınca çoğu Summerhill öğrencisi yaşamda başarılı olmuştur.
Tom Summerhill'e beş yaşındayken gelmişti. Bir tek derse bile gir­meden on yedisinde aramızdan ayrıldı. Bütün zamanını işlikte uğraşıp bir şeyler yaparak geçirirdi. Ana babası oğullarının geleceğini düşünüp tasalanıyordu. Çocuk okuma, yazma öğrenmeye yönelik hiçbir arzu duymuyordu. Ama dokuz yaşındayken Tom'u bir gece yatakta David Copperfield'ı okurken buldum.
"Aa" dedim "kim sana okuma öğretti?"
"Kendi kendime öğrendim."
Birkaç yıl sonra gelip bana sordu "bir bölü ikiyle, iki bölü beşi na­sıl toplarsın?" Ona anlattım. Başka bir şeyler öğrenmek isteyip iste­mediğini sordum. "Hayır, sağ ol" dedi.
Daha sonra bir film yapımevinde alıcı yönetmeni yardımcısı olarak işe girdi. İşini öğrenirken, bir gece, yemekli bir toplantıda işvereniyle karşılaştım, Tom'un ne yaptığını sordum.
"Şimdiye kadar çalıştırdığımız en iyi yardımcı" dedi işvereni. "Hiç yürümüyor — hep koşuyor. Hafta sonlarında tam bir baş belâsı, çünkü cumartesi pazarları bile işlikten uzak duramıyor."
Bir de okumayı öğrenemeyen Jack vardı. Hiç kimse Jack'e bir şey­ler öğretemiyordu. Okuma dersi almak istediğini söylediği zaman, bi­le; b ve p'yi, 1 ve k'yi birbirinden ayırmasını önleyen gizli bir engelle karşılaşmıştık. On yedi yaşında okumayı öğrenemeden okuldan ayrıl­mıştı.
Bugün Jack araç yapımında bir uzmandır. Maden işçiliğiyle ilgili konularda konuşmaya bayılır. Artık okuyabiliyor; ama bildiğim kada­rıyla genellikle makinelerle ilgili yazılan —bazen de ruhbilim yapıtla­rını— okuyor. Şimdiye kadar bir roman okuduğunu hiç sanmıyorum; buna karşın İngilizceyi kusursuz bir dilbilgisiyle konuşuyor ve her ko­nuda olağanüstü bilgili. Onun öyküsünü bilmeyen Amerikalı bir konuk bana "Şu Jack ne kadar da akıllı bir delikanlı" demişti.
Diane derslere pek ilgi duymadan girip çıkan hoş bir kızdı. Bilim­sel bir kafa yapısına sahip değildi. Uzun zaman onun ne yapacağını dü­şünüp durdum. On altı yaşında okuldan ayrıldığında, bütün okul denetmenleri onun zayıf eğitim almış biri olduğunu rahatça söyleyebilirdi. Diane bugün Londra'da yeni bir yöntemle yemek pişirme konusunda uygulamalı dersler veriyor, işinde çok başarılı; asıl önemlisi mutlu.
İşyerlerinden biri, çalışanlarının en az yüksek okul giriş sınavların­da başarı göstermiş olmasını istiyordu. İşyerinin yöneticisine Robert'la ilgili şunları yazmıştım, "Bu delikanlı hiçbir sınavda başarılı olama­mıştır, çünkü bilimsel bir kafaya sahip değildir. Ama gözü pek, ve atıl­gandır." Robert işe alındı.
Yeni öğrencilerden on üç yaşındaki Winifred bütün derslerden nef­ret ettiğini söylüyordu; ona istediğini yapmakta özgür olduğunu söyle­diğimde sevinç çığlığı atmıştı. "Eğer istemiyorsan okula gelmek zo­runda bile değilsin" demiştim.
Kendisine eğlenceli bir izlence düzenledi ve çok eğlendi — ama ancak birkaç hafta. Sonra sıkılmaya başladığını fark ettim.
Bir gün gelip "Bana bir şeyler öğret" dedi, "sıkıntıdan patlıyorum."
"Tamam" dedim sevinçle, "ne öğrenmek istiyorsun?"
"Bilmiyorum" diye yanıtladı.
"Ben de bilmiyorum" deyip yanından ayrıldım.
Aylar geçti. Bir gün yeniden yanıma geldi. "Yüksekokul sınavları­na gireceğim" dedi, "bana ders vermeni istiyorum."
O günden başlayarak her sabah benimle ve öbür öğretmenlerle ça­lıştı, hem de çok çalıştı. Kulağıma gizlice derslerin onu hiç ilgilendir­mediğini, onu ilgilendiren tek şeyin amaç olduğunu fısıldamıştı. Winifred'in istediği gibi olmasına izin verilince, kendini bulmuştu.
Özgür çocukların matematiğe bile alışıp sevebileceğini bilmek il­ginçtir. Bütün çocuklar tarih ve coğrafyayı eğlenceli bulur. Özgür ço­cuklar kendilerine önerilen dersler arasından salt hoşlandıklarını seçer. Özgür çocuklar zamanlarının büyük bir bölümünü —ahşap işleri, ma­den işleri, resim, roman okuma, oyunculuk, düşlemleri canlandırma, caz plakları çalma gibi— ilgi duydukları uğraşlara ayırır.
Sekiz yaşındaki Tom sürekli kapımı açıp sorardı; "Söyle bakalım, şimdi ne yapayım?" Kimse ona ne yapacağını söylemezdi elbette.
Altı ay sonra Tom'u bulmak için odasına bakmak yetiyordu. Tom genellikle bir kağıt denizi ortasında oturuyor olurdu. Saatlerce uğraşıp haritalar çiziyordu. Bir gün Viyana Üniversitesi 'nden bir profesör Summerhill'e konuk geldi. Soluğu Tom'un yanında alıp ona bir yığın soru sordu. Bu profesör sonradan bana gelerek "çocuğun coğrafyasını sınamaya çalıştım, adını bile duymadığım yerlerden söz etti" dedi.
Ama başarısız öğrencilerimizden de söz etmem gerekiyor. On beş yaşındaki İsveçli Barbel, bir yıl kadar yanımızda kalmıştı. Bütün bu süre boyunca ilgi duyabileceği hiçbir şey bulamamıştı. Summerhill'e gelmekte gecikmişti. Yaşamının on yılı boyunca kızın yerine hep öğ­retmenleri karar vermişti. Summerhill'e geldiğinde girişimciliğini tümden yitirmiş durumdaydı. Hep canı sıkılıyordu. Neyse ki varlıklı bir ailenin kızıydı, yaşamını evhanımı olarak sürdürebilirdi.
Öğrencilerimiz arasında on bir ve on dört yaşlarında iki Yugoslav kız kardeş vardı. Okul onların da ilgisini çekememişti. Zamanlarının Çoğunu Hırvatça beni çekiştirerek geçiriyorlardı. Pek de çelebi olma­yan bir arkadaş söylediklerini bana aktarıyordu. Bu durumda başarı el­de etmemiz mucize gibi bir şey olurdu, tek ortak konumuz sanat ve müzikti. Anaları gelip onları okuldan alınca çok sevinmiştim.
Onanma meraklı Summerhill öğrencilerinin, olgunluk sınavına ka­tılma sıkıntısına katlanmadığını yıllardır görüyoruz. Bu öğrenciler doğrudan doğruya uygulamalı eğitim merkezlerine giderler. Üniversi­teye girmeden önce, dünyayı görüp tanımak gibi bir merakları vardır. Öğrencilerimizden biri, bir gemiye kamarot olarak girip dünyayı do­laşmıştı. İki delikanlı Kenya'daki kahve çiftliklerinde çalışmıştı. Biri Avustralya'ya, bir başkasıysa dünyanın öbür ucuna İngiliz Guyanası'na gitmişti.
Derrick Boyd özgür eğitimin yüreklendirdiği serüvenci bir ruh ta­şıyordu. Summerhill'e sekiz yaşındayken gelmiş, on sekiz yaşında üni­versite sınavlarını kazanarak okulumuzdan ayrılmıştı. Aslında doktor olmak istiyordu ama babasının onu üniversiteye gönderecek parası yoktu. Demek bekleme süresini dünyayı gezerek değerlendirmeye ka­rar vermişti. Londra rıhtımına gitmiş ve iki gün boyunca iş —herhan­gi bir iş— ateşçilik bile olsa olur, bir iş aramıştı. Kendisine sahici de­nizcilerin bile işsiz olduğu söylenmiş, o da üzüntüyle evine dönmüştü.
Sonra bir okul arkadaşı İspanya'da yaşayan bir İngiliz hanımın kendisine sürücü aradığını söylemiş. Demek ayağına gelen fırsatı kaçırmamış, İspanya'ya gitmiş, hanımın bir ev yaptırmasına ya da evinin genişletilmesine yardım etmiş, ona bütün Avrupa'yı arabasıyla gezdir­miş sonra da üniversiteye girmişti. Hanım üniversite için gereken pa­rayı ödemesine yardım etmeye karar vermişti. İki yıl sonra bu hanım Derrick'den öğretimine bir yıl ara verip kendisini Kenya'ya götürme­sini ve orada ona bir ev yapmasını istemişti. Demek tıp öğrenimini Ca- petovvn'da bitirdi.
On iki yaşındayken okulumuza gelen Larry, on altı yaşında üniver­site sınavlarını verip Tahiti'ye meyve yetiştirmeye gitmişti. Bunun çok az para getiren bir iş olduğunu görünce taksi sürücülüğüne başlamıştı- Sonra Yeni Zelanda'ya gitmiş ve sanırım orada içinde taksi sürücülü­ğü de olmak üzere her türlü işe girip çıkmıştı. Sonra Brisbane Üniver­sitesi'ne girdi. Bir süre önce bana konuk gelen üniversite dekanı, Larry'nin yaptığı hayranlık verici işlerin öyküsünü anlattı. "Yıl sonu dinlencesi başlayıp bütün öğrenciler evlerine giderken, Larry kalıp biçkievinde işçi olarak çalışıyor" diyordu. Larry şimdi Essex'de he­kimlik yapıyor.
Yaşça büyük bazı çocukların pek başarı gösteremediği doğrudur. Belli nedenlerle onları anlatamam. Başarılı öğrencilerimiz hep iyi bir ev ortamından gelen çocuklar olmuştur. Derrick, Jack ve Larry, okulu­muzun düşüncelerine tam anlamıyla katılan ana babalara sahipti, bu nedenle şu bezdirici çatışkıyı hiç yaşamamışlardı: Hangisi doğru, ev mi yoksa okul mu?
Summerhill'den hiç üstün yetenek çıktı mı? Şimdiye kadar hayır, hiçbir üstün yetenek çıkmadı; sanırım henüz ünlü olmamış birkaç buluşçu; birkaç çarpıcı ressam, birkaç kavrayışlı müzikçi yetiştirdik; bil­diğim başarılı yazar hiç yok; kusursuz bir mobilya tasarımcısı ve ince iş yapan marangoz; birkaç kadın ve erkek oyuncu; hâlâ özgün çalışma­lar yapabilecek nitelikte bilim adamları ve matematikçiler de yetiştir­dik. Öğrenci sayımız düşünülürse —okula her yıl kırk beş çocuk alı­rız— herhangi bir dalda özgün ve yaratıcı işlere girenlerin oranının yüksek olduğu görülür.
Bununla birlikte özgür çocuklardan oluşan tek bir kuşağın hiçbir şey kanıtlayamayacağını hep söylerim. Summerhil'de bile bazı ço­cuklar yeterince ders görmediklerini düşünerek için için üzülebilir. Ba­zı uğraşları edinebilmek için sınavların geçit olduğu bir dünyada baş­ka türlüsü düşünülemez. Ayrıca "on bir yaşındasın ve hâlâ doğru dü­rüst okumayı beceremiyorsun!" diye şaşkınlık çığlığı atan bir Mary Teyze hep bulunur. Çocuk belli belirsiz de olsa, tüm dış çevresinin oyun-karşıtı, çalışma-yanlısı olduğunu sezer.
Genel anlamda ele alırsak, özgürlük yöntemi on iki yaşın altındaki çocuklarda kesin sonuç verir, ama on iki yaşını geçenlerin edilgin eği­mden kurtulması uzun zaman alır.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Telaş / Octavio Paz



Uyuşukluğuma, şiş gözlerime, dolu işkembeme, mağaradan
henüz ayrılmış gibi görünmeme karşın hiçbir zaman
durmam. Acelem var. Her zaman telaş içinde oldum. Gece
gündüz bir arı vızıldar beynimde. Sabahtan geceye,
uykudan uyanışa, kalabalıklardan yalnızlığa, şafaktan
alacakaranlığa zıplarım. Dört mevsimden her birinin bana
varsıl sofrasını sunması yararsız; kanaryanın sabah şakıması
yararsız, yararsız yaz ırmağı gibi sevimli oluşu döşeğin, şu
yeni yetme kız ve gözyaşları, güzün sonunda dinen. Öğleyin
güneş ve onun billur sapı boşuna, onu süzen yeşil yapraklar,
onu yadsıyan kayalar, onun yonttuğu gölgeler. Bütün bu
saltanat yalnızca hızlandırır beni. Yokum ve geri dönerim,
öksürür ve aksırırım, bir sırıtışta çevrilirim, ezerim,
dışarıdayım, içerideyim, sinsi sinsi dolanırım, flüt sesi
işitirim, derinlerindeyim aklımın, kaşınırım, sanılar
geliştiririm, iftira ederim, giysimi değiştiririm, daha önceki
bana eyvallah derim, ne olacağım üzerinde ağır ağır düş
kurarım. Hiçbir şey durduramaz beni. Telaşlıyım,
gidiyorum. Nereye? Bilmem, hiçbir şey bilmem- olmam
gereken yerde olmadığımı bilirim yalnızca.

Gözlerimi açtığım ilk anda bile yerimin şu bulunduğum yer
olmadığını, ama bulunmadığım ve hiç olmadığım yer
olduğunu biliyordum. Bir yerlerde boş bir yer var ve bu
boşluğu ben dolduracağım, ve o benimle verimli olacak
anlamsızca, benimle köpüklenecek o gedikte oturacağım o
bir fıskiyeye ya da kızgın kaynağa dönüşünceye dek. Ondan
sonra benim boşluğum, benim şimdiki halimin boşluğu,
kendisi ile dolacak, taşıncaya kadar varlıkla dolacak.

Olmak için acelem var. Kendi ardımdan koşarım, kendi
yerimin ardısıra, kendi gediğimin ardından. Kim ayırdı bu
yeri benim için? Nedir kaderimin adı? Kimdir ve nedir beni
duygulandıran ve kim ve ne bekliyor beni bütünlemek için
kendini ve beni? Bilmiyorum. Acelem var. Sandalyemden
kıpırdamasam bile, döşeğimden kalkmasam bile. Kafesimde
dönsem dönsem bile. Bir adla, bir jestle, bir tikle devinir ve
yer değiştiririm. Bu ev, bu arkadaşlar, bu ülkeler, bu eller,
bu ağız, bu imgeyi biçimlendiren ve habersizce bilmem
nerden kopup gelen ve göğsüme çarpan şu harfler, bunlar
benim yerim değil. Ne bu ne de şu benim yerim değil.

Bana destek olan ve benim kendimi destekleyerek destek
olduğum bir perdedir, bir duvar. Telaşım atlar hepsinin
üstünden. Bu gövde sunar bana kendi gövdesini, bu deniz
çeker kendi karnından yedi dalgayı, yedi çıplağı, yedi beyaz
kasketi, yedi gülümsemeyi. Teşekkür ederim onlara ve
aceleyle ilerlerim. Evet, yürüyüş keyifliydi, söyleşi öğretici,
hâlâ erkendir vakit, işlev bitmedi, ve hiçbir biçimde sonu
bilirmiş gibi yapamam. Üzgünüm: Acele ediyorum.
Sıkıntıdayım telaşımdan kurtulmak konusunda. Yatmak için
acele etmekteyim ve kalkıp şunu söyleyecek kadar telaşlı:
Hoşçakal, acelem var.

Çevirmen:Ali Cengizkan

28 Haziran 2012 Perşembe

Parmak İzi / Lev Tolstoy

    
     Tolstoy: Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu takdir etmek insanların işi değil. İnsanlar daima yanıldılar ve yanılacaklar; hem her şeyden çok da, doğru olduğunu sandıkları şeyde.

21 Haziran 2012 Perşembe

Kavis / Cemil Yüksel



suyun kavisle döndüğü dolandığı sonra
parladığı bir karşılamam olurdu
sarhoş bir bar dolusu kalabalık gibi
kollarımın ağırlığı yönünde hizasız
sevinçler gibi -hey garson! derdim
şu saçları alır mısın boğacak beni kendiliğinden
kadınları gösterirdim kendinden habersiz o gürültüyü
mutfakları taşımış ellerin çizgilerini
sonra çocuklarına bakmış, okşamış ve
bitmeksizin sonrasız tekrarlanan günaydınlarını
sabah erken düzeltilmiş yastıklarla
uyanmanın bildik ve garipsi tutumunu
pencereleri açmanın yönelimiyle
gösteririm de tutar aynı kabullenişle usulca
suyunu değiştirir yenilerdim bir çiçeğin ülkesini

hey garson bırak şimdi bardakları
o her şeyi açıklamakta kullandığın kelimeyi
suda çözülmenin sırrı masalarda bırak onları
şu kirpikleri al uzanmış bütün elleri kesiyor
ve domatesleri kızarmış kırmızı biberleri
ve acısını bütün masaların boş durduğu sessizlikte
Uzakdoğulu bir göz yuvası taşımış kirpikler belli
tut onları lütfen sıkıştır parmaklarınla
-dilek tutar mısınız ! - tuttum bir vakit
salladım salladım meyvelerini gövdemin
erken bir bahar açısından gülüyordu unutulmaya
ben hem ne yapsam yeri sayılırdı sevinçlerin
yine doğrudan rüzgarları kollayan gölgemi oynatsam
sevinç armağanları, dağılacak düğme tekrardan
coşkun çocukların kahkahaları gibi sofrada

nedir anlaşılmaz olan kayboluşumuzda
aynayla kadınlar bakıyor gözlerimizden
ilelebet senfonisi sürekli yeniden tanışmanın
yeniden tanışmanın çok yönlü bakışması
merhaba demek için ağzıyla dudaklarıma değen
o kadın tanrının elinden kurulmuş çeyiz sandığıyla
her açıldığında temiz her kapandığında merakla tutulan
işte o kadın değdi değecek kirazlar tadında
ayak izlerinden temizleyip bir yeşilliği onaran ellerime
öpecek dudaklarıyla sertliğini konulmaz isteklerimin
o dokunuşla bulacak gibi etrafsızlığımı
görüntümü bulacak gibi o sahnede

ışıklar söndü, günaydın ! kadın sesi !
aksi şeytan içkiler sunuyor gizli gizli
ne yapsam ne etsem nasıl sorulmayışımdan.

hey garson beni kaldır bu masadan
ayakları unutulmuş bir kırkayak gibi yaratıldım
beni taşı buradan suları bırakılacak baraj kapaklarına
oradan akacağım o bekletilmişlikten
anlamını yitirecek yeni bir anlama.

İzafi Dergisi 2012 Nisan Mayıs Sayısında Yayınlanmıştır.
Görsel: Shinichi Maruyama

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Anılar, Düşler, Düşünceler / Carl Gustav Jung


Annemin iki kişiliği arasında çok büyük farklar vardı. Bu nedenle, çocukken düşlerimde onunla uğraşırdım. Gündüzleri sevecen bir anneydi, geceleriyse ürkütü­cü. Öyle olduğunda, ayı ininde yaşayan, hem bir rahibe hem de garip bir hayvan olan bir kâhini anımsatırdı. Çok eskilere dönük ve acımasız; doğa ve gerçek kadar acımasız. Öyle anlarda benim "doğal zihin" dediğim olguyu yaşardı.
Kendimde de, bu arkaik yapıdan izler buluyorum. Üstelik her zaman hoş bir şey olmasa da bunun bir parçası olarak insanları ve her şeyi oldukları gibi görme ye­teneğim var. Görmek istemediğim zamanlar aydınlığı örtüp kendimi sonsuza dek aldatabilirim ama gene de işin gerçek yüzünü her zaman bilerek. Bir süre aldatılabi- len ama sonunda koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir köpeğe benzerim. Bu "gerçeği görebilme" yeteneği içgüdüsel ya da başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel olmayan bir algılamayla gören "gözlerin ar­kasındaki gözler"dir bunlar sanki.
Bunu çok sonraları, bana garip şeyler olmaya başladığında anladım. Örneğin, bir kez tanımadığım bir adamın yaşamöyküsünü anlattım. Karımın bir arkadaşının düğünündeydik. Ne gelini ne de ailesinden kimseyi tanıyordum. Yemekte, bana avukat diye tanıştırılan uzun sakallı hoş bir bey vardı. Suçlu psikolojisiyle ilgili ha­raretli bir konuşmaya dalmıştık. Bir sorusunu daha iyi yanıtlayabilmek için tüm ay­rıntılarını kattığım bir öykü uydurdum. Öyküyü anlatırken, adamın yüzündeki ifa­denin değiştiğini ve masaya sessizlik çöktüğünü fark ettim ve ne yapacağımı bileme­diğim için sustum. Allahtan, o sırada sıra tatlıya gelmiş olduğu için kısa bir süre son­ra masadan kalkıp otelin lobisine gidebildim ve orada, bir köşeye çekilip olanları dü­şünmeye çalıştım. O sırada, konuklardan biri yanıma geldi ve, "Böyle bir patavatsız­lığı nasıl yaparsın!" diye beni kınadı. "Patavatsızlık mı?" diye sordum. "Evet, o an­lattığın neydi öyle?" dedi. "Tümünü uydurdum," dedim.
Karşımda oturan adamın öyküsünü tüm ayrıntısına dek anlattığımı öğrendi­ğimde hem çok şaşırdım hem de dehşete düştüm. O anda anlattıklarımın tek bir söz­cüğünü bile anımsayamıyordum. Bugüne dek de, bir daha anımsayamadım. Heinrich Zschokke, Kendine Bakış'ta buna benzer bir olay anlatır: Bir handa hırsızlık ola­yını içsel gözüyle gördüğü için kimsenin tanımadığı bir gencin hırsız olduğunu an­lamış.
Yaşamım boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu.
Ne söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.
Annem yaşıma göre zihinsel açıdan çok ileri olduğumu düşündüğü için benim­le her zaman bir yetişkinle konuşur gibi konuşurdu. Beni sırdaşı gördüğü ve baba­ma söyleyemediği sorunlarını bana anlattığı belliydi. Beni çok kaygılandıran, ba­bamla ilgili bir konuyu bana açtığında on bir yaşındaydım. Uzun bir süre ne yapaca­ğımı bilemedim. Sonunda, çok etkin bir insan olduğunu duyduğum babamın arka­daşlarından birine danışmaya karar verdim. Anneme haber vermeden bir gün okul çıkışı kente inip adamın evine gittim. Kapıyı açan hizmetçi evde olmadığını söyledi. Canım çok sıkıldı ama çaresiz eve döndüm. Allahtan da evde değilmiş çünkü bir sü­re sonra annem o konuya bir kez daha değindi, ama çok daha değişik ve ılımlı bir yaklaşımla. Böylece, konu önemini yitirmiş oldu. Bu beni çok etkiledi. "Amma da ap­talmışsın! Aptalca ciddiyetin yüzünden neredeyse bir felakete neden oluyordun," di­ye düşündüm. O günden sonra, annemin söylediği her şeyin ancak yarısını ciddiye almaya karar verdim. Bu da düşündüklerimi ona açmamı engelledi.
Oysa, arada sırada ikinci kişiliği ansızın ortaya çıktığında söyledikleri öylesine doğru ve isabetli oluyordu ki çok sarsılıyordum. Annem o durumunu sürdürebilsey- di olağanüstü bir sırdaş edinebilirdim.
Babamla durum farklıydı. Dinle ilgili açmazlarımı ona anlatıp önerilerini almak isterdim ama bulunduğu mevkiye saygısından, bana vermek zorunda kalacağı yanıt­ları zaten bildiğimi düşünüyordum. Varsayımlarım da kısa bir süre sonra doğrulan­dı. Hıristiyanlığa kabul edilme törenim için sahip olmam gerekli bilgileri bana ba­bam veriyordu ve sıkıntıdan patlıyordum. Bir gün, Hazreti İsa'yla ilgili verilen duy­gu yüklü, sıkıcı ve genelde çok da anlaşılamayan bilgilerin arasında işe yarar bir şey­ler bulur muyum diye İlmihal'i karıştırırken, Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh üçlemesinden söz edilen yeri buldum. O bölüm ilgimi çekti çünkü aynı zamanda üçlü olan bir bü­tünden söz ediliyordu. Çelişkinin yarattığı sorun ilgimi öylesine artırdı ki bu sorun­sala geleceğimiz ânı iple çeker oldum. Oysa, sırası geldiğinde babam, "Burasını atlı­yoruz çünkü bundan hiçbir şey anlamıyorum," dedi. Babamın dürüstlüğüne hayran kaldım ama büyük bir düş kırıklığını da önleyemedim. "Bak işte! Bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar, sorgulamak zahmetine de girmiyorlar. Bu durumda onlara gizimi nasıl açarım?" diye düşündüm.
Düşünmeye yatkın birkaç okul arkadaşımı yokladım ama boşuna. Yanıt alama­dığım gibi beni uyaran bir tepkisizlikle de karşılaştım.
Çok sıkılmama karşın, babamın tutumuna benzer bir tutumla, anlamadan inan­maya çaba göstererek son umudum olan Hıristiyanlığa kabul edilme törenine hazır­lanmayı sürdürdüm. Bu tören benim gözümde bundan, yani, 1890-30=1860 yıl önce ölen Hazreti İsa'yı anma amacıyla yenen bir yemekten öte bir şey değildi. "Alın, bu­nu yiyin! Bu benim bedenimdir," gibi sözler etmişti. Demek ki, törensel ekmeği onun aslında insan etinden oluşan bedeni niyetine yiyecek, aslında kan ulan şarabı da içecektik.Bunun onu kendimizin bir parçasına dönüştürmek anlamına geldiğini anlayabiliyordum ama bu bana öylesine olanakdışı geliyordu ki! Gene de, babamın çok değer verdiği törende çok büyük bir gizem olduğunu ve benim de ancak törene katılmakla bu gizemin bir parçası olabileceğimden kuşku duymuyordum.


Tanrı'nın doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmasını anlayamıyordum. En azından bundan çok ciddi kuşku duyuyordum. Anlaşılan, bu da mantık yürütülmemesi, yal­nızca inanılması gereken noktalardan biriydi. Tanrı en yüce iyilikse, O'nun yarattığı bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? "Büyük bir olasılık­la şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş," diye düşünüyordum. İyi de şeytan da Tanrı'nın bir yaratığıydı. Şeytanla ilgili şeyler okumalıydım. Çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Bu yakıcı sorunu çözmek için yeniden Biedermann'm Hıristiyanlık dogmalarıyla ilgili kitabına başvurdum. Acı çekmenin, kusurlu olma­nın ve kötülüğün nedenleri nelerdi? Hiçbir şey bulamadım. Bu iş orada bitti. Anlaşı­lan bu dogmalar, güzel sözlerden başka bir şey değildiler. Daha da kötüsü, tek ama­cı gerçeği bulandırmak olan bir aldatmaca ve eşi benzeri olmayan bir aptallık örne­ğiydiler. Düş kırıklığına uğramıştım. Öfkelenmiştim bile. Babama bir kez daha acı­dım; bu üçkâğıda kurban oldu diye.
Oysa, başka yerlerde ve başka zamanlarda, benim gibi gerçeği arayan, mantıklı düşünebilen, kendilerini ve başkalarını kandırmak istemeyen ve dünyanın acı gerçe­ğini yadsımayan birileri olmuştu kuşkusuz. İşte tam o günlerde, annem, daha doğ­rusu annemin iki numaralı kişiliği durup dururken, "Bir ara, Goethe'nin Faust'unu okumalısın," dedi. Goethe'nin bütün yapıtları vardı bizde. Faust'u seçip okumaya başladım. Ruhuma mucizevi bir merhem gibi geldi. "Sonunda, şeytanı ciddiye alan birini buldum," diye düşündüm. Üstelik, Tanrı'nın dünyayı kusursuz yapmak iste­yen planına karşı olan biriyle ölümüne bir antlaşma yapıyor. Faust'un tutumuna üzüldüm, çünkü bence o denli tek yönlü olmamalı ve çabucak kanmamalıydı. Daha zekice ve daha namuslu davranabilirdi. Ruhu üzerine aldırmadan kumar oynarken ne kadar da çocuksu davranmıştı! Faust'un biraz palavracı olduğuna kuşku yoktu. Trajedinin ağırlığının ve öneminin Mefisto'nun üzerinde yoğunlaştığını düşünüyor­dum. Faust'un ruhunun cehenneme gitmesi beni hiç üzmezdi. Hak etmişti çünkü. Sonunda Mefisto'nun "aldatılmış şeytan" olması hiç hoşuma gitmedi. Her şey olabi­lirdi ama aptal olamazdı. Ayrıca, küçük aptal meleklerin onu kandırabilmesi de hiç mantıklı gelmiyordu. Mefisto çok farklı bir bağlamda kandırılmış, o kişiliksiz geve­ze Faust, dalaveresini öbür dünyaya da taşıdığı için söz verilen haklarını alamamış­tı. Gerçi saflığı orada ortaya çıkıyordu ama bence, aslında büyük gizemlerin derinli­ğine inme hakkını kazanmaya değer bir şey de yapmamıştı. Ben olsam, ona, biraz ce­hennem ateşini tattırırdım. Bence ana sorun, beni çok etkileyen Mefisto'ydu. Çok be­lirgin olmasa da annelere özgü gizemle bir bağlantısı olduğunu sezinliyordum. Uzun lafın kısası, Mefisto ve sondaki, aydınlanmaya başlama bölümü, bilinç dünya­mı ucundan kenarından etkileyen gizem dolu, olağanüstü bir deneyim olarak kaldı.
Sonunda, kötülüğü ve onun evrensel gücünü görebilen insanların olduğunun kanıtını bulmuş, daha da önemlisi, insanları karanlıktan ve acıdan kurtarmada oyna­dığı gizemli rolü keşfetmiştim. Bu bağlamda, Goethe gözüme bir peygamber gibi gö­züktü ama Mefisto'yu basit bir üçkâğıtla başından savmasını da bağışlayamıyordum.

Zihnimde bunu evirip çevirirken, aşağıda anlatacağım olayla başıma yumruk yemiş gibi oldum: Nasıl olduysa beni ilgilendiren bir konuda bir kompozisyon yaz­mamız istendi. Coşkuyla işe koyuldum ve özenle yazılmış ve başarılı varsaydığım bir yazı yazdım. Beni çok ortaya çıkaracağı için en yüksek notu istemiyordum ama en azından en yüksek notlardan birini alacağımı umuyordum.
Öğretmenimiz kompozisyonları başarı sırasına göre sınıfta değerlendirirdi. İlk önce, sınıfın birincisi olana döndü. Bu da doğaldı. Onunkini öbür öğrencilerin kom­pozisyonları izledi. Sıramın gelmesini bekliyordum ama boşuna. "Bu zayıf öğrenci- lerinkinden daha da kötü olamaz yazdıklarım. Nasıl olur? Acaba, "hors corıcours" (ya­rışın dışında) muyum?" diye düşünüyordum. Bu öbürlerinden iyice ayrı olmak ve çok kötü bir biçimde ilgi çekmek demek olurdu.
Bütün kompozisyonlar bittiğinde, öğretmen, "Bir kompozisyon daha var. O da Jung'un," dedi. "Tümünden iyi. Onu ilk okumam gerekirdi ama ne yazık ki sah­tekârlık yapmış. Bunları nereden çektin? Gerçeği itiraf et."
Öfke ve dehşetle ayağa fırladım. "Kopya çekmedim. İyi bir kompozisyon yaza­bilmek için çok uğraştım," diye haykırdım ama öğretmen, "Yalan söylüyorsun! Böy­le bir kompozisyonu dünyada sen yazamazsın. Kimseyi kandıramazsın. Şimdi söyle bakalım. Bunu nereden buldun?" diye bağırdı.
Boş yere suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalıştım ama öğretmen inadından vaz­geçmedi. Tehdit edercesine, "Bak, nereden kopya çektiğini bilsem, okuldan atılırsın," dedi ve sırtını döndü. Sınıf arkadaşlarım bana garip bakışlar fırlatıyorlardı. Dehşet içinde, "Ya, demek böyle!" diye düşündüklerini anladım. Karşı çıkmalarıma kimse aldırmadı.
O andan sonra, mimlendiğimi ve garip varsayılmamamdan kurtulmaya yaraya­cak tüm yolların kapandığını anladım. Yüreğimden yaralandığım ve gururum çok kötü kırıldığı için öğretmenden intikam almaya yemin ettim. Elime bir fırsat geçsey­di orman kanunlarını aratmayacak bir şeyler de olabilirdi. Kompozisyonu bir yerler­den çekmediğimi ona nasıl kanıtlayabilirdim acaba?
Günlerce, zihnimde sürekli buna yanıt aradım, ama hep buna gücümün yetme­yeceği sonucuna varıyordum. Bana yalancı ve hırsız damgasını vuran saçma sapan, kör bir talihin oyununa kurban gitmiştim. O güne dek anlayamadığım bazı şeyleri anladım, örneğin, okuldaki durumumu öğrenmek isteyen babama, öğretmenlerden birinin neden, "Orta bir öğrenci, ama çok gayret ediyor," demesini de. Oldukça ap­tal ve yüzeysel buluyorlardı beni. Buna aldırmıyordum aslında. Kızdığım, kopya çe­kebileceğimi düşünerek moralimi sıfıra indirmeleriydi.
Öfkem ve üzüntüm denetlenemeyecek bir duruma geldi. Sonra, daha önceleri birkaç kez kendimde fark ettiğim bir şey oldu. Gürültülü bir yerin üzerine ses geçir­mez bir kapı kapanmışçasına, ansızın içimde bir sessizlik oldu. Bir sorunun yanıtını merak ediyordum ama artık soğukkanlılıkla. Kendime, "Ne oluyor? Gerginsin anla­dık ama öğretmen aslında senin yapını anlayamayan aptalın biri. Daha doğrusu, onu, senden de az anlayabiliyor. Bu nedenle, o da senin kadar başkalarına güvenmiyor. Sen kendine ve başkalarına güvenmiyorsun ve bu nedenle, zayıf, basit ve kolayca anlaşı­lan insanların tarafını tutuyorsun. İnsan anlamadığı zaman telaşlanır," dedim.
Bunları düşününce, ansızın, sine ira et studio, o yasak düşünceye dalmak isteme­diğim zamanlarda, zorla düşünmeye itildiğim birbiri ardına gelen düşüncelerle, bu düşüncenin benzeştiğini fark ettim. O zamanlar henüz, birinci ve ikinci kişiliklerim arasında bir ayrım olabileceğini düşünemiyordum. İkinci kişiliğimin dünyasını da, kişisel dünyamın bir parçası görmeme karşın, çok derinlerde, arka planda bir yerler­de, benden başka bir şeyin de bu işle bir bağlantısı olduğu duygusu beni hiçbir za­man bırakmadı. Sanki bana, sonsuz evrenin ve büyük yıldız dünyasının soluğu do­kunmuş ya da çok uzun süre önce ölen ama zamana bağlı olmadığı için bugün de, çok uzak gelecekte de var olacak bir ruh görünmeden odaya girmişti. Bu tür dönüm noktalan, bir numenin başının üzerindeki ışık saçan halelere benzerler.
O zamanlar, kuşkusuz, kendimi böyle ifade edebilmem olanaksızdı. Bilinç du­rumumda o zamanlar olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek amacında değilim. Amacım o zamanki duygularımı anlatabilmek ve şu andaki bilgimin yardımıyla, o yarı karanlık dünyaya ışık tutabilmek.
Bir süre önce anlattığım olaydan birkaç ay sonra, okul arkadaşlarım bana "Abraham Baba" takma adını uygun gördüler. Birinci kişiliğimin bunu saçma ve gülünç bulmasına ve nedenini hiç anlayamamasına karşın, çok derinlerde bu takma adın, ne­dense çok uygun olduğunu sezinliyordum.
….


Bu kaygılar benim, çok merak ettiğim için onun kitaplarım okumaya karar ver­memi önleyemediler. Elime geçirdiğim ilk yapıtı, "Zamansız Düşünceler"di. Bu ki­tap beni çok heyecanlandırdı. Onun üzerine, “Böyle Buyurdu Zerdüşt"ü okudum. Goethe'nin "Faust"u denli etkileyici bir deneyim oldu benim için. Zerdüşt, Nietzsche' nin Faust'u ve 2 no'lu kişiliğiydi ve dağla pireyi karşılaştırmak gibi olsa da, be­nim 2 numaram, Zerdüşt'ün yerini tutuyordu. Zerdüşt ürkütücü ve maraziydi. Be­nim 2 numaram da mı öyleydi? Bu düşüncenin bana verdiği dehşeti uzun bir süre itiraf etmemeye çalıştım fakat ikide bir, durup dururken ortaya çıkıp soğuk terler dökmeme neden olduğu için sonunda beni kendimle yüzleşmek zorunda bıraktı. Nietzsche 2 no'lu kişiliği, yaşamının sonuna doğru, orta yaşı geride bıraktığında keş­fetmişti. Oysa ben, çocukluğumdan beri biliyordum. Nietzsche ad verilmemesi ge­rekli olan bu şeyden, yani Arrheton'dan, doğalmışçasına, biraz bilinçsizce ve fazla dikkat etmeden söz ediyordu. Bu durumun sorunlara yol açacağını zamanında sezinlemiştim. Nietzsche öylesine parlak biriydi ki, neler olabileceğini hiç hesaba kat­madan henüz gençken bir profesör olarak Basel'e gelmişti. Üstün zekâsıyla, bir şey­lerin eksik olduğunu zamanında fark etmesi gerekirdi. Ürkütücü yanılgısı, 2 no'yu, hiç kuşku duymadan, böyle şeylerden hiç haberi olmayan ve hiç anlayamayacak bir dünyaya korkusuzca salıvermesiydi. Çocukça bir umutla, güçlü heyecanlarını payla­şabilecek ve tüm değer yargılarının ötesine geçtiğini kavrayabilecek insanlar arıyor­du. Oysa, düşündüğünden şaşmayan iyi eğitim görmüş insanlar buldu. İşin trajiko­mik yönüyse, onun da onlardan biri olmasıydı. Öbürleri gibi o da, söze dökülemeyecek gizeme balıklama atıldığında kendini anlayamadı ve Tanrı'nın terk ettiği coşkusuz bir topluluğa, bu deneyiminin övgülerini yağdırdı. Sözcüklerin bombardımanı, mecazların üst üste yığılması ve bir ilahiyi dinlercesine kendinden geçmeleri, tümü, birbirleriyle bağlantısı olmayan gerçekler uğruna ruhunu satmış bir dünyanın ken­disine kulak vermesini sağlamak içindi ve kendi deyimiyle "ip cambazı", başa çıka­mayacağı denli derin bir uçuruma yuvarlandı. Bu dünyanın acemisiydi ve saplantı­ları olduğu için ancak çok dikkatli davranılarak başa çıkılabilen bir insana benziyor­du. Tanıdıklarım ve arkadaşlarım arasında Nietzsche'nin düşüncelerini onayladıkla­rını açıkça söyleyen yalnızca iki kişi biliyorum. İkisi de eşcinseldi. Biri sonunda inti­har etti, öbürü de anlaşılamamış bir dâhi olarak yitti gitti. Öbür arkadaşlarımsa, za­ten bağışıklıkları olduğu için Zerdüşt konusunda hiç şaşkınlığa uğramadılar.
Faust bana bir kapıyı açtıysa, Zerdüşt de başka bir kapıyı kapattı ve bu kapı uzun süre kapalı kaldı. İki ineğinin de büyü yüzünden aynı yulara girişini gören yaş­lı köylüye dönmüştüm.
İnsanların bildiği şeylerden söz etmedikçe bir yere varılamayağını anlamıştım. Zayıf bir insan, karşısındakilere bilmedikleri bir konuyu anlatmanın ne denli büyük bir hakaret olduğunu anlayamaz. Bu insanlar, böyle bir şeyi yalnızca yazarlar, gaze­teciler ve ozanlar yaparsa hoş görebilirler. Yeni bir düşüncenin ya da eskisine oranla değişik olan bir yaklaşımın ancak gerçeklerle iletilebileceğinin farkına varmıştım. Gerçekler kalıcıdır, silip atılamazlar ve er geç biri onlarla karşılaşır ve ne bulduğu­nun bilincine varır. Daha iyi bir şeylerin gereksinmesi nedeniyle konuştuğumu ve sa­hip olmadığım kanıtları ortaya koymamam gerektiğini biliyordum. Elimde somut hiçbir şey yoktu. Giderek deneyimin gerekliliğine inanıyor, filozofları deneyimi göz önünde bulundurmadan çene yordukları için suçluyordum. Kanıtlarla yanıt verecekleri yerde susuyorlardı. Bu bağlamda, tümü sulandırılmış dinbilimcilere benziyorlar­dı. Bana, öyle ya da böyle, elmas vadisinden geçip hiç kimseyi, kendim de dahil ol­mak üzere, aldığım örneklerin çakıl taşlarından öte şeyler olduklarına inandıramaz­mışım gibi geliyordu.
Bunlar 1898 yılında, tıp adamı olarak mesleğimi daha ciddi bir biçimde düşün­meye başladığım döneme rastlıyor. Kısa bir süre sonra, ihtisas yapmak gerektiğine karar verdim. Ya cerrah ya da dahiliyeci olacaktım. Anatomide özel bir eğitimim ol­duğu ve patolojiyi tercih ettiğim için cerrahiye daha yatkındım ve büyük bir olasılık­la parasal sorunlarım olmasaydı cerrah olurdum. Baştan beri, okuyabilmek için borç­lanmak zorunda kalmam beni çok üzüyordu. Bitirme sınavları biter bitmez ekmek paramı çıkarmak zorunda olduğumu biliyor ve bir kliniğe oranla daha kolay, maaş alabileceğim bir asistanlık bulabileceğim taşra hastanelerinden birinde çalışmayı umut ediyordum. Üstelik, kliniklerde iş bulabilmek genelde klinik şefinin desteği ve sana duyduğu kişisel ilgiye bağlıydı. Popülaritemin tartışılabilirliği ve insanlarla sık sık yabancılaşma yaşadığım için bu konuda şansın bana güleceğini düşünmeye bile cesaretim yoktu. Bu nedenle yerel bir hastanede mütevazı bir işe çoktan razıydım. Ondan sonrası, çok çalışmama, yeteneklerime ve becerime bağlıydı.
Oysa, o yaz tatilinde, kader beni çok etkileyecek bir oyun oynadı. Bir gün odam­da ders çalışıyordum. Kapı aralıktı. Annemin örgü ördüğü yandaki yemek odasında, babamın büyükannesinin çeyizinden kalma yuvarlak bir ceviz masa vardı. O tarih­lerde, aşağı yukarı yetmiş yıllık olmalıydı. Annem, masadan aşağı yukarı bir metre ötede, pencerenin kenarında oturuyordu. Kardeşim okuldaydı. Hizmetçi de mutfak­ta. Ansızın silah sesine benzer bir ses duydum. Yerimden fırlayıp patlama sesinin geldiği yan odaya koştum. Annemi neye uğradığını şaşırmış, koltukta oturur bul­dum. Örgüsü yere düşmüştü. "Ne, ne oldu?" diye kekeleyerek sordu. "Gürültü tam yanımda oldu." Masaya bakıyordu. Baktığımda ne olduğunu gördüm. Masa ortasın­dan kenarına doğru çatlamıştı. Ek yerlerinden birinden değil de, tahtanın tam orta­sından. Şaşırıp kaldım. Böyle bir şey nasıl oluyordu? Yetmiş yıldır kuruyan ağaç, ora­nın iklimsel özelliği olan oldukça nemli havada nasıl çatlamıştı? Soğuk ve kuru bir kış gününde, ancak yanan bir sobanın yanında dursaydı bu olabilirdi. Böyle bir pat­lamanın nedeni neydi? "Bazen çok garip kazalar olabiliyor," diye düşündüm. An­nem karanlık bir ifadeyle başını salladı. 2 no'lu sesiyle, "Bunun bir anlamı var," de­di. İstemediğim halde etkilendim. Söyleyecek bir şey bulamamam beni rahatsız etti.