21 Nisan 2011 Perşembe

Finale Rondo / Hüsnü Arkan


-Şükrü Bulut'a-

Seni Cebeci'de bekliyorum ağır bir yağmur altında Şükrü
Sen bir tabutsun yoksun sırf geçmiş var gelecek yok
Belki bu yüzden yaşlanmıyorum iki paket sigara içiyorum
ölüyorum ama yaşlanmıyorum
Her şey birdenbire oluyor aşk yağmur kayıtsızlık
Ne varsa yaşadığım ölümüne benziyor
Ağıtların içinden geçsem bozlak bozulmuyor, demek
benim de bir uyumlu yanım var
Cebeci'de bekliyorum seni silahsız bir çocuk silahlıymış
gibi yapıyor
Bir kıza yürüyemiyor bile, aşkını söylemeden geçip
bile gidiyor

Seni Cebeci'de bekliyorum ağır bir yağmur altında Şükrü
Yağmur dışımda kalıyor ıslanmıyorum gördüğüm her şey
ıslanıyor oysa
Bıyıklı çocuklar bildiri okuyorlar masada, inan
yaşamları da var
Nalen sonra anlıyoruz bunu, hayat neden sonra başlıyor
tarih bile oluyor satıyorlar
No oluyor biliyor musun Şükrü? İnsan kazıdıkça kendini
arkaik buluyor
Edindikçe yoksullaşıyor, buldukça yitiriyor
Kimine başkalarınınki bir şey söylemiyor
Herkesin içinde bir kurt, herkes kendi kurtuluyor

Meşeler göveriyor Şükrü, varıyor göveriyor
Ben uçağa binmeyi öğreniyorum meselâ, sen öğrenemiyorsun
Ben dişçiye gidiyorum, gitmiyorsun
öpüşüyorum aşk diyorum, demiyorsun
Işıldaklar görüyorum cezaevleri sorgular, iyi ki görmüyorsun
Sonra kapısız odalar dünyası, kapıyı kavrıyorsun
Sonra dedikleri gibi acısız ihtilaller; acıyı
Sonra herkes dönüyor birbirine, sen tabutsun dönmüyorsun
Cebeci üç kuruşluk bir gravür olarak satılıyor köprüde
Külebi'nin hayaleti yürüyor
Cumhurbaşkanı oluyor Süleyman Demirel
Ne güzel, bilmiyorsun.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Turgut Uyar'ın Girişimi / Cemal Süreya


        Şöyle deyince daha çok yaklaşıyorum onun şiirine: Turgut Uyar özellikle son yıllarda büyük bir şiirin or­tasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok bir dirim belirtisidir. Bu yüzden kolay kolay tanımlanmaya gelmez: görülür, tanık olunur. Blok halinde bir izlenimler bütünüyle gireriz ona. Şiir­sel işlevini bütünüyle ve sürekli bir şekilde hareket ede­rek sürdürür. Tek tek şiirleri yok, şiiri vardır. Bölerek, parça parça düşünmek silahsızlandırmaktır onu biraz. Parça parça en güzel şeyleri söylediği halde böyle konu­şuyorum. Asıl Turgut Uyar, daha yukarı bir kesimden sonra başlar. Ayrıntılar ayrıntı olarak değil, bütünün küçük organları olarak önem kazanırlar. Tekrarlar, yı­ğıntılar o bütüne göre anlamlanırlar. Tarih içinde değil, küçük olayların öyküsü, daha doğrusu o olayların 'ben'le ilişkisinden doğan bir mitoloji içindedir. 'Ben' kendisiyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bu da, dünyayı ilkel çizgileriyle kabul etmekten çıkıyor galiba. İnsan doğar ve kendi gerçeklerini yaratmaya başlar. Ama tek insan için bunlar bir veriler yığınından başka bir şey değildir. Turgut Uyar'da cinsel istek, eşyaya damgasını basmıştır. Cinsel isteği saf ve aptal odalardan çıkararak şehrin gürültüsünden geçirir. Şehir, fetişleridir. Şiirin al­tında ayrı bir akıntı vardır: yaşamayı sevmek, insanın haklı çıkması. O bütün bu verileri kucaklar, sayar, kö­şelere diker. Büyük bir hoşlanma duygusuyla kamaşıktır, ürkek yürek bütün geçmişi kabullenmektedir. Du­yarlık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükse­lir.
Turgut Uyar'ın bu şiirsel gövdeye uygun olarak kurduğu söz düzeni sanatımızın en ilginç girişimlerin­den biridir.
"Ve Allahı arardım serçe yuvalarında." Turgut Uyar'ın 1947'de yayımlanan ilk şiirinden aldığım bu mısra da gösteriyor ki o, şiir serüvenine adımını atarken bile değişik bir duyarlığın adamı olacaktır. Yine aynı şi­irde büyük bir anlatım rahatlığı göze çarpıyor. Turgut Uyar'ın şiirimize getirdiği yeniliklerden biri de sözünü ettiğim şiirsel gövdeye en uygun gelen anlatımı yakala­masıdır. Şiirimiz vezinden serbest söyleyişe geçerken kendini bir ritim yaratma zorunda görmüştür. Anonim kalıpların alışılmış düzenini aratmayan bir başka biçim özelliği. Orhan Veli'nin, Oktay Rıfat'ın, Melih Cev­det'in halk deyimlerine fazla yer vermelerinin bir nede­ni de budur belki. İkinci Yeni'yi ise dilde 'iç uyum' ara­yan bir girişim olarak nitelendirebiliriz. İkinci Yeni, di­lin iç olanaklarını araştırırken böyle bir zorundan hare­ket ediyordu. Turgut Uyar yalnız bir ritim kurmamış, aynı zamanda o ritmi kendi şiirinin kadrosu için de özgürleştirmiştir. Ondaki iç ritim sese ilişkin bir nitelikte değil. Daha çok şiirsel yükün gövdede rahatlıklar aramasıyla ilgili. Bir de dışarıdan uygulanan biçim öğeleri var ki bunlar ayrı.
Turgut Uyar'ı şiirimizin ön sırasına getiren bir özellik de görüntü kavramına kattığı yeni olanaklarıdır.
Çok boyutlu ve gerçeğin asalağı olmayan görüntülerle çalışır. Sözgelimi başka şairler akşam'ı bir yanıyla anla­tırken, akşamdaki bir şeyi anlatırken, Turgut Uyar ak­şam'ı bütünüyle kavrama eğilimindedir. Düzyazıdan korkmaz, ondan şiir devşirir boyuna. Bu arada konuş­ma diline yeni kullanma değerleri getirir, uçları eski şa­irlerin kıyılarına vuran 'parodi'ler kurar.
'Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda, 'Tütünler Islak'ta ve daha sonra dergilerde yayımladığı şiirlerin ço­ğunda onun insani değerlerden çok insani durumlarla il­gilendiği bir gerçektir. Yalnız ben son birkaç şiirinde onun insani değerlere yöneldiğini sezinliyorum. Bu ge­çici mi olacaktır, yoksa sürekli bir değişmenin belirtisi midir? Erken konuşmuyorsam, bir ikidir yeni bir yolu deniyor. Ağırlık noktasında bir kayma göze çarpıyor. Şiirindeki 'dünyadan hoşlanma' duygusu bir 'mutluluk dileği duygusu' ile yer değiştiriyor. Eskiden omurilikle yürek birlikte çalışırken şimdi omurilik yüreğin yedeği­ne giriyor. 'Hızla Gelişecek Kalbimiz'i bu yeni yönse-meye örnek alabiliriz. 'Kadırga' ve 'Açıklamalar' adlı şi­irlerinde de aynı değişikliği görmemeye imkân yok. Bu şiirlerde söz düzeni de daha berrak. Akıl daha çok karı­şıyor işe. Görüntü yavaşça geriye çekiliyor. Birtakım yan kavramlar ortaya çıkıyor.
Böyle bir evreye girerken Turgut Uyar'ın şiirinde oluşan bir başka yeni özellik 'ben'in 'biz'e dönüşür gibi olmasıdır. Birey artık eşyayı egosantrik bir şekilde üst­lenmiyor. Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda, Tütünler Islak'ta olağan ve küçük durumların genel yapı içinde 'uyumsuz'u destekleyen, saydamlaştıran bir işlevleri vardı. Son bir iki şiirde ise yalın bir söz düzeninin canlı­lığını korumak söz konusu. Öte yandan zamanda da bir kayma var. Turgut Uyar'ın şiirlerinde şimdiki zamana alışmıştık daha çok. Bir şimdiki zaman içinde geçmişin ve geniş bir zamanın verimlerini yaşıyordu. Şimdilerde gelecek zamanı kullanmaya başladığını görüyoruz. Umudun şiirini yazmaya geçmesinden mi bu? Bu za­man kaymasına umudun bir değişkeni olarak mı rastlı­yoruz şiirlerinde?
Bu sözlerimden Turgut Uyar'ın şiirinde bir kimlik değişmesi bulduğum sanılmasın. Aynı kimliğin yeni bir çağ tanımasıdır söz konusu olan. Turgut Uyar şiir üstü­ne çok düşünmüş bir şair. Şiirinin işlerliğindeki bazı öğelerin tutarlı bir şekilde yer değiştirmesi, onun kendi sanatının özel sorunlarını nice bildiğini gösteriyor.
Söylenenlerin aksine ikinci Yeni şairleri başlangıçta ayrı ayrı şiirsel noktalardan hareket etmişlerdi. Orhan Veli şiiri tıkanmıştı. Bu şiirin dışında bir şiir oluşmaya başlamıştı. Ancak İkinci Yeni için yapılan tanımlamalar hem biraz erken, hem de çoğu doğru olmayan öğelere göre yapılmıştır. Daha ilk günlerde tanımlamaya geçil­miştir. O sırada ikinci Yeni ne olduğuyla değil, ne ol­madığıyla beliren bir şiirdi. Oysa birçok genç şair, şiirin kendisinden değil, yapılan tanımlamalardan çıkarak yazmaya başladılar. Üstelik yeni şiir tutumunu getiren bütün öncülerin ortak etkileri de bunların üstünde ku­rulmuş bulunuyordu. Bu arada öncüler arasında da el­bet etkiler, karşı-etkiler oldu. Ama İkinci Yeni'yle ilgi­lenen yazarlar bu hareketi anlatırken o ortak özellikleri şemalara döken ikinci sınıf şairlerden birtakım kurallar çıkarmayı daha kolay gördüler. Bu durum, şiirimizi dikkatle izlemeyen kimselerin İkinci Yeni'nin ortaklaşa ve kişiliklerini ayırmamış bir şiir olduğunu sanmalarına yol açmıştır. Nedir ki zaman geçtikçe gerçek bütün çıp­laklığıyla ortaya çıktı. Turgut Uyar, İkinci Yeni'nin merkezinde olmuştur. Şiirimiz onunla gizlileri yoklama yeteneği kazanıyor. Hatta daha ileri giderek şunu söyle­yeceğim, onun deneyiminin şiirimizdeki işlevi şiirinden de önemlidir. Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi Tanpınar ortaya çok güzel yapıtlar koymuş sanatçılardır, ama ne kendi günlerinde ne de daha sonra bir işlev­leri olmuştur. Buna karşılık Orhan Veli'nin büyük bir yapıtı yoktur, ama büyük bir işlevi vardır. Turgut Uyar'da ise iki özelliği bir arada görüyoruz: büyük bir yapıt ve büyük bir işlev.
Sanatta girişimdir asıl olan.
Sanat sorunlarının insan sorunlarına dönüşebilme­si, daha doğrusu bazı insan sorunlarını yüklenebilmesi ancak köklü girişimlerin sonucu olarak doğuyor. Ne yönde olursa olsun, köklü bir sanat girişimi eninde so­nunda bir insan girişimidir.
Turgut Uyar, şiir girişimiyle Akdenizli bir şair ola­rak çağdaş sanatta kendi yerini ayırmıştır.
1966

TURGUT UYAR

Ak odada oturur
Kapısı penceresinden çok

Gözlerinde yıldızlar
Serin yerde durur

Bir elinde kadeh
Öbürünü yarasına bastırır

İnşaattan ses gelir
Bir şeyi okşar gibidir

Dönülmez dizeler içinde 
Onunkiler gülaçılır.

Cemal Süreya

19 Nisan 2011 Salı

Turgut Uyar'ın Şiiri / Edip Cansever


Şiirin amacı 'bir şey'i gündeme getirmekse, aynı za­manda 'o şey'i gündemden ayıklamaktır da.
Turgut Uyar şiirinin ana damarı öncelikle bu doğ­rultuda akmaktadır, bence. Anlaşılması güç olanı, kolay anlaşılana yakınlaştırması, şiirindeki özelliklerden biri­dir sadece. Dize bireşimlerindeki anlam katmanlarını öylesine üst üste getirir ki, bu yan saydam dizilişi bir bir soyarak çekirdeğe ulaşmakta hiçbir güçlükle karşılaşmayız. Denebilir ki, en diplere inemeyen okurlar bile rahatlıkla tat alabilirler onun şiirinden.
Soluklu, soluklu olduğu kadar da görkemli bir şiir­dir Turgut'un şiiri. Okuyanları, şaşırtıp sarsarak parçalara ayırmaz, tersine bütünleştirir, bir düzene sokar onları. Tek tek dizelere değil de, bir dizeler kütlesine yer­leştirir şiirsel tadı, şiirsel yükü.
Sözcükleri, sözdizimlerini, kısacası her türlü biçim­sel görünüşü geri planda bıraktıran bir yaşam yoğunlu­ğu, dünyasal bir denge, evrensel bir birikim vardır onun şiirinde.
Kimi zaman nesneleri sıralayarak kemiksi bir fon yaratsa da, bunu, giderek soluk aldırıcı, yumuşak bir atmosfere dönüştürmesini bilir. Ardından da o her za­manki alaşım becerisiyle, insanı tam insan olduğu noktada yakalar ve nesne-insan birlikteliğini yaşamla örtüştürüverir.
Şiirini çeşitlendirirken, özentiye düşmemiştir hiçbir zaman. Ondaki değişiklikler, yaşamın başka başka ke­simleriyle hesaplaşmak istemesinin doğal sonucudur. Çünkü yaşam her şeydir Turgut'un şiirinde. Bu yüzden de ne gelgeç akımlara ne de yapay ve zorlama modalara yüz verir.
Simgeler, alegoriler de sokulamaz onun şiirine.
İmgeleri özgün, yerinde ve dinlendiricidir.
Ve...
Türk şiirinin en seçkin, en usta şairlerinden biridir
Turgut Uyar.
1985

TURGUT UYAR

Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu
İçindeki bomboş avluya bakarak
Gökyüzünden arada bir oraya
Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.

Görseydi içinin olmadığını
Çekip onca çelenkten bir sap karanfili
Koymak ister miydi hiç
Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.

Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de
Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza
Su içse suya benzerdi biraz
Konuşsa
Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında
Yolu düşse de başka mor-sarı bir akşam kahvesine
Ne kadar eşleşirdi Van Gogh’un bakışıyla.

Sevgiler gönderirdi nedense utanırdı da bundan
Gönderir gönderir geri alırdı bir gücenikliği sonra.

Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki
Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a
Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
Az sonra kalkıp gitti o
Kalakaldım ben oracıkta
Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk
- Garson! bize iki tek votka daha.

Edip Cansever

Karakterler / Kadınlar Üzerine / La Bruyere


1 (I) Kadının değeri konusunda, kadınlarla erkekler nadiren anlaşırlar: Her ikisinin de ilgisi çok değişiktir;kadınların aralarında birbirlerinden hoşlanmamaları, er­keklere güzel görünmelerinden ötürüdür; onların erkek­lerde çeşitli şekillerde yarattıkları büyük tutkular, yine kendi aralarında nefret ve soğukluğa yol açar.

2 (I) Kimi kadının,  bakışlarından,  başını  çevirişinden, yürüyüşünden gelen ve öteye gidemeyen yapmacık bir büyüklüğü vardır; derine gidemediği için değer ve­rilmeyen ama yine de insanı etkileyen gösterişli bir zekâ­ya sahiptir o.  Kimi başka kadınlarda ise,  ne tavıra, ne yürüyüşe bağlı,kaynağını  gönülden alan, yaradılıştan gelme, sade ve doğal bir büyüklük görülür; alçakgönül­lülüğün bile gizleyemediği, görebilenin gözünden kaçma­yan, binbir erdemle dolu, gösterişsiz ama sağlam bir de­ğere sahiptirler onlar.

3 (I) On üç yaşından yirmi ikisine kadar kız ve de güzel bir kız olmayı, bu yaştan sonra da erkek olmayı dileyenleri gördüm.

4 (IV) Kimi genç kadınların, doğanın kendilerine he­diye ettiği nimetlerden haberleri yoktur; yaratıldıkları gibi görünmenin kendi çıkarlarına olduğunu bilemezler; kötü taklitlerle, yapmacıklı tavırlarla böylesine eşsiz ve ince olan Tanrı vergisini azaltmaya çalışırlar: Sesleri, yürüyüşleri ondan bundan kapmadır; yapmacıklı davranışlarıyla kendilerine yeni bir biçim verirler; aynaya baka­rak doğallıklarından yeteri kadar uzaklaşıp uzaklaşmadıklarını izlerler. Hoşa gitmemek için az buz sıkıntı çek­mezler onlar.

5 (VII) Kadınların süslenip boyanması, açıkçası dü­şünüşlerine pek aykırı düşmez; olduğu gibi görünmeme­nin, gizlenmenin, tanınmamanın anlamı, türlü kılıklara girmek, maskelenmektir; onların, dış görünüşleri üzeri­ne bakışları çekmeleri, yalancılık ve gerçeğe karşı gelmek olur.
Balıkları   baştan kuyruğa ölçmemiz gibi   kadınları da tepeden tırnağa süzerek yargılamalıyız.

6 (V) Kadınlar, sadece kendileri için güzel görünmek, süslenmek istiyorlarsa,   güzelleşmek ve süs eşyası, seçme bakımından kendi zevklerine uyabilirler; ama, amaçları kendilerini erkeklere beğendirmek, onlar için allıklanıp pudralanmaksa, ben tüm erkekler ya da çoğunun adına, bu beyaz pudra ve allıkların onları çok çirkinleştirdiğini, iğrenç, hale soktuğunu, kırmızılıkların onları değiştirip yaşlılaştırdığını söyleyeceğim.* Erkekler, düzgünlü, ya­lancı dişli, çeneleri balmumu içindeki kadınlardan hoş­lanmazlar, tiksinirler; onların, kendilerini çirkinleştir­mek için kullandıkları bu yapmacık şeylere karşıdırlar; kadınlar böylece Tanrı vergisine karşı gelmekle kalmaz­lar,  üstelik  bu,   erkekleri  kendilerinden uzaklaştırmak için kaçınılmaz bir neden olur.

(IV) Eğer kadınlar doğuştan böyle gözleri boyalı, yapmacık şeylerle tenlerinin tazeliği yitmiş olarak doğsalardı, halleri nice olurdu bilemem.

* O çağda seçkin hanımlar, yanaklarını çukurlaştırdığına aldırış etmeksizin, çürük dişlerinin yerine balmumu ko­yarlardı.

7 (VII) Süse düşkün bir kadın, güzel gözükme ve güzellik hakkında hiçbir düşüncesi yoktur: O, geçen za­mana ve yıllara, sadece başka kadınları buruşturup çirkinleştiren bir şeymiş gibi bakar; ne yapılsa yine de yaş­lılığın yüzde okunduğunu unutur. Kendisini gençliğinde güzelleştiren bir süsün şimdi onu çirkinleştirdiğini, yaş­lılığın kusurlarını büsbütün ortaya koyduğunu göremez. Ağrılar, ateşler içinde de olsa, hoş gözükmek, yapmacıklı olmak hevesi peşini bırakmaz onun: Süs püs, rengârenk kurdeleler içinde son nefesini verir.

8 (VII) Süsü püsü seven Lise, süse düşkün bir başka kadının, gene gençliğiyle övünen bir başkasıyla alay et­tiğini, farklık bir kadına yakışmayan süsler yaptığını işi­tir.  Oysa Lise, bu süslerin hepsini yapmaktadır; yılları on iki aydan az olarak hesaplar; kendisini hiç yaşlan­dırmadığını sanır; buna inanmış bir halde, aynada boya­nıp benler kondura dursun, gene de bir yaştan sonra gençlik taslamanın yersiz olduğunu düşünür. Clarice'in boyalar, benler içinde gerçekten gülünç olduğunu görür.

9 (IV) Kadınlar, âşıklarını bekliyorlarsa kendilerine çekidüzen verirler; ama âşıklar habersiz gelip onları bas­kına uğratırlarsa, kılıklarına aldırmazlar, oldukları gibi gözükürler onlara. İlgi duymadıkları kişilere ise, zaman­ları daha boldur;  düzensizliklerinin hemen farkına va­rırlar; ya onların karşılarında kendilerine çekidüzen ve­rirler ya da bir ara, yok olup süs püs içinde yeniden or­taya çıkarlar.

10 (I) Yüz güzelliği, seyredilebilen şeylerin en güze­lidir; sevgilinin, sesi ise uyumların en güzelidir.
  
11(IV) Hoşluk herkese göre değişir: Güzelliğe gelince, o kişisel zevk ve düşüncelerden daha gerçek ve daha bağımsızdır.

12 (I) İnsan, kimi üstün ve parlak değerdeki güzel­liklere öylesine tutulur ki onları seyretmek ve onlarla ko­nuşmak ona yeter.

13 (I) Güzel bir kadının, dürüst bir erkeğin nitelik­lerini taşıması kadar hoş bir karışım olamaz: Onda her iki cinsin tüm değerlerini bulursunuz,

14 (I) Bir genç kadının ağzından çıkan birkaç önemsiz söz, erkeği, kandırıp çileden çıkarabilir. Erkeklere ge­lince onlar hiçbir şey kaçırmazlar ağızlarından, okşayış­ları bile hiledir; konuşurlar, harekette bulunurlar, ilgi gösterirler, insanı fazla kandıramazlar,

15 (IV) Güzelliğe pek yakın olan kadın kaprisi, er­keklere kadınlardan fazla zarar gelmemesi için bir çeşit ilaçtır, panzehirdir.

16 (I) Kadınlar erkeklere, verdikleri önem ölçüsünde bağlıdırlar; aynı önem, erkekleri hastalıklarında iyileş­tirir.    

17 (I) Kadın, artık sevmediği bir erkeğin, bir zaman­lar kendisine verdiği önemi bile hatırlamaz olur.

18 (I) Tek âşığı olan kadın, kendisini asla şuh sanmaz; birçok âşığı olan kadın ancak şuh sanır kendisini. Tek kişiye bağlanarak şuhluktan kurtulan kadın, kötü seçim yapmasından ötürü herkes tarafından çılgın yerine konulur.

19 (IV) Eski bir âşık artık  öylesine önemsizdir ki, yerini kadının kocasına bırakmıştır; bu yeni koca da öy­lesine az sürekli olacaktır ki ortaya çıkan yeni bir âşık onun yerini alacaktır. Eski bir âşık, yeni rakibinin durumuna göre, ondan ya çekinecek ya da onu aşağı görecektir. Eski âşığa göre kocanın adı çok önemlidir: Bu du­rum olmasa o, çoktan ortadan yokoluverecektir.

20 (IV) Kadının şıklığı sanki, şuhluğunu artırır. Süs düşkünü bir erkek, çapkın erkeği bastırır. Böylece süs düşkünü bir erkekle şuh bir kadın, birbirlerine uyan bir çift olurlar.

21 (I) Çapkınlığın pek azı gizli kalır. Kadınların çoğu, kocalarının adından çok âşıklarınınkiyle nam ver­mişlerdir.

22 (V) Şuh bir kadın sevilmesini ister; süse düşkün bir kadın ise hoşa gitmekle yetinir. Birincisi, bir âşıktan ötekine atlar; ikincisi de hayranlarıyla vakit geçirir. Birinde tutku ve zevk üstün gelir;  ötekisinde gösteriş  ve yapmacık ağır basar. Şuhluk, gönül zaafı ya da belki de doğuştan kötü bir huydur; süse düşkünlükse, aklın bir düzensizliğidir. Süslü kadın kuşku yaratır; şuh kadın nefret doğurur. Bu iki yaradılışı tek kadında toplayınca, beterin beteri bir üçüncüsü çıkar ortaya.

23 (V) Hem kendisi hem de başkaları tarafından ku­suru eleştirilen; gönlü kafasına ağır basan; kusurundan kurtulmak isteyip de kurtulamayan ya da iş işten geç­tikten sonra kurtulan kadına, zayıf karakterli kadın denir.

24 (V) Vefasız kadın, artık sevgi taşımayan kadındır; hafif kadın,  birini bırakıp bir başkasını sevendir;  hercai kadın,  sevip sevmediğini, kimi sevdiğini bilemeyen­dir! İlgisiz kadında hiçbir şeyi sevmeyen kadındır.

25(V). Diyebilirim ki ihanet, kişinin tümüyle yalan­cı oluşudur: Kadında yalan, bir sözcüğü ya da yalancı bir davranışı yerli yerine yakıştırmak sanatıdır; kimi zaman da kadının yemin etmekte, sözünde durmamakta zor­luk çekmesidir.
Erkek, sevdiği kadının kendisine bağlı olmadığını biliyorsa, o kadın sadece sâdık değildir; ama sâdık bildiği halde bağlılık göstermezse, o artık ihanet etmiş bir kadın sayılır.
Kadınların bu ihanetinden erkekler yararlanarak: Kıskançlık hastalığından kurtulmuş olurlar.

26 (I) Kimi  kadınlar,  hayatlarında koparılması kadar gizlemesi de zor olan ilişkilere sahiptirler; birinde yasal sözleşme, ötekisinde de gönül eksiktir.

27 (I) Bir kadının güzelliğine, gençliğine, gururuna, erkekleri küçümsemesine bakarsak, onun bir gün gönlü­nü ancak bir yiğite kaptırabileceğini düşünürüz. Oysa, o seçimini çoktan yapmıştır: Akılsız sersem bir ucubeye tutulmuştur.

28 (I) Kötü huylarıyla   ya da karakteriyle, parasız gençlerin doğal yem yeri olan yaşı geçmiş kart kadınlar vardır. Bu işte, kime acımalı bilemem. Erkek düşkünü geçkin kadınlara mı? Yoksa yaşlı kadınlara muhtaç gençlere mi?

                                                  Görsel: TlalocTev


17 Nisan 2011 Pazar

Şiir Taşı



             Şiir yazılıp bittikten sonra sürekli biçimde devinir, değişir. Bazı şeylerini yitirir, kendine birtakım eklentiler alır. Bu zaman içinde en azından böyledir. Bununla da kalmaz, şiir giderek ay­nı şairin yazdığı öteki şiirlerle de bir savaşıma girer. Bu arada kimi şiirler tümüyle yenilgiye uğrar, kimileri ayakta kalır, kimi­leri de öne çıkar.

Edip Cansever

Her şiir, mutlak bir şiire doğru yönelir, sonsuzda bulunan bir sınıra. Dilin güzellik gücünün idealine doğru.
Paul Valery, Stephane Mallarme üzerine konferans, 1933, Varietede

Şiirsel eylemin ilk izlerini çocukta arayabiliriz. Çocuğun en çok uğraştığı şey oyundur. Kendine özgü bir dünya yarattığına, içinde yaşadığı dünyanın eşyalarını kendine en uygun şekilde yeni bir düzene soktuğuna göre, oynayan her çocuk, şair gibi davranıyor demektir. Şair de çocuğun yaptığını yapar. Düşsel bir dünya yaratır kendine. Yalnızca doyumsuz insan düş kurar-doyumsuz sözünü maddi anlamda anlamayınız, çok çok isteme değildir bu doyumsuzluk. Doyuma ulaşmamış arzular, hayalle­rin öncüleridir. Her hayal, bir arzunun gerçekleşmesidir.
Sigmund Freud

Her gün şiirle uğraşmak gerekir, diyor yaşlı bir ozan bir dansçı gibi dönerek güneşin yörüngesinde şafakla parmaklarını bilemesi gibi bir çalgıcının.
Özdemir İnce

Şiiri ele geçirmek isteyen her okuyucu ona bir değil, birkaç yoldan sokulmaya çabalamalıdır. Kimi şiirler, ilk anda soğuk gibi görünseler de başka yönlerden araştırıldıklarında içimizi hemen de ısıtıverecek güçte çıkarlar. Şiire giden yolun ya da yolların çetin ya da belirsiz olması, şiirin değerini azaltmak şöyle dursun, usta bir sanat anlayıcı katında nazların en tadıl­maz olanı yerine geçer.
Salâh Birsel Şiirin İlkeleri'nden

Sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak; duyduğu tadın payla­şılıp paylaşılmadığını hiç bilemez insan.
Cesare Pavese

Bir şair için durumundan hoşnut olma, tekdüze yapılan bir iş ve kolayca izlenen bir yol denli tehlikeli bir şey yoktur.
Stefan Zweig

Şairler, delilerin kulaklarını durmadan saçmalarla, gülünç masallarla okşayan serbest bir ulustur.                       Erasmus

Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar. Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştık­larını ve olmamışı olmuş gibi gösterdiklerini görmez misin?
Şuara Sûresi 223, 224, 225, 226. Âyetler

Bazen bir rastlantı ya da önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam kazandırır şiire,
nasıl ki nicedir kimsenin uğramadığı
terk edilmiş bir bodrumda, büyük boş bir küpün
karanlık kasnağında bir örümcek amaçsızca dolaşırsa-
(Size göre amaçsızca, ama ona göre...)
Yannis Ritsos Örümcek, çev. Cevat Çapan

               Şiir, avlumuzdaki otlar gibi bitmez.
Honore de. Balzac Sönmüş Hayaller, I. Bölüm

İşitilmemiş sözler bulsam, garip cümleler söylesem
kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa,
tekrarlanmamış, bayatlamamış deyimlerle
eskilerin sözlerinden uzaklaşsam.
Habe Peresenb Eski Mısır şiiri

               Bir şiir, başka bir şiirden öğrenilir. Şiirin kağıdı, kalemi, masası, sümeni okulu yoktur. Ancak şiir üzerinde düşünmek de şairin şiir için kaleminin ucunu sivriltmesine yarar.
                                   Mustafa Köz

Şiir üzerine kitaplar: Şiirin Dolambaçlı Yolları", Paul Eluard, "Şiir Nedir?", 1 L. Joubert, "Şiirin İlk Atlası", Metin Altıok, "Şiir ve Gerçeklik", Özdemir İnce, "Şiir Dili ve Türk Şiir Dili", Doğan Aksan, "Şiir Nasıl Yazılır", Mayakovski, ""Şiir Üzerine Notlar", Gülten Akın, "Marksizm ve Şiir (Şiir Sanatı)", George Thomson, "Saf Şiir Yoktur", P. Neruda, L. Aragon, B. Brecht, V. Mayakovski, P. Eluard, "Örneklerle Şiirin İlkesi", E. A. Poe "Şiir Sanatı", Y. N. Nayır, S. Bolat, "Genç Şaire Mektuplar", R. M. Rilke, "Yay ve Lir", Octavio Paz...

Bu yazı 2006 yılı Varlık Dergisinde Şiir Taşı Başlıklı Mustafa Köz’ün yazısından alıntılanmıştır.
                                                                               Görsel:Tony Orrico

Karakterler / La Bruyere


10 (IV) Konuşmada,  çeşitli yollar seçilir:   Kimi zaman, konuşmaya üşenir, susarız; kimi zaman da konular­dan uzak yersiz sorular sorar ya da budalaca cevaplar veririz; bazen de kişisel düşüncemizi ortaya koymak hevesiyle, baştanbaşa dikkat kesiliriz; ağızdan çıkan her sözcüğün üzerinde durup sözde nükteler yaparız; başkaları­nın göremedikleri gizlilikleri  ortaya: koyarak bir takım zariflik, incelik aramaya bakarız.

11 (IV) Kendine hayranlık duymak, nükteli olduğuna­ iyice inanmak, ancak bunları hiç sahip olmayanların ya da pek az olanların işidir. Böyle bir kimsenin konuş­ma yağmuruna tutulanın vay haline! Bu konuşmalarda, atılacak nice süslü cümleler, gözüküp te hemen kayboluveren başıboş sözcükler vardır! Bu tür kişilerin amacı, dinleyicilere hikâyeyi anlatmak değil, akıllarınca ustaca anlattıklarını göstermektir. Onların ağzında bu hikâye bir roman olur; kişileri kendi öz düşünüşleriyle, sözcükleriyle uzun uzun konuştururlar; parantezler açarlar: siz, zavallı dinleyici, artık ana konuyu unutur, ayrıntılara dalarsınız. O sırada biri yetişip de hikâyeyi yarıda kesmese, sizin ve anlatanın hali nice olur, bilemem.

14 (IV) Herkesin bindiği arabada ya da törenin bi­rinde yanınıza düşen şu yabancıyı bırakın konuşsun; onu dinlemek güç olacak ama çok  geçmeden  tanıyacaksınız kendisini: Adı nedir, nerede ve hangi memlekette oturur kaç parası vardır; kendisi, babası ne iş yapar; ana soyu, hısım akrabası kimlerdir; dostu, evinin armaları, hepsi
ortaya dökülür. Soylu bir kişi midir; şatosu, güzel eşyaları, atı arabası, uşakları var mıdır; hepsini öğrenecek­ siniz.

15 (I) Kimi inşan düşünmeden konuşur;  kimisi  de söylediklerine tatsız bir dikkati katar; onların, konuşma­ya harcadıkları zekâ çabası, rahatınızı kaçırır sizin. Bu konuşmalar, baştanbaşa söz dizileriyle, sıradan deyimlerle doludur, yoğrulmuştur; halleri, hareketleri de ölçülü­dür onların; düzgün konuşma merakına tutulmuşlar, iyi etki yapma sevdasındadır onlar. Bir sözcüğü bile rastgele söylemezler; ağızlarından bir tek çekici şey çıkmaz, hiçbir söz rahatça dökülmez: Konuşmaları düzgün ve sı­kıcıdır.

16 (I) Karşılıklı, konuşmanın anlamı, kendisini gös­termekten çok, başkalarının sizde bir şeyler bulabilmesidir. Sohbetinizden ayrılırken kendisinden ve zekâsından memnun kalan kişi, sizden de fazlasıyla memnun kalmış demektir. Oysa insanlar hayran kalmayı değil de kendi­lerinin hoşgörünmelerini isterler; onlar bilgi edinmek­ten, hatta zevk almaktan çok beğenilip alkışlanmayı is­terler; zevklerinin incesi, başkalarına zevk yermektir.

17. (I) Konuşmalarımızda olsun, yazılarımızda olsun hayallere fazla yer vermemeliyiz; çoğu zaman boş ve çocukça düşüncelere götüren bu imgeler, ne zevkimize bir şey katar, ne de bizi üstün kılar. Düşüncelerimiz, sağdu­yu ve mantık içinde, muhakemenin sonucu olmalıdır.

18 (I) Güzel konuşmak için yeterli bir zekâdan, susa­bilmek için de muhakemeden yoksun olmak, acıklı bir durum. Tüm küstahlıklar bundan doğar.

19 (IV) Bir şeye, alçak gönüllülükle iyi ya da kötü diyebilmek, ve bunun nedenini açıklayabilmek, ancak sağduyu ve güzel bir anlatımla olur. Bu, kolay bir iş de­ğildir. Oysa bir şeyin çok kötü ya da hârika oluşunu kesin bir dille söylemek, kısa ve olgunlukla bağdaşmayan bir yoldur.

20 (I) Konuşmalarda en ufak şeyler üzerinde durup, uzun uzun tatsız yeminler etmek, ne Tanrı ne de bu dün­ya için yararlıdır. Namuslu bir kişinin evet ya da hayır demesi, kendisine inanmamız için yeter; karakteri, ye­min yerine geçer, sözlerini inandırıcı kılar, kendisine her güveni sağlar.

21 (I) Durmadan namustan, dürüstlükten, kimseye zarar vermemekten, kötülüklerin başkasından çok kendisine gelmesini istemekten söz eden, herkesi buna inandırmak için yeminler eden bir kişi, iyi bir insanı taklit bile edemez.
Kötü insanın, kendi hakkında söylemeyi başardığı siteleri, iyi kişi, alçak gönüllülüğü ile bile söyletemez.

22 (V) Cleon, ya inançsız ya da gerçeğe az uygun ola­rak konuşur; kendisinin böyle yaratıldığını, düşündüğü gibi konuştuğunu da sözlerine ekler.

23 (V) Güzel konuşmak, rahat konuşmak, doğru ko­nuşmak, yerinde konuşmak diye birşey vardır. Ekmeği­ni bile güçlükle kazanan kişilerin önünde, o gün yediği nefis yemeklerden uzun uzun söz etmek; sakatların karşısında çok sağlıklı olduğunu söylemek; evsiz, yurtsuz, para­sız kişilere, zenginliğinden, gelirinden, eşyalarından söz açmak, yerinde konuşmamaktır. Bu tür konuşmalar onlara acı gelir; karşılaştırdıkları bu iki durumsa, iğrenç,

24 (VII) Euthyphron, size «zenginsiniz, zengin sayılırsınız; on bin frank gelire ve toprağa sahipsiniz; bu hoş birşey, en azından mutlu eder insanı» der. Bunu size söylerken, kendi gelirinin elli bin  olduğunu hiç düşünmez bunun bir mislinden daha  çoğunu hakettiğini sanır, her şeyinizi ölçer, biçer, vergilerinizi hesaplar; sizi daha üstün, hatta imrenilecek bir zenginliğe yakıştırınca da bunu söylemeden geçemez. Böylesine yersiz hesaplamalar ya da can sıkıcı karşılaştırmalar yapan sadece o değildir; yer yüzü, Euthyphron'larla doludur.

25 (V) Hep övmeye düşkün,  yaranmaya, abartmaya alışkın, biri, dinlemediği,  başkasından da işitmediği bir söylev hakkında, Theodeme'i, tebrike gelir:  dehasından tavırlarından, çokçası güçlü bir belleğe sahip oluşundan söz eder; oysa, Theodeme, bu konuşmada şaşırmış, hep duraklamıştır.

26 (IV) Kaba, kuşkulu, kendini beğenmiş kişiler vardır; başka bir yerde de görevli olmayan bu işsiz güçsüz insanlar, birkaç çift söz ettikten sonra sizi başlarından savmaya, sizden kurtulmaya bakarlar, öyle ki siz. daha sözünüzü   bitirmeden   onlar  yerlerinden  kalkmış, çıkıp gitmişlerdir. Bu tür insanlar saygısızlıkta, sizi alıkoyan iç sıkıcı kişilerden hiç de geri kalmazlar; belki biraz daha az can sıkıcıdırlar.

27 (V) Bazı  kişiler,   konuşmakla  insanı   aşağılamak arasında bir ayrılık görmezler. Bu çeşit kişiler, insanı iğnelerler,  zehirlerler;  kin dolu bir  konuşmaları  vardır alay etme, horgörme, çatma, sanki dudaklarından salya gibi dökülür. Onlar, doğuştan dilsiz ya da budala olsalardı belki de daha yararlı olurlardı; canlılıkları, akıllı oluşları daha az zarar verirdi. Onlar, çoğu zaman sert cevap vermekle de yetinmezler, küstahça saldırırlar size; orada bulunanlara, bulunmayanlara ağızlarına geleni söylerler; sağa, sola, öne koçlar gibi taslarlar; koçların boynuzsuz olabilmelerini isteyebilir miyiz? İşte böylesine katı, yabani, yola gelmez kişilerin de iyileşmesi umutsuzdur. Tek çare, onları uzaktan görür görmez, arkamıza bile bakmadan oradan kaçmaktır.

28 (V) Kimi yaradılış ve karakterdeki kişilerle asla senli benli olmamak gerekir;: onlardan elden geldiği ka­dar az yakınmalıyız; hatta kendimizi savunmaya bile hak duymamalıyız.

29 (V) Biri haklı, öteki haksız iki kişi arasındaki kav­gaya tanık olan kimselerin çoğu, ya yargılanmaktan kaçınarak ya da bana yersiz görünen bir mizaçtan ötürü, kavga edenlerin ikisini de suçlarlar; bu durumdan önem­li bir ders almak ve aynı budalaca hataya düşmemek için tek çare, budala batıda ise bizim doğuya kaçmamızdır.

14 Nisan 2011 Perşembe

Yaratma Cesareti / Rollo May


YARATICILIK VE BİLİNÇDIŞI

Herkes zaman zaman, "kafamda bir şimşek çaktı", "birden İçime doğdu", "o an uyandım", "bende şafak söktü", "kafama dank elti" gibi ifadeleri kullanır durur. Bunlar yaygın bir yaşantıyı anlatmanın değişik yolları: Farkındalık düzeyimizin altındaki bir derinlikten fikirlerin fır­layıp gelmeleri. Bu diyarı, bilinçaltının, bilinç öncesinin ve farkındalığın alımdaki diğer düzeyleri barındıran bir çanta gibi görüp "bilinçdışı" diye adlandıracağım.
Bilinçdışı tabirini kullandığımda, hiç şüphesiz bir steno gibi anlamlıyorum. Belli bir bilinçdışı yoktur; bilinçdışı daha çok yaşamının bilinçdışı kalan boyutlarıdır (ya da kaynakları, çehreleri). Bilinçdışını, bireyin gerçekleyemeyeceği veya gerçeklemeyeceği eylem ve farkında­lık gizilgüçleri olarak tanımlıyorum. Bu gizilgüçlcr "özgür yaratıcı­lık" diye adlandırabileceğimiz şeyin kaynağıdır. Bilinçdışı fenomenle­rin keşfedilip açımlanmasının yaratıcılıkla çarpıcı bir ilişkisi var. Kay­nağı kişiliğin bu bilinçdışı derinliklerinde olan yaratıcılığın doğası ve öznitelikleri nelerdir?

1.
Bu konudaki keşif-yolculuğumuza kendi başımdan geçmiş bir olayla başlamak istiyorum. Kaygının Anlamı üzerine araştırma yapan bir li­sansüstü öğrencisiyken kaygıyı bir bekâr anne topluluğunda --New York City'nin bir bakımevindeki 18-20 yaşlarındaki gebe genç kadınlar üzerinde-- incelemiştim. Kaygı üzerine profesörlerimin de kendimin de hoşuma giden iyi, güçlü bir varsayımım vardı--bireylerdeki kaygı eğilimi anneleri tarafından ne ölçüde dışlanmış olduklarıyla orantılıydı. Bu, psikanaliz ve psikolojide genel olarak kabul gören bir varsayım olagelmişti. Bu genç kadınlar gibi kişilerin kaygısının, kaygı-yaratan duruma, evlenmeden gebeliğe eklemlenebileceğini ve sonra kaygıla­rının özgün kaynağının —yani annenin dışlamasının— daha açık bir biçimde incelenebileceğini varsayıyorum.
Genç kadınların yarısının varsayımıma mükemmelen uyduğunu gördüm. Diğer yandan Öteki yarı hiç de uygun değildi. Bu ikinci grup­taki kadınlar Harlem ve Alt Doğu Yakası'ndandı ve anneleri tarafından temelli dışlanmışlardı, içlerinden Helen adını vereceğim biri, on iki çocuklu bir aileden geliyordu ve annesi, Hudson nehrinde çalışan bir mavnanın bekçisi olan babasıyla yazın ilk günü yalnız kalabilmek için çocukları dışarı kovalıyordu. Helen babasından gebe kalmıştı. O bakımevindeyken, babası ablasının ırzına geçmekten Sing Sing'e ka­patılmıştı. Bu topluluğun diğer genç kadınları gibi Helen de bana "güçlükler var ama endişelendirmiyor bizi" diyebilmişti.
Bu bana çok garip geldi ve verilere inanmakta güçlük çektim. Oysa olgular apaçık görünüyordu. Rorschach, TAT testleriyle birlikte kul­landığım diğer testlerle söyleyebildiğim, bu temelli dışlanmış genç kadınların olağandışı ölçüde bir kaygı taşımadıklarıydı. Anneleri tarafından kapı dışarı edilince, arkadaşlarını basit bir biçimde sokaktaki diğer akranları arasından seçmişlerdi. Böylece psikolojiden bildikleri­me göre beklediğimi? kaygı eğilimini bulgulayamıyordum.
Bunun nedeni neydi? Dışlanan genç kadınlar yaşadıkları kaygıdan ötürü katılaşmış, duygusuzlaşmış, bu yüzden de dışlanmayı hissetme­mişler miydi? Bunun yanıtı açık biçimde olumsuzdu. Kaygıyı yaşama­yacak olan psikopatik ya da sosyopatik tipler miydi bu genç kadınlar? Yine, hayır. Kendimi çözümsüz bir problemin içine hapsolmuş hisset­tim.
Sonraları bir gün, bakımevinde büro olarak kullandığım odada kitap­larımı ve kâğıtlarımı bir yana koyduktan sonra, yol boyunca metroya doğru yürüdüm. Yorgundum. Bu zahmetli işin tümünü kafamdan sıyı­rıp atmaya uğraştım. Sekizinci Sokak istasyonunun girişinden yirmi metre ötede "kafamda aniden şimşek çaktı", varsayımıma uymayan genç kadınların tümü de proleter sınıftandı. Bu fikir çakar çakmaz, bir dolu diğeri de sökün etti. Sanıyorum tümden yeni bir varsayım zihnimde ipini koparana kadar bir adım daha atmadım. Anladım ki ku­ramımın tümü değişmek durumundaydı. O an kaygının kaynağı olan Özgün darbenin annenin dışlaması olmadığını gördüm; kaygının kay­nağı dışlanmanın kabullenilmemesindeydi.
Proleter anneler çocuklarını dışlamışlardı, ama bunu yaparken kuş­kuya yer bırakmamışlardı. Çocuklar dışlandıklarını biliyorlardı; sokağa döküldüler ve kendilerine yeni yoldaşlar buldular. Durumlarında hiçbir kaçamak yoktu. Dünyalarını —iyi de olsa kötü de olsa— tanıyorlardı ve kendilerini dünyalarına yerleştirebildiler. Oysa orta-sınıfın genç kadınları ailelerinde hep aldatılmışlardı. Onlar hâlâ sever gibi görünen anneler tarafından dışlanmışlardı. Kaygılarının gerçek kaynağı sadece dışlanma değil, buydu. Daha derin kaynaklardan gelen kavrayışları karakterize eden bu anlık aydınlanma ile, kaygının, içinde olunan dünya­yı tanıyamamaktan, kişioğlunun kendini, kendi varoluşuna yerleştirememesinden geldiğini gördüm. Kanaatim orada, sokakta oluşmuştu — sonraki düşünceler ve yaşantılar daha emin olmamı sağladı—, bu ku­ram ilkinden daha iyi, kesin ve şıktı.
2.
Bu sıçrama cereyan ettiğinde, o anda olup biten neydi? Benim de­neyimimi bir başlangıç olarak alırsak, İlk göze çarpan, kavrayışın bi­linçli zihnime, ussal bir biçimde düşünme çabama karşı zorlayarak gir­diği. İyi ve güçlü bir savım vardı ve çok sıkı bir şekilde onu kanıtla­maya çalışıyordum. Tabir caizse, bilinçdışı, sımsıkı sarıldığım bilinçli inancımı yarıp geçti.
                Carl Jung sık sık, bilinçdışı yaşantı ile bilinç arasında bir çeşit zıtlaşma, kutuplaşma olduğu meselesini ortaya getirmiştir. Bu ilişki­nin telafi edici olduğuna inanıyordu: Bilinç, bilinçdışının yabanıl, mantıksız sapkınlıklarını kontrol ederken, bilinçdışı da bilincin baya­ğı, boş, yavan ussallıkta kuruyup gitmesine engel oluyordu. Bu telafi özel sorunlarda da geçerlidir: Eğer bir konu üzerinde bilinçli olarak bir yönde fazla ileri gitmişsem, bilinçdışı diğer yöne meyledecektir. Bu şüphesiz, bir fikir için girdiğimiz mücadelede bilinçli savlarımızda daha da dogmatikleştikçe, bilinçdışından şüphenin darbeleriyle daha çok sarsılmamışın da nedeni. Şam yolundaki Aziz Paul ve Bowery'nin alkoliği gibi değişik insanlar da böylesi kökten dönüşümlere bu yüzden uğruyorlar — diyalektiğin bastırılmış bilinçdışı yanı infilak ediyor ve kişiliği eline geçiriyor. Eğer böyle ifade edebilirsem; bilinçdışı tam da bilinçli düşüncemizle en katı nereye yapışmışsak orada delip geçmek­ten —bozup dağılmaktan— haz alıyor.
Bu hamlede cereyan eden basit bir biçimde genişleme değil; çok daha dinamik bir şeydir. Salt farkındalığın yayılması değil; daha çok bir nevi cenk. Kişinin içinde, bîr yanda bilinçli olarak düşündükleri ile diğer yandan doğmaya çabalayan bir perspektif, bir kavrayış arasında dinamik bir mücadele kopar gider. Ardından kaygı, suç, coşku ve yeni bir fikrin ya da görüşün gerçekleştirilmesini her zaman izleyen mem­nuniyet eşliğinde kavrayış doğar.
Kavrayışın bir şeyleri yıkıp devireceği gerçeği bu hamlede duyulan suçun nedenidir. Kavrayışım diğer varsayımımı yıktı, bu kavrayışın birçok profesörümün inandığını da yıkabilecek olduğu gerçeği beni endişelendirdi. Ne zaman bilimde önemli bir fikrin, ya da sanatta önemli bir biçimin öne çıkması söz konusu olsa, bu yeni fikir bir yığın insanın entelektüel, tinsel dünyalarının sürmesini sağlayan özü yıkar dağıtır. Has yaratıcı üründeki suçun kaynağı budur. Picasso'nun allını çizdiği gibi, "Her yaratma edimi, ilk Önce bir yıkma edimidir."
Bu hamle kendisinde bir kaygı unsurunu da taşır. Çünkü, daha önce­ki varsayımımı yıkmakla kalmadı, kendi dünyamla ilişkimi de sarstı. Böyle bir zamanda kendimi, varolduğunu henüz bilmediğim bir daya­nağı arar durumda bulurum. İleri çıkarak her yanı kaplayan kaygı duy­gusunun kaynağı budur; bu sarsıntının belli bir dereceye kadar olma­dığı bir durumda, gerçekten yeni bir fikrin oluşmasına olanak yoktur.
Ama, yukarıda söylediğim gibi, suç ve kaygının ötesinde bu ham­leyle gelen esas duygu memnuniyettir. Yeni bir şey görmüşüzdür. Fizikçi ve diğer doğa bilimcilerin "zarafet"in deneyimi dedikleri yaşantıya katılmanın coşkusudur içimizdeki.

3.
Bu kavrayışın öne fırlamasıyla ortaya çıkan bir ikinci şey, çevrem­deki her şeyin aniden canlılık kazanmasıdır. Aşağı doğru yürüdüğüm o sokaktaki evlerin, normalde anında unutmayı tercih edeceğim yeşilin çirkin bir tonuna boyanmış olduğunu anımsayabiliyorum. Bu deneyi­min canlılığı sayesinde tüm çevremin renkleri keskinleşti ve bunlar yaşantımın içine girdi; bu çirkin yeşil hâlâ belleğimde duruyor. Kav­rayışın çıkageldîği an dünyayı sarmalayan özel bir yan saydamlık vardı. Ve görüşüm özel bir nitelikle donanmıştı. Bunun bilinçdışı ya­şantının bilince yaptığı hamleye eşlik ettiğine inanıyorum. Deneyimin bizi bunca ürkütüşünün nedenlerinden biri de bu: Dünya, hem içsel, hem de dışsal olarak ansal büyüleyiciliği olan bir yoğunlukla yüklenir. Vecd dediğimizin bir yüzü bu — bilinçdışı yaşantının bilinçle bütün­leşmesi: Kurgudaki bir bütünlük değil, dinamik, dolayımsız bir kay­naşma.
Vurgulamak İslediğim, kavrayışımı rüya görüyormuş gibi, kendim ve dünyayı da mat ve bulutsu yaşamadığım. Yaygın bir yanlış anlama, kişinin böylesi bir kavrayışı yaşarken, algının donuk kaldığıdır. Algı­nın gerçekte daha da keskin olduğuna inanıyorum. Evet bu kavrayışın bir çehresi benlik ve dünyanın kaleidoskopik bir hal aldığı bir rüyayı andırabilir; diğer çehresi ise keskinleşmiş bir algı, bir dirilik, çevre­mizdeki şeylerle ilişkimizdeki bir yarı-saydamlıktır. Dünya diri ve unu­tulmaz bir hale gelir. Bu yüzden bilinçdışı boyutlardan gelen bir hamle duyumsal yaşantının artışını da içinde barındırır.
Aslında, bahsetmekte olduğumuz tüm deneyimi bilincin bir yüksel­me durumu, olarak tanımlayabiliriz. Bilinçdışı, bilincin derindeki boyu­tudur; bu çeşit bir kutupsal çatışma içinde bilince yükselince sonuçla, bilinç yoğunlaşmaktadır. Sadece düşünme yetisini yükseltmekle kal­maz; duyumsal süreçleri de güçlendirir, ve muhakkak ki belleği de yoğunlaştırır.
Böylesi kavrayışlar oluştuğunda gözlediğimiz üçüncü bir şey var — kavrayış hiçbir zaman ıskalayan ya da denk gelen bir şey değil, kav­rayışın belirişi, asıl unsurlarından biri de kendimizi verişimiz, bağlayı­şımız olan bir model uyarınca gerçekleşir. Bu hamle sadece "oluruna bırakarak", "İşi bilinçdışının halletmesine bırakarak" çıkıp gelmez. Kavrayış daha çok, tam da bilincimizle kendimizi en yoğun bir biçim­de bağladığımız alanlardaki bilinçdışı düzeylerden doğar. Kavrayış ba­na, yerleştiğim küçük büroda kitaplarımı, notlarımı bir kenara koy­duğum anın hemen üstünde, en iyi ve en enerjik bilinçli düşüncemi adadığım problemin eşiğindeyken geldi. Aniden ortaya çıkan fikir, yeni biçim, bilinçli farkındalığım içinde mücadele ettiğim tamamlanmamış bir Gestalt'ı tamamlamak üzere geldi. Bu tamamlanmamış Gestalt'tan, bu sonuna gelmemiş modelden, bu biçimlenmemiş biçimden tam an­lamıyla, bilinçdışından yanıtını alan bir "çağrı" olarak söz edebiliriz.
Bu deneyimin dördüncü niteliği, kavrayışın çalışma ve gevşeme arasındaki bir geçiş anında gelmesi; iradi çabanın kesintiye uğradığı ara zamanlarda. Benim hamlem, zihnim meseleden uzak, kitaplarımı bir köşeye koymuş, aklım problemin uzağında metroya yürürken belirdi. Probleme gösterilen yoğun özen —üzerinde düşünmek, onunla müca­dele etmek— sanki emek sürecini başlatır ve sürmesini sağlar gibidir, ama modelin, ortaya çıkartmaya çalıştığım kısmından farklı bir parçası da doğmaya çabalamaktadır. Böylece, yaratıcı etkinlikte barınan geri­lim görünür oluyor. Çok katı, dogmatik ya da daha önceki vargılara bağlıysak, bu yeni unsurun bilincimizde ortaya çıkmasına asla izin vermeyiz; kendimize, içimizde bir başka düzeyde var olmakta olan bil­ginin farkına varma iznini hiçbir zaman vermeyiz. Oysa, kavrayış sık sık da bilinçli titizlik, bilinçli gerginlik gevşetilinceye dek doğamaz. Böylelikle iyi bilinen bir olguyla karşılaşıyoruz: Bilinçdışı hamle, yoğun bilinçli emekle, gevşemenin değişimlerini gereksiniyor ve be­nim durumumda olduğu gibi, bilinçdışı kavrayış sık sık geçiş anında oluşuyor.
Albert Einstein bir keresinde Princeton'daki bir arkadaşına: "Neden en iyi fikirler aklıma sabahları tıraş olurken geliyor?" diye sormuştu. Arkadaşı, benim de burada anlatmaya çalıştığım gibi, alışılmadık fikir­lerin ortaya çıkması için sıklıkla zihnin —dalgınlıkta ya da gün düşlerinde serbest kalması gereken— iç kontrollerinin gevşemesi gerektiği yolunda yanıtlamıştı.

4.
Şimdi de on dokuzuncu yüzyılın sonuyla, yirminci yüzyıl başları­nın büyük matematikçilerinden biri olan Jules Henri Poincare'nin, be­nimkinden daha karmaşık ve daha zengin olan deneyimini ele alalım. Poincare otobiyografisinde hayranlık uyandıran bir açıklıkla, yeni kav­rayış ve kuramlarının ona nasıl geldiğini anlatır, ve bir "hamle"nin vu­kuatını çevreleyen şartları canlı bir biçimde dile getirir.

On beş gün boyunca, sonradan Fuchs fonksiyonları diye isim­lendirdiğim fonksiyonların olamayacağını kanıtlamaya çabaladım. O zamanlar çok bilgisizdim; her gün çalışma masa­mın başına oturup bir ya da iki saat kalıyor ve hiçbir sonuca varmadan bir yığın kombinasyonu deniyordum. Bir gece, ade­tim değilken, koyu kahve içtim ve uyuyamadım. Fikirler sürülerle üşüştü; tabir caizse, çiftlerin kenetlenip kararlı bir kombinasyon oluşturana dek çarpışıp durduklarını hissettim. Ertesi sabaha dek, hipergeometrik serilerden gelen Fuchs fonk­siyonlarının bir sınıfının varlığını oluşturabildim; geriye sonuçları yazmaktan başka bir şey kalmamıştı, ki bu da topu topu birkaç saat sürdü.

Henüz genç bir adamken, askeri görevini yapmaya çağrıldı ve bu arada geçen aylarda düşüncesinde bir şey olmadı. Bir gün Güney Fransa'daki bir kentte, bir başka askerle konuşarak otobüse biniyordu. Ayağını basamağa atmak üzereyken —anı bu kadar kesin biçimde be­lirtiyor— keşfetmiş olduğu bu yeni matematik fonksiyonlarının daha önceleri üzerinde çalışmış olduğu geleneksel matematikle nasıl ilişkilendiklerinin yanıtı aklına geliverdi. Poincare'nin deneyimini okuduğumda —ki kendi yaşamımdaki olayın sonrasıydı— bu özel ke­sinlik ve canlılığın gösterdiği benzerlik beni çarptı. Poincare basamağı çıktı, otobüse girdi, arkadaşıyla konuşmasına ara vermeden devam etti, ama anında bu fonksiyonların genel matematiğe ilişkilendikleri yolu tümüyle kavramıştı.
Otobiyografisinin askerlik görevinden döndükten sonraki bir bölü­müyle devam edersek:
Sonra dikkatimi, açık bir biçimde pek başarı sağlayamadığım ve daha önceki araştırmalarımla ilişkili olduğundan şüphe duy­madığım birtakım aritmetik sorularının incelenmesine yönelt­tim. Başarısızlığımdan tiksinerek, birkaç gün geçirmek üzere deniz kıyısına gittim ve bambaşka şeyler düşündüm. Bir sabah, kumsalda yürürken, üç tabanlı belirsiz kuadratik biçimlerin arit­metik dönüşümlerinin, Öklidçi-olmayan geometrinin biçimleriyle özdeş olduğu fikri, tamamen aynı anilik,kısalık ve dolaysızlık özelliğiyle aklıma geliverdi.