Sanki birisine sözümüz varmış gibi hızlı bir
yürüyüşle indik Babıali yokuşunu. Kimseyle selâmlaşmadığımız, ayaküstü
gevezeliklerindeki “Görüşemiyoruz. Nerdesiniz yahu? Bir şeyler yazıyor musunuz?
Kitabınız ne zaman çıkıyor?” gibi havaya giden soruların karşılığını verirken
enerjilerimizi boşa harcamadığımız için sevinçliydik. Evet, rastlantıların bizi
tedirgin etmediği şanlı bir gününüzdeydik.
Alnım boncuklaşmış, koltuk altlarım
ıslanmıştı, terden sırılsıklamdım. Ceketini sağ kolunda taşıyan Orhan Kemal,
boyuna yüzünü, ensesini siliyordu mendiliyle.
Rüzgârın sürekli olarak eseceği, saçlarımızı
dağıtacağı, küçük dokunuşlarla kulaklarımızda uğuldayacağı, tenlerimizi
serinleteceği deniz kıyısındaki meyhanelerden birine gitmekti amacımız.
Çırpıntılı suları, mavnaları, sandalları, gemileri seyredecek, içimizdeki
sıkıntıların tırmalayıcılığını çağrışımlar, hayaller ve anılarla bastıracaktık
ama paramız yeterli değildi.
Sirkeci İstasyonu’nun kalabalıkları yutan ve
kusan kocaman ağzından girdik, yankılanan seslere samsalı zemine sürtünen ayak
seslerimizi kattık, tırtılı andıran banliyö trenlerine koşanları izledik,
anonsları dinledik ve saat dört buçukta o hangar gibi yerin kapısından içeriye
süzüldük.
Yapıldığından beri doğru dürüst
havalandırılmadığından kokunun her çeşidi ağdalanmış ve oranın özelliklerinden
biri haline gelmiş soğuk suratlı meyhanenin dip masalarında birkaç erkenci
müşteriyle eşyalarını gümrükten çekme yollarını arayanlar vardı. Amerikan
filmlerinin etkisi altında kaldığımızdan mıdır, yoksa taklit duygumuza boyun eğdiğimizden
midir nedir, yüksek ayaklı taburelere tünedik, dirseklerimizi çinko kaplı
tezgâha dayadık. Ortalıktaki tenhalığı beğenen Orhan Kemal, “Oh be!" dedi.
“Müzahrefat takımından kimse yok'.’Vitrinli dolaba bir kayık tabağı dolusu
patlıcan, biber kızartmasını koymak üzere eğilen yüzü yamalı genç garsona
seslendi: “Bakar mısınız!” Garson bizimle konuşmayı gereksiz buluyormuş, böyle
seslenmelerin arkasından başka bir şey çıkmayacağını biliyormuş gibi bir
tavırla parmak izleri ayan beyan iki bardağı sürdü önümüze, köpeğe kemik
atarcasına. Sinirlendim. “Bardakları yıkar mısınız?”
Garsonun bakışları düşmanlaştı, “çattık
belaya" dercesine başını salladı, bardakları öfkeyle aldı, itin dereden
geçmesi gibi basınçlı suya tuttu, damlaları silkeleye silkeleye getirdi.
“Bir şişe yeni rakı, kavun, beyaz peynir,
cacık, buz,” dedi Orhan Kemal.
“Kapalı şişe istiyoruz! dedim, “Su da
getirin!”
Beni defterden silen ve içinden mutlaka küfür
eden garson, Orhan Kemal’e dikti gözlerini, “Arnavut ciğeri taze,” dedi.
“Rica edelim,” dedi Orhan Kemal; garson
uzaklaşınca bana döndü: “Niye kızıyorsun lan?”
"Nasıl kızmayayım... insan bir ‘hoş
geldiniz’ der, biraz gülümser. Bedava içmeyeceğiz ya!” dedim.
“Belki bir derdi vardır fıkaranın,” dedi
Orhan Kemal koruyuru bir sesle!
"Benim
de derdim var. Hizmet ederken derdini unutmak zorundadır.”
"Unutulmayan dertler de vardır, oğlum.
Biz birileriyle ilgilenirken içimizde olup bitenleri, gizli kalması gerekenleri
bakışlarımızla dışarıya sızdırmıyor muyuz?” dedi Orhan Kemal..
Sızdırıyoruz elbet. Hatta bazen isteyerek
yapıyoruz bunu çevremizdekiler yakınlık göstersin diye.”
“Ya o da aynı durumdaysa?”
Görevini aksatmadan sürdürsün sonra itiraf
faslını kurcalasın
"Kes
lan, başlarım istavrozundan.”
"Talat burda olsaydı, ‘Raşit, uçarım ha’
derdi ve kollarını kanatlaştırırdı,” dedim.
"Bırak
şimdi Talat’ı, ağzımızın tadını bozma,” dedi. "Bırakamam," dedim,”
bizim canımız, ciğerimizdir.” “Ben öyle canlı, ciğerli, kebaplı bir zatı
tanımıyorum, Bay Buyruk.”
“Şimdi kapıdan içeriye girse de, “Lan
dellekler, bensiz mi yutturuyonuz?’ dese ve boyunlarımıza sarılsa ne yaparsın?”
“Derhal birleşip sana karşı cephe alırız,”
dedi Orhan Kemal, güldü. “Kışkırtırım, ‘Sen bu Buyruğu arkadaş belliyon ya
nafile, hep senin aleyhinde konuşuyor, benden söylemesi’ derim.”
“Ciddi mi?” dedim.
“Heye.”
“Senden korkulur arkadaş,” dedim, kalktım.
“Elimi yüzümü bir yıkayayım.”
Tangolar çalınıyordu radyoda. Salonlarda dans
eden çiftlerin arasındaydım, dönerken döndürüyordum kollarımdakini. Bütün
duygularımı uyarmıştı müzik... Müthiş seviyordum müziği. Ruhuma yapışan kirleri,
çer çöpü temizliyordu, anıların deliğine çomak sokuyordu. Evet, yaşadığım andan
önceki hayat olan anıları debreştiriyor, hareketlendiriyordu; başıyla,
ortasıyla, sonuyla geride bıraktığım yaşantıların bütününü canlandırıyor,
damarlarından gürleyerek akan taze bir kanla sürekli kılıyordu. Kayıplarımı
kazanca dönüştüren bir sihirbazdı. Tangoları dinlerken beynim
fokurduyor.kenarları kaşınıyordu. Ve duygularım sel sularının yüklendiği bir
ırmak gibi kabarıyordu. Lavaboda başımı ıslattım, tarandım, döndüm, “Dünya
varmış!” dedim.
Orhan Kemal, kahkahayla güldü. “Gene boruda
delik keşfettin, dünya kalubeladan beri var, evladım.”
“Var da ferahlamanın dilidir bu.”
“Ukalalık
yapma lan. Marifet o dünyayı değiştirmek.” “Değiştireceğiz,” dedim, “Dünyayı ve
üstündeki hayatı.”
“Kıyakız!” dedi Orhan Kemal, şişeden
bardaklara göz kararıyla birer duble koydu, kendisininkine su ekledi, kalıp
buzundan biçimsiz iki üç parça attı ve sisli rakıyı ağzına götürmeden önce
bardağının dibini bardağıma dokundurdu. Talat Kılıç, bir hafta önce Kozan’a
gitmişti, ordan da Bürücek Yaylası’na göçeceklerdi ailecek. Yaylada her sabah
kesilen keçilerin ciğerlerini, böbreklerini, yüreklerini, dalaklarını,
yumurtalıklarını yiyecek, iyice semirecekti. Ayrıca kahvaltısını bahçeden
eliyle koparttığı taş gibi domateslerle, çiçeği burnunda kütür kütür
hıyarlarla, gevrek biberlerle ve de yörüklerin getirdikleri halis tereyağı ile
yapacaktı. “Talat’ın şerefine!”
“Artık dört ayağını gererek yatar,” dedi,
güldü “kafasını anasının dizine dayar, bitlerini gevdirir.”
“Hadi, bir mektup yazalım, çatlatalım,”
dedim.
Sol elini kaldırdı, cümle tedirginliklerden
arınmış ve şakayla renklendirilmiş bir sesle, “Lütfen ot taifesini anıp şu
çatlı dakikalarımızın canına okuma,” dedi, çatalını batırdığı kavun dilimini
çiğnerken güldü. “Ense nah böyle, kilise direği gibi. Surat desen çürük
lacivert ve de kahverengi karışığı mor... Bir de kudretten kara ki gecenin
yarısını yüzünde taşıyor.”
“Arkadaşımı yeme, Raşit, duman ederim seni
ha! Bunları bir bir iletecem,” dedim.
“Derhal ve derakap ilet. Bir daha İstanbul
vilayetine ayak basmamasını da tenbihle... Uğursuz mudur, nedir, o İstanbul’dayken
rızkımız şıp diye kesiliyor, gidince de açılıyor.”
Peynir
kireç gibiydi.
Orhan
Kemal, gömleğinin düğmelerini çözdü, çemirlendi, her harfin tepesinde yüzlerce
dinamitin patladığı bir sesle, “Bu ne lan, Buyruk, Çukurova'nın sarı sıcağını
da geçti,” dedi, nüfus cüzdanını yelpaze gibi kullanmaya başladı. “Gerçekten
çok mu sıcak oluyor Çukurova?”
“Sıcak da laf mı? Yakar, kavurur, soluk
aldırmaz, iflahını keser insanın. Kuşlar pat pat düşer... Köpeklerin dili bir
karış dışarda, girer çıkar boyuna ağızlarına.Güneş sanki Çukurovalıyı
cezalandırmak için mahsustan alçalır, adamın tebdilini şaşırtır.”
“Peki
nasıl çalışır ırgatlar o havada?”
“Düşe
kalka, yuvarlana yuvarlana... Bayılırlar, başlarına güneş geçer,
sıtmalanırlar... Felaket!”
“Cehennem
denen yer Çukurova olmasın?” dedim.
“Ne demek olmasın? Çukurova’dır elbet... Aynı
zamanda da bereketiyle cennettir. İnsan, durduğu yerde üzerine tuz dökülmüş
sümüklüböcek gibi erir, akar... akar ki ne akar, ırmaklaşır...” dedi öfkeyle.
“Tokan hele!”
Birer
yudum aldık.
“Hanımın Çiftliği' ni okudun mu?” dedi.
Hanımın Çiftliği
romanı (Esat Mahmut Karakurt hariç) hiçbir yazara nasip olmayan, dostları
sevindiren, düşmanları daha da düşmanlaştırıp saldırılarını zehirle lav
karışımı bir şeye dönüştüren muazzam bir reklam kampanyasından sonra
yayımlanmıştı Vatan gazetesinde. Yol ağızlarında, köşelerde saçtan panolar
dikilmişti. Sık sık panoların dikildiği yerlere gider, “Hanımın Çiftliği, yazan
Orhan Kemal” yazılarını sevinçle, gururla ve de yanımızdan yöremizden
geçenlerin dikkatlerini çekmek isteğiyle seslerimizi yükselterek okurduk.
"Tefrika edilirken heyecanla izlemiştim,” dedim. “İmzalayıp verdiğimi
okumadın mı?” dedi.
"Okudum.”
“Adaşın
Muzaffer Bey nasıl?”
“Harika! Uçkuruna fazlaca
düşkün bir feodal.” “ötekiler?”
“Sen edebiyatımızın en iyi tip çizen
yazarısın,” dedim, “Yasin Ağa, Kabak Hafız, Zaloğlu Ramazan, Gülizar, yaşıyor.”
Çağlayanlaşmaya elverişli bir gülmeyle,
“Zaloğlu’na ne dersin?” dedi.
“Murtaza’nın onursuzu,” dedim. “Zavallıyı
öyle bir rezil etmişsin ki o kadar olur.”
“Ben değil, şartlar onu rezil ediyor. Gücünün
üstünde şeylerin peşinde serseri... Sahip olmadığına, olamayacağına sahipmiş
gibi caka satıyor. Ezilmeye, alay edilmeye mahkûmdur bu et beyinliler,” dedi
gülüşünü dağıtmadan.
“Erkekliğinin, yiğitliğinin timsali
bıyıklarını kazıttırıyorsun Muzaffer Bey’e.”
“Ne yapayım, o da çizmeden yukarı çıkmasaydı,
Allah Allah!”
“Beğendiğim sahnelerden biri de Zaloğlu’nun
Muzaffer Bey tarafından tekme tokat kovulması; şaşkın, kararsız dolaşması.
Romandaki mizahın can damarı Zaloğlu. Kabak Hafız’la Yasin Ağa da o can damarı
besleyen kaynaklar, yani Zaloğlu’nun uyduları.”
Sevindi. “Mizahın dozu iyi mi?”
“îyi. Sulandırmıyorsun.”
“Yaşa lan Buyruk, bu tesbitin hoşuma gitti.
Benim hikâyelerimdeki, romanlarımdaki mizah hagaragort mizah değildir, beşeri
mizahtır, Çehov’un mizahı gibi seviyelidir. Arap Talat, bunlardan çakar mı?”
“Araba ilişme, o şimdi ormanda kırmızı yaprak
topluyor,” dedim.
“Hatıra defterinin arasına koyacak, sonra da
bize, ‘Efendi fi tarihinde ben yayladayken...’ diyecek. Neyse, arabı sokmayalım
aramıza,” dedi.
“Sen istediğin kadar sokma, o bizden
uzaklaşmış değil ki. Bütün saniyelerimizde, saliselerimizde bıyık buruyor.”
“Doğru. Şurda, birlikte içseydik lafımız daha
bir şirelenecekti,” dedi Orhan Kemal, dalgınlaştı. Derken toparlandı. Hanımın Çiftliği'ni
nerdeyse elle tutulacak somutluktaki bir heyecanla anlatmaya koyuldu. Şiveleriyle,
esprileriyle, kurnazlıklarıyla, ilkel davranışlarıyla, bilgisizlikleriyle
oluşan bir ilişki karmaşasında çırpınmalarını sergiledi kişilerin. Sanki
romandakiler ahbapları, arkadaşları, akrabaları, tanıdıklarıymış gibi
ilgileniyor, eleştiriyor, sövüyor, övüyor, sevgiyle yüceltiyordu. Aslında
korkağın korkağı olan ama çevresindekilere kendisini bir “kahraman” gibi yutturmaya
çalışan Zaloğlu’nu yerin dibine batırdı. Anımsadığı ilginç noktaları savurduğu
dipdiri, hayat fışkıran kahkahalarla sararttı. ‘Bereketli Toprak Üzerinde’ki
Pehlivan Ali’yi yatırdı bıçağın altına; saflığında, lekelenmemişliğinde binbir
delik açtı, kesti, biçti, çizdi, kanattı ama daha fazla harcamaya gönlü
elvermedi, büyük bir heykelini yonttu, anıtlaştırdı. Vukuat Var'ın
Cemşir Ağa’sını Adem Baba gibi çamurdan yarattı, güldü, beş altı tane, hem
Cemşir Ağa’ya bağlı, hem de Cemşir Ağa’ya yabancı portreyi sıraladı. Alasonya
göçmeni Murtaza’ya sıçradı. (Orhan Kemal, Murtaza’ya “macir” der.) Murtaza’nın
kendine özgü konuşmalarına, kraldan çok kralcılığına, despotça disiplin
anlayışına; olaylarına, başından geçen serüvenlerine tekrar tekrar değindi.
Murtaza, kaleminden doğan biri değil de kadeh tokuşturduğu, koluna girdiği bir
dostuydu. En az karısını, çocuklarını, Talat Kılıç’la beni sevdiği gibi
seviyordu onu da. Günün her saatinde birlikteydi. “Murtaza bu durumda şöyle
yapar,” derdi. Murtaza, hem koşullarca yönetilen, hem de koşulları yönlendiren
biriydi. Murtaza’nın benzeri ama yaşlısı Ali Çavuş’un hikâyesini eşeledi.
(Yıllardır beyninin hücrelerinde karnını doyurduğu Ali Çavuş’u, bazı
eksikliklerini gideremediğinden ötürü kâğıda dökemedi.) Ali Çavuş, Birinci
Dünya Savaşı’nda Milli Mücalede’de çarpışmış, yaralanmış, madalya almış ama
huzur, refah sağlayan bir iş kuramamıştı. Gelgeç işlerle, yaltakçılıklarla,
ikiyüzlülüklerle nafakasını doğrultuyordu. Efe, şakşakçı, tek ayak üstünde kırk
yalan kıvıran hayali geniş bir ruh hastasıydı. Adana’nın düşman işgalinden
kurtulduğu gün düzenlenen görkemli törene, Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili bütün
bayramlara öteki gazilerle birlikte katılırdı. Kalpağını başına geçirir, nefti
asker giysilerine bürünür, çengelli iğneyle göğsüne iliştirdiği madalyasını sık
sık parlatır, fişeklikleri çaprazlaşmasına takardı. Kamaları, bombaları
palaskasının arasına sıkıştırır, çakaralmaz tüfeğini omuzuna asar ve kendisi
gibi yaşlı, kadidi çıkmış, kaburga kemikleri sayılan lagar beygire binerdi.
Çalımla bakardı sağa sola. Halkın zihninde yaşattığı bir gösterinin
başlatıcısı, hikâyelerini kuşaktan kuşağa aktaracakları bir dönemin
simgesiydi. Ali Çavuş belirdi mi seyircilerde bir dalgalanma olurdu, uğultu
gürültüye dönüşürdü. Delikanlılar, kızlar, kadınlar, avuçlarını patlatırcasına
alkışlarlar, bir yandan da “Atıyın guyruğu düşüyo çavışaa!” diye bağırırlardı.
Sinirlenirdi güya Ali Çavuş. Kaşları inip kalkardı, kalpağını eğerdi ve Vali’ye
öteki zevata işittirmek amacıyla, “...mmıza gorun ha arvatlar...” karşılığını
verirdi. “Yuuu”lar, göz yaşartıcı kahkahalar birden yoğunlaşırdı. Ve Ali Çavuş,
tören sona erince kendisine ‘Yu’, çeken, alkışlayanlara (onlar orda yokmuş
gibi) seyircilerin gösterdiği ilgiyi ballandıra ballandıra anlatır, acıyıp da
iki buçuk liraları yelek cebine atanların ellerini öperdi.
İçtik.
“Yaz o delleğe bir an evvel gelecekse gelsin, gelmezse orda vefat etsin,'-
dedi Orhan Kemal.
“ölürse
hemen bir ceviz ağacının altına gömerler,” dedim. “Bir yıla kalmadan da evliya
olur çıkar.”
“Valla
çıkar,”dedi.“Çaput maput bağlarlar, mum dikerler, helva falan getirirler.”
“Helvanın
getirildiğini anladı mı mezardan kalkar, yer gene yatar,” dedim.
“Yer
Allahıma!” dedi Orhan Kemal, duygulandı, bardağını kaldırdı. “Hadi çürük mor ve
de lacivert Arap için.” “Arap yiğit adamdır,” dedim.
“Heyeyiğittir...
özledim,” dedi.
“Ben
de...” dedim.
“Hani
onun dilinden düşürmediği bir şarkısı vardı,
neydi o? dedi Orhan Kemal,
anımsamasına yardım edecekmişçesine gözlerime baktı.
Şey
mi? Yine hazan mevsimi geldi’mi?”
Tamam,
tamam... Mırıldansana şunu.”
Boğazımdaki
gıcığı temizledim, sesimi ayarladım ve başladım.