28 Haziran 2012 Perşembe
21 Haziran 2012 Perşembe
Kavis / Cemil Yüksel
suyun
kavisle döndüğü dolandığı sonra
parladığı
bir karşılamam olurdu
sarhoş
bir bar dolusu kalabalık gibi
kollarımın
ağırlığı yönünde hizasız
sevinçler
gibi -hey garson! derdim
şu
saçları alır mısın boğacak beni kendiliğinden
kadınları
gösterirdim kendinden habersiz o gürültüyü
mutfakları
taşımış ellerin çizgilerini
sonra
çocuklarına bakmış, okşamış ve
bitmeksizin
sonrasız tekrarlanan günaydınlarını
sabah
erken düzeltilmiş yastıklarla
uyanmanın
bildik ve garipsi tutumunu
pencereleri
açmanın yönelimiyle
gösteririm
de tutar aynı kabullenişle usulca
suyunu
değiştirir yenilerdim bir çiçeğin ülkesini
hey
garson bırak şimdi bardakları
o
her şeyi açıklamakta kullandığın kelimeyi
suda
çözülmenin sırrı masalarda bırak onları
şu
kirpikleri al uzanmış bütün elleri kesiyor
ve
domatesleri kızarmış kırmızı biberleri
ve
acısını bütün masaların boş durduğu sessizlikte
Uzakdoğulu
bir göz yuvası taşımış kirpikler belli
tut
onları lütfen sıkıştır parmaklarınla
-dilek
tutar mısınız ! - tuttum bir vakit
salladım
salladım meyvelerini gövdemin
erken
bir bahar açısından gülüyordu unutulmaya
ben
hem ne yapsam yeri sayılırdı sevinçlerin
yine
doğrudan rüzgarları kollayan gölgemi oynatsam
sevinç
armağanları, dağılacak düğme tekrardan
coşkun
çocukların kahkahaları gibi sofrada
nedir
anlaşılmaz olan kayboluşumuzda
aynayla
kadınlar bakıyor gözlerimizden
ilelebet
senfonisi sürekli yeniden tanışmanın
yeniden
tanışmanın çok yönlü bakışması
merhaba
demek için ağzıyla dudaklarıma değen
o
kadın tanrının elinden kurulmuş çeyiz sandığıyla
her
açıldığında temiz her kapandığında merakla tutulan
işte
o kadın değdi değecek kirazlar tadında
ayak
izlerinden temizleyip bir yeşilliği onaran ellerime
öpecek
dudaklarıyla sertliğini konulmaz isteklerimin
o
dokunuşla bulacak gibi etrafsızlığımı
görüntümü
bulacak gibi o sahnede
ışıklar
söndü, günaydın ! kadın sesi !
aksi
şeytan içkiler sunuyor gizli gizli
ne
yapsam ne etsem nasıl sorulmayışımdan.
hey
garson beni kaldır bu masadan
ayakları
unutulmuş bir kırkayak gibi yaratıldım
beni
taşı buradan suları bırakılacak baraj kapaklarına
oradan
akacağım o bekletilmişlikten
anlamını
yitirecek yeni bir anlama.
İzafi Dergisi 2012 Nisan Mayıs Sayısında Yayınlanmıştır.
Görsel: Shinichi Maruyama
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Anılar, Düşler, Düşünceler / Carl Gustav Jung
Annemin
iki kişiliği arasında çok büyük farklar vardı. Bu nedenle, çocukken düşlerimde
onunla uğraşırdım. Gündüzleri sevecen bir anneydi, geceleriyse ürkütücü. Öyle
olduğunda, ayı ininde yaşayan, hem bir rahibe hem de garip bir hayvan olan bir
kâhini anımsatırdı. Çok eskilere dönük ve acımasız; doğa ve gerçek kadar
acımasız. Öyle anlarda benim "doğal zihin" dediğim olguyu yaşardı.
Kendimde
de, bu arkaik yapıdan izler buluyorum. Üstelik her zaman hoş bir şey olmasa da
bunun bir parçası olarak insanları ve her şeyi oldukları gibi görme yeteneğim
var. Görmek istemediğim zamanlar aydınlığı örtüp kendimi sonsuza dek
aldatabilirim ama gene de işin gerçek yüzünü her zaman bilerek. Bir süre
aldatılabi- len ama sonunda koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir
köpeğe benzerim. Bu "gerçeği görebilme" yeteneği içgüdüsel ya da
başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel
olmayan bir algılamayla gören "gözlerin arkasındaki gözler"dir
bunlar sanki.
Bunu
çok sonraları, bana garip şeyler olmaya başladığında anladım. Örneğin, bir kez
tanımadığım bir adamın yaşamöyküsünü anlattım. Karımın bir arkadaşının
düğünündeydik. Ne gelini ne de ailesinden kimseyi tanıyordum. Yemekte, bana
avukat diye tanıştırılan uzun sakallı hoş bir bey vardı. Suçlu psikolojisiyle
ilgili hararetli bir konuşmaya dalmıştık. Bir sorusunu daha iyi
yanıtlayabilmek için tüm ayrıntılarını kattığım bir öykü uydurdum. Öyküyü
anlatırken, adamın yüzündeki ifadenin değiştiğini ve masaya sessizlik
çöktüğünü fark ettim ve ne yapacağımı bilemediğim için sustum. Allahtan, o
sırada sıra tatlıya gelmiş olduğu için kısa bir süre sonra masadan kalkıp
otelin lobisine gidebildim ve orada, bir köşeye çekilip olanları düşünmeye
çalıştım. O sırada, konuklardan biri yanıma geldi ve, "Böyle bir
patavatsızlığı nasıl yaparsın!" diye beni kınadı. "Patavatsızlık
mı?" diye sordum. "Evet, o anlattığın neydi öyle?" dedi.
"Tümünü uydurdum," dedim.
Karşımda
oturan adamın öyküsünü tüm ayrıntısına dek anlattığımı öğrendiğimde hem çok
şaşırdım hem de dehşete düştüm. O anda anlattıklarımın tek bir sözcüğünü bile
anımsayamıyordum. Bugüne dek de, bir daha anımsayamadım. Heinrich Zschokke, Kendine Bakış'ta buna benzer bir olay
anlatır: Bir handa hırsızlık olayını içsel gözüyle gördüğü için kimsenin
tanımadığı bir gencin hırsız olduğunu anlamış.
Yaşamım
boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu
bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu.
Ne
söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp
gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.
Annem
yaşıma göre zihinsel açıdan çok ileri olduğumu düşündüğü için benimle her
zaman bir yetişkinle konuşur gibi konuşurdu. Beni sırdaşı gördüğü ve babama
söyleyemediği sorunlarını bana anlattığı belliydi. Beni çok kaygılandıran, babamla
ilgili bir konuyu bana açtığında on bir yaşındaydım. Uzun bir süre ne yapacağımı
bilemedim. Sonunda, çok etkin bir insan olduğunu duyduğum babamın arkadaşlarından
birine danışmaya karar verdim. Anneme haber vermeden bir gün okul çıkışı kente
inip adamın evine gittim. Kapıyı açan hizmetçi evde olmadığını söyledi. Canım
çok sıkıldı ama çaresiz eve döndüm. Allahtan da evde değilmiş çünkü bir süre
sonra annem o konuya bir kez daha değindi, ama çok daha değişik ve ılımlı bir
yaklaşımla. Böylece, konu önemini yitirmiş oldu. Bu beni çok etkiledi.
"Amma da aptalmışsın! Aptalca ciddiyetin yüzünden neredeyse bir felakete
neden oluyordun," diye düşündüm. O günden sonra, annemin söylediği her
şeyin ancak yarısını ciddiye almaya karar verdim. Bu da düşündüklerimi ona
açmamı engelledi.
Oysa,
arada sırada ikinci kişiliği ansızın ortaya çıktığında söyledikleri öylesine
doğru ve isabetli oluyordu ki çok sarsılıyordum. Annem o durumunu
sürdürebilsey- di olağanüstü bir sırdaş edinebilirdim.
Babamla
durum farklıydı. Dinle ilgili açmazlarımı ona anlatıp önerilerini almak
isterdim ama bulunduğu mevkiye saygısından, bana vermek zorunda kalacağı yanıtları
zaten bildiğimi düşünüyordum. Varsayımlarım da kısa bir süre sonra doğrulandı.
Hıristiyanlığa kabul edilme törenim için sahip olmam gerekli bilgileri bana babam
veriyordu ve sıkıntıdan patlıyordum. Bir gün, Hazreti İsa'yla ilgili verilen
duygu yüklü, sıkıcı ve genelde çok da anlaşılamayan bilgilerin arasında işe
yarar bir şeyler bulur muyum diye İlmihal'i karıştırırken, Tanrı, İsa ve
Kutsal Ruh üçlemesinden söz edilen yeri buldum. O bölüm ilgimi çekti çünkü aynı
zamanda üçlü olan bir bütünden söz ediliyordu. Çelişkinin yarattığı sorun
ilgimi öylesine artırdı ki bu sorunsala geleceğimiz ânı iple çeker oldum.
Oysa, sırası geldiğinde babam, "Burasını atlıyoruz çünkü bundan hiçbir
şey anlamıyorum," dedi. Babamın dürüstlüğüne hayran kaldım ama büyük bir
düş kırıklığını da önleyemedim. "Bak işte! Bu konuda hiçbir şey
bilmiyorlar, sorgulamak zahmetine de girmiyorlar. Bu durumda onlara gizimi
nasıl açarım?" diye düşündüm.
Düşünmeye
yatkın birkaç okul arkadaşımı yokladım ama boşuna. Yanıt alamadığım gibi beni
uyaran bir tepkisizlikle de karşılaştım.
Çok
sıkılmama karşın, babamın tutumuna benzer bir tutumla, anlamadan inanmaya çaba
göstererek son umudum olan Hıristiyanlığa kabul edilme törenine hazırlanmayı
sürdürdüm. Bu tören benim gözümde bundan, yani, 1890-30=1860 yıl önce ölen Hazreti
İsa'yı anma amacıyla yenen bir yemekten öte bir şey değildi. "Alın, bunu
yiyin! Bu benim bedenimdir," gibi sözler etmişti. Demek ki, törensel
ekmeği onun aslında insan etinden oluşan bedeni niyetine yiyecek, aslında kan
ulan şarabı da içecektik.Bunun onu kendimizin bir parçasına dönüştürmek
anlamına geldiğini anlayabiliyordum ama bu bana öylesine olanakdışı geliyordu
ki! Gene de, babamın çok değer verdiği törende çok büyük bir gizem olduğunu ve
benim de ancak törene katılmakla bu gizemin bir parçası olabileceğimden kuşku
duymuyordum.
…
Tanrı'nın
doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmasını anlayamıyordum. En azından bundan çok
ciddi kuşku duyuyordum. Anlaşılan, bu da mantık yürütülmemesi, yalnızca
inanılması gereken noktalardan biriydi. Tanrı en yüce iyilikse, O'nun yarattığı
bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? "Büyük bir
olasılıkla şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş," diye
düşünüyordum. İyi de şeytan da Tanrı'nın bir yaratığıydı. Şeytanla ilgili
şeyler okumalıydım. Çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Bu yakıcı sorunu çözmek
için yeniden Biedermann'm Hıristiyanlık dogmalarıyla ilgili kitabına başvurdum.
Acı çekmenin, kusurlu olmanın ve kötülüğün nedenleri nelerdi? Hiçbir şey
bulamadım. Bu iş orada bitti. Anlaşılan bu dogmalar, güzel sözlerden başka bir
şey değildiler. Daha da kötüsü, tek amacı gerçeği bulandırmak olan bir
aldatmaca ve eşi benzeri olmayan bir aptallık örneğiydiler. Düş kırıklığına
uğramıştım. Öfkelenmiştim bile. Babama bir kez daha acıdım; bu üçkâğıda kurban
oldu diye.
Oysa,
başka yerlerde ve başka zamanlarda, benim gibi gerçeği arayan, mantıklı
düşünebilen, kendilerini ve başkalarını kandırmak istemeyen ve dünyanın acı
gerçeğini yadsımayan birileri olmuştu kuşkusuz. İşte tam o günlerde, annem,
daha doğrusu annemin iki numaralı kişiliği durup dururken, "Bir ara,
Goethe'nin Faust'unu okumalısın," dedi. Goethe'nin bütün yapıtları vardı
bizde. Faust'u seçip okumaya başladım. Ruhuma mucizevi bir merhem gibi geldi.
"Sonunda, şeytanı ciddiye alan birini buldum," diye düşündüm.
Üstelik, Tanrı'nın dünyayı kusursuz yapmak isteyen planına karşı olan biriyle
ölümüne bir antlaşma yapıyor. Faust'un tutumuna üzüldüm, çünkü bence o denli
tek yönlü olmamalı ve çabucak kanmamalıydı. Daha zekice ve daha namuslu
davranabilirdi. Ruhu üzerine aldırmadan kumar oynarken ne kadar da çocuksu
davranmıştı! Faust'un biraz palavracı olduğuna kuşku yoktu. Trajedinin
ağırlığının ve öneminin Mefisto'nun üzerinde yoğunlaştığını düşünüyordum.
Faust'un ruhunun cehenneme gitmesi beni hiç üzmezdi. Hak etmişti çünkü. Sonunda
Mefisto'nun "aldatılmış şeytan" olması hiç hoşuma gitmedi. Her şey
olabilirdi ama aptal olamazdı. Ayrıca, küçük aptal meleklerin onu
kandırabilmesi de hiç mantıklı gelmiyordu. Mefisto çok farklı bir bağlamda
kandırılmış, o kişiliksiz geveze Faust, dalaveresini öbür dünyaya da taşıdığı
için söz verilen haklarını alamamıştı. Gerçi saflığı orada ortaya çıkıyordu
ama bence, aslında büyük gizemlerin derinliğine inme hakkını kazanmaya değer
bir şey de yapmamıştı. Ben olsam, ona, biraz cehennem ateşini tattırırdım.
Bence ana sorun, beni çok etkileyen Mefisto'ydu. Çok belirgin olmasa da
annelere özgü gizemle bir bağlantısı olduğunu sezinliyordum. Uzun lafın kısası,
Mefisto ve sondaki, aydınlanmaya başlama bölümü, bilinç dünyamı ucundan
kenarından etkileyen gizem dolu, olağanüstü bir deneyim olarak kaldı.
Sonunda,
kötülüğü ve onun evrensel gücünü görebilen insanların olduğunun kanıtını
bulmuş, daha da önemlisi, insanları karanlıktan ve acıdan kurtarmada oynadığı
gizemli rolü keşfetmiştim. Bu bağlamda, Goethe gözüme bir peygamber gibi gözüktü
ama Mefisto'yu basit bir üçkâğıtla başından savmasını da bağışlayamıyordum.
…
Zihnimde
bunu evirip çevirirken, aşağıda anlatacağım olayla başıma yumruk yemiş gibi
oldum: Nasıl olduysa beni ilgilendiren bir konuda bir kompozisyon yazmamız
istendi. Coşkuyla işe koyuldum ve özenle yazılmış ve başarılı varsaydığım bir
yazı yazdım. Beni çok ortaya çıkaracağı için en yüksek notu istemiyordum ama en
azından en yüksek notlardan birini alacağımı umuyordum.
Öğretmenimiz
kompozisyonları başarı sırasına göre sınıfta değerlendirirdi. İlk önce, sınıfın
birincisi olana döndü. Bu da doğaldı. Onunkini öbür öğrencilerin kompozisyonları
izledi. Sıramın gelmesini bekliyordum ama boşuna. "Bu zayıf öğrenci-
lerinkinden daha da kötü olamaz yazdıklarım. Nasıl olur? Acaba, "hors
corıcours" (yarışın dışında) muyum?" diye düşünüyordum. Bu
öbürlerinden iyice ayrı olmak ve çok kötü bir biçimde ilgi çekmek demek olurdu.
Bütün
kompozisyonlar bittiğinde, öğretmen, "Bir kompozisyon daha var. O da
Jung'un," dedi. "Tümünden iyi. Onu ilk okumam gerekirdi ama ne yazık
ki sahtekârlık yapmış. Bunları nereden çektin? Gerçeği itiraf et."
Öfke
ve dehşetle ayağa fırladım. "Kopya çekmedim. İyi bir kompozisyon yazabilmek
için çok uğraştım," diye haykırdım ama öğretmen, "Yalan söylüyorsun!
Böyle bir kompozisyonu dünyada sen yazamazsın. Kimseyi kandıramazsın. Şimdi
söyle bakalım. Bunu nereden buldun?" diye bağırdı.
Boş
yere suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalıştım ama öğretmen inadından vazgeçmedi.
Tehdit edercesine, "Bak, nereden kopya çektiğini bilsem, okuldan
atılırsın," dedi ve sırtını döndü. Sınıf arkadaşlarım bana garip bakışlar
fırlatıyorlardı. Dehşet içinde, "Ya, demek böyle!" diye
düşündüklerini anladım. Karşı çıkmalarıma kimse aldırmadı.
O
andan sonra, mimlendiğimi ve garip varsayılmamamdan kurtulmaya yarayacak tüm
yolların kapandığını anladım. Yüreğimden yaralandığım ve gururum çok kötü
kırıldığı için öğretmenden intikam almaya yemin ettim. Elime bir fırsat geçseydi
orman kanunlarını aratmayacak bir şeyler de olabilirdi. Kompozisyonu bir yerlerden
çekmediğimi ona nasıl kanıtlayabilirdim acaba?
Günlerce,
zihnimde sürekli buna yanıt aradım, ama hep buna gücümün yetmeyeceği sonucuna
varıyordum. Bana yalancı ve hırsız damgasını vuran saçma sapan, kör bir talihin
oyununa kurban gitmiştim. O güne dek anlayamadığım bazı şeyleri anladım,
örneğin, okuldaki durumumu öğrenmek isteyen babama, öğretmenlerden birinin neden,
"Orta bir öğrenci, ama çok gayret ediyor," demesini de. Oldukça aptal
ve yüzeysel buluyorlardı beni. Buna aldırmıyordum aslında. Kızdığım, kopya çekebileceğimi
düşünerek moralimi sıfıra indirmeleriydi.
Öfkem
ve üzüntüm denetlenemeyecek bir duruma geldi. Sonra, daha önceleri birkaç kez
kendimde fark ettiğim bir şey oldu. Gürültülü bir yerin üzerine ses geçirmez
bir kapı kapanmışçasına, ansızın içimde bir sessizlik oldu. Bir sorunun
yanıtını merak ediyordum ama artık soğukkanlılıkla. Kendime, "Ne oluyor?
Gerginsin anladık ama öğretmen aslında senin yapını anlayamayan aptalın biri.
Daha doğrusu, onu, senden de az anlayabiliyor. Bu nedenle, o da senin kadar
başkalarına güvenmiyor. Sen kendine ve başkalarına güvenmiyorsun ve bu nedenle,
zayıf, basit ve kolayca anlaşılan insanların tarafını tutuyorsun. İnsan
anlamadığı zaman telaşlanır," dedim.
Bunları
düşününce, ansızın, sine ira et studio,
o yasak düşünceye dalmak istemediğim zamanlarda, zorla düşünmeye itildiğim
birbiri ardına gelen düşüncelerle, bu düşüncenin benzeştiğini fark ettim. O
zamanlar henüz, birinci ve ikinci kişiliklerim arasında bir ayrım olabileceğini
düşünemiyordum. İkinci kişiliğimin dünyasını da, kişisel dünyamın bir parçası
görmeme karşın, çok derinlerde, arka planda bir yerlerde, benden başka bir
şeyin de bu işle bir bağlantısı olduğu duygusu beni hiçbir zaman bırakmadı.
Sanki bana, sonsuz evrenin ve büyük yıldız dünyasının soluğu dokunmuş ya da
çok uzun süre önce ölen ama zamana bağlı olmadığı için bugün de, çok uzak
gelecekte de var olacak bir ruh görünmeden odaya girmişti. Bu tür dönüm
noktalan, bir numenin başının üzerindeki ışık saçan halelere benzerler.
O
zamanlar, kuşkusuz, kendimi böyle ifade edebilmem olanaksızdı. Bilinç durumumda
o zamanlar olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek amacında değilim. Amacım o
zamanki duygularımı anlatabilmek ve şu andaki bilgimin yardımıyla, o yarı
karanlık dünyaya ışık tutabilmek.
Bir
süre önce anlattığım olaydan birkaç ay sonra, okul arkadaşlarım bana "Abraham
Baba" takma adını uygun gördüler. Birinci kişiliğimin bunu saçma ve gülünç
bulmasına ve nedenini hiç anlayamamasına karşın, çok derinlerde bu takma adın,
nedense çok uygun olduğunu sezinliyordum.
….
Bu
kaygılar benim, çok merak ettiğim için onun kitaplarım okumaya karar vermemi
önleyemediler. Elime geçirdiğim ilk yapıtı, "Zamansız Düşünceler"di.
Bu kitap beni çok heyecanlandırdı. Onun üzerine, “Böyle Buyurdu Zerdüşt"ü
okudum. Goethe'nin "Faust"u denli etkileyici bir deneyim oldu benim
için. Zerdüşt, Nietzsche' nin Faust'u ve 2 no'lu kişiliğiydi ve dağla pireyi
karşılaştırmak gibi olsa da, benim 2 numaram, Zerdüşt'ün yerini tutuyordu.
Zerdüşt ürkütücü ve maraziydi. Benim 2 numaram da mı öyleydi? Bu düşüncenin
bana verdiği dehşeti uzun bir süre itiraf etmemeye çalıştım fakat ikide bir,
durup dururken ortaya çıkıp soğuk terler dökmeme neden olduğu için sonunda beni
kendimle yüzleşmek zorunda bıraktı. Nietzsche 2 no'lu kişiliği, yaşamının
sonuna doğru, orta yaşı geride bıraktığında keşfetmişti. Oysa ben,
çocukluğumdan beri biliyordum. Nietzsche ad verilmemesi gerekli olan bu
şeyden, yani Arrheton'dan, doğalmışçasına, biraz bilinçsizce ve fazla dikkat
etmeden söz ediyordu. Bu durumun sorunlara yol açacağını zamanında sezinlemiştim.
Nietzsche öylesine parlak biriydi ki, neler olabileceğini hiç hesaba katmadan
henüz gençken bir profesör olarak Basel'e gelmişti. Üstün zekâsıyla, bir şeylerin
eksik olduğunu zamanında fark etmesi gerekirdi. Ürkütücü yanılgısı, 2 no'yu,
hiç kuşku duymadan, böyle şeylerden hiç haberi olmayan ve hiç anlayamayacak bir
dünyaya korkusuzca salıvermesiydi. Çocukça bir umutla, güçlü heyecanlarını
paylaşabilecek ve tüm değer yargılarının ötesine geçtiğini kavrayabilecek
insanlar arıyordu. Oysa, düşündüğünden şaşmayan iyi eğitim görmüş insanlar
buldu. İşin trajikomik yönüyse, onun da onlardan biri olmasıydı. Öbürleri gibi
o da, söze dökülemeyecek gizeme balıklama atıldığında kendini anlayamadı ve
Tanrı'nın terk ettiği coşkusuz bir topluluğa, bu deneyiminin övgülerini
yağdırdı. Sözcüklerin bombardımanı, mecazların üst üste yığılması ve bir
ilahiyi dinlercesine kendinden geçmeleri, tümü, birbirleriyle bağlantısı
olmayan gerçekler uğruna ruhunu satmış bir dünyanın kendisine kulak vermesini
sağlamak içindi ve kendi deyimiyle "ip cambazı", başa çıkamayacağı
denli derin bir uçuruma yuvarlandı. Bu dünyanın acemisiydi ve saplantıları
olduğu için ancak çok dikkatli davranılarak başa çıkılabilen bir insana
benziyordu. Tanıdıklarım ve arkadaşlarım arasında Nietzsche'nin düşüncelerini
onayladıklarını açıkça söyleyen yalnızca iki kişi biliyorum. İkisi de
eşcinseldi. Biri sonunda intihar etti, öbürü de anlaşılamamış bir dâhi olarak
yitti gitti. Öbür arkadaşlarımsa, zaten bağışıklıkları olduğu için Zerdüşt
konusunda hiç şaşkınlığa uğramadılar.
Faust
bana bir kapıyı açtıysa, Zerdüşt de başka bir kapıyı kapattı ve bu kapı uzun
süre kapalı kaldı. İki ineğinin de büyü yüzünden aynı yulara girişini gören yaşlı
köylüye dönmüştüm.
İnsanların
bildiği şeylerden söz etmedikçe bir yere varılamayağını anlamıştım. Zayıf bir
insan, karşısındakilere bilmedikleri bir konuyu anlatmanın ne denli büyük bir
hakaret olduğunu anlayamaz. Bu insanlar, böyle bir şeyi yalnızca yazarlar, gazeteciler
ve ozanlar yaparsa hoş görebilirler. Yeni bir düşüncenin ya da eskisine oranla
değişik olan bir yaklaşımın ancak gerçeklerle iletilebileceğinin farkına
varmıştım. Gerçekler kalıcıdır, silip atılamazlar ve er geç biri onlarla
karşılaşır ve ne bulduğunun bilincine varır. Daha iyi bir şeylerin
gereksinmesi nedeniyle konuştuğumu ve sahip olmadığım kanıtları ortaya
koymamam gerektiğini biliyordum. Elimde somut hiçbir şey yoktu. Giderek
deneyimin gerekliliğine inanıyor, filozofları deneyimi göz önünde bulundurmadan
çene yordukları için suçluyordum. Kanıtlarla yanıt verecekleri yerde
susuyorlardı. Bu bağlamda, tümü sulandırılmış dinbilimcilere benziyorlardı.
Bana, öyle ya da böyle, elmas vadisinden geçip hiç kimseyi, kendim de dahil olmak
üzere, aldığım örneklerin çakıl taşlarından öte şeyler olduklarına inandıramazmışım
gibi geliyordu.
Bunlar
1898 yılında, tıp adamı olarak mesleğimi daha ciddi bir biçimde düşünmeye
başladığım döneme rastlıyor. Kısa bir süre sonra, ihtisas yapmak gerektiğine
karar verdim. Ya cerrah ya da dahiliyeci olacaktım. Anatomide özel bir eğitimim
olduğu ve patolojiyi tercih ettiğim için cerrahiye daha yatkındım ve büyük bir
olasılıkla parasal sorunlarım olmasaydı cerrah olurdum. Baştan beri,
okuyabilmek için borçlanmak zorunda kalmam beni çok üzüyordu. Bitirme
sınavları biter bitmez ekmek paramı çıkarmak zorunda olduğumu biliyor ve bir
kliniğe oranla daha kolay, maaş alabileceğim bir asistanlık bulabileceğim taşra
hastanelerinden birinde çalışmayı umut ediyordum. Üstelik, kliniklerde iş
bulabilmek genelde klinik şefinin desteği ve sana duyduğu kişisel ilgiye
bağlıydı. Popülaritemin tartışılabilirliği ve insanlarla sık sık yabancılaşma
yaşadığım için bu konuda şansın bana güleceğini düşünmeye bile cesaretim yoktu.
Bu nedenle yerel bir hastanede mütevazı bir işe çoktan razıydım. Ondan sonrası,
çok çalışmama, yeteneklerime ve becerime bağlıydı.
Oysa,
o yaz tatilinde, kader beni çok etkileyecek bir oyun oynadı. Bir gün odamda
ders çalışıyordum. Kapı aralıktı. Annemin örgü ördüğü yandaki yemek odasında,
babamın büyükannesinin çeyizinden kalma yuvarlak bir ceviz masa vardı. O tarihlerde,
aşağı yukarı yetmiş yıllık olmalıydı. Annem, masadan aşağı yukarı bir metre
ötede, pencerenin kenarında oturuyordu. Kardeşim okuldaydı. Hizmetçi de mutfakta.
Ansızın silah sesine benzer bir ses duydum. Yerimden fırlayıp patlama sesinin
geldiği yan odaya koştum. Annemi neye uğradığını şaşırmış, koltukta oturur buldum.
Örgüsü yere düşmüştü. "Ne, ne oldu?" diye kekeleyerek sordu.
"Gürültü tam yanımda oldu." Masaya bakıyordu. Baktığımda ne olduğunu
gördüm. Masa ortasından kenarına doğru çatlamıştı. Ek yerlerinden birinden
değil de, tahtanın tam ortasından. Şaşırıp kaldım. Böyle bir şey nasıl oluyordu?
Yetmiş yıldır kuruyan ağaç, oranın iklimsel özelliği olan oldukça nemli havada
nasıl çatlamıştı? Soğuk ve kuru bir kış gününde, ancak yanan bir sobanın
yanında dursaydı bu olabilirdi. Böyle bir patlamanın nedeni neydi? "Bazen
çok garip kazalar olabiliyor," diye düşündüm. Annem karanlık bir ifadeyle
başını salladı. 2 no'lu sesiyle, "Bunun bir anlamı var," dedi.
İstemediğim halde etkilendim. Söyleyecek bir şey bulamamam beni rahatsız etti.
25 Mayıs 2012 Cuma
Otorite / Jiddu Krishnamurti
Dünyadaki
kargaşadan, sefaletten ve acıdan sorumlu olan her birimizin insan olarak kendi
içimizde köklü bir devrim gerçekleştirmemiz gerektiğine canı gönülden
inanıyorum. Zira her birimiz kendi içimizde hem toplum hem de bireyiz, hem
şiddet hem de huzuruz; zevk, nefret, korku, saldırganlık, zorbalık ve
kibarlığın bu garip karışımıyız. Bazen bir kişi diğeri üzerine hâkimiyet kurar
ve hepimizin içinde büyük ölçüde dengesizlik vardır.
Bizler
sadece dünyaya karşı değil, kendimize, yaptıklarımıza, düşündüklerimize,
eylemlerimize, duygularımıza karşı da sorumluyuz. Bu tuhaf karışımı, şiddetle
inceliğin, şefkatle vahşet, kıskançlık, açgözlülük, haset ve endişenin bu ilginç
çelişkisini anlamadan salt hakikatin veya zevkin peşine düşmek bir anlam ifade
etmez. Kendimizin asıl temelinde köklü bir dönüşüm gerçekleşmedikçe, salt
hakikatin veya zevkin peşinde koşmak beyhudedir. İnsan çok eski zamanlardan
beri hakikat dediğimiz şeyi, Tanrı dediğimiz zamansız hali, ölçülemez ve tarif
edilemez varlığı arayıp durmuştur. İnsan hep bunu aramıştır çünkü hayatı çok
sönüktür. Her zaman hayatında ölüm, ihtiyarlık, onca ıstırap, çelişki,
çatışma, dayanılmaz sıkıntı ve anlamsızlık var. Biz bu duruma hapsol- muş
durumdayız ve bundan kurtulmak için -ya da bu karmaşık varoluşu biraz olsun
anladığımız için- daha fazlasını bulmak istiyoruz, zamanla, düşünceyle, insani
çürümeyle bozulmayacak bir şeyi istiyoruz. Nitekim insan hep bunu aramıştır ve
bulamadığında da inancı yeşertmiştir. Bir tanrıya, kurtarıcıya veya düşünceye
duyulan inancı...
İnancın
kaçınılmaz olarak şiddeti körüklediğini fark ettiniz mi, bilmiyorum. Bunu
düşünün. Bir fikre, bir kavrama inanç beslediğimde o fikri, o kavramı, o
sembolü korumak isterim; o sembol, o fikir, o ideoloji kendimin bir
yansımasıdır. Onunla özdeşleşmişimdir ve her ne pahasına olursa olsun onu
korumak isterim. Bir şeyi korumak istediğimde şiddete yönelirim. Ve giderek
şiddet arttıkça inanç kaybolur; artık Tanrı sayesinde hiç kimse hiçbir şeye
inanmaz olur. Bu durumda kişi ya kinik ve sert olur ya da düşünsel doyum sağlayan
bir felsefe icat eder ama asıl sorun çözülmüş değildir.
Asıl
sorun şudur: İnsan çatışmayla dolu bu karmaşık, mutsuz dünyada sadece dışsal
olarak değil içsel olarak da esaslı bir dönüşümü nasıl gerçekleştirecek? Bu
endişe ve çelişki dünyasında köklü bir devrimi nasıl yapacak? Zira bu değişim
gerçekleştiğinde insan istiyorsa daha ilerisine gidebilir. Fakat eğer bu
radikal, esaslı değişim olmazsa her türlü çaba boşa gidecektir. Hakikat
arayışı, bir tanrının, zamansız bir boyutun olup olmadığı sorusu başka birisi
tarafından, bir rahip, bir kurtarıcı tarafından değil de bizzat sizin
tarafınızdan cevaplanacak bir sorudur; bu soruyu, ancak sözünü ettiğimiz köklü
değişim her insanda gerçekleştiği zaman kendi başınıza cevaplandırabilirsiniz.
İşte bütün bu konuşmalarda bizim ele aldığımız mesele de budur. Bizler sadece
dışımızdaki bu sefil dünyada nesnel bir değişimi nasıl gerçekleştireceğimizle
değil aynı zamanda içsel bir devrimi nasıl başlatacağımızla da ilgileniyoruz.
Çoğumuz öylesine dengesiz, öylesine şiddete yatkın, açgözlü ve bir şeyler ters
gittiğinde hemencecik incinen insanlarız ve bana öyle geliyor ki asıl
meselemiz, bu dünyada yaşayan sizin ve benim gibi bir insanın ne yapacağıdır.
Sahiden
yapabileceğimiz bir şey var mı? Bu soruyu kendinize ciddiyetle sorduğunuzda
cevabınızın ne olacağını merak ediyorum. Biliyorsunuz, hayati bir soru
soruyoruz. İnsan olarak siz ve ben ne yapabiliriz, sadece dünyayı değil aynı
zamanda kendimizi de değiştirmek için ne yapabiliriz? Cevabı birisi bize
söyleyecek mi? İnsanlar bize çok şey söylediler, bu meseleleri sıradan
insanlara kıyasla daha iyi anlaması beklenen din adamları bizlere çok şey
söylediler ama fazla ileriye taşıyamadılar. Onların onca bilgilerine rağmen
bizi ileri noktalara taşıyamıyorlar.
Birisine
bel bağlayamayız; rehber yok, öğretmen yok, otorite yok, sadece insanın
kendisi ve başkalarıyla ve dünyayla ilişkisi var; başka da bir şey yok. İnsan
bunu anladığında, bununla yüzleştiğinde, ya kinikliğe, sertliğe ve benzeri şeylere
yol açan büyük bir çaresizliğe ulaşır ya da bu yüzleşmeyle başka birinden değil
de sadece kendisinden ve dünyadan tamamen sorumlu olduğunu kavrar. İnsan
bununla yüzleştiğinde artık kendine acımaz. Çoğumuz kendimize acıyoruz,
başkalarını suçluyoruz ve bu eğilim berraklık doğurmuyor.
Bu
dünyada çatışmadan, nefretten, şiddetten uzak akıllı, mantıklı, sağlıklı
yaşayıp, aynı zamanda içimizde büyük bir dengeye ulaşabilmek için siz ve ben ne
yapabiliriz? Bana kalırsa bu soru her birimizin kendi başımıza cevaplamamız gereken
bir sorudur.
Çoğumuz
ne yapmamız gerektiğini öğrenmek veya yeni bir şablona uymak için dinliyoruz.
Yahut salt yeni bilgiler edinmek için dinliyoruz. Eğer bu tutumla buradaysanız
bütün bu konuşmalarda yapmaya çalıştığımız şey açısından fazla bir ilerleme
kaydedemezsiniz. Ne yazık ki hepimiz bize bir şeylerin anlatılmasını istiyoruz.
Birileri bize bir şeyler öğretsin diye dinliyoruz; sadece kendisine bir
şeylerin anlatılmasını isteyen zihin açıkçası öğrenme yetisinden yoksundur.
Kendisine
bir şeylerin öğretilmesini istemekle alakası olmayan bir öğrenme sürecinin
olduğunu düşünüyorum. Çoğumuzun kafası karışık olduğu için bu karışıklıktan
kurtulmamıza yardım edecek birini arıyoruz, dolayısıyla sadece belli bir
kalıba uymak için öğreniyor ya da bilgi ediniyoruz; bana öyle geliyor ki, bütün
bu öğrenme türleri kaçınılmaz olarak yalnızca daha fazla karmaşaya değil aynı
zamanda zihnin bozulmasına da yol açar. Farklı bir öğrenme türünün olduğuna
inanıyorum; içinde ne öğretmenin ne de öğrencinin, ne gurunun ne de müridin
olduğu, kendimizi sorguladığımız bir öğrenme. Zihninizin işleyişini
sorgulamaya başladığınızda, düşüncelerinizi, günlük etkinliklerinizi ve duygularınızı
gözlemlediğinizde, bir şey öğrenemezsiniz çünkü size öğretecek birisi yoktur.
Sorgulamanızı bir otoriteye, varsayıma, ön bilgiye dayandıramazsınız. Aksi
halde sadece zaten bildiğiniz bir kalıba uyum sağlamış olusunuz ve dolayısıyla
artık kendinize dair bir şeyler öğrenmiyorsunuz demektir.
İnsan
en tatmin edici, en konforlu, en zevkli yolu kolayca kabul eder. Bu limana
sığınmak çok kolaydır. Ve otorite bir dinsel ya da psikolojik sistem içinde bir
yöntemi önünüze koyup size dayatır. Bu yöntemle güvenliğe nasıl ulaşacağınızı
size söyler. Fakat bu otoritede güvenliğin olmadığını fark ederseniz o zaman
herhangi bir rehberlik, kontrol, psikolojik çaba olmadan yaşamanın mümkün olup
olmadığını keşfedebilirsiniz. Böylece zihnin meselenin özünü kavramak için
özgür olup olamayacağını araştırmaya, görmeye başlarsınız; bu sayede ne olursa
olsun asla herhangi bir psikolojik kalıba uyum sağlamazsınız.
Bu
çok şey talep etmek demektir. Çünkü bizler eğitimliyiz, çünkü otoriteyi
kabullenmeye şartlandırılmışız, çünkü bu yaşamanın en rahat ve kolay yolu.
Derin bir tatmin, derin bir güvence bulma umuduyla bütün inançlarımızı,
birisine, bir düşünceye, bir kanaate veya bir öğretiye olan güvenimizi, ona
kendimizi teslim etmeyi bir kenara bırakalım. Zira o gurular, o öğretiler
yapacaklarını yaptılar ve siz sadece onları takip ettiniz.
Şimdi
akıllı, oldukça uyanık, kelimenin normal anlamında farkında olan kişi bütün
bunlara toptan karşı çıkar. Konuşma özgürlüğü ve diğer özgürlüklerin olduğu,
sizinki gibi özgür bir ülkede yaşayan insanlar olarak sizler totaliter bir
devlete şiddetle karşı çıkarsınız ama psikologların, guruların, şimdi değil de
gelecekte harika bir şey vaat eden öğretilerin otoritesini kabulleniyorsunuz;
çok tatmin edici olduğu için bu otoriteyi benimsiyorsunuz. Bu nedenle
istediğiniz takdirde bütün bunları ortadan kaldıracağız; aksi halde sözünü
ettiğimiz zekâyı uyandıramayız.
Psikolojik
otoritenin olduğu yerde uyum da olur; başkalarının çeşitli onaylarla koyduğu
kalıba uyum ya da deneyimlediğiniz, hissettiğiniz ve onunla güven bulduğunuz
kendi otoritenize uyum. Psikolojik otoritede, öğretilerde -konuşmacının
öğretileri, dinsel öğretiler ve tanıdığınız en iyi gurunun öğretileri de dâhil-
güvence var mıdır? Ve gördüğünüz gibi, milyonlarca insan sonunda bir gün,
gelecek hayatta güvenceye ulaşma umuduyla bu yolu, bu düşünce biçimini takip
ediyor. Şimdi biz bunda bir hakikat payı olup olmadığım kendimize soracağız.
Lütfen
birlikte ilerleyelim. Tamam mı? Birlikte keşfediyoruz. Bu sorunu birlikte ele
alıyoruz yani ben düşünüyorum siz de sadece dinliyor değilsiniz; insanın
güvenlik ve mutluluk bulma umuduyla öteden beri taşıdığı bu ağır yükün hakikatini
ortaya çıkarmak için meseleyi birlikte paylaşıyoruz. Uyuma, taklide, herhangi
bir geleneği takip etmeye dayanmayan bir günlük hayatı yaşayıp
yaşayamayacağımız sorusunu çok ama çok dikkatlice ele almak hem konuşmacının
hem de sizin sorumluluğunuzdadır çünkü eğer bir geleneğe, bir onaya, bir
şablona sahip olursanız kaçınılmaz bir şekilde bilinçli veya bilinçsiz olarak
ona uyum gösterirsiniz.
İnsan
dinsel veya psikolojik bir şablona ya da kendisinin oluşturduğu bir şablona
uyum gösterdiğinde fiilen olan ile şablon arasında hep bir çelişki söz konusu
olur. Her zaman bir çatışma yaşar ve bu çatışma hiç bitmez. Kişinin bir şablonla
işi bittiğinde bir başkasına geçer. Bu idealler, şablonlar, çıkarımlar,
inançlar ve benzeri şeyler yüzünden insan bu çatışma alanında yaşamak için
eğitilmiştir. Bir şablona uyan insan asla özgür olamaz; sevginin ne olduğunu
asla bilemez, her zaman mücadele içinde olduğundan kendine önem verir; benlik
kendini geliştirme fikriyle olağanüstü önem kazanır.
Öyleyse
şablonsuz yaşamak mümkün müdür? Şablon derken, gelenekleri, çıkarımları,
idealleri, gelecekte gelişmenize yardım edecek ilahi bir varlığın olduğu
varsayımım kast ediyoruz; bütün bunları zaten biliyorsunuz. Şimdi tüm insanlığın
eksiksiz bir temsilcisi olarak insan bu meselenin hakikatini nasıl ortaya
çıkaracak? İnsanın bilinci köklü, esaslı bir şekilde değiştiğinde -değişmekten
ziyade dönüştüğünde- o zaman o insan bütün insanlığın bilincini etkiler. Lütfen
meselenin özünü görün, o zaman çok sorumlu olursunuz, o zaman kendi küçük
dertlerinize, seks yapıp yapmamaya, sigara içip içmemeye -bildiğiniz bütün bu
eften püften meselelere- kafa yormakla yetinmezsiniz.
İçinde
otorite kıvılcımının yanmadığı bir hayatın olup olmadığını birlikte araştırıp
göreceğiz. Bu meseleyi nasıl irdeleyeceğiz? Hangi kapasiteyle araştıracağız?
Araştırmak için güdüden kurtulmak gerekir. Kişi otorite meselesini araştırmak
istediğinde, geçmişi ona şöyle der: İtaat etmeliyim, takip etmeliyim. Ve süreç
içinde insanın geçmişi hep korumacı davranır, kişinin araştırmasını çarpıtır.
Geçmişi hiçbir surette araştırmasına müdahale etmesin diye kişi geçmişinden
sıyrılabilir mi?
İnsanın
acilen hakikati bulma gereği, bu zaruret, bu talep geçmişi susturur; insanın
keşfetme hevesi öylesine yoğundur ki geçmiş artık müdahale edemez. Her ne kadar
kişinin geçmişi, aldığı eğitim, şartlanması çok güçlü olsa da -ki asırlar boyu
birikmiştir; insan bilinçli olarak onunla mücadele edemez, onu bir kenara
atamaz; onunla savaşamaz çünkü onunla savaşmanın yalnızca onu güçlendirmeye
yaradığını görür- otoritenin hakikatini bulmaya dönük kararlılığı geçmişi çok
uzağa atar; öyle ki geçmiş artık onun zihnini meşgul etmez.
İnsanların
diğer insanlara psikolojik olarak, hariçten dayattığı otorite meselesini
incelemeye, onun hakikatini öğrenmeye hazır mısınız? Hakikati bulmak için
otoritenin özünü araştırmaya dönük bir saik veya sebep olmamalıdır. Bu çok şeyi
gerektiren bir iştir, öyle değil mi? Buna hazır mıyız? Yoksa hepimiz çok mu
yaşlıyız? Eğer çok yaşlıysanız bu sizin sorununuz, eğer kararlı değilseniz bu
da sizin sorununuz.
Bir
insan olarak meselenin özünü öğrenmek istiyorum. İnsanlığın bir temsilcisi
olduğumu kabul ederek ben kendime "Bu meselenin hakikatini öğrenmek
istiyorum," diyorum. Sözünü ettiğim mesele ise hiçbir uyum, hiçbir
çatışma, hiçbir amaç, hedef, ideal -ki bunların hepsi çatışma yaratır- olmaksızın
bir hayat yaşamanın mümkün olup olmadığıdır. Araştırmanın yoğunluğu meselenin
aslını öğrenme aciliyetine, keşfetmeye dönük muazzam enerjiye sahip olmaya
dayanır.
Kâğıt
üzerinde parlak bir ütopyanın, cesur yeni bir dünyanın taslağını çizebiliriz
fakat bilinmeyen bir gelecek uğruna şimdiyi feda etmek kesinlikle
sorunlarımızın hiçbirini çözmez. Gelecekle şimdinin arayışına giren o kadar çok
unsur var ki hiç kimse geleceğin nasıl olacağını bilemez. Ciddiyet taşıyan biri
olarak bizlerin yapabileceği ve yapması gereken iş sorunlarımızı geleceğe
ertelemeden şimdi ele almaktır. Sonsuzluk geleceğin içinde değildir; sonsuzluk
şimdidir. Sorunlarımız şimdide mevcut ve ancak şimdiki zamanda çözülebilir.
Ciddi
insanlar olarak kendimizi yeniden oluşturmalıyız. Ama yeniden oluşum ancak
kendimizi korumak ve saldırgan arzularla aracılığıyla yarattığımız değerlerden
kopmakla mümkün olabilir. Kişinin kendini bilmesi özgürlüğün başlangıcıdır ve
ancak kendimizi bildiğimizde düzeni ve huzuru sağlayabiliriz.
Şimdi
bazıları şunu sorabilir: "Tek bir birey tarihi etkileyecek ne yapabilir?
O, yaşam tarzıyla sahiden bir şey başarabilir mi?" Elbette başarabilir.
Sizler ve ben tabii ki mevcut savaşları hemen durduramayız veya uluslar arasında
ani bir anlayış yaratamayız ama en azından günlük ilişkiler dünyasında kendi
etkisini doğuracak temel bir değişimi meydana getirebiliriz.
Ancak
ve ancak insan sonuç alma hevesine kapılmazsa bireysel aydınlanma kalabalık
insan gruplarını etkileyebilir. Eğer insan kazanç ve sonuç açısından düşünürse
doğru bireysel dönüşüm mümkün olmaz.
İnsani
sorunlar basit değildir, çok karmaşıktır. Onları anlamak sabır ve içgörü
gerektirir ve birey olarak bizlerin o sorunları kendi başımıza anlayıp
çözmemiz hayati önem taşımaktadır. Onlar ne kolay formüllerle ne de
sloganlarla anlaşılabilir. Keza onlar sadece daha fazla kargaşa ve sefalet doğuran
belirli bir çizgide çalışan uzmanlar tarafından çözülemez. Ancak topyekûn bir
süreç olarak kendimizin farkına vardığımızda, yani tüm psikolojik yapımızı
kavradığımızda sorunlarımızı anlayıp çözebiliriz. Ve hiçbir dini veya siyasi lider
bize bu anlayışın anahtarım sunamaz.
Kendimizi
anlamak için sadece başka insanlarla ilişkimizin değil mülkiyetle, fikirlerle
ve doğayla olan ilişkimizin de farkına varmalıyız. Bütün toplumların temeli
olan insani ilişkilerde hakiki bir devrim yapacaksak değerlerimizde ve bakış
açımızda köklü bir değişim gerçekleştirmemiz gerekir; ama kendimizi gerekli ve
esaslı dönüşümden geçirmekten uzak duruyoruz ve dünyada her zaman kan dökmeye
ve felaketlere yol açan siyasi devrimler yapmaya çalışıyoruz.
Duyuma
dayanan ilişki asla benlikten kurtulmanın yolu olamaz; buna rağmen
ilişkilerimizin çoğu duyuma dayalıdır; onlar şahsi avantaj, rahatlık,
psikolojik güvence arzusunun ürünüdür. Her ne kadar bu ilişkiler bize benlikten
geçici olarak kurtulma fırsatı sunsa da dışa kapatan ve bağlayıcı etkinlikleriyle
benliğe güç katmaktan öteye geçmezler. İlişki benliğin ve onun tüm
etkinliklerinin görüldüğü bir aynadır ve ancak benliğin halleri ilişkilerdeki
tepkiler içinde anlaşıldığında benlikten yaratıcı şekilde sıyrılış mümkün
olabilir.
Cehalet
benliğin hallerinin bilgisinden yoksun olmaktır ve bu cehalet yüzeysel
etkinlikler ve reformlarla yok edilemez; ancak kişinin tüm ilişkilerinden
benliğin tepkilerinin ve hareketlerinin her daim farkında olmasıyla söz konusu
cehalet ortadan kaldırılabilir.
Anlamamız
gereken husus, bizlerin sadece çevre tarafından şartlanmış olduğumuz değil,
aynı zamanda bizzat çevre olduğumuzdur; bizler çevreden ayrı bir şey değiliz.
Düşüncelerimiz ve tepkilerimiz bir parçası olduğumuz toplumun bize dayattığı
değerlerle şartlandırılmış durumdadır.
Bizlerin
topyekûn çevre olduğumuz gerçeğini görmüyoruz çünkü "ben"in, benliğin
çevresinde dönen çeşitli unsurlar var içimizde. Benlik değişik türlerdeki
arzular olan bu unsurlardan ibarettir. Arzuların bir araya gelişinden merkezi
fikir, düşünen kişi, "ben" ve "benim" iradem ortaya çıkar;
böylece benlik ve benlik-olmayan, ben ve çevre ya da toplum arasında bir
bölünme oluşur. Bu bölünme gerek içsel gerekse dışsal çatışmanın başlangıcıdır.
Gerek
bilinçli gerekse bilinçdışı tüm bu sürecin farkındalığı meditasyondur ve
meditasyon yoluyla arzulan ve çatışmalarıyla benlik aşılır. İnsan benliği
koruyan etkilenimler ve delerlerden arınmak istiyorsa kendini bilmesi şarttır
ve ancak ondan sonra kazanacağı özgürlük içinde yaratım, hakikat, Tanrı veya ne
derseniz deyin o olur.
Fikirler
ve gelenek çok küçük yaşlardan itibaren düşüncelerimizi ve duygularımızı
şekillendirir. Anlık etkilenimler ve izlenimler hem bilinçli hem de bilinçdışı
hayatımızı şekillendiren uzun süreli güçlü bir etki yaratır. Uyum, eğitim ve
toplumun tesiriyle çocuklukta başlar.
Taklit
etme isteği hayatımızda sadece yüzeysel seviyede değil derinlerde de çok güçlü
bir faktördür. Bizler bağımsız düşüncelere ve hislere pek sahip değilizdir.
Düşüncelerimiz ve hislerimiz salt tepkiler olarak oluşur ve bu nedenle yerleşik
kalıplardan bağımsız değillerdir çünkü tepkide özgürlük yoktur.
Felsefe
ve din kimi yöntemler ortaya koyar ve bu yöntemlerle biz Tanrıyı veya hakikati
anlamaya çalışırız; ne var ki salt bir yöntemi takip etmek, o yöntem günlük
sosyal yaşantımızda ne kadar faydalı olursa olsun bizi düşüncesiz ve bölük
pörçük bırakır.
Uyum
sağlama dürtüsü yani güvenlik isteği korkuyu besler ve köleliği teşvik eden ve
bizi az ya da çok boyunduruk altına alan siyasi ve dinsel otoriteleri,
liderleri ve kahramanları öne çıkarır ama itaat etmemek sadece otoriteye karşı
bir tepkidir ve hiçbir surette bizlerin bütünlüklü insan olmamıza yardım
etmez. Tepki bitimsizdir; daha fazla tepkiye yol açmaktan öteye geçmez.
Temelindeki
korkuyla birlikte uyum bir engeldir ama bu gerçeğin sadece zihinsel olarak
farkına varmak engeli ortadan kaldırmaz. Ancak tüm varlığımızla engellerin
farkına varırsak daha fazla ve daha derin blokajlar yaratmadan onlardan
kurtulabiliriz.
İçsel
anlamda bağımlı olduğumuzda gelenek üzerimizde büyük söz sahibi olur ve
geleneksel çizgilerde düşünen bir zihin yeni olanı keşfedemez. Uyum sağlayarak
ikiyüzlü taklitçiler, zalim bir sosyal mekanizmanın dişlileri oluruz. Önemli
olan başkalarının bizden düşünmemizi istediği şeyler değil bizzat bizim ne
düşündüğümüzdür. Geleneğe uyum sağladığımızda çok geçmeden olmamız istenilen
şeyin kopyalarına dönüşürüz.
Olmamız
istenilen şeyi taklit etmek korkuyu besler ve korku yaratıcı düşünceyi
öldürür. Korku zihni ve kalbi köreltir, böylece hayatın anlamına karşı duyarsız
kalırız; kendi acılarımızı, kuşların kanat çırpışlarını, başka insanların
sevinçlerini ve üzüntülerim umursamayız.
Bilinçli
ve bilinçdışı korkunun birçok değişik nedeni vardır ve o nedenleri ortadan
kaldırmak uyanık bir gözlemciliği gerektirir. Korku disiplin, itaat ve iradenin
diğer edimleriyle ortadan kaldırılamaz; onun nedenlerinin araştırılıp anlaşılması
gerekir. Bu ise hiçbir yargı taşımayan farkındalığı ve sabrı gerektirir.
Bilinçli
korkularımızı anlayıp yok etmek nispeten kolaydır. Fakat bilinçdışı
korkularımızı çoğumuz keşfetmemiştir bile çünkü onların su üstüne çıkmasına
izin vermeyiz ve ender durumlarda onlar su üstüne çıktıklarında onları alelacele
kılıfa bürür, onlardan kaçmaya çalışırız. Gizli korkuların çoğunlukla rüya ve
diğer ima yollarıyla farkına varırız ve onlar yüzeysel korkulardan daha büyük
bozulma ve çatışma doğurur.
Hayatımız
sadece yüzeyde akmaz, hayatımızın büyük bir kısmı nedensel gözlemden
gizlenmiştir. Gizli korkularınız ortaya çıkıp çözülseydi bilinçli zihnimiz
sürekli meşguliyetten kurtulup bir parça dinginlik bulurdu; öyleyse gizli
korkular yüzeye çıkınca hiçbir engel olmaksızın gözlemlenmelidir çünkü her tür
kınama veya haklı çıkarma korkuyu pekiştirmekten öteye geçmez. Tüm korkulardan
arınmak için onların karanlık etkisinin farkına varmalıyız ve ancak sürgit bir
tem- kinlik korkunun birçok nedenini açığa çıkarabilir.
Korkunun
sonuçlarından biri insani hadiselerde otoriteyi kabul etmektir. Otorite bizim
haklı olma, güvende olma, rahat olma, bilinçli çatışmalardan ve rahatsızlıklardan
kurtulma isteğimiz tarafından yaratılır ama ve sözüm ona bilgeye itaat ve
saygı kılıfına bürünse de korkudan doğan hiçbir şey sorunlarımızı anlamamıza
yardım etmez.
Bilge
otoriteye başvurmaz ve otorite olanlar bilge değildir. Ne tür olursa olsun
korku kendimizi ve başkalarıyla olan ilişkilerimizi anlamamıza engel olur.
Otoriteyi
takip etmek zekânın inkârı demektir. Otoriteyi kabullenmek egemen olana teslim
olmak, bir bireyin, bir grubun veya ister siyasi ister dinsel olsun bir
ideolojinin buyruğu altına girmek demektir ve kişinin kendini otoritenin emri
altına sokması sadece zekânın değil, aynı zamanda bireysel özgürlüğün de inkârı
demektir. Bir dinsel inanca veya düşünce sistemine boyun eğmek kendini
korumaya yönelik bir tepkidir. Otoritenin kabulü sıkıntılarımızı ve
sorunlarımızı geçici olarak örtbas etmeye yardım edebilir ama bir sorundan kaçmak
o sorunu derinleştirmekten öteye geçmez ve süreç içinde kendilik bilgisi ve
özgürlük terk edilir.
Özgürlük
ve otoritenin kabulü nasıl uzlaşabilir ki? Eğer bir uzlaşma varsa özgürlük ve
kendilik bilgisini aradığını söyleyen insanlar bu çabalarında samimi
değillerdir. Özgürlüğün nihai bir amaç, bir son olduğunu düşünüyoruz ve özgür
olmak için kendimizi değişik baskı ve sindirme biçimlerine teslim etmemiz
gerektiğini sanıyoruz. Uyum yoluyla özgürlüğe ulaşmayı umuyoruz ama araçlar da
amaçlar kadar önemli değil mi? Araçlar amaçlan şekillendirmiyor mu?
Barışa
ulaşmak için barışçıl araçlar kullanmalıyız, eğer araçlar şiddet içerikli
olursa sonumuz nasıl barış olabilir ki? Eğer son özgürlükse başlangıç da özgür
olmalı çünkü son ve başlangıç birdir. Ancak başlangıçta özgürlük olursa
kendilik bilgisi ve zekâ elde edilebilir ve otoriteyi kabullenmek özgürlüğü
yadsımak demektir.
Bizler
değişik türlerdeki otoriteye -bilgi, başarı, iktidar ve benzeri- tapmıyoruz.
Gençler üzerinde otorite uyguluyoruz, aynı zamanda hâkim üstün otoriteden
korkuyoruz. İnsanın içsel bakışı olmadığı sürece harici iktidar ve mevki büyük
önem kazanır; o zaman birey giderek daha fazla otoriteye ve zorlamaya teslim
olur, başkalarının oyuncağı haline gelir. Çevremizde işleyen bu süreci
görebiliriz; kriz zamanında demokratik ülkeler totaliter tutumlar sergileyip
demokrasiyi unuturlar ve insanları itaate zorlarlar.
Hükmetme
veya hükmedilme isteğimizin ardındaki zorlamayı anlayabilirsek, o zaman belki
otoritenin kargaşa yaratan etkilerinden kurtulabiliriz. Emin olma, haklı olma,
başarılı olma, bilme özlemi içindeyiz ve kesinliğe, kalıcılığa duyduğumuz bu
özlem dışsal alanda toplumun, ailenin, dinin ve benzeri şeylerin otoritesini
tesis ederken içimizde de kişisel deneyimin otoritesini kurar. Öte yandan
sadece otoriteyi göz ardı etmek, onun harici sembollerini yıkmak çok fazla
anlam ifade etmez.
Bir
gelenekten kopup başka bir geleneğe uyum sağlamak, bir lideri bırakıp başka
lideri izlemek yüzeysel bir harekettir. Eğer otoritenin tüm sürecinin bilincinde
olacaksak, onun içselliğini göreceksek, kesinlik isteğini kavrayıp aşacaksak,
adamakıllı farkındalığa ve içgörüye sahip olmalıyız; özgür olmalıyız, en sonda
değil başlangıçta.
Kesinlik
ve güvence özlemi benliğin belli başlı etkinliklerinden biridir ve bu
dayatmacı dürtünün bükülüp zor kullanılarak başka bir yöne sevk edilmesi veya
istenilen bir kalıba uydurulması değil sürekli gözlemlenmesi gerekir. Benlik,
“ben" ve "benim", çoğumuzun içinde çok güçlüdür; uykuda ve diğer
zamanlarda hep uyanıktır, her zaman kendini güçlendirir. Fakat benliğin
farkına varırsak ve onun tüm etkinliklerinin, ne kadar örtük olursa olsun
kaçınılmaz olarak çatışma ve acıya yol açtığım anlarsak o zaman kesinlik ve güvence
isteği son bulur.
Benliğin
hallerini ve oyunlarını açığa vurması için kişinin sürekli onu gözlemlemesi
gerekir. O halleri ve oyunları, otoritenin sonuçlarını, bunda bizim
kabulümüzün ve reddimizin rol oynadığını anlamaya başladığımızda, kendimizi otoriteden
sıyırmaya başlamışız demektir.
Çoğumuzun
gözünde hayatın sorunları çok ciddi değil ve bizler hazır çareler istiyoruz.
Sorunun içine dalmak istemiyoruz, sorunu enikonu ele almak ve onun anlamına
ulaşmak istemiyoruz; bize çözümün söylenmesini bekliyoruz ve çözüm ne kadar
tatmin ediciyse onu o kadar çabuk kabul ediyoruz. Bir sorunu ele almamız
gerektiğinde, o soruna eğilmek zorunda kaldığımızda zihnimiz isyan eder çünkü
sorunları irdelemeye alışık değilizdir.
Bu
meseleleri düşünürken benden sadece hazır bir cevap bekliyorsanız, korkarım
hayal kırıldığına uğrayacaksınız, ama meseleye birlikte girersek, eski bakış
açılarını bir kenara atıp meseleyi yeni bir gözle değerlendirirsek, o zaman
belki karşılaştığımız ama genellikle görmeye pek yanaşmadığımız pek çok sorunu
çözebiliriz. Onları görmek zorundayız yani gerçeklerle yüzleşme kapasitemizin
olması gerekir ve açıklamalara sığındığımız, zihinlerimizi kelimelerle
doldurduğumuz sürece hiçbir gerçekle yüzleşemeyiz.
Zira
kelimeler, açıklamalar, anılar gerçeğin anlaşılmasını perdeler. Gerçek hep
yenidir çünkü gerçek bir meydan okumadır; ama eğer biz gerçeği eskiymiş gibi
görüp devre dışı bırakırsak o artık yeni olmaktan, bir meydan okuma olmaktan
çıkar. Dolayısıyla bu mevzuları ele alırken sorunu birlikte masaya yatırmamızı
bekliyorum. Ben cevap sunmuyorum, onun yerine her bir sorunu beraberce
irdeleyip aslına inmeyi öneriyorum
.
DİNLEYİCİ:
Yüksek entelektüellerin gözde kaçışı olan bir tür felsefi anarşizmi salık
veriyorsunuz. Bir topluluk her zaman bir tür nizama ve otoriteye gerek duymaz
mı? Savunduğunuz değerleri hangi sosyal düzen ifade edebilir?
KRISHNAMURTI:
Bayım, hayat çok zor olduğunda, sorunlar arttığında, ya zekâ ya da mistisizm
yoluyla kaçıyoruz. Zekâyla kaçışı biliyoruz: Mantığa bürüme, daha kurnazca
araçlar, daha çok teknik, hayata daha fazla ekonomik tepkiler, bunların hepsi
çok ince, örtük ve zihinseldir. Ayrıca mistisizm, kutsal kitaplar ve yerleşik
bir ideaya -bir imge, sembol, üstün varlık veya ne diyorsanız o olarak idea-
tapınma yoluyla kaçış da söz konusu, sanki onlar zihne ait değilmiş gibi; oysa
gerek entelektüel olan gerekse mistik olan zihnin ürünleridir.
Entelektüeli
üstün görüp mistiği küçümsüyoruz çünkü mistiğe tekmeyi vurmak şimdilerde moda
ama her ikisi de zihin yoluyla işliyor. Entelektüel konuşabilir, kendini daha
açık ifade edebilir ama o da kendi düşüncelerine sığınıp orada sessiz sedasız
yaşıyor, toplumu umursamıyor ve zihninin ürünü olan yanılsamaların peşinden
gidiyor. Bu nedenle entelektüel ile mistik arasında bir fark görmüyorum. Her
ikisi de zihnin yanılsamalarının izinde ve ikisi de ne üstün ne de aşağıda. Ne
mistik veya yogi dünyadan geri çekiliyor ne de entelektüelin bir cevabı var.
Entelektüel
veya mistik olmadan, ne mantığa bürümeyle ne de muğlâk ifadelerle, kaçmadan ve
sözlerin, kendi zihnimizin ürünü yöntemlerin büyüsüne kapılmadan bu sorunu
çözmek zorunda olan kişiler siz ve ben gibi sıradan insanlardır.
Siz
neyseniz dünya da odur ve kendinizi anlamadığınız sürece yaratacağınız şey
daima kargaşayı ve sefaleti artıracak; fakat harekete geçmek için kendinizi
anlama sürecinden geçmeniz gerekmez, ilkin kendinizi anlayıp sonra eylemde
bulunacak değilsiniz. Aksine eylem kendinizi anlamak için kurduğunuz ilişkidir.
Eylem, içinde kendinizi anladığınız, kendinizi apaçık gördüğünüz ilişkidir: Ama
eğer mükemmel olmak veya kendinizi anlamak için beklerseniz bu bekleyiş
ölümdür. Çoğumuz aktifiz ve bu aktiflik bizi boş, kuru insanlar haline
getirdi. Bir kez yenilgiye uğradığımızda yeni bir eylemde bulunmayıp bekliyoruz
ve şöyle diyoruz: "Anlayana kadar eylemde bulunmayacağım."
Anlamayı
beklemek bir ölüm sürecidir; ama beklemeyi gerektirmeyen eylemin, anbean
yaşamanın tüm sürecini anlarsanız o zaman bu anlayış, yaptığınız şeyin içinde
yer alır, bizzat kendisi faaldir, yaşamdan aynı bir şey değildir. Yaşamak
eylemdir, yaşamak ilişkidir ve ilişkiyi anlamadığımız için, ilişkiden
kaçtığımız için, kelimelere takılıyoruz ve kelimeler bizi büyüleyip daha çok
kaos ve sefalet doğuran eylemelere sürüklüyor.
DİNLEYİCİ:
Bir toplum her zaman nizama ve otoriteye ihtiyaç duymaz mı?
KRISHNAMURTI:
Toplum şiddete dayalı olduğu sürece elbette otorite de olacaktır. Şimdiki toplumsal
yapımız şiddete, hoşgörüsüzlüğe dayalı değil mi? Toplum ilişki içindeki siz ve
başkalarından ibarettir. Keza ilişkiniz şiddete dayalı değil mi? Nihayetinde
kendiniz için yaşamıyor musunuz? Şimdiki ilişkimiz şiddete -kendini kapatma,
tecrit olarak şiddet- dayalı değil mi? Günlük edimlerimiz bir tecrit işlemi
değil mi? Ve herkes kendini izole ettiği için birlikteliği sağlayacak bir
otoriteye gerek duyuluyor, bu otorite devlet otoritesi de olabilir, yerleşik
dinin otoritesi de.
Şimdiye
dek bizler bir arada tutulabilmişsek bu dinden duyulan korku ya da devletten
duyulan korku yoluyla gerçekleştirilebilmiştir; ama ilişkiyi anlayan ve hayatı
şiddete dayanmayan bir kişi otoriteye ihtiyaç duymaz. Otoriteye ihtiyaç duyan
insan aptal, şiddete eğilimli ve mutsuzdur, tıpkı sizler gibi.
Otoritesiz
kendinizi kaybedeceğinizi düşündüğünüz için otorite peşindesiniz; bütün bu
dinlerin, bu yanılsamaların ve inançların sebebi de bu; keza siyasi ya da dini
onca liderin varlık sebebi de bu. Karışıklık anlarında ortaya lider çıkarıyorsunuz
ve onu takip ediyorsunuz ve o lider, sizin karışıklığınızın ürünü olduğu için
elbette onun da kafası karışık oluyor. Demek ki ilişkilerinizde çatışma,
sefalet ve şiddet ürettiğiniz sürece otorite kaçınılmaz olacak.
DİNLEYİCİ:
Savunduğunuz değerleri nasıl bir sosyal düzen ifade edebilir?
KRISHNAMURTI:
Bayım, hangi değerleri savunduğumu anlıyor musunuz? Ben bir şey savunuyor
muyum, en azından beni ciddiyetle dinlemiş az sayıda insan için? Eski bir dizi
değer yerine yenilerini sunmuyorum. Yerlerine başka bir şey atamıyorum; diyorum
ki: Savunduğunuz şeylere bir bakın, onları inceleyin, onların aslını öğrenin;
ondan sonra tesis edeceğiniz değerler yeni bir toplum yaratacaktır. Başka birisinin
sizin için çizdiği taslağı derinlemesine bilmeden körce takip etmeyin. Her bir
sorunun hakikatini, değerini keşfedecek olan sizsiniz.
Eğer
kulak verirseniz söylediklerimin gayet açık ve yalın olduğunu anlarsınız.
Toplum sizin ürününüz, sizin yansımanız. Dünyanın sorunu sizin sorununuz ve bu
sorunu anlamak için kendinizi anlamanız şart ve kendinizi ancak ilişki içinde
anlayabilirsiniz, kaçarak değil. Dinlerle, başka şeylerle kaçtığınız için de
bildiklerinizin bir değeri ve geçerliliği yok. Başkalarıyla olan ilişkinizi
temelden değiştirmeye yanaşmıyorsunuz çünkü bu sizin gözünüzde sıkıntı demek,
çile demek, devrim demek; bu yüzden yüksek entelektüelden, mistikten ve tüm o
saçmalıklardan bahsediyorsunuz.
Yeni
bir toplum, yeni bir düzen başkaları tarafından kurulamaz, sizin tarafınızdan
kurulmak zorundadır. Bir fikre dayalı bir devrim hiç de devrim değildir.
Gerçek devrim içten gelir ve bu devrim kaçış yoluyla hayata geçmez. Ancak
ilişkilerinizi, günlük faaliyetlerinizi, davranma biçiminizi, düşünme
tarzınızı, konuşma üslubunuzu, eşinize, komşunuza ve çocuklarınıza karşı
tutumlarınızı anladığınızda sözünü ettiğim devrim meydana gelir. Kendinizi
anlamadan, ne yaparsanız yapın, ne kadar uzağa kaçarsanız kaçın, yalnızca daha
fazla sefalete, daha fazla savaşa, daha fazla yıkıma neden olursunuz.
21 Mayıs 2012 Pazartesi
Yırtmaç / Cemil Yüksel
dokunmanın sesinden çıktığın oluyor
bir rüzgar dahi giremiyor açıklığından
sana söylenmiş sözler buluyorlar
belki herkesin söylemekten kendini alamadığı
sözler
durup baktığın her şeyle başlıyor oysa
sıkı örülmüş bir atkı halinde üzerinde
uygun yerleştirilmiş bir gün kadar özenli
bir adam gözlerini kolluyor boşlukta
bir kırlangıç ötüşü halinde aniden ve
yavaşlayarak
utanıyor kendiyle bir kuytuda öpüşmekten
bir adam eliyle yokluyor kendini
bir körlükten çıkarılmış kendini
devrilen bir heykeli düzelterek
az kalıyor ne söylense bu bahçe kokusu
yeşilliği tazeleyen ışık, vapurları tutan
örgü
heyet raporları, kağıtlar bitmeyen imzalar
tekrar yaratılan kelimelerdeki vurgu
az kalıyor karşılaşınca dolanarak yükselen
saçlarından
iki ucundan da ayrı ayrı geçiliyor
uzaklığı ölçülmez dalgınlığından
az kalıyor varılmaya bir cuma günü
varılmasına
köklü deniz örtüleri balıklar akıntılar
gözlerindeki siyahla çeşitleniyor dünya
biz durmadan söyleniyorduk
yürüyüşünde aralanıp duran
uzun bacaklı bir şiiri.
Görsel:
Michael Parkes
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Hayata Karşı Amaçlar / Gündüz Vassaf
"Ay'a sordular:
'Neyi isterdin en çok?'
Cevap verdi:
'Güneş'in kaybolmasını, ve ebediyen
bulutlarla örtülü kalmasını.’"
Feridüddin Attar
I
"Hayatını
planla. Amaçlarını gerçekleştir. Hayattan ne beklediğini bil. Hiçbir şey seni
yolundan alıkoymasın. Azim ve disiplin sayesinde yapamayacağın şey yoktur.
Bunu başaracak yeteneğe kesinlikle sahipsin."
Bu
sözler böyle sürüp gider. Analar babalar, hocalar, psikologlar, en iyi
arkadaşlar, hepsi bunları söyler ve sen de bunları tekrarlar ve hepsine de
inanırsın. Bütün bunların ne kadar saçma olduğu, bir gün şu ilanı okuduğum
zaman kafama dank etti: Yüzünde kararlı bir ifade okunan eli yüzü düzgün orta
yaşlı bir kadın fotoğrafının altında, "Bu kadının belirli amaçları
var," diye yazıyordu "Ve biz de onu oraya ulaştıracağız." Borç
vermek isteyen bir bankanın ilanıydı bu.
Bankalar,
hükümetler, şirketler, meslek kuruluşları, toplumun yapısını planlayan ve
yürüten bütün kurum ve insanlar, bizim birtakım amaçlara sahip olmamızı
isterler. Ayrıca, bu amaçları gerçekleştirme yolunda kararlı olmamızı ve
böylelikle davranışlarımızın da önceden kestirilebilir olmasını isterler.
Amaçlarımız aracılığıyla da üzerimizde totaliter bir denetim kurarlar.
II
Davranışları
anla, önceden kestir ve denetle. Yirminci yüzyıl biliminin, özellikle de bir
davranış bilimi olarak psikolojinin sloganı budur. Psikolojinin hedefi budur.
Peki bu hedef kimlerin çıkarlarına hizmet eder? Davranışlarımıza ilişkin toplu
bilgi, endüstri sonrası (post-modern) düzen(ler)in gücünün dayanağıdır. Davranışlarımıza
ilişkin bilgi, bu düzenlerin toplumu denetlemesini, "yurttaşlarını"
denetlemesini ve bizleri denetleyip sömürmesini sağlar. Bilgi güç demektir.
Örneğin, kimi İskandinav ülkelerinde ve Almanya'da ülke çapında bir sayıma
halkın karşı çıkması, işte bu yüzdendir.
Bilgi
toplama, bizimle ilgili olarak öğrenilebilecek ne varsa hepsini titizlikle
tasnif eden ve bunları birbirleriyle paylaşan şirketlerin başlıca faaliyet
alanlarından biridir. Ne zaman bir anket formu doldursak, ne zaman bir banka
kartı için başvuruda bulunsak, ne zaman bir kitap kulübüne üye olsak, onlara
bilgi sunmuş oluruz. Üzerinde hiçbir fikir yürütemeyeceğimiz herhangi bir konu
yok mu? Kurulu düzen, bizim için-planladığı her şey hakkında bir fikir sahibi
olmaya yöneltir bizi. Şunu ya da bunu ötekine tercih etmek yerine "bir
fikrim yok” diyenlerin çoğunlukta olduğunu gösteren bir kamuoyu yoklamasına
neden rastlamadık şimdiye dek?
Yönetenler
sürprizlerden hoşlanmazlar. Yirminci yüzyıl insanında sürpriz öğesi hızla
ortadan kalkmaktadır. Sürprizler, yöneteni şoke eder. Sürprizler hem bizim
planlarımızı hem de onların planlarını bozar. Sürprizler, amaçların ve
hedeflerin önünde duran birer engeldir. Düzen, önümüzdeki yıl neye kaç para
harcayacağımızı, kimin, nerede, ne kadar süre tatil yapacağını, hatta
tatildeyken kaç kişinin boşanmak için avukat hizmeti talep edeceğini bilir.
Pazar
araştırmacıları, psikologlar, sosyologlar, hakkımızda topladıkları bilgilerin
ışığında insan davranış ve amaçlarını anlayıp bunları önceden kestirmeye çalışırlar.
Sonra da toplumsal mühendisliğin ve kamuoyu yönetiminin çeşitli yöntemleriyle
insan davranışlarını denetlemeye ve etkilemeye çalışırlar. Belirli bir
davranış kalıbı saptayıp tipik bir davranış biçimini öngördükten sonra, bundan
yarar sağlayabilmek için o davranışı güçlendirmeye uğraşırlar. Çikolatadan
tavaya, prezervatiften mayoya kadar akla gelebilecek her şeyin üretimi, düzen
tarafından bize empoze edilmiş olan ve önceden kestirilebilir davranışlarımıza
dayandırılır. Bir zamanlar son derece yaratıcı sayılan davranış tiplerimiz bile
önceden kestirilebiliyor artık. Örneğin, suçlarımız öylesine sıradan,
şaşırtıcı olmaktan öylesine uzak, plan, hedef ve yöntem bakımından öylesine
kabaca tahmin edilebilir hale gelmiştir ki polis hangi türden suç işleneceğini
ve bunları önlemek için hangi donanımlara ihtiyaç duyacağını yıllar öncesinden
bilmektedir.
Özgürlüğümüz,
davranışlarımızın önceden kestirilemezliğine bağlı. Batı ülkelerinde,
özgürlüğün üzerinde dolaşan kocaman soru işareti işte tam da bu noktadan, yani
düzenin, kendi yurttaşlarının davranışlarını kitlesel olarak önceden
kestirebilme beklentisinden kaynaklanıyor. Örneğin İsveç'te, kitle davranış
analizlerine ve istatistiksel tahmin raporlarına dayanarak hükümetler sonsuza
dek toplum mühendisliği ve gelecek planlaması konularıyla meşgul
olmaktadırlar. Burada hiçbir şey rastlantıya bırakılmaz. (Kimi kamu
helalarında, duvar yazıları için özel yerler ayrılmış, kalemler bırakılmıştır.)
Kendi
bireysel amaçlarımızı koyup bunlara ulaşmak için çırpındığımızı sanabiliriz,
ama aslında bu amaçlar, çoğu kez, mevcut düzen tarafından önceden belirlenmiş,
o düzen içindeki yerimiz de önceden ayrılmıştır.
Giysi"lerimiz
genellikle önceden biçilmiş, hazır giyim olarak tasarlanmıştır.CIA gibi haber
alma teşkilatları, yabancı ajanlara, düşmanlara, potansiyel teröristlere -ve
onların hareket ve amaçlarına, sevdikleri ve sevmedikleri şeylere, zaaflarına
vb- ilişkin psikolojik profilleri çoktan hazırlamışlardır. Ancak hepimiz fişlenmiş
durumdayız. Polis, suçu önleme adına bilgi toplar. Siyasal partiler, kamuoyu
yoklamaları aracılığıyla inanç ve davranışlarımızı etkilerler. Şirketler,
tüketim davranış kalıplarımızı ve zevklerimizi tahlil ederler. Bütün bunların
hepsi, davranışlarımızı, planlarımızı, amaçlarımızı bilmek ve manipüle etmek
ister. Tam bir gözetim altındayız. Ve böylece kurulu düzenin modeline
başarıyla sokulduktan sonra, biz beklenen ve istenen şeylerle tam bir uyum
halinde olan tutkularımızı, dileklerimizi, arzularımızı ve -hepsinden önemlisi-
amaçlarımızı sergileyebiliriz artık.
Keyif,
aşk, inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocuk gibi şaşarcasına
bakarak yaşamak" - Nasıl amaçlanır ki?
III
Özgürlük
ve yaratıcılığın kaynağında yatan şey, amaç ya da hedefler değil, inançtır. Ne
var ki toplum, amaçlarımızı planlamamıza yardımcı olmak ve bu amaçlara
erişmemizde bizi desteklemekle özel olarak görevlendirilmiş bir hiyerarşik grupla
örgütlenmektedir giderek.
İnsanın
kendi hayatı için "doğru amacı" seçmesi öylesine büyük önem
kazanmıştır ki, bu yüzyılda, kişinin hangi mesleğe uygun olduğunu belirleyecek
"bilimsel" yöntemler bile geliştirilmiştir. Psikologlar tarafından
geliştirilen çeşitli araçlar, bir gencin örneğin papaz mı yoksa müzisyen mi
olma eğiliminde olduğunu saptama iddiasındadır. Bu gibi kişilik envanterleri,
özellikle ABD liselerinde ve ABD'de belirlenen standartları izleyen ülkelerde
çok yaygın. Tıpkı bir makinenin özel bir parçası gibi, insanoğlunun da verili
toplum düzenince saptanmış mesleklerden birine "uyması" öngörülüyor.
Amaç/hedef ile kişi bir kez birbirine uyduktan sonra meslekle kişi de birçok
bakımdan birbiriyle kaynaşıyor.
İnsan
insana ilişki kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve
profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle. Bu
ilişkinin niteliğini belirleyen temel, (esasen mesleki özdeşleştirme ile
bastırılmış olan) bireysel kişilikler değil, karşılıklı çıkar ve mevcut toplum
düzeni içindeki değerler, çıkarlar ve güç dengesi tarafından belirlenmiş "amaçlarımız"
arasındaki yakınlıktır. İnsanlarla tanışıp karşılaşmaktan çok, iş görüşmeleri
yapıyoruz. Daha "merhaba" dediğimiz anda, "Bu ilişkiden ne gibi
bir fayda sağlayabilirim acaba?" düşüncesi geçer kafamızdan. İlişkiler,
insanın evrensel "birlikteliği" üzerine kurulmaktan çok, kesin
amaçlar üzerine inşa edilir.
Hepimiz
birçok amaç ve hedef peşinde koştuğumuz için, aynı anda birçok farklı kimliğe
de sahip oluruz. Ama her durumda sonuç ya da amaç, kişiden daha büyüktür. Amaç
ya da sonuç, kişiler arasındaki ilişkilere de hükmeder ve bu ilişkinin
niteliğini belirler.
İdeolojik
inançlar da amaç peşinde koşma davranışının bir başka örneğidir. Kendimizi
belli bir ideoloji ile özdeşleştirdikten sonra, o ideolojinin imajına, o
ideolojiyi savunanların imajına, onun kahramanlarına göre "büyümeye"
ve kendimizi biçimlendirmeye başlarız. Böyle durumlarda çoğu kez kendi sağduyumuza
ve deneyimlerimize karşı çıkarız. Çoğu kez, gördüğümüzü ve duyduğumuzu
algılayamaz hale geliriz. Giderek, kendimizi hem fiziki görünüş hem de zihni paradigma
bakımından o ideolojinin imajına göre yoğurur, kalıba dökeriz. Sonunda öyle
bir noktaya geliriz ki ideoloji yaşamın kendisinden bile daha önemli olur. Din
de tarih boyunca buna benzer bir rol oynamıştır.
IV
Amaç
peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar totaliterdir. Psikologlar fareler
üzerinde birçok mahrumiyet deneyi yaparak açlık, susuzluk, cinsellik,
ebeveynlik içgüdüsü (yalnızca dişi fare için!) gibi bazı temel amaç
gerçekleştirme dürtülerinin gücünü ölçmeye çalışmışlardır. Burada ölçülmek
istenen, farenin labirentin öteki ucunda yoksun bırakıldığı şeyi bulmayı ne
kadar kısa sürede öğreneceğidir. Amaca ne kadar çabuk ulaşılırsa, dürtünün de
o kadar güçlü olduğu söylenmektedir. Yerleşik psikoloji kurumlan, bizim de
dürtülerimizin bir fonksiyonu olarak amaca yönelik davranışlar gösterdiğimizi
söylüyor. Yine bu kuramların ileri sürdüğüne göre, ancak bu türden temel
dürtülerin doyuma ulaştırılmasından sonradır ki insan daha yüksek düzeyde
amaçlar peşinde koşabilir. (Birinci düzey: Beslenme, giyinme, barınma; ondan
sonraki düzey: Sevgi, güvenlik; en yüksek düzey: Kendini bulma). Tüm davranışlarımızın,
gereksinmelerimizi azaltma temeline dayandığını söylüyor bu kuramlar. Sözü
geçen gereksinimleri azaltmak için insanın harekete geçtiği, belirli amaçlara
erişme doğrultusunda şunu ya da bunu yapmaya itildiği belirtiliyor. Yirminci
yüzyılda çok yaygın olan bu teori, insanın intihar, diğerkâmlık (altrüizm) ve
gönüllü olarak değiştirilen bilinç durumları gibi bazı temel davranış
özellikleri gözönüne alındığı zaman, anlamsızlaşıyor.
Amaç
peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar totaliterdir; çünkü biz,
davranışlarımızın çevre ile diyalektik bir ilişki içinde kendiliğinden
evrimleşip yepyeni ve beklenmedik davranışlara yol açmasını beklemek yerine,
davranışlarımızın niteliğini amaçlarımızın belirlemesine izin veriyoruz.
İnsanın belirgin amaçlar peşinde koşup koşmaması, askeri bando mızıkaya ayak
uydurarak yürümekle doğaçlama bir caz seansına katılmak arasındaki farka
benzetilebilir.
V
Kendiliğinden
olanı önceden kestirmek olanaksızdır. Homo sapiens'in "gizem"i,
insanı öteki canlılardan ayıran bir özelliği, onun eylemlerinin önceden
kestirilebilir olmayışıdır. Bitkilerin yaşamı büyük ölçüde önceden
belirlenmiştir. Hayvanlar da etnologların türlere özgü davranış ya da sabit
hareket biçimleri diye adlandırdıkları davranış kurallarına tabidirler ki
bunlar da önceden kestirilebilir davranışlardır. Ancak en son evrimleşmiş türe,
yani homo sapiens'e geldiğimiz zaman herhangi bir spesifik çevresel dürtüye
bağlı olmadan ortaya çıkan davranış biçimleriyle karşılaşıyoruz. Filozoflar
"özgür irade" öğesini yalnızca insana yakıştırıyorlar. Ama buna
rağmen kendi kendimizin tutsağı olduk: İnsanlık mozaiğinin kimi kırıntıları
birtakım toplumsal kodlara ve beklentilere dönüşüyor, ondan sonra da belirgin
hedeflerimiz ve amaçlarımız haline geliyor. Bunlara ulaşılması, yaşantılarımıza
yön ve çoğu kez anlam veriyor. Böyle belirlenmiş ve sabit amaçlar peşinde
koşarken, taklit etmeye başlıyoruz. Her Allah'ın günü kendimizi ve başkalarını
taklit ediyoruz. Daha az taklit edip daha çok kendimiz olacak yerde, taklit
ettikçe kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz.
Amaca
yönelik maksatlı faaliyet, diken sırtlı balığın çiftleşmesi, ördek
yavrularının davranışları, sombalıklarının yumurtlamak için akıntıdan yukarı
doğru çıkarak doğdukları yere dönüp yumurtalarını oraya bırakmaları gibi,
türlere özgü spesifik davranışın çok karakteristik bir özelliğidir. Biz
belirli amaçları izlemek, sabit hareketlerde bulunmak üzere yaratılmadık. Sabit
hareketlerimizin ya da spesifik amaçlara yönelik davranışımızın kaynaklarını
yalnızca zihni paradigmalarımızda, zihnimizdeki yerleşik dizilerde, kendi
kendimize inşa ettiğimiz hapishanelerde aramak gerekir.
VI
Amaca
yönelik davranışlar, onlarla el ele giden güvenlik ve denetim duygularıyla
birlikte bizi yalancı bir kavrama, kendi yaşantımızı kendimiz yönettiğimiz,
kendi gemimizin kaptanı olduğumuz şeklinde bir anlayışa götürür. Evet,
hayatımızı yaşıyoruz. Ama, onu yönettiğimiz doğru değil! Bir dakika sonra
hayatta olup olmayacağımızı etkileyen binlerce insan, binlerce rastlantı var.
Yaşantımızın şu andaki durumunu, ulaşmış olduğumuz bir nokta olarak düşünme
eğiliminde olduğumuzdan, o noktaya kadar bir ilerleme olduğunu da düşünme
eğilimi gösteririz. Geçmişe bugünden baktığımızda, bulunduğumuz yer bize son
derece makul ve mantıklı görünür; sanki biz onu önceden planlamışız, ya da bu
yer önceden belirlenmiş gibi. Mantıklı bir kalıba ya da modele uygun bir gelişme
gibi gelir bu bize, çünkü yaşantımızda bugün varmış olduğumuz konumun
göstergesi olan olayları, koşulları ve edimleri seçmişiz gibi gelir bize. Oysa
bulunduğumuz yerde neden bulunmamamız gerektiğini açıklayacak milyonlarca sebep
de bulabilirdik. Ne var ki temel çabamız hep doğrulamak, hep olayları gizemli
olmaktan çok anlamlı gösteren anlaşılabilir bir model bulmaya çalışmaktır;
çünkü bu model, evrenin uçsuz bucaksızlığı ile yekvücut olmak yerine, belirli (sabit)
bir zaman ve mekân içinde bir denetleme duygusu verir bize.
VII
Amaca
yönelik faaliyet, bireysel olarak girişikliğinde, kişiyi yaşamda yer alan
başka süreçlerden kopardığı için, ben- merkezciliği içerir. Öte yandan amaca
yönelik faaliyet, ortak bir süreç olduğu takdirde, isteklerin ve çıkarların
standartlaştırılmasını içerir ve böylece çoğunluğa standardizasyonun
korunması için gerekli gücü verir; bu da ortak yarara uygun bir şey sanılır.
Örneğin,
ilkokul eğitiminde öğrencilere kendi bireysel günlük amaçlarını seçme olanağı
verilmesi ile öğrencilerin bir araya gelip sınıf adına ortak bir amaç seçmeleri
arasındaki tartışmanın seçenekleri, ya katı bir bencilliğe ya da grup baskısına
yol açar. Burada önemli olan ne (klasik totaliter rejimlerde olduğu gibi)
amacı kimin belirleyeceği, ne de (günümüz demokrasilerinde olduğu gibi) amaçların
hangi süreçlerle belirlenip gerçekleştirildiğidir. Önemli olan, amacın ta
kendisidir. Bireyin elini kolunu bağlayan, onu boğan ve hapseden amaç.
İnsan
amacını -ne pahasına olursa olsun, kendini adayarak azim ve özveriyle
gerçekleştirmek istediği amacını- bir kez saptadı mı artık onun boyunduruğu
altına girmiş demektir; hayatın kendisi bu amacın boyunduruğu altındadır
artık. Böylece, başka, bambaşka şeyler yapabilme olasılığına da sırt çevirmiş
oluruz. Oysa, değişiklik tohumunu, bambaşka bir şey yapma potansiyelini
içimizde sürekli taşırız. Irmağı geçerken bile at değiştirebilmeliyiz pekâlâ;
düzen böyle yapılmaz diyor diye bundan çekinmemeliyiz. Daima bu olasılığa açık
tutmalıyız kendimizi; böyle bir olasılığın varlığına karşı uyanık olmalıyız.
Ömür
boyu belirli türde bir faaliyette bulunabiliriz tabii. Ama bunu sabit bir hedef
olarak seçmemeliyiz. Ne yaşamda, ne de sevgide belirli amaçlar ya da sabit
hedefler vardır. Amaçlar birer sözleşme değildir. Giriştiğimiz faaliyetler
hayata açılan yollardır sadece; hayatın güzelliği ve gizemi ile ilgili deneylerdir.
VIII
Sevgiden
vazgeçerek, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal yapmak için
duraklayan bir yarış arabası gibi hayatı yaşamadan tüketmek pahasına
hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de.
Çok
amaçlı 20. yüzyıl insanında dürtü var, ama derinlik ve yoğunluk yok. Şunu satın
almak, bunu gerçekleştirmek, yeni bir deneyden geçmek gibi hedeflerimiz var.
Hedef ve amaçlarımız yüzünden, hayatı yaşamak yerine onu tüketiyoruz. Hayatla
yekvücut değiliz artık. Hayatlarını belirli, sabit amaçlara indirgeyenler,
hayatla yekvücut olmadan, onun yüzeyine tutunma çabasındalar.
Duygu
ve düşüncelerimizle kendimizi hayatın akışına bırakarak kendimizi
"bulabiliriz" ancak. Bu, kendini kaderin rüzgârına ya da kısmetin
eline bırakmak demek değildir. Asla. Yola çıkmadan önce ihtiyar denizcilerle
konuşur, rüzgârlara kulak verip onları tanır, yelkenle tekneyi hazırlarız.
Sonra da engin deniz. Ama o zaman bile başka düşlere, değişikliklere ve
koşullara açık tutarız rotamızı. Oysa, kendimizi ömür boyu sabit hedeflerle
sınırlayarak sadece limandaki küçük vapurlara binmeyi ve bilinen iki iskele
arasında yolculuk yapmayı yeğliyoruz. Bu yolculuğu ilginç kılmak için hava
raporlarını dikkatle inceliyor, tek sayılı günlerde iskele tarafında, çift
sayılı günlerde sancak tarafında oturuyor, her beş saatte bir çay içiyor,
gözlüklü yolcularla hiç konuşmuyor, yeşil giyenlere daima tebessüm ediyor ve
tabii günün birinde vapur değiştirebileceğimize ilişkin minik bir rüyayı da
kendimizden esirgemiyoruz. C'est la vie? Şu önceden kestirilebilir totaliter
yaşamlarımız insan ruhuna bir hakaret değilse nedir?
7
Mart 1987, Marburg
Görsel: Gilbert Garcin
Görsel: Gilbert Garcin
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)