27 Mart 2012 Salı
23 Mart 2012 Cuma
Suskunluk / Sheila Rowbotham
Hiçbir umudu olmayan ezilmişler, gizemli bir sessizlik içindedirler. Değişikliğin kavranması, olabilirliğin sınırları ötesinde kaldığı zaman, hoşnutsuzluğu dile getirmek için hiçbir sözcük bulunamaz; bu nedenle de hoşnutsuzluğun var olmadığı savunulur zaman zaman. Bu yanlış inancın doğmasına yol açan şey, sessizliği ancak bozulduğu anda ayırt edebilmemizdir. Bozulan sessizliğin sesi daha önce işitemediklerimizi anlamamıza yol açar. Ne var ki, bizim işitememiş olmamız, sancının var olmadığını kanıtlamaz. Devrimciler, sessizliğin dilini can kulağıyla dinlemelidirler. Kadınlar açısından özellikle önemlidir bu nokta, çünkü biz çok çok uzun bir sessizlikten geliyoruz.
Fıkralar yoluyla, dolaysız deneyimler yoluyla algıladık biz kendimizi. Dünya bir gerçekti ve biz de onun içindeydik. Dünyanın ancak dış biçimlerine dokunabiliyor ve ancak bu dış biçimleri etkileyebiliyorduk, gözlerimizde de erkeklerin bizim için yaptıkları gözlükler vardı. İç benliklerimizi nesnelerin dışsal devinimine bağlama olanağından yoksunduk. Kendimizi kesintisiz bir süreçle ilişki içinde ya da bir bütünün parçaları olarak görmemizi sağlayabilecek bütün kuramlar, bütün birleştirici dil ve düşünceler bizim dışımızdaydı. Bunların oluşturulmasında kesinlikle pay sahibi değildik. Sersemce ve beceriksizce ortalıkta dolaşıp duruyorduk — zihnimizde canlandırdığımız biçimlerimize uymayan ödünç alınmış kavramlar içindeymiş gibi. Büyük bir sakarlıkla kendi ayağımıza takılıp tökezliyor, numarası kesinlikle bize göre olmayan çizmelerin içinde yitip gidiyorduk. Adımlarımızı onlarınkine uydurma savaşı veriyorduk. Kendi saçmalığımızı papağan gibi, maymun gibi taklit ediyor, herkese maskara oluyorduk. Bizi hiç kimse ciddiye almıyordu, hatta kendi kendimize bile inancımız yoktu. Taşbebektik, piliçtik, yavruyduk. "Hanımlar 'dık, "kızlar"dık. Hadi sallanmayın tatlılarım, hünerinizi görelim. Her ne zaman onların kürsülerinin basamaklarını tırmanmaya başlasak, kaçıp eve saklanmak istiyorduk. Hiçbir yere ait olmama duygusu içindeydik. Çağrısız konuklar olduğumuz açıktı. İçimizden onların bölgesine girme cüretini gösterenlere, son derece incelikli yöntemlerle yerimiz öğretilmişti.
Erkek havalarına büründüğümüz sürece, onların sözcükleriyle, düşünceleriyle, kültürleriyle oyalanmamıza izin veriliyordu. Kadın olduğumuz gün ışığına çıkar çıkmaz onlar sertleşiyorlardı, dudakları geriliyordu, sanki kendi içlerine çekiliyorlardı, bizi kesip doğruyorlardı. Bunu denememek daha akıllıcaydı. Bir parçamız diğer parçamızla eğleniyordu. Onların bizim özlemlerimizle geçtikleri dalgaya, biz de katılıyorduk. Ya onların oyununu oynayacaktık ya da bütünüyle oyundışı kalacaktık. Bir bölümümüz onların dünyasına atladık, bir bölümümüz de geride kalıp evlerimizde oturduk. Sürekli olarak, tehlikeden kaçınmak için kafamızı kuma gömme eğilimi gösteriyorduk. Bulaşık yıkamak bize daha rahat geliyordu. Geri çekiliyorduk, hiçbir güç bizi kabuğumuzdan çıkaramazdı. Onlar kuramlarını tartışırlarken, biz suspus ve suçlayıcı bir tutumla oturduk, çünkü bu tartışma erkeklerimizi bizden alıyor, birbirlerini etkilemeye yöneltiyor ve alay konusu yapıyordu. Onları yargılıyorduk, ama kendimiz hiçbir zaman ringe çıkamıyorduk. Ateş hattından kesinlikle uzak duruyorduk. Etkin katılımın sorumluluğunu taşıyamıyorduk.
Hırçın ve savungan olup çıkmıştık. Kendimizden nefret ediyorduk. Başka kadınlara, özellikle de kendi oyunlarını oynayanlara —bizimle aynı duyguları taşır görünmeyen kadınlara— karşı güvensizlik. Ama aradaki ayrım, yalnızca koşullara bağlı, yani geçici bir ayrımdı. Bazen biz onların yerini alıyorduk, bazen kendi rollerimizi oynuyor, sergiliyor, yerine getiriyorduk. Sonra bazen de kendi içimize gömülüyorduk.
Ama her zaman ikiye yarılmış durumdaydık, sessizliğin içinde öyle apışıp kalmıştık, kendimizi ya da birbirimizi bulmaya nereden başlayacağımızı bilemiyorduk. Bu bölünmüşlüğümüzden, maddesel kopuşumuzdan dolayı, bir parçamızı tuhaf, yabancı gibi görmeye başladık; bu parçamızın, kendi kimliğimiz konusunda dili tutulmuş felç durumu olarak karşımıza çıkan öteki parçamızdan kopuk olduğunu algılamaya başladık. Hiçbir zaman belli bir yerde bir araya gelemiyorduk; hep geçiş durumundaydık, yaban ülkelere göç eden kişilerdik. Kendimizi rahatsız, gözaltında, huzursuz duyumsuyorduk. Kendimizi biliş biçimimiz, tarihsel bir kadınlık durumu olarak kendimize aykırı düşüyordu. Kendimize ilişkin yakın ve dolaysız algılarımız, kendi toplumsal gizil- gücümüze sıkı sıkıya kapalıydı
Suskunluğun Niteliği
Ama kendimizle ilgili seçenek bir bilinç nereden kaynaklanacaktı? Daha ilk anlamlı hareketle başlayarak, kendi felçli durumumuz içinde belirlenmiştik. Bu konuda ilk adımı Simone de Beauvoir atmıştır. Beauvoir kız çocuğun, kadın olmanın ne demek olduğunu keşfettiği süreci kavramaya çaba gösterir. Öğrenilmiş edilginliği. çömelerek küçük su dökme olgusunu, cesaret kırıklığı içindeki saldırganlığı ve benlik belirtimini, kendine yönelmiş enerjiyi irdeler. Küçük kıza, kendine hakim olması ve "kadın gibi" davranması öğretilir. Küçük kız, kendini bütünüyle yabancı bir kalıba sığdırmaya uğraşır. Kadın bilincinin nasıl oluştuğunu anlamak demek, kendimize ilişkin en uzak anılarımızı kurcalamak demektir. Küçük çocukların özbilince nasıl ulaştıkları konusundaki koyu bilgisizliğimiz sürüyor. Belirli küçük kızların belirli toplum biçimleri içindeki belirli ailelerde kendilerini nasıl algıladıkları konusunda daha pek çok şey öğrenmemiz gerekiyor. Ailenin ağır basan kapitalist toplum değerlerini taşıyıp pekiştirmesine ortam hazırlayan süreç de, yine aynı biçimde, ancak kabataslak anlaşılmıştır. "Yetkeci" aile konusunda yaptığımız genellemelerin yetersiz olduğu apaçıktır. Bilinci kitle hareketleri açısından algılamakta kullandığımız araçlar, insanların üreme noktasında birbirlerini kısıtlayıp belirlerken takındıkları güç sezilir tutumu gözlemlemeye elvermeyecek ölçüde kabadır. En azından kadınlar bakımından, bu bilincin yerli yerine oturtulması, bir anlamda siyasal ivedilik taşıyan bir konudur. Varoluşumuzun bir parçasıdır. Bir de dil sorunu var. Sözcükleri öğrenir öğrenmez, kendimizi onların dışında buluyoruz. Bir ölçüye kadar, paylaşılan bir dışlama bu. Sözcük, kişinin benliğinin ötesine geçmesi anlamına gelir, kuram ise benliğin ötesindeki alanda bağlantı kurmak ve dönüştürme olanağı taşır. Dilin belli bir gücü vardır. Dil, egemenlik kurma araçlarından birisidir. Üst konumundaki kişilerce özenle korunur; çünkü dil, onların üstünlüklerini korumalarını sağlayan yollardan birisidir.
Eski günlerde, kabahat yapanın dilini kesiverirlermiş; daha insancıl olan bizim toplumumuzsa, hiç kullanmaması koşuluyla ses çıkarma organlarının kişinin kendisinde kalmasına izin veriyor... Gerçekle, en çok korkulan şey, kabahatli sayılan kişinin, sözcüklerin arılığını bozması olasılığıdır: Benzer biçimde, bazı boyların kadınları, anlatmak istediklerini el-yüz hareketleriyle, yani jestlerle anlatmak zorundadırlar dili kullanarak konuşma hakkı yalnız erkeklere aittir. Kabahatli sayılan kişi yasağı çiğnerse, ne kimse onu dinlemeli ne de, en önemlisi, kimse ona yanıt vermelidir... Elbette, onu sessiz sessiz, gırtlağının içinden kendisiyle konuşmaktan alıkoyamazlar; hücresinin duvarlarına yazı yazmaktan, gardiyanlar arkalarını dönünce öteki tutuklularla işaretleşmekten alıkoyamazlar: Ama bu gizli kapaklı, ağırbaşlı iletişimler, onun, dili aşırmakta olduğu yolundaki duygusunu doğrulayıp pekiştirir. (J.P.Sartre)
Bu dünyada kendilerini tanımlama ve belirleme gücünden yoksun olanlarca kullanılan yeraltı dili, kendine özgü bir yoğunluk ve yetkinlik geliştirir. Bu dil, rüzgârı koklama, ortamı algılama, dostluk göstermeyen bir arazide kendilerini savunma olanağı verir onlara. Ama öte yandan, güçlülerin sözcüklerine bağımlı olduklarını doğruladığı içinde de onları kısıtlar. Kendilerine dayatılan gerçekliği, kendi başlarına ve kendileri için belirleyip denetleyebildikleri bir gerçeklik aracılığıyla kırma gücüne sahip olmadıklarını yansıtır. Onları kendilerine sıkı sıkıya kapalı tutar. Öte yandan, kuram dili —uzaklaştırılmış dil— ezenlerce duyumsanıp yaşanan bir gerçekliği anlatıma kavuşturur yalnızca. Bu dil, ezenlerin bakış açısıyla, ezenlerin dünyasından yana konuşur yalnızca. Devrimci bir hareket, eninde sonunda, başat durumdaki grubun kuram üzerindeki denetimini kırmak zorundadır, kendi bağlantılarını kurup yerleştirmek zorundadır. Dil, egemen durumdakilerin siyasal ve ideolojik iktidarının ayrılmaz bir parçasıdır.
Deneyim dili ile kuram dili arasındaki savaşımın bir tür işkence olup çıktığı uzun bir oluşum dönemi vardır. İngiltere'de işçi sınıfının gelişmesi sürecinde, suskunluk ile "onların" dili arasındaki çatışma, felç ve bağlantı sorunu, süreklilik göstermiştir. İşçi hareketi içinde yetişmiş herkes, şu ya da bu biçimde anlatıma kavuşturmuştur bu olguyu. Şivenin verdiği sıkıntı, aile içinde konuşulan dil ve öğrenim görmüşlere özgü dil arasındaki kopukluk, "kültür 'ün —onların kültürünün— başkalığı, yeğin ve sancılıdır. Bugün, her ne zaman grevdeki bir işçi, egemen sınıfın soruşturucu kameraları önüne çıkıp televizyon stüdyosunun tümden yabancı yapıları içinde kendi tutumunu haKİı göstermek durumunda kalsa ya da her ne zaman işçi sınıfı kökenli bir çocuk orta sınıftan bir öğretmenle karşı karşıya kalsa, bu çatışma ortaya çıkıyor. Uzlaşma derecesi değişmiştir. Bazen uzlaşma, egemen sınıf kültüründen bazı öğelerin sırıtacak biçimde ödünç alınması anlamına gelmiştir, hatta bu ödünç alma yoluna gidilirken bir yandan da egemen sınıfın siyasal ve ekonomik tutumu en amansız biçimde lanetlenmeye devam edilmiştir. Ya da uzlaşma, kuramın, egemen güçlere ait olduğu için kirlenmiş bir şey sayılarak yadsınması sonucunu doğurmuştur. Dolaysız deneyimden kaynaklanan kavrayışın inatla yüceltilmesi, erkeklerin ağır bastığı İngiliz işçi sınıfı politikasının hem güçlü hem de zayıf yönünü oluşturmuştur. Bu tutum, eldeki kalelerin savunulmasını güvence altına almakta, ama atak bir stratejinin yaratılması olanağını azaltmaktadır. Amerika'daki Zenci hareketi de buna benzer bir açmazla yüz yüze gelmiştir.
…..
Bunun sonucu olarak, bizim dünya yorumumuz, her zaman kırılıp dağılmaya hazır ve donuk olagelmiştir. Kadın sürekli olarak kendi kabuğuna çekilmeye zorlanır. Bütün boyun eğdirme biçimlerinin kökenleri gibi bizim ezilmişliğimizin kökeni de çoktan yitip gitmiştir. Belleğimizde, belki de bir zamanlar seçenek olarak başvurulmuş olan yolları anımsatacak en ufak bir iz bile yoktu. Güçlü kuvvetli kadınlardan kurulu kabileler ve ırklarla ilgili, anaerkilliğin altın çağıyla ilgili söylenceler bile erkek kültürünün ürünleriydi. Özgür kadın düşlemi kurmak için bile elimizden gelen tek şey, erkek korkularını yansıtmaktı. Böylesi kadınlar, bizim bilinçlerimize, erkek imgelemiyle erkekleştirilmiş olarak ulaşırlar. Yazılı kaynaklara geçmiş yakın tarihte bile oynadığımız rol çok önemsizdir. Biz, tarihin geri planını oluşturuyoruz. Bugün içinde bulunduğumuz durum, bölük pörçüklüğü ve yalıtlanmışlığı dayatıyor. Kendi içimizde, kendimize karşı ve birbirimize karşı bölünmüş dutumda bulunan bizler, hem fiziksel hem de sınıfsal dayanışmadan uzağız.
"Onlar, birtakım erkeklere konut, ev işi, ekonomik koşul ve toplumsal konum bağlarıyla bağlanmış olarak erkekler arasına saçılmış bir durumda yaşarlar." Aile. bizim iç dünyada bulunmamızı sağlar, erkeğimizin sınıfı da bize dış dünyada belli bir konum kazandırır. Erkeklerin elde ettikleri mevkileri yansıtırız biz. Kapitalist düzende bizim işlevimiz toplumsal aksesuar olmaktır.
Bundan da öte, erkeğin kadınla olan ilişkisi, ezenle ezilen arasındaki başka ilişki biçimlerine hiç mi hiç benzemez. Bu ilişki çok daha incelikli. çok daha karmaşıktır. Ne de olsa, iki taraf çoğu kez birbirini sever. Bu ilişki, oldukça kibar bir tiranlıktır. Daha yakın ilişkiye girdiğimiz anda dizginleri yaptırırız. Bu nedenle, böylesine esrik bir boyun eğdirme, işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiden bütünüyle farklıdır. İşçiler. gelecekte, artık kapitalistlerin var olmadığı kendilerine ait bir dünya kurmayı düşünebilirler. Oysa biz, içinde erkeklerin yaşamadığı kendimize ait bir dünya düşleyemeyiz.
İki cins arasındaki bölünme, insanlık tarihinde ortaya çıkmış bir olay değil, biyolojik bir olgudur... kadın, iki bileşenin birbiri için mutlak gerekli olduğu bir bütünlük içinde ötekini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, kadınların siyasal bir güç olarak ortaya çıkmaları, hem erkeklerden ayrı olarak hem de erkeklerle bağlantı içinde gerçekleşmek zorundadır. Ne var ki, farklı olduğumuza ilişkin bilincimiz, salt dıştaki çalışma dünyasından ya da dışsal yaşam deneyimlerinden doğamaz. Kadınlara özgü devrimci bilinç, anılarımızdan silinmiş çocukluğumuzun karanlıklarından doğar. Sömürgeleştirilişimizin boyutu, ancak burada gerçekten gün ışığına çıkar. Sözgelimi, kendi ruh ve beden yapımızı bile bizi ezenlerden öğrendiğimizi düşünün bir. Üreme organlarımız, aybaşı hallerimiz, boşalmamız, âdetten kesilmemiz ile ilgili kendi deneyimlerimizi, erkekler tarafından belirlenen bir deneyimin yerine koyuyoruz. Hissettiklerimizle ilgili kendi bölük pörçük, dolaysız algılarımızı, sürekli olarak, erkekler taralından kurulan bir çerçevede ifade ediyoruz. Kadınlara özgü duyumlar, olağanüstülük niteliği taşıyor. Yalnızca bize ilişkin olan her şey, ana metnin dipnotları biçiminde, ikinci derecede önem taşıyan şeyler olarak ortaya çıkıyor sanki. Gündemdeki yerimiz. "Gençlik" ile "Başka İşler" arasında bir yerlere düşüyor. Erkeklerin kültüründe, ancak "rastlantı sonucu" ve kıyıda köşede karşılaşıyoruz kendimizle. Yapılan bütün yorumlara göre. gerçekte biz orada yer almıyoruz. Bü bizi şaşkına çeviriyor ve bir grup olarak kendi kimliğimizi algılamaya başlamamızın bizim için daha güç olacağı anlamına geliyor. Bu da kadın bilincine, kolayca kavranamayan ve bütünlüğü bozucu bir duygu katıyor. Biz onların pozitifinin negatifiyiz. Orada olmamanın doğurduğu ezici bir duygu baskı altında tutuyor bizi.
Her ne zaman bir kadın, kadın olarak yalnızca kendisine özgü olan bir deneyimini bir erkeğe anlatsa, erkeğin kendi deneyimini normal ölçü olarak kabul etmesiyle karşı karşıya kalıyor. Bundan da öteye, erkeğin "ölçü'yü değerlendiriş biçimiyle ilgili deneyimi, hem erkeğe hem de kadına erkeğin haklı olduğunu söyleyen başat ideoloji tarafından doğrulanıp pekiştiriliyor. Böylece, bugün var olan kültür içinde, kendimizi algıladığımız ve yaşadığımız gibi bulamıyoruz; hiç kuşkusuz, bu durum kadınlar dışında kalan başka topluluklar için de geçerlidir. Kapitalist düzende yaşayan işçi sınıfı, karaderililer, ulusal azınlıklar gibi bütün topluluklar kendileriyle birer yankı olarak yüz yüze geliyorlar, kapitalizmin onlara yansıttığı görüntülerin parıltısı ve gösterişi içinde kendilerini yitiriyorlar.
Bununla birlikte, kadınlar açısından sorun daha bir içselleşmiştir. Bu, bir ölçüde tarihle ilgilidir. Dönüp geriye bakabileceğimiz ne bir zaman dilimi ne de yer vardır. Bütün kadınları özgürlüğe kavuşturmak için yarattığımız hareket, işçi hareketiyle karşılaştırılamayacak ölçüde güçsüzdür: tarihsel olarak "kardeşlik" peşinde koşup durduk; hâlâ da "Sizin kardeşleriniz"iz. Neleri paylaştığımızı ve nelerin bize özgü olduğunu henüz ortaya çıkarmış değiliz.
Kitap: Kadın Bilinci Erkek Dünyası / Payel Yayınları
Görsel: Sarolta Ban
20 Mart 2012 Salı
Yengeç / Cemil Yüksel
Ömrüm benim dalgın duruşum
Çocukluk, bir kıvam, kolayca
sıyrılan tat
Erik bahçeleri, kayısılar, diri
duran kiraz gölgesi
Dudakları birbirine yapıştıran
incir
O incir ki öpüşmeyi öğretti sana
Ayaklanan ziller sonrası
kaçışların heyecanı
Zorlanmış parmaklarla okunmuş
misketler
Işıl ışıl misketler gibi
tutmuştum ellerini
Bir taşı isabetle deviren
oyunlar görünmeye
Pencereye çıksan yukarı
çekildiğim şelale.
Ne çok direndi
Çokça taşlanmış ihtiyar teyzenin
erikleri düşmemeye
Oysa eskitilmiş sapan
koleksiyonları aynı ağaçtan.
Ömrüm benim dalgın duruşum,
buldukların
Zihnindeki en keskin zula
Dahası gözleri için insin diye
aşağı
Kuzgun apartmanındaki 9. numaralı
zile
Kibritler sıkıştırdım, üç tane
kısa çöp birden
Görünmemi isterdin ama koy ver
Annen sokağı ayaklandıran imdat
çağrısı
Durdum, baktım, hoşlandım
küpelerinden.
Sonra sana söyledim, sadece sana
söyledim
Ne çok sesle birden çıkıyorum
Saçlarına
değen o nice tebessümden
Ben bulutlara bakardım el yazısı
işler gibi
Bir defteri süsleyen bulutlara,
çocuk kızgınlığıyla
Göğün benden taraf uğuldadığını
duydum üç kere
Bir deniz çalkandı durdu tarih
sahnesinde
Sürekli baş dönmesi halinde
taşıdım dünyayı
Görsel: Sarolta Ban
11 Mart 2012 Pazar
Cadde / Octavio Paz
Uzun ve sessiz bir cadde.
Karanlıkta yürürüm ve yuvarlanırım ve düşer
ve kalkarım, ve yürürüm, kör ayaklarım
basarak sessiz taşlara ve kuru yapraklara.
Arkamda biri daha basmakta taşlara, yapraklara:
Ben yavaşladım mı, o da yavaşlar;
ben koşsam, o da. Dönerim: Kimse yok.
Herşey karanlık ve kapısız.
Dönerek, dönerek bu köşelerden
her zaman caddeye götüren
kimsenin beni beklemediği, kimsenin izlemediği,
benim izlediğim adam yuvarlanır ve
kalkar ve beni gördüğünde der ki: Kimse yok.
8 Mart 2012 Perşembe
Varoluşçunun Bunalımı / Berdrand Russell
Varoluş’a
Doğru
Büyük
düşünür-ozan Porphyre Eglantine çapraşık ve derin anlamlı yazılarıyla geniş bir
ün yapmıştır ama, en çok ölümsüz şiiri Chant du neant (Hiçliğin Türküsü) ile
tanınır.
Sonsuz bir kum denizinde,
Arıyorum
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım yolu.
Bir orada, bir burada
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını.
Bu korkunç boşlukta
Bu sonsuz boşlukta,
Her yanım kum
Alabildiğine parlak, boğucu
Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana:
“Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir ruh sanıyorsun kendini
Yanılıyorsun.
Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsin
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen.”
Gerçi
oldukça ünlü bir şiir bu Chant du neant, ama nasıl bir ortam içinde
yaratıldığını, ne gibi olaylara yol açtığını bilen azdır sanırım.
Porphyre
çocukluğundan beri duyguluydu; olmadık şeyleri dert edinirdi kendine.
Varolmadığı korkusu sarmıştı yüreğini. Aynaya her bakışında imgesini görememekten
korkardı. Bu korkusunu dağıtmak amacıyla bir felsefe yarattı sonunda.
Genellikle kuşkularını bir yana itebiliyordu böylece; ama
Hiçliğin
Türküsü’ndeki o birden her şeyi yıkan görüntü ozanın bu konudaki başarısızlığını
gösteriyor bize. Porphyre bu uğursuz sesi susturmak için her ne pahasına
olursa olsun VAROLMAYA karar verdi.
İç
gözlem ve dış gözlem ona hiçbir şeyin acı kadar gerçek olamayacağını
öğretmişti; varolması için acı çekmesi gerekiyordu. Porphyre büyük acılar
bulmak umuduyla yollara düştü. Güney Kutbunda tek başına bir kış geçirdi. Sonu
gelmeyen gece ona geleceğin karanlık görüntülerini esinledi.
Nazi
Almanya’sında kendini Yahudi diye tanıtarak türlü işkencelere katlandı. Ama tam
bu işkenceler dayanılmaz bir hal almışken toplama kampına Poe’nun kuzgunu
geldi sıçraya sıçraya, Mallarme’nin sesiyle o korkunç tekerlemeyi haykırdı: “Acı
çekmiyorsun sen; Bir hiçsin yalnızca; Sen yoksun!”
Sonra
Rusya’ya gitti Porphyre. Orada da Wall Street’den yollanmış bir casus süsü
verdi kendine. Bu yüzden bir kışı da Beyaz Deniz kıyılarında ağaç kesmekle
geçirdi. Açlık, yorgunluk, soğuk her gün biraz daha iliklerine işledi. Eh bu
gidişle bir gün varolurum elbet, diye düşünüyordu kendi kendine. Ama hayır! Kışın
son gününde, karlar tam erimeye yüz tutmuştu ki uğursuz kuş bir kez daha
göründü, bir kez daha haykırdı o korkunç sözleri.
Belki
de, diyordu Porphyre, arayıp bulduğum bu acılar sudan şeylerdi. Gerçek
mutsuzluğu duymak için acılarıma bir de utanç katmalıyım.
Bu yeni düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla
kalktı Çin’e gitti. Orada Komünist Partisi’nin gözde üyelerinden güzel bir
Çinli kıza deli gibi tutuldu. Sonra sahte belgeler düzenleyerek onu İngiliz
hükümetine gizli ajanlık yapmakla suçladı. Korkunç işkencelerle gözleri önünde
öldürdüler kızcağızı. O zaman “Şimdi gerçekten acı çekmiş sayılırım.” diye
düşündü ozan, “Sonuna değin çılgınca sevmiştim bu kızı; kendi korkaklığım kendi
alçaklığımla bu korkunç sona sürükledim onu. İnsanoğlunun dayanabileceği
acıların en büyüğü olsa gerek.” Ama hayır! Elini kolunu bağlayan buz gibi bir
korkuyla donakaldı Porphyre. Kader Kuşu yine gelmiş, kendisini Paris edebiyat
çevrelerine tanıtan ölümsüz ozanın sesiyle yine o korkunç sözleri haykırmıştı.
Kuş uçup gitmeden Porphyre bütün gücünü toplayarak
yüreğindeki umutsuzluğu dile getirdi. “Ey Kuzgun,” diye haykırdı, “söyle bana,
varolduğuma seni inandırmak için ne yapayım?” Kuzgun bir tek sözcükle karşılık
verdi buna: “Ara”, sonra da yok oldu ortadan Böylece
yeniden aramaya koyuldu Porphyre. Ama bu arayışı bütün gücünü kapsadı sanmayın.
Bu süre boyunca yine bir düşünür-ozan olarak her yerde, özellikle gizli
çevrelerde hayranlık topladı. Çin’den dönüşünde şeref üyesi olarak Paris’teki
Felsefe Kurultayına çağırıldı. Toplantı günü herkes salonda yerini almıştı;
yalnız başkan yoktu ortada. Porphyre tam sabırsızlanmaya başlamıştı ki birden
kuzgun girdi içeri, geçip başkan yerine oturdu. Sonra ozana dönerek bütün
üyelerin duyabileceği çınlayan bir sesle, “Senin felsefen yok aslında, senin felsefen
bir hiç!” diye bağırdı. Bu sözleri duyan Poıphyre’in yüreğini en
acı yaşantılarının bile veremediği derin bir umutsuzluk kapladı. Yığılıverdi
olduğu yere. Kendine geldiğinde kuşun ağzından ne zamandır özlemini çektiği
sözlerin döküldüğünü duydu: “Yeter
artık, acı çekiyorsun; Yeter, varsın.”
O sırada gözlerini açtı Porphyre.
Rahat bir soluk aldı; gördüğü bir düştü yalnızca.
Ama o gün bugündür felsefe üstüne
ne bir söz söyledi ne de bir şey yazdı.
5 Mart 2012 Pazartesi
Görme Biçimleri / John Berger
Venüs, Küpid, Zaman ve Sevgi, Bronzino
Avrupa
dışındaki sanat geleneklerinde —Hint, İran, Afrika ve Amerika yerlilerinin
sanatında— çıplaklık hiçbir zaman böyle edilgen değildir. Bu geleneklerde, bir
yapıtın konusu cinsel çekicilikse, yapıt iki kişi arasındaki etkin cinsel
sevişmeyi gösterir. Kadın da erkek gibi etkindir; her ikisi de öbürünü içine
alacak biçimde hareket eder.
Şimdi
artık Avrupa geleneğinde çıplaklıkla nü’lük arasındaki ayrımı görebiliriz. Nü adlı kitabında Kenneth Clark, çıplak olmak giysisiz olmaktır der; oysa nü bir sanat biçimidir. Ona göre nü, resmin çıkış
noktası değil resmin ulaştığı bir görme biçimidir. Bu, bir ölçüde doğrudur
—ama bir nü’yü görme biçimi yalnız sanatta olmaz: Nü fotoğraflar, nü pozlar,
nü hareketler de vardır. Doğru olan nü nün her zaman töreleştirildiğidir —bu
töreleri koyan da belli bir sanat geleneğidir.
Bu törelerin anlamı
nedir? Nü neyi gösterir? Bu soruları yalnızca sanat biçimi açısından
yanıtlamak yetmez; çünkü nü nün yaşanan cinsellikle ilgili olduğu apaçıktır.
Çıplak
olmak insanın kendisi olmasıdır.
Nü
olmaksa başkalarına çıplak görünmektir; insanın kendisi olarak
algılanmamasıdır. Çıplak vücudun nü olabilmesi için bir nesne olarak görülmesi gerekir.
(Vücudun nesne olarak görülmesi nesne olarak kullanılmasına yol açar.)
Çıplaklık kendisini olduğu gibi ortaya koyar. Nü’lükse seyredilmek üzere
ortaya konuştur.
Çıplak
olmak açık olmaktır.
Seyredilmek
üzere ortaya çıkmak insanın derisinin, vücudundaki kılların, bu durumda hiç
bir zaman çıkarılıp atılamayacak bir çeşit örtüye dönüşmesi demektir. Nü hiç
bir zaman çıplak olamayacaktır. Nü’lük bir çeşit giyinikliktir.
Sıradan
Avrupa nü resimlerinde asıl kahraman hiçbir zaman resimde görünmez. O, resmin
önündeki seyircidir ve erkek olarak kabul edilir. Her şey ona göre
yapılmıştır. Her şey onun orada bulunmasından dolayı olmuş gibi görünmelidir.
Resimdeki vücutların nüleşmesi onun içindir. Ama o, tanımı gereği bir
yabancıdır —giysileri üstünde olan birisidir. Bronzino’ nun Zaman
ve Sevgi Orunlaması’nı düşünün.
Resmin ardındaki
gizli karmaşık simgeler bizi şimdilik ilgilendirmez, çünkü bu simgeler cinsel
çekimi —birinci derecede— etkilemez. Bu herşeyden önce cinsel kışkırtma
amacıyla yapılmış bir resimdir.
Resim,
Fransa Kralı’na Floransa Dükü tarafından armağan olarak gönderilmiştir. Mindere
diz çökerek kadını öpen çocuk Küpit’- tir. Kadın da Venüs’tür. Oysa kadının
duruşunun öpüşme hareketiyle hiç ilgisi yoktur. Vücudunun böyle resmedilişi
kadını resme bakan erkeğe sergilemek içindir. Resim, o erkeğin cinselliğini
uyandırmak için yapılmıştır. Kadının cinselliğiyle hiçbir ilgisi yoktur. (Bu
resimde görüldüğü gibi Avrupa geleneğinde de kadın vücudundaki kılları
genellikle resme geçirmeme alışkanlığı aynı amaca hizmet eder. Kıl, cinsel güç
ve tutkuyla ilgili görülmüştür. Kadının cinsel tutkusunun az gösterilmesi
gerekir ki seyirci kendisini bu tutkunun tekelcisi hissedebilsin.) Kadınlar
orada bir açlığı gidermek için bulunurlar; kendi açlıklarını doyurmak için
değil.
Şu
iki kadının yüzlerindeki ifadeyi karşılaştırın:
Bunlardan biri
Ingres’in ünlü resmindeki modeli, öbürü de açık saçık dergilerden alınmış bir fotoğraf modelini
gösteriyor.
İkisinde
de yüz ifadeleri şaşırtıcı bir benzerlik göstermiyor mu? Kendisine baktığını sandığı erkeğe —onu hiç
tanımamasına Karşın— nazla bakan bir kadının yüz ifadesidir bu. Burada
kadın seyredilen birisi olarak
dişiliğini sunmaktadır.
Resimlerde bazan kadının erkek sevgilisinin
sergilendiği de doğrudur.
Baküs, Ceres ve Küpit, Von Aachen
Ne var ki resimdeki
kadının ilgisi hemen hemen hiç bir zaman ona yönelmez. Çoğu zaman kadın ona
bakmaz bile; resmin dışına, kendisini kadının gerçek âşığı sanan kişiye
—seyirci sahibine— bakar.
Sevişen bir çifti
gösteren özel bir açık saçık resim türü daha vardı (özellikle on sekizinci
yüzyılda). Bu resimlerin karşısında bile seyirci sahip resimlerdeki adamı ya
yok sayıyor ya da kendini onun yerinde düşlüyordu. Avrupa dışı resim
geleneklerindeki çiftlerin imgeleriyse, bunun tersine, bir çok çiftin aynı
anda seviştiği düşüncesini uyandırır. Hepimizin binlerce eli, binlerce ayağı
var; hiç yalnız kalmayacağız-’
Yenidendoğuş
sonrası Avrupasında cinsel imgelerin hemen hepsi önden gösterilmiştir —ya
gerçekten önden verilmiştir ya da öne yansıtılmıştır— çünkü asıl cinsel
kahraman resme bakan seyirci sahiptir.
Erkekliğin böylesine şişirilmesinden doğan gariplik,
on dokuzuncu yüzyılın akademik sanatında doruğuna ulaştı.
Oreadlar, William Adolphe Bouguereau
Devlet
adamları, işadamları böyle resimlerin altında yapıyorlardı iş tartışmalarını.
İçlerinden birisi yenik düştüğünü hissettiği zaman avunmak için başını
kaldırıp resimlere bakıyordu. Resimde gördükleri ona erkek olduğunu bir kez
daha anımsatıyordu.
Avrupa yağlıboya
resim geleneğinde bütün bunların dışında kalan başka nüler de vardır. Gerçekten
de bunlara nü bile denemez artık —çünkü o sanat biçiminin kurallarını bütünüyle
yıkmışlardır. Bunlar gerçekten sevilen kadınların az ya da çok çıplak
resimleridir. Geleneği oluşturan yüzbinlerce nünün arasında belki yüz kadar
tutar bu değişik nüler. Bunların her birinde ressamın o kadını kişisel olarak
görüşü öylesine güçlüdür ki seyirciye yer kalmaz. Ressam, görüşüyle kadını kendisine
sımsıkı bağlamıştır; artık ikisi taşa yontulmuş bir çift gibi iç içedirler. Seyirci olsa olsa yalnızca onların ilişkisine
tanık olabilir; bundan öte birşey yapamaz. Dışlanan birisi olduğunu kabul etmek
zorunda kalır. Resimdeki kadının salt o seyretsin diye soyunmuş olduğuna inandıramaz
kendini. Kadını nüleştiremez. Ressam kadını resme geçirirken onun istemiyle
eğilimlerini hem imgenin yapısına hem de vücudunun ve yüzünün ifadesine
sindirmiştir.
Danae, Rembrandt
Geleneğin içinde ve
dışında kalan resimler ancak bu çıplak/nü ayrımı yoluyla tanınabilir; gene de
çıplaklığı resme geçirme sorunu ilk bakışta göründüğü ölçüde kolay değildir.
Gerçekte
çıplaklığın cinsel işlevi nedir? Giysiler dokunmayı ve hareketi güçleştirir.
Ne var ki çıplaklığın kendi başına olumlu bir görsel değeri var gibi geliyor
insana: Karşımızdakini çıplak görmek istiyoruz. Karşımızdakiler bize
görünüşlerini sunuyorlar; biz de bazan ilk ya da yüzüncü kez yapıldığını
düşünmeden— alıyoruz bunu. Karşınızdakini böyle görüşümüz ne anlama geliyor
bizim için; bu tüm açılma anında arzumuzu nasıl etkiliyor?
Karşımızdakinin
çıplaklığı bir doğrulanma oluyor; bizde çok güçlü bir rahatlama duygusu
uyandırıyor. O da ötekiler gibi bir kadın; o da ötekiler gibi bir erkek:
Bilinen o cinsel sürecin akıllara durgunluk veren yalınlığına kaptırıyoruz
kendimizi.
Elbette
bunun tersini bilinçli olarak bekleyemeyiz: Bilinçaltı eşcinsel arzular (ya da
çift eşcinselse bilinçaltı karşı cinsel duygular) ikisini de değişik bir şeyler
beklemeye itebilir yarı yarıya. Ama bu rahatlama’ duygusunu bilinçaltına
başvurmadan da anlayabiliriz.
Karşımızdakinin
başka türlü olmasını beklememişizdir; ne var ki duygularımızın yoğunluğu,
karmaşıklığı bunun biricik bir yaşantı olduğu duygusunu uyandırır bizde. Kadın
ya da erkek, karşımızdakinin, olduğu gibi görünmesi bu biriciklik duygusunu
ortadan kaldırır. Karşımızdaki kadın ya da erkek, kendi cinsinden değişik
birisi olmaktan çok onların bir benzeridir. Çıplaklığın herkesçe —soğuk ve
kişisel değil de— sıcak ve dostça bir şey olarak algılanması bunun farkında
olmaktan gelir.
Aynı
şey başka biçimde de anlatılabilir: İlk kez görüldüğü anda çıplaklığa bir
sıradanlık öğesi girebilir; bu öğenin işe karışması bizim duyduğumuz bir
gereksinmeden ötürüdür.
O
ana dek karşımızdaki az çok gizemli birisidir. Utanmanın kuralları yalnızca din
yasaklarından doğmuş ya da duygusal şeyler değildir: Burada gizemliliğin ortadan
kalkışını da hesaba katmak gerekir. Gizemliliğin böyle ortadan kalkması belki
de büyük ölçüde görseldir. Algılama noktası gözler, dudaklar ve omuzlardan
ellere kayar —bütün bunlar aslında öylesine güçlü anlatım araçlarıdır ki
bunlarla ortaya çıkan kişilik binbir katlıdır —algılamanın odak noktası
buradan cinsel organlara doğru kayar. Bu organların biçimlenişi de insanı bir
yandan bütünüyle kendine çekerken öte yandan o tek eyleme çağırır. Karşımızdaki
erkek ya da kadın, —sizin isteğinize göre— kendi cinsel türünün düzeyine dek
yüceltilir ya da indirgenir. Rahatlamamız, tartışma götürmez bir gerçekliği
bulmamızdandır. Önceki karmaşık duygularımız, bu gerçekliğin bizden o anda
beklediklerine boyun eğer.
İlk
soyunma anındaki sıradanlığa gereksinme duyarız çünkü bu sıradanlık bizi
gerçeğe indirger. Aslında bundan da öte birşey yapar. Cinselliğin tartışılmaz,
atalardan gelme mekanizmasını taşıyan bu gerçeklik cinselliğin herkesçe
paylaşılma özelliğini de birlikte getirir.
Gizemliliğin
kayboluşu, ortaklaşa gizem yaratma yolunun ele geçirilmesiyle aynı anda olur.
Süreç şudur: Öznel* nesnel »öznel —bu sürecin karesi alınır.
Durağan
bir cinsel çıplaklık imgesi yaratmanın ne denli güç olduğunu şimdi
anlayabiliriz. Yaşanırken çıplaklığın algılanması bir durum değil, bir
süreçtir. Bu sürecin içinden bir an kesilip ayrılırsa bu anın imgesi sıradan
olacaktır. İmgenin sıradanlığı, imgelemce yoğun iki durum arasındaki akışı
vermek yerine, bir anı dondurmasındandır. Güzel çıplak insan fotoğraflarının
güzel çıplak insan resimlerinden daha az olması bundandır. Fotoğrafçıların
başvurduğu kolay çözüm yolu vücudu nü olarak vermektir; böylelikle hem
seyreden, hem de seyredilen genelleştirilerek cinsellik öznel olmaktan
çıkarılır, arzular düşe dönüştürülür.
Şimdi
de çıplaklığın resme geçirilişini gösteren değişik bir imgeyi inceleyelim. Bu
Rubens’in oldukça yaşlıyken evlendiği kendinden genç, ikinci karısının
resmidir.
Kadını burada yana
dönüş hareketi içinde görürüz; kürkü omuzlarından düşmek üzeredir. Bu durumda
bir saniyeden fazla kalmayacağı bellidir. Yüzeysel olarak bakarsak kadının
imgesi bir fotoğraf İmgesi gibi verilmiştir. Ama daha derin anlamda bu resim
zamanı ve zamanın yaşanışını ‘içerir’. Kürkü omuzlarına alışından bir dakika önce
kadının bütünüyle çıplak olduğunu düşünmek kolaydır. Tüm çıplaklık anından
önceki ve sonraki evrelerin hepsi aşılmıştır burada. Kadın aynı anda bunlardan
herhangi birinde ya da hepsinde birden bulunabilir.
Kürk Mantolu Helene, Rubens

Rubens
bunu düşünerek yapmamıştır sanırız. Seyirci de bunu bilinçli olarak
görmeyebilir. Kendi içinde önemsiz birşeydir çünkü bu. Önemli olan bu kaymanın
neye yol açtığıdır. Kayma, vücuda olmayacak bir canlılık kazandırmıştır.
Resmin iç tutarlılığı kendinden değil, ressamın yaşantısından gelir. Daha açık
söylersek resim, vücudun alt ve üst kesimlerinin, örtü altında kalan cinsel
merkez çevresinde ayrı ayrı ve ters yönde dönmesine olanak sağlar. Ayrıca örtü
altında kalan bu cinsel merkez, koyu kürk manto yoluyla, kadını çevreleyen
koyuluğa katılmıştır. Böylece kadın, cinselliğini gösteren bir eğretileme olarak
kullanılan karanlığın hem çevresinde hem de içinde dönmektedir.
Tek
bir anı aşma, öznelliği kabul etme zorunluluğundan başka yukarıda değindiğimiz
bir öge daha vardır burada: Bu öge, çıplak cinsel imgenin özel olması
açısından çok önemlidir. Ortaya çıkarılması gereken ama dondurucu olmayan
sıradanlık ilkesidir bu. Kadını zevk için gizlice seyreden kişiyle gerçek
sevgili arasındaki ayrım budur işte: Rubens'in Helene Fourment’in vücudundaki
şişman yumuşaklığı resme geçirmek istemesinde böyle bir sıradanlık vardır: Bu
vücudun resme geçirilişi her türlü biçim ülküsünü sürekli olarak yıkarak
(Rubens’e) karısının taşıdığı o olağanüstü kendine özgülüğün umudunu tattırır.
Avrupa
yağlıboya resmindeki nüler çoğu zaman Avrupa'daki insancıl ruhun beğenilesi
birer örneği olarak sunulmuştur. Bu ruh bireycilikten ayrılamaz durumdaydı.
Bireycilik çok bilinçli bir biçimde gelişmeseydi, bu geleneğin dışına çıkan
(son derece kişisel) çıplaklık imgeleri de hiçbir zaman resme geçirilemezdi.
Gene de bu geleneğin içinde, kendisinin çözemeyeceği bir çelişki yatıyordu.
Birkaç sanatçı bunu sezgileriyle anlayıp çelişkiyi kendi dilleriyle çözdüler.
Ne var ki bu çözümler geleneğin ekinsel diline hiçbir zaman tam olarak giremedi.
Bu
çelişki şöyle de anlatılabilir: Bir yanda ressamın, düşünürün, efendinin, sahibinin
bireyciliği öte yanda bu insanların eylemlerinin nesnesi olan ya da bir
soyutlama gibi görülen kişi— başka deyişle kadın.
Dürer
kusursuz nü’nün, yüzün bir kadından, göğüslerin bir başkasından, bacakların
üçüncü bir kişiden, omuzların dördüncü bir vücuttan, ellerin beşinciden vb.
alınarak yapılabileceğine inanıyordu.
Elde
edilen sonuç İnsan'ı görkemli kılacaktı. Oysa böyle bir- şeye girişmek, bir
insanın kim olduğunu hiç dikkate almamak demekti.
Avrupa
nü sanatında ressamlar ve seyirci-sahipler erkekti, nesne olarak işlenen
kişilerse çoğunlukla kadın. Bu ters ilişki ekinimize öylesine sinmiştir ki
bugün bile sayısız kadının bilincine biçim vermektedir. Kadınlar kendilerine
karşı, erkeklerin onlara karşı davrandığı biçimde davranmaktadırlar. Kadınlar
da, erkeklerin onların karşılarında yaptıklarını yapıp kendi dişiliklerini
seyretmektedirler.
Modern
sanatta nü türü önemini bir ölçüde yitirmiştir. Sanatçıların kendileri de bu
önemden kuşkulanmaya başlamışlardır artık. Birçok bakımdan olduğu gibi Manet bu
bakımdan da bir dönüm noktası sayılır. Manet’nin Olympia’sını Titian’ınkiyle
karşılaştırırsak Manet’nin geleneksel yerine oturtulmuş olan kadının resminde
bu yere belli bir başkaldırmayla karşı çıkmakta olduğunu görürüz.
İdeal kadın imgesi
bozulmuştur. Ne var ki onun yerine konan şey —yirminci yüzyılın başındaki öncü
resmin değişmez kadını olan — yosmanın ‘gerçekliği’nden öte birşey değildir.
(Toulouse-Lautrec, Picasso, Rouault, Alman Dışavurumculuğu vb.) Gelenek,
akademik resimde de sürdürülmüştür.
Bu
geleneği besleyen tutucu değerler günümüzde daha geniş alanlara ulaşabilen
yollarla —reklâmlar, gazeteler ve televizyonla— yaygınlaştırmaktadır.
Gene
de kadınları görme biçimi, imgelerin kullanılışı temelde değişmemiştir.
Kadınlar erkeklerden çok değişik bir biçimde gösterilir —dişinin erkekten
başka olmasından gelen bir şey değildir bu— ideal’ seyircinin her zaman erkek
olarak kabul edilmesinden, kadın imgesinin onun gururunu okşamak amacıyla
düzenlenmesindendir. Bunun böyle olduğundan kuşkunuz varsa şu deneyi yapın: Bu
kitaptan geleneksel bir nü imgesi seçin. Kadını erkeğe dönüştürün. Kafanızda
ya da resmin üstünde oynayarak yapabilirsiniz bunu. Sonra da bu değişikliğin
yarattığı sarsıntıya bir bakın. İmgede değil, kafanızda tasarladığınız seyircinin
içinde yaratacağı sarsıntıya!
3 Mart 2012 Cumartesi
Dudakları Süsleyen Boynuna - Cemil Yüksel
durduğu yeri bilen bir yirmisekiz
beyaz mı beyaz
bir yirmisekiz
boynundan
başlayarak sayıyorum
ne oluyor bil
bakalım yirmisekiz
bir yirmisekizin
ettiği oluyor aramızda
dolanıyor ince
bir yolu sen buna
iki kişinin
hızla öpüşmesi diyorsun
telaşlar, birden
kucaklaşmalar, kramplar
gitsekte onların
bir araya gelmesi
ediyorlar mı bir
daha yirmisekiz
bunun bir
şarkısı olmalı diyorum ben
sabahları
söylenmeli en güzel sabahları söylenmeli
henüz güne yeni
açmış bir nasılsın sesiyle
kuşları saymıyorum
onlar meydan şarkıcıları
sırtın sürekli
bir şeylerin arkasında
allı pullu bir
yirmisekiz ki konuşmadığın kadar
kim görse
tanıdık bir şeyler buluyor yüzünde
işte bir
yirmisekiz daha yüksek balkonlardan
göğsünün tam
üzerindeki halkanın neler ettiği
beyazdan,
yuvarlak, kokusuz ama yine de
her gün gelince
ortalığa saçılmış
bir yaratılışla
yine susuyorsun bu da yirmisekiz
buna en uygun
bir deniz deniyor
yine ellerin
durduruyor onları,
onlar hep
durdurmasını biliyor ilk değil bu
hadi tekrar
saymaya başla bu kimin ettiği
toplasan
toplasam her şey yüzünde yirmisekiz
eh biraz
koyvermen biraz da saçlarını kısa tutman
hepimiz, birden
korkuyoruz karışıklığından
halıları kaldır
kalsın müthiş bir çıplaklıkta
unuttuklarını da
ben ekliyorum etti mi yirmisekiz
utangaç bir sayı
gibi duruyor aramızda "artı üç"
bir çocuk
kovalıyor kendini sınırsız bir parkta
yutkunsa bir
bulut kaçacak yutkunmasına
bir adam
eğiliyor dinlemekten sıkılmış
boyuna boynuna.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)