14 Ocak 2011 Cuma

Reich Freud'u Anlatıyor / Wilhelm Reich


Dr. E. — Freud'la görüşmelerinizde dine ve Kilise' ye değindiniz mi?
Dr. Reich — Böyle bir anı yok belleğimde! Kentte sık sık tartıştığımız bir konuydu bu. Ama belki Freud bundan da sözaçmıştır. Bilemiyorum. Freud için sorun bambaşka bir biçimde kendini göstermekteydi. Freud özünden tam bir aydındı. Anlağın, anlama yeteneğinin her şeye egemen olan gücüne, coşkulara, duygulara oran­la çok önde geldiğine inanırdı. Sakın yanlış anlamayın, coşkulara kötü gözle bakmazdı, ama bir şeyin bunlar­dan kurtulması gerektiğine inanırdı. İnsanoğlunun her şeyi denetim altında tutması gerekirdi. Anlakla us coş­kulara, duygulara egemen olmalıydı. Bu tutumsa, üret­ken cinsel yaşam üzerinde yaptığım, «coşkuları», dirim­sel «akım»ı, vücuttaki duyumları kapsayan araştırma­larımla yüzde yüz çelişiyordu. Freud hani şu «okyanu-sumsu duyumlar» ın («ozeanische Gefühle»nin) varlı­ğını yadsırdı. Böyle duyumların varlığına inanmazdı. Neden olduğunu hiçbir zaman pek iyi anlayamadım. Hastalıklı ya da çarpık olmadıkları sürece, bu «ozeanis­che Gefühle»nin, okyanusumsu duyumların, insanın kendi varlığıyla ilkbahar ve Tanrı ya da insanların Tan­rı adını verdikleri şeyle Doğa arasındaki birliği duy­manın bütün dinlerin, bütün dinsel duyguların temeli olduğuna kuşku yoktur. Freud'sa bütün bunları elinin tersiyle itiyordu. Üzülerek söyleyeceğim, ben Freud'un kendisinin, canlılığını, dirimsel canlılığını denetim al­tına alabilmesi için, kasılması, cinsel enerjiyi yüceltme­si, sevmediği bir yaşama biçimini benimsemesi, yazgısı­na boyun eğmesi gerektiği kanısındayım. Bana öyle ge­liyordu ki, bir bakıma, bütün iyi dinlerin temelinde ya­tan bir kavramı kabul edemiyordu. İyi anladınız mı? Bütün iyi dinlerin. Bunu derken, vücudunuzun, Evren'in bir parçası olan vücudunuzun dirimsel etkinliğini anlatmak istiyorum. Freud'sa buna inanmıyordu. Ve bu kavramı sevmediğini de biliyordum. Yapıtımsa işte bu yana yönelmişti. Örneğin bir usu yarılmış, zihni karış­mış kişide (şizofrende) duyduğu dirimsel «akım», coş­kular son derece gerçek şeylerdir. Freud, bir anlamda, bu yolda beni izleyecek güçten yoksundu. Etkinliği git­tikçe daha aydınca, salt anlağa dönük bir nitelik ka­zanıyordu. Bence bu, yavaş yavaş belirmekte olan kötü evrimin belirleyici öğelerinden biriydi. Freud, gün geç­tikçe bir sözcük çıkmazına dalıp saplanıyordu.
Dr. E. — Doktor, az önce bana, sırası gelince Federn'den sözedeceğinizi söylemiştiniz. Bu konuda bana gösterecek bir belgeniz mi vardı acaba? Anımsadınız mı?
Dr. Reich — Evet, Federn hakkında bir yazı yaza­cağım. O konuda söyleyecek iki çift sözüm var. Ama şim­di bu konuya ayrıntılarıyla girmek istemiyorum. Yazıya dökeceğim diyeceklerimi, sonra da belgeyi size gönde­receğim. Bu belgenin tarihe kalmasını istiyorum. Özel yaşamımla, çok özel yaşamımla ilgili çünkü. Belki mü­hürlü zarf içinde gönderirim. El altında bulunmalı. Böy­lece, günü gelince zarf açılabilmeli. Anlıyor musunuz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Günün birinde birtakım karaçalma-lar, dedikodular belirirse, yamt zarfın içinde bulunur.
Dr. E. — Çok doğru.
Dr. Reich — «Okyanusumsu duyumlar» sorunu din­le ilgili sorunuza yanıt getirdi mi?
Dr. E. — Hiç kuşkusuz.
Dr. Reich — Evet, geniş geniş yanıtlıyor sorunuzu. Freud bilinemezciydi (agnostikti). Özgür kafalıydı. Ama bu, halkın din duygusu sorununu ya da din sorununu çözmeye yetmez. Bu konuyu burada keselim mi?
Dr. E. — Keselim.
Dr. Reich — Sorunuz var mı?
Dr. E. — Belki birkaç küçük olaya, özel anıya de­ğinebilirsiniz.
Dr. Reich — Freud'la ilgili mi demek istiyorsunuz?
Dr. E. — Evet, ufak tefek şeyler, alışkanlıklar...
Dr. Reich — Doğrusunu isterseniz, bu gibi şeylere hiç dikkat etmedim. Freud'un, Rie'nin kızının kısa ke­silmiş saçlarından hoşlanmadığını biliyorum. Günün birinde, kızcağız saçları oğlan gibi kesilmiş geldi. Freud hemen karşı çıktı. Ama çekiştirmeye girer bunlar. Sür­dürmemi istiyor musunuz?
Dr. E. — Bence tarihçi sizin «çekiştirme» dediğiniz şeyleri de hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Dr. Reich — Yani benim de çorbada tuzum mu bu­lunmalı? Peki, Anna Freud'un sevisel yaşamının bu­lunup bulunmadığını merak ettik günün birinde. Büyük tartışmalara yolaçan bir konuydu bu. Pek çok Viyanalı ruhçözümcü Anna'nın tam bir cinsel perhiz içinde ya­şadığı kanısındaydı. Ve herkes buna üzülüyordu. Ben­se, cinsel perhizin eğitimle ilgili bir etkinliğe uygun ol­madığı görüşündeydim. Üretken cinsel yaşam sorunu er-geç çıkar insanın karşısına, dolayısıyla önderlerin öğ­rettiklerini ilkin kendilerinin yaşamaları gerekir. Genel kanı buydu. Ama ben, gerçekte hiçbir şey bilmem An­na Freud konusunda. Ve bir şey de söylemek istemem. Açık mı dediğim?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Başka küçük olay? Hiç bilmiyorum. Bir akşam, genç hekim Freud eve körkütük dönmüş, daha doğrusu evine taşınmış. Böyle bir söylenti dola­şırdı ortalıkta... ama kendisi bundan hiç söz etmezdi. Haa, bayılırdı çocukları ruhçözümlemesinden geçirme­ye. Çocuğun biri yatağını ıslatınca, hemen: «Neden yaptın bunu?» derdi.
Acı alaycı değildi, ama şakalanndaki sözcükler ki namak istediklerinin suratına kamçı gibi inerdi. Çok saldırgandı. Bana karşı değil. 1930'lann sonlarındaysa, müthiş kızdı, çılgınca öfkelendi bana31. Bir de Silberer vardı. Silberer'in kendi eliyle canına kıydığını bilir mi­siniz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Freud'la yaptığı bir görüşmeden son­ra, galiba Tausk da aynı yolu tuttu. Freud Helene Deutsch'ü çok severdi.
Dr. E. — Sahi mi?
Dr. Reich — Güzel kadınlara özel bir düşkünlüğü vardı. Nitekim, Prenses Bonaparte o dönemde çok gü­zeldi; Helene Deutsch de öyle. Sürdüreyim mi bu konu­yu?
Dr. E. — Elbette.
Dr. Reich — «Ruhçözümsel dedikodular» («psycho-analystischer Tratsch») alanında «uzman» kimdi bilir misiniz? Fenichel. Herkese mektup yazar kimin ne yap­tığını anlatırdı. Bilir miydiniz bunu?

Dr. E. — Hiç haberim yoktu.
Dr. Reich — Doğrudur ama. Bu mektupları görmek ister miydiniz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Ruhçözümcülerin yaptıkları her şeyi bulursunuz bu mektuplarda. Ben, kendi payıma, bu ko­nuyu daha çok deşmek istemem. Hiçbir zaman sevme dim bu gibi yöntemleri. Nitekim, sonradan ben de çe­kiştirmelerin kurbanı oldum. Bir yığın mektup var elim­de. Çok önceleri, on sekiz yıl önce yazılmışlardı bana.
Dr. E. — Yüz yıl sonra, çok değerli tarihsel belgeler olurlar!
Dr. Reich — Görmek ister miydiniz onları? Lütfen söyler misiniz bana «Sigmund Freud Belgelikleri»nden ne anlıyorsunuz? Sizce bu terim neleri kapsıyor?
Dr. E. — Sınırlandırmak zor. Başlangıçta, yalnız Freud'u düşünüyorduk; ama şimdi belli bir sınır çekme­nin olanaksızlığına inanıyorum.

Dr. Reich — Doğru. Gerçekten sınır çekilemez, et­kisi öyle geniş oldu ki. Ancak, bence, bütün o dönem son derece verimsiz geçti. Benim için çok önemliydi el­bet: Freud'la aramdaki duygusal bağlar ve evrimim. Çok severdim onu. O da beni severdi. Önemli bir şeydi bu. Ama şimdi artık hepsi birer anı oldu. Ruhçözümcüler beni hâlâ ruhçözümcü sanıyorlar. Hiç ilgisi yok! Öyle değil mi, ruhçözümcü saymıyorlar mı beni?
Dr. E. — Bunu yanıtlamak güç. Ancak, bana Öyle geliyor ki, tarihsel göreviniz ruhçözümcülük oldu.
Dr. Reich — Evet, ama yirmi yıldır değilim artık. Ruhçözümcüler arasına katılmaktan hoşlanmam. Ha­yır, yanlış anlamayın, ruhçözümlemesini küçük gördü­ğümden değil. Hayır! Tersine, çok önemlidir ruhçözüm­lemesi. Ama benim artık onunla bir ilgim yok. Bu gö­rüşme sizi doyuruyor mu?
Dr. E. — Evet. Bundan ötürü büyük bir gönül bor­cu duyuyorum size.
Dr. Reich — Umarım öyledir...
Dr. E. — Konuşmamızın kâğıda geçirilmesinden sonra, okurken belleğinizde yeni olayların canlanacağı­nı ummak isterim.
Dr. Reich — Olabilir. Tarihsel doğru söz konusu oldu mu mithiş sakınımlı davranırım, ve böyle davran­mamı gerektiren bir sürü neden var! İnsanların bilinç­altı kuramıyla dirimsel enerji kuramını canlı yaşama aktarabilmeleri için yüzlerce yılın geçmesi gerekeceği­ne inanıyorum. Bu süreci kazadan belâdan esirgeyebil­mek için kara çalmalardan korumak gerekir. Daha uzun süre insanlar sevdaya, üretken cinsel yaşama, yaşamın kendine kara çalacaklar — yaşamdan nefret edecekler! Çalışmamızın bir yanı da yaşamı kara çalmalardan ko­rumaya ayrılmıştır. Buysa, ruhçözümlemesini kat kat aşan bir görevdir. Ruhçözümlemesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ruhçözümlemesinin dışında yeralır.

13 Ocak 2011 Perşembe

Reich Freud'u Anlatıyor / Wilhelm Reich



         Şimdi, ilerde akıl sağlığı hareketlerine girişecek herkese bir uyarıda bulunmak isterim: Siyasal yaşamdan özenle kaçının! O zaman insanlar havalara uçacak, her yanlarından ateş fışkıracaktır.Büyük bir tutkuyla sarılacaklardır size. Ama kişilik yapıları onlara ayak uyduramayacaktır. Kişilik yapısının bu akıma ayak uydurması olanaksızdır. Uğrayacağınız düş kırıklıklarının ilki bu olacaktır. Akıl sağlığının en kendine özgü sorunu, insan denen varlığın arzuladığı, düşlerinde çağrıda bulunduğu, kafasıyla doğru ve iyi bir şey olduğunu anladığı şeyle kılgısal olarak yapabildikleri, yani kişilik yapısının izin verdiği şeyler arasındaki uçurumdur.. Bu uçurum, dinin cennet kavramıyla doldurduğu boşluktur.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Erkeğin Evlilik Korkusu / Theodor Reik


Uzun yıllar önce, evlenmeyi düşünen bir hastam bana bir karikatür gösterdi: Karikatürde hayvanat bahçesine git­miş bir baba oğul resmediliyordu. Karikatürün altındaki ya­zıda baba oğul arasında geçen konuşma veriliyordu. Çocuk sorar: "Baba, eşekler evlenir mi?" Baba yanıtlar: "Yalnızca eşekler evlenir."
Bir önceki bölümde kadınların bilinçdışı yetersizlik duy­gulanın ve bunların evlilik sorunundaki önemini irdeledim.
Erkeklerde de yetersizlik duygulan bulmak güç değildir ama bunların evlilikle ne gibi bir bağı vardır?
Bu kuşkularla, bir kızın ileriki yıllarda erkeğini elinde tu­tup tutamayacağı, ona vereceklerinin yeterli olup olmadığı, daha sonra ona çekici ve arzulanır gelip gelmeyeceği ile ilgi­li kuşkuları arasında hiçbir benzerlik yoktur. Erkeklerde ev­lilikle ilgili kuşkular vardır ama bunlar değişik türdedir. Er­keklerin de güvensizlikleri vardır ama bunlar onların kişisel eksiklikleri ve duygularıyla ilgili değildir. Başka bir şey göze çarpar; erkeklerde evlilik fikrine karşı bir isteksizlik vardır ve her erkek "evet" demeden önce bu direnişin üstesinden gelmelidir.
Bu noktaya gelince, evlilik olasılığıyla karşı karşıya kalan erkeklerin bu isteksizliklerini açıkça ortaya koyan birçok va­kanın karakteristik özelliklerini anımsadım. Bir hastamın alımlı bir kızla nişanlanmasından ve evliliğin onun için ne anlama geldiğinden söz edişini anımsıyorum; bunu aynı du­rumdaki bir kadının söyledikleriyle karşılaştırdım.
Her iki vakada da gelecekle ilgili kuşkular dile getirilmiş­ti ama aradaki fark belirgindi. Kız kendinden yakınmış, kişiliği olmadığını, insan içindeyken ne söyleyeceğini bilemedi­ğini, çok az şey bildiğini vb. söylemişti. Erkek, kişisel nitelik­leriyle ilgili kuşkularından değil parasal durumuyla, bir aileyi geçindirmekle ve son olarak da evlendiği zaman karşı kar­şıya kalacağı yükümlülükleri üstlenmek konusundaki istekliliğiyle ilgili kuşkulardan söz etmişti. Erkek, sözlerini şöyle bitirmişti: "Birlikte olacağım son kadının Anne olacağına inanamıyorum. Düşüncesi bile imkânsız geliyor."
Sorunun kaçırmış olduğum temel bölümü, doğaları bakı­mından erkeklerin evlilikten korkmalarıdır. Onların sorunu, şu ya da bu kızla evlenip evlenmemekten çok, evlenip evlenme­me sorunudur. Kadın, Milos Venüs'üyle Troyalı Helen'in bir karışımıysa, evli olmak ya da olmamak, asıl sorun işte budur. Kadınların ve erkeklerin evliliğe karşı farklı bir tutumu olması dikkate değerdir; bu fark yalnızca sosyolojik değil psikolojik faktörlere de dayanır. Bu farklılığı anlayabilseydik, cinslerin psikolojisinin kıyaslamasına malzeme ekleye­bilirdik.
Birçok psikolog ve sosyoloğun evlilik sorununa evli çiftlerin durumunu soruşturarak başlamakla ciddi bir hata yaptıkları açıktır.
Genç erkeklerin ve kadınların evlilikle ilgili umutlan ve korkulan birlikteliklerinin yazgısını büyük ölçüde etkileye­cektir. Ölüm onları ayırana dek birlikte yaşamayı seçen iki kişi evlilikle ilgili bazı fikirler oluşturmuşlar, bazı hayaller kurmuşlar ve düşüncelerinde evliliği canlandırmışlardır. Bir evliliğin geleceği, bu beklentilerden ya da gelecekle ilgili bu hayallerin gerçekleşmesinden ya da engellenmesinden ba­ğımsız değildir.
Geleceğe dair bakış açısının kadınlar ve erkekler için fark­lı olduğu yadsınamaz. Meselenin diğer yönlerini tartışma­dan önce, bu yön cinslerin kıyaslamak psikolojisinin ışığı al­tında ele alınmalıdır. Bu tür bir yaklaşımın tek yanlı olduğu­nun farkındayım ama kişinin, sorunun yalnızca bir yanını in­celerken, başka yanlan olduğunu da bildiği sürece, tek yan­lılığın zarar verici olmadığı kanısındayım.
Evlilik sorununun, çoğu psikologun, tehlikeliymiş gibi or­taya çıkarmaktan kaçındığı bir yanı vardır. Bu sorunla yüzleşilmelidir. Bundan da önemlisi, önce onun belirtilmesi ge­rekir. Kadın için evlilik düşüncesi doğaldır; kadın evliliğe se­ve seve girişir; ama erkekler için evlilik fikrinde yabancı bir şey vardır. Erkekler evlilikten korkarlar. Erkek ördeklerin başlangıçta sudan korktuklannı düşünürseniz tam benzeş­meyi bulursunuz.

Logan Clendening erkeğin bakış açısını The Human Body (İnsan Bedeni)* adlı kitabında verir. Bu hekim, "erkekler dünya üzerinde dolaşarak mümkün olduğunca çok sayıda kadını döllemek için yapılmıştır," der. Bu böyle değilmiş ha­vasını takınmak ya da bu arzuyu ahlaki çıkışmalarla denetle­meye çalışmak "tümüyle saçmadır". Erkeği denetleyebilen tek şey kadının sağduyusudur: "Onu evlenme dairesine ya da mihraba götüren, erkeği çelikten bir çemberle sıkıca bağ­laması için annelerinin çağlar boyunca biçimlendirdikleri duyu."
Erkeklerin çoğu, ancak başka çıkar yol yoksa evliliğe bo­yun eğecek ve "ömrünün geri kalanında bunu neden yaptı­ğını düşünecektir." Clendening, ortalama bir erkeğin, kadı­nın ona teslim olması için kadına yalan söylediğini, dil dök­tüğünü, yaltaklandığını, istediğini yaptırmak için sonsuza dek onu sevme sözü verdiğini vurgular. İstediğini elde ettik­ten sonra, "erkek bir sonraki aday için hazırdır ve bunu ba­şarmak amacıyla başvurduğu yollan ona anımsatmak ya da bu yollan kullanmasından ötürü ona sövmek, çiçekleri to­murcuklandıktan ya da anları çiçekleri ziyaret ettikleri için paylamak kadar dünyadan habersiz olmaktır." Bu sözler bi­yolojik gerçekliği açıkça ortaya koymaktadır.
Bernard Shaw'un bu konuda söylediklerine bakalım: Man and Superman'de (İnsan ve Üstün İnsan) Tanner, "kadının işi­nin en kısa zamanda evlenmek, erkeğinkininse mümkün ol­duğunca bekâr kalmak" olduğunu ileri sürer. Bu bekâr için evlilik, "bir din değiştirme, ruhumun sığmağına saygısızlık, erkekliğimin ayaklar altına alınması, doğuştan kazanılan hakkımın satışa çıkarılması, utanç verici bir teslim olma, onur kırıcı bir boyun eğme, yenilginin kabul edilmesi" dir. Ona göre evli erkek, geçmişi; bekâr erkekse geleceği olan bir erkektir. Evleneceği kız, Anne, ona eğer istemiyorsa evlen­mek zorunda olmadığını söylediği zaman ona şöyle yanıt ve­rir: "Hangi erkek asılmak ister" Ne var ki erkekler mücadele etmeden kendilerini asmalarına izin veriyorlar, oysa en azın­dan papazın gözünü morartabilirler. Biz, dünyanın istekleri­ni yerine getiriyoruz, kendimizinkileri değil."
Shaw, karşı konulamayacak bir biçimde işleyen gizemli bir yaşam gücünün erkeği bu tuzağa çektiğine inanır. Bilim buna benzer bir biyolojik zorunluluk bulamamıştır. Cinsel dürtü kesinlikle evliliğe bağlı değildir. Evlilik uygarlığın er­keklere zorla kabul ettirdiği bir kurumdur, bazı kültürel fak­törlerin etkisiyle insanlığın organik evriminin bir sonucudur. Evliliğin tarihçesini insan toplumunun en alt ve ilkel şe­killerine doğru izlemek ve onu erkekteki tekeşlilik itkisinin bir sonucu olarak düşünmek için birçok girişimde bulunul­muştur. Ünlü antropolog Dr. Edvvard Westermarck, evliliğin kökenini bazı gezginlerin tekeşli olarak tanımladıkları goril­lere vardıracak ölçüde ileri gitmiştir. Daha güvenilir gözlem­ciler, gorillerin tekeşlilik eğilimlerinin hayvanlarda değil, ön­yargılı fikirleri olan erkeklerin fantezilerinde var olduğunu
belirtirler.
Westermarck'm ilkel toplumlarda evliliğin tarihçesini il­kel erkeklerin güya tekeşli doğası doğrultusunda oluşturma çabalan Victoria devri taraftarlarınca takdir edilip çok beğe-nilse de bilimsel araştırma sınavını geçemedi. Westermarck evliliği, "erkek ve kadın arasında, yeni döl oluşturuluncaya dek süren üreme eyleminin ötesinde, öyle ya da böyle daya­nıklı bir bağlantı" olarak tanımlamaya çalışmıştır. Cinsler arasında "öyle ya da böyle dayanıklı" bir bağlantı tanımla­ması, doğal olarak, çok geçici türdeki birliktelikler için kulla­nılabilir.
Antropologlar en ilkel toplumlarda evlilikle diğer cinsel ilişkileri birbirinden ayırt etmekte büyük güçlükler yaşa­maktadırlar. Cinsel perhizin bilinmediği yerde, evlilik cinsel anlamda sahip olmayla bağdaştırılamaz. Peder D. Jones, Ku­zey Amerika Kızılderilileri arasında kadınlar "gecelik, hafta­lık, aylık ya da kışlık olarak satın alınırlar" diye bildirir.* Cherokee Kızılderilileri "genellikle yılda üç ya da dört kez eş değiştirirler." îlk gözlemcilerden biri olan La Houtan, "Ku­zey Amerika Kızılderilileri arasında "evlilik" denilen şeye, Avrupa'da "suç İlişkisi" denirdi," der.** Oregon kabileleri ara­sında evlilik bağının, "eğer buna evlilik bağı denilebilirse, herhangi bir yaptırımı yoktur";*** Seminoleler arasında, ev­liliğin, "ilgili tarafların isteğiyle bitirilecek olan, cinslerin do­ğal çiftleşmesinden başka bir şey olmadığını," duyduk. Peder Morice, Athapascan kabileleriyle ilgili olarak, mis­yonerlerin gelişinden önce onların beraberliklerine evlilik de­nilmesinin yanlış bir adlandırma olduğunu söyler. "Birlikte yaşamak bu beraberliği daha iyi tanımlar." Bu ilk bildirilerde bir erkeğin kolayca kırk ya da elli kez evlenebileceğini okuduğunuz zaman, Kızılderili kabilelerinin Hollywood'un kibar takımını geçmiş olabileceği izlenimini edinirsiniz.

Hıristiyanlar aralarına sızmadan önce, Kuzey Amerika Kızılderilileri gibi diğer kıtalardaki yerliler de evliliğe geçici bir ilişki gözüyle bakıyorlardı. Bu türlü ilişkiler çok çeşitlidir ve evlilikle hiçbir ilişkisi olmayan, bir tür deneme evliliği ve evli çiftler gibi birlikte yaşanan cinsel ilişkilerle gerçek evli­likleri birbirinden ayırt etmek güçtür.*
Çağımızın ilkel gelenek araştırmacıları evliliğin her zaman var olmadığı ama bir kurum olarak ulusun ya da kabilenin reisi ya da yasa yapıcısı tarafından yürürlüğe konulduğu ko­nusunda anlaşırlar. Bilinen tüm gerçekler Westermarck'ın ev­lilik kurumunun insan doğasında derin bir biçimde kökleş­miş olduğu görüşünün tersini söyler. Sosyologlar, onlara ne­redeyse melek gibi görünen ilkel insanların içinde özgün bir tekeşlilik itkisi keşfettiklerinde, bir hüsnükuruntunun kurba­nı oldular.
Gerçek şu ki evlilik esas olarak erkeklerin içgüdülerine ters düşer; öyle ki evlenmek için içlerindeki güçlü direnişin üstesinden gelmek ve evliliği kabul etmek için bazı eğilimle­rini, sert ve bağımsız doğalarını yenmeleri gerekmektedir.
Durum böyleyse, erkekler neden evlenir, evlilik nasıl or­taya çıkmış ve böyle bir kurum neden zorunlu olmuştur? Bunlar ilginç sorulardır ama bunların tartışılacağı yer burası değildir. Bir araştırma, hangi ekonomik ve psikolojik faktör­lerin evliliği erkekler için zorunluluk haline getiren değişik­likleri ortaya çıkardığını ortaya koymalıdır.
Evliliği ilkel topluma tanıtanın erkekler olduğuna, birçok toplumsal ve yasal yapı gibi, bu kurumun da onların buluşu olduğuna dair çok az kuşku vardır. Burada vurgulamak iste­diğim, esas olarak evliliğin erkeklerin karakterine yabana ol­duğu ve onların evlilikten çekindikleri gerçeğidir. Bunun da ötesinde, erkekler evlenmekten korkarlar.
Erkekler genç, güçlü ve erkeklik ruhuyla dolu oldukları sürece evlilik, yaradılışlarına aykırı düşer. Bu biyolojik yön­le psikolojik yön arasında bir köprü vardır; bu yönde erke­ğin bir yere bağlanma konusundaki doğal isteksizliğini, ele geçirme ve serüven arzusunu bırakmaya karşı direnişi bu­lursunuz.
Erkek, genç olduğu sürece özgür olmak ister; yerleşmeyi, sabit bir işinin olmasını, bir ailesinin olmasını ve onları ge­çindirmek zorunda olmayı istemez. O, aslında yeryüzünde başıboş dolaşmayı, yaşamı ve kadınları ele geçirmeyi ister; huzursuzdur ve onun için mutluluğun peşinde koşmak, ye­ni şeyler, yeni ülkeler, yeni kadınlar görmek demektir.
Karısı ve çocuklarıyla bunu nasıl yapabilir? "Yalnız yol­culuk eden hızlı yol alır." Askerler, denizciler, gezginler, teh­likeli yolculuklara çıkan tüm bu erkekler tek başlarına olma­lıdırlar; gittikleri yere ulaşmaktan başka bir zorunlulukları olmamalıdır, bu kişiler yalnızca serüven ruhuyla evlidirler. Karısını ve çocuklarını düşünen ve başına gelebileceklerin ai­lesinin kaderini belirleyeceğini düşünmek zorunda olan bir kimse maceraperest olamaz.
Evlenmek, birçok anlamda serüvenden vazgeçmek de­mektir. Bu, ergenlik dönemi zihniyetine hoşça kal demek an­lamına gelir.
Eşler, kocalarının bazı güç davranışlarına bakıp bazen sa­bırla, "erkekler her zaman çocuk kalır," derler. Onlar, evlen­dikleri zaman erkeklerin aslında çocukça zihniyetlerinin ço­ğunu terk etmiş olduklarını ve bu gösterdiklerinin ergenlik dönemlerinin acınacak bir kalıntısı, uzak bir yankısı olduğu­nu bilmezler. Tüm evli erkeklerin olgun olmadıkları doğru­dur ama uzun vadede yaşamın baskısı, onu üzerlerinde hissedecekleri ölçüde büyüktür: Erkekler de büyüyecektir.
Erkekler için evlilik yalnızca sevdikleri kadınla mutlu bir Dirlik demek değildir. Evlilik görev, zorunluluk, sorumluluk, Çaba ve çalışma demektir; evet, evlilik bazen yalnızca iş demektir, eğlenceye vakit yoktur. Erkeğin içindeki çocuk oyun oynamak ister hatta onun için işi bile bir tür oyundur. Erke­ğin içindeki yetişkin giderek oyundan vazgeçmelidir. Eğer erkek evliyse, yalnızca kendisi için değil çoğu zaman önce­likle karısı ve çocukları için çalışmak zorundadır. Erkek ba­şarmalıdır; (doğasına karşı olan) aldığı tüm eğitim, sorumlu­luklarını ciddiye alması hedefine yöneliktir. Burası, cinslerin kıyaslamak psikolojisi alanına geri dönmemi gerektiren yer. Kızlar evliliği düşündükleri zaman korkmazlar; onlar evli­likte ulaşacakları yeri görürler. Erkekler korkarlar. îlk bakış­ta bu korku onlara gizemli ve tümüyle mantıksız gelir; ka­dınların oda içinde koşan bir fareden korkması gibi anlaşıl­maz görünür.
Evlilik korkusu, erkeklerin pek çok kadında merak uyan­dıran tek korkusu değildir. Bir vergi tahsildarı karşısında ne­den erkeklerin içi korku ve hayranlıkla dolar? Köşe başında­ki polis memuruna duyulan bu büyük saygının anlamı nedir? Bu noktada iki cinsin psikolojisi arasında anlamlı bir fark vardır. Erkekler için polis memuru yasa ve düzenin kişileştirmesidir; polis memuru size bakar ve bakışı erkeklerde ya­sanın gözü düşüncesini uyandırır. Yasaya başkaldıran, polis memurunu nefret ettiği bir düşman olarak gören ve onu öl­dürmeyi isteyen bir gangster için bile bu geçerlidir. Suçlular için bile polis yasanın kişileşmiş halidir. Erkek yeraltı dünya­sı argosunda polis memurunun adı "yasa" dır.

Kadınlar için polis memuru böyle bir şey değildir. O yal­nızca gülümsediğiniz ve gerektiğinde, bazen gerekmese bile yardımını istediğiniz üniformalı bir adamdır. Polis memuru, kadınlarda başkaldırı duygusundan ya da yetkiyi temsil et­mesinden ötürü erkeklerde oluşan saygıyı uyandırmaz. Bu­rada, kadınların ve erkeklerin evlilik konusundaki farklı tu­tumlarını daha yakından görebileceğimiz bir yol var.
Kadınlara göre evlilik yasalara uygun olma konusudur; evlilik gelenekler ve toplum tarafından kabul edilmiş ve onaylanmış bir bağdır. Erkeklere göre evlilik görev düşünce­siyle, yükümlülük ve sorumluluklarla ilişkilidir. Evlilik bir ahlak sorunudur. Kadınlar için görev, toplum istediği için yapılması gereken bir şeydir. Erkekler için görev Tanrının kı­zının sesidir ve Tanrıtanımaz bile olsanız onu unutamazsı­nız. Kadınlar çoğunlukla sevgi dolu olmalarından ötürü ha­rekete geçerler, erkeklerse daha çok görev baskısı altında ol­duklarından. Yükümlülük, görev, sorumluluk: Erkeklerin kulakları için bu sözcüklerin bir yan anlamı vardır ama ka­dınlar bu sesi yeterince duymazlar, tıpkı onların iyiliği, seve­cenliği ve sevgiyi düşündükleri zaman hissettikleri alt akım­ları erkek kulaklarının iyi duymaması gibi.
Elbette, kadınların görev nedir bilmediğini ya da görev tanımaz olduklarını hiçbir şekilde ileri sürecek değilim ama bu fikrin onlar için, erkekler için olduğu kadar kutsallar kut­salı ve dokunulmaz bir niteliği olmadığını düşünüyorum. Erkekler, bir görevi, baş yetkililer olarak gerçekleştirirken, kadınlar daha çok gereksinimlerin karşılanması isteğiyle ha­reket ederler.
Erkeklerin savaş sırasında gösterdikleri inanılmaz özveri­leri size burada anımsatmayacağım, yalnızca bir Fransız ha­vacısı tarafından anlatılan bir olayı aktaracağım: sivil yaşam­da pilot olan bir silah arkadaşının bir davranışını nakledece­ğim. Bu örneği, savaşta ölen bir havacı olan Antoine de Sa-int-Exupery'nin Wind, Sand and Stars* (Rüzgâr, Kum ve Yıl­dızlar) adlı güzel kitabından alıntılıyorum.
Guillaumet, And Dağları üzerinden düzenli olarak uçma­sı gereken bir havayolu pilotuydu. Bir keresinde bir hafta sü­reyle kayboldu ve onun bulunabileceğine dair hiç umut kal­mamıştı. ("And Dağları kışın insanı bırakmaz," dedi insan­lar.) Guillaumet kurtarıldığı zaman ilk anlaşılır tümcesi: "Başından geçenlere hiçbir hayvan dayanamazdı," oldu. Fırtına nedeniyle karın üstüne iniş yapması gerekmişti, iki gün iki gece çaresiz yatmış, sonra beş gün dört gece yürümüştü. Onu buldukları zaman elleri hissizleşmişti ve tutmuyordu, ayaklan donmuştu.
Erzaksız, araçsız, neredeyse dimdik buz duvarlarının üs­tünde, sıfırın altında yirmi derecede soğukta sürünmüştü. Vazgeçmek, karın ve soğuğun sunduğu huzurun sonsuz mutluluğuna kendisini bırakmak cennete gitmek gibi olacak­tır; neredeyse donmuş kollan ve bacaklarından ağır ağır çe­kilip giden yaşamın yükünü üzerinden atma zevkinin tadını
hissetmektedir.
Ve sonra karısı aklına gelir. "Sigortadan para alamazsa beş parasız kalır." Bir adam kaybolduğu zaman yedi yıl son­ra yasal olarak öldüğü kabul edilir, diye düşünür. Bu kor­kunç ayrıntı diğer tüm hayallerini ortadan kaldırır. Eğer ka­rın içinde ucu görünen kayaya ulaşabilir ve ona yaslanabilir-se, en azından gelecek yaz bedenini bulabilirler ve karısı si­gorta bedelini alabilirdi.
Guillaumet, biraz daha keserek ayakkabılarını açmak ve şişen ayaklarına masaj yapmak için sık sık durmak zorunda kalır. Kalbinin durumu iyi değildir. Belleğini yitirmiştir. Ama kendisini ileriye doğru sürükler. Onu iten güç, altı ay sonra cesedinin bulunacağı ve böylelikle karısının sigorta­dan para alabileceği düşüncesidir. Bu kara serüvenin öykü­sünü anlatan arkadaşı, yazısını şu güzel tümcelerle bitirir: "Erkek olmak, tam anlamıyla, sorumlu olmak demektir. Bu gibi adamları matadorlarla ve kumarbazlarla aynı sınıfa koy­ma eğilimi vardır. İnsanlar onların ölümü küçümsemelerini göklere çıkarırlar. Ama ben insanların ölümü küçümsemele­rine önem vermem. Eğer kökleri sorumluluğu kabul etmeye dayanmıyorsa, ölümü küçümseme ya yoksullaşmış bir ru­hun ya da gençliğe özgü bir savurganlığın işaretidir."

Erkeklerin -en iyilerinin bile- evlilikten korkmasına ço­ğunlukla neden olan bu yüksek sorumluluk duygusu, evlili­ğin ne anlama gelebileceği ile ilgili bilinçdışı önbilgidir.
Erkeklerin yoğun fethetme arzusu, serüvenci ruhları, öz­gürlük aşkları, cinsel dengesizlikleri onları korkutarak evli­lik fikrinden uzaklaştırır.
Ama onları asıl korkutan yalnızca şudur: Onlar yükümlü­lüklerini yerine getirmek, sonuna dek sorumluluklarım üst­lenmek zorunda olduklarını bilirler.
Erkekler ödemek zorunda oldukları yüksek bedelden korkarlar; isteseler de istemeseler de sefalet, ölüm hatta ken­dini yok etme anlamına bile gelse onları, bu bedeli ödemeye zorlayan dışarıdan bir güç değil, içlerindeki bir şeydir. Kişi­nin içindeki bu acımasız faktöre psikanalizin verdiği bir ad vardır: Psikanaliz ona "süperego" der. Süperego, erkeklere yükümlülük yerine getirilmediğinde nadiren bu korkunç gö­rev ve suçluluk duygusunu hisseden kadınlardan daha sert davranır; kadınlara nazaran erkeklerden daha yüksek talep­lerde bulunur.
Bu suçluluk duygusunun yalnızca iyi yurttaşlarda oldu­ğu doğru değildir. Aile kuran her erkekte bu duygu vardır; kötülükten başka bir şey yapamayanlarda bile vardır. Molnar'ın oyunundaki kaba saba Liliom'u anımsarsınız. Sabırsız ya da huysuz olduğu zaman karısını dövmekten, hem de adamakıllı dövmekten çekinmez. Karı kocanın hiç parası yoktur ve Liliom'un karısı zavallı Julie, ona hamile olduğu­nu söyler.
Duygusuz adam sokağa çıkar, bir kasiyere saldırır, başa­ramaz ve kendini öldürür. Liliom beş para etmez bir adam olmasına karşın, karısına ve doğacak bebeğe bakması gerek­tiğini hisseder ve bir erkeğin son nefesini verene dek yerine getirmek zorunda olduğu sorumluluk, bir azizin başını çev­releyen hale kadar görkemle başını çevreler.
Kadınların bir erkek için sorumluluğun ne anlama geldi­ğini derinlemesine anladıklarına inanmıyorum. Öyle olsaydı erkeklerin evlenmekten neden korktuklarını daha iyi anl­arlardı.
Bencillikten, ciddiyetsizlikten ötürü evlenmek istemeyen, topluma katkıda bulunmaktan kaçman erkekleri suçlamak kolaydır. Erkekler çoğu zaman bu bencilliği itiraf ederler; us­lanmaz bir bekârın şunları söylediğini duydum: "Hiçbir kan bağım olmayan bir adamın kızma yaşamım boyunca neden
bakayım?"
Özgürlüklerini korudukları için gururlanan erkeklerin kabadayılıklarını dinledim ama seslerindeki gizli korkuyu, evlenirlerse aşırı vicdanlılıklarının, kendi kendilerinden bu­lunacakları taleplerin kölesi olma kaygılarını da duydum.
Kadınlar bunu anlamalı ve evlenmenin daha çok görev ve sorumluluk anlamına geldiğini vurgulamak yerine erkekleri rahatlatmalıdırlar. Erkeğin rahatına bakmasını sağlamak ge­rekli değildir; erkeğin içi rahat ettirilmeli ve erkek, gereken­leri yapabilecek kapasitede olduğuna, evlilik yaşamının yal­nızca artan yükler ve sorumluluklar değil, paylaşılan sorum­luluklar olduğuna, yanında bu yükü onunla birlikte taşıya­cak bir eşi olacağına ve her şeyden önce bu yükün onun tah­min ettiği kadar ağır olmayacağına inandırılmalıdır.
Genç bir adam, karısının hamile olduğunu ona söyleme­sinden kısa bir süre sonra beni görmeye geldi. Genç adam geleceğe kasvetli gözlerle bakıyor, daha şimdiden ufukta be­liren yokluğu ve sefaleti görüyordu; kaygılıydı çünkü kazan­cı çok sınırlıydı ve masrafları artıyordu. Ertesi gün daha iyi bir ruh hali içinde geldi ve karısının onu, bebeğin ilk iki yıl süresince neredeyse hiçbir masraf çıkartmayacağına inandır­dığını anlattı. Karısı göstermelik yalanında başarılı olmuştu çünkü adam ikna olmayı istiyordu.
Adamın parasal güvenceden çok moral desteğine gereksi­nimi vardı. İhtiyacı olan şey, karısının onun yeteneklerine kesinlikle inanması ve ona güvenmesiydi. Adam eşinin söz­lerinin iyi niyetli bir yalan olduğunu biliyor olmalıydı ama artık geleceğe daha büyük bir cesaretle bakıyordu. Kocasını bu kadar iyi anlayan genç kadına şapkamı çıkardım.

"Evlenecek tipte biri olsaydım sana evlenme teklif ederdim."
"Böyle bir durumda bir kızdan ne söylemesi beklenir?" diye sordu genç bir hasta. "Ona evlenecek tipte olduğunu söyleyemezdim. Onun daha iyi bilmesi gerekir."
Genç kızın haklı olduğundan tam olarak emin değilim. "Evlenecek tipte değilim," ifadesi söylenildiği anlama gel­meyebilir. Belki de bu bir beyan değil daha çok bir itiraftır.
Belki de bu ifade yalnızca şu anlama gelmektedir: Bana evlenmemem gerektiğini düşündüren şu ya da bu acayipli­ğim var. Erkeklerin bu anlamda sözler ettiklerine çok rastla­dım. Bir adam, karısıyla geçinemeyeceği çünkü kadınları eleştirdiği ve neredeyse kusursuzluk istediği anlamında bir ifade kullanmıştı. Bir başkası, cinsellikte çeşitlilik gereksini­minin yalnızca bir kadınla doyum sağlayamayacak kadar büyük olduğunu düşünüyordu. (Onun bu gereksinimini iti­raf ettiği kız cesaretle şöyle bir yanıt vermişti: "Erkeklerin çe­şitlilik istediğini biliyorum. Senin için yeterince çeşitlilik var bende." Üçüncü bir adam kadınların hepsinin sadakatsiz ol­duğu görüşündeydi ve karısının onu aldatacağından korku­yordu. (Daha önce bir kız onu aldatmışta ve o, bu hayal kırık­lığının etkisi altındaydı.) Başka bir adam eşcinsel olduğunu biliyordu ve kadınları kesinlikle çekici bulmuyordu.
Eşcinsel adam vakasında olduğu gibi, "Ben evlenecek tip­te değilim," tümcesi kişinin karakteriyle ilgili bir iç görü sağ­lar ama bu aynı zamanda temel bir kendini aldatma belirtisi de olabilir. Hiçbir erkek "evlenecek tipte" değildir ama erkek­lerin çoğu evlenecek tip haline gelir.
Deneyimlerim bana, en kesin kendini aldatma kurbanla­rının, kadınlardan nefret ettiklerini ya da Don Juan olduklarını sananların olduğunu gösteriyor.
Uslanmaz bekârlar çoğunlukla kadınlara taptıklarını, on-«n bir kaidenin üstüne oturtarak yücelten idealistler olduklarını ileri süren ve kadınları tüm erdemlerin ve saf kusursuzluğun örneği olarak gören erkeklerdir.
İdeal bir "soylu ve iffetli kadın" görüşüne sahip, kadınla­ra ulaşılmaz gözüyle bakan bekârlardan sakınınız. Bu gibi erkekler kadınları günlük yaşamda sınamazlar. Onlar kadın­ları güvenli bir mesafeden hayran hayran seyretmeyi yeğler­ler ve evlilik konusunda kaçamak bir tutum içindedirler. Ka­dın olsaydım, yalnızca, kaide yaşamak için çok rahatsız bir yer olduğu için değil, aynı zamanda bu erkeklere inanılamayacağı için bu soylu ruhlarla birlikte olmaktan kaçınırdım.
Bu erkeklerin kadın cinsine duyduğu hayranlık, etten ke­mikten bir kadınla gerçek bir ilişkiye girmeme çabasıdır. On­lar tüm yaşamları boyunca evlilik fikrini kafalarında evirip çevirirler, bu evlenme isteğini rahat bekâr hayatının sonuna dek yaşatmaya hazırdırlar.
Genç kadınlar, kadınlardan nefret ettiğini açıkça belirten erkeklerle beraber olmayı bu bekârlarla beraber olmaya yeğlemelidirler. Bu tipler her zaman evlenirler. Eski Viyana'da, ev kadınlarının yalnızca pazar yerinde geçerli olmayan bir atasözleri vardı: "Mallan eleştiren kişi, alıcıdır."

Kadınlara karşı genel olarak her türlü eleştiride bulunan, kadınların kusurlarını çok iyi bildiğine inanan bir adam, suç­lamalarına gülüp geçecek ve görünüşteki kadın düşmanlığı­nın arkasında sevebileceği bir kadına karşı gizli bir arzu ol­duğunu anlayan ilk sevimli kızın kurbanı olacaktır.
Çapkın bir erkek kesinlikle türünün tek örneği değildir; ama bu sınıfın bir alt bölümünde belirli bir kadını arayan, tüm kadınlar arasında arzulanın gerçekleştirecek kadmı bul­mak isteyen bir erkek vardır. O, istediğinin heyecan, kovala­maca, serüven olduğunu düşünür. Ama asıl istediği, arzula­rının gerçekleşmesi, huzursuzluğunun sona ermesidir. Onun söylediği değil, söylemediği önemlidir.
Geçen gün eski bir tanıdığa rastladım, her ikimiz de de­likanlıyken gerçek bir Don Juan olduğunun düşünülmesini
isterdi.
"Görevimi başaramadım," dedi. "Evlilik bana göre değildi." "Sana göre olan neydi?" diye sordum.
"Onun tam tersi," dedi, "aşk bana göreydi." Gülmeden edemedim, çünkü şimdi iki torunu olan bu adam örnek bir eştir.
Aşkta büyük serüvenciler olmak için yaratıldıklarını dü­şünen bu gibi erkekler genellikle evlenirler. Kadın düşman­lıktan patolojik bir noktaya varan, kadınlardan nefret eden­ler bile evlenirler. Otuz yıl önce Viyana'da bir toplantıda genç bir hanıma şaka yollu şöyle soruldu: "İsveçli misiniz? Strindberg'le ne zaman evlenmiştiniz?" Ruh hastası olan bu dâhinin kadınlara karşı nefreti, onun evlenmesini değil, ama evli kalmasını engellemişti.
Bir keresinde Freud, uygarlığımızın belirleyici akımların­dan birinin, olgun bir adamın aile kurması için kendi ailesiy­le bağlarını gevşetmesini zorunlu kıldığını söylemişti. Her erkeğin içinde, çocukken hayran olduğu adamın (babasının) yerini, mevkiini ve yetkisini devralma isteği yaşar. Psikana­liz, bu amacın önünde ne kadar çok engel olduğunu, yasak­layıcı ya da önleyici güç olarak çalışan ne kadar çok bilinçdışı faktör bulunduğunu, amaca yaklaşmanın bile ne kadar tehlikeli göründüğünü gözler önüne serer.
Pek çok erkekte görülen evlilik korkusunda, çocukluk dö­neminden kaynaklanan bu korkunun da bir miktar etkisi vardır. Bunların yalnızca hayali tehlikeler olduğu doğrudur ama psikolojik olarak gerçekliklerini korurlar.
Oğulları ve erkek kardeşleri arasındaki bu korkuyu hafif­letmek için evli erkekler ne yapmalıdır? Bu korkudan kendi­lerinin de soyutlanmış olmadıklarını ve evliliğin, kuruntu­nun tehdit ettiği gibi ne çok harika, ne de çok korkunç oldu­ğunu söyleyebilirler. Eğer bekâr arkadaşları onlara, yabanıl filleri yakalamakta kullanılan evcil filler olduklarını söyler­lerse, medeni cesaret erkeğe çekici gelmeye devam eder. Ernersonunkinden daha iyi bir öğüt verilemez: "Daima, yapm­aktan korktuğun şeyi yap."

9 Ocak 2011 Pazar

Erotik Edebiyat Tarihi / Alexandrian


Tahrik eden şeyler konusunda Aragon: Aynalar,
Jacques Baron: Dekolte
Andre Breton : Pileli Etek
Paul Eluard: Kalçalar
Benjamin Peret: Hiçbir şey
Ribemont Dessaignes : Parfümler
Roger Vitrac : Saçlarından başlayan çıplaklık.
Philippe Soupault: Kadın kokusu cevabını verdi.

7 Ocak 2011 Cuma

T.W.Adorno / Terry Eagleton


Ben'in işlemesi, özgürleşme ve bastırma arasında kararsızca ilerleyen bir olaydır. Bilinçaltı da benzer bir ikilikle malüldür. Bizi haz dolu duyusal bir doyuma davet ederken, aynı anda bırakın özgürleşmiş olmayı, bizim özne dahi olmadığımız, arkaik, farklılaşmaların bulunmadığı bir duruma dönmekle tehdit eder. Faşizm işte o zaman mümkün olan dünyaların en kötüsünü sunar. Zorba bir aklın ayakları altında kalarak yaralanmış ve paramparça olmuş Doğa, kan, irin ve çamur olarak büyük bir hışımla geri döner.

Adorno' ya göre benlik, artık içsel bir çatlağın elindedir ve bunun deneyimlenmesinin adı "acı çekmek"tir.

Kültür, meta üretimin içine sıkıca kilitlenmiştir: ancak bunun bir yan etkisi sanatı bir tür ideolojik özerkliğe kavuşturmak ve böylece oluşumunda suç ortağı olduğu toplumsal düzene karşı konuşmasına izin vermek şeklinde ortaya çıkmıştır. İşte bu suç ortaklığıdır ki, sanatı protestocu bir tavra iter.

Sanat ancak kendisini üreten şartların örtük bir eleştirisini yapabilirse geçerli olmayı umabilir.

Estetiğin İdeolojisi

Minima Moralia / T.W.Adorno


Tam da denetlenebilir hale gelip nesnelleştiklerinde, tam da öznenin onlardan tümüyle emin olduğu anda, güneşin vurduğu ince duvar kağıtları gibi solar anılar.

Tersine aşırılıklar aracılığıyla ilerler diyalektik: Düşünceyi sınırlandırmak yerine, gözükara bir tutarlılıkla kendi karşıtına dönüştüğü uç noktaya götürmekle ilerler. Bir cümle içinde fazla risk almaktan bizi alıkoyan şey genellikle bir toplumsal kontrol etkenidir : Aptallaştırıcıdır.

4 Ocak 2011 Salı

Kendini Çevirten Şiir / Cemal Süreya


Herkes gibi, temelde şiirin başka dile çevrilemeyeceği kanı­sındayım ben de. Şiirin kendi yazıldığı dile bile çevrilemeyece­ği kanısına da katılıyorum. Nedir ki, bu konuda iki noktada ka­tılaşmış izlenimlerim var.
Bir kere, şiir, diyorum, başka bir dile çevrilemez ama, en güzel şiirler çevrildikten sonra da ikinci dile bir şeyler taşıyan şiirlerdir. Elbette ki, şiirin kendi tek konumunu, şahane yalnız­lığını, yüklendiği espriyi öbür dilde tıpatıp yeniden yaratmak imkânsız bir şey. Zaten bunun tersine inanmak, sorunu el ça­bukluğuna getirip sıfıra indirgemek, şiirin bin yıllık serüvenine hayınlık etmek olur. Ancak, güzel şiirler, büyük şiirler, öbür dil­de kendi içeriğinden olsun, kendine yabancı öğelerin varlığın­dan olsun, bir öz kıpırdanması, bir hareket dalgalanması mey­dana getiriyor. Bu, çok defa yeni bir şey oluyor. Ama şiirin eski ya da asıl durumundan çıkan, ondan üretilebilen bir şey. Yani güzel bir şiir çevrilirken öbür dilde hiç değilse başka bir şiir ya­zılmasına zorluyor çevireni, bunun ipuçlarını veriyor; kendi bi­rikiminin öbür dildeki yatağını kazıyor, o dilde yeni şiir değer­leri kotarıyor; çevresine hemeninden yeni bir ânın, yeni bir du­rumun, yeni bir şiirsel tavrın halkasını çekiveriyor. Bu bakım­dan güzel şiire, kendini çevirten şiir de diyebiliriz. Şiir ne kadar güzelse, daha doğrusu şiirsel gerilimi ne kadar güçlüyse o ka­dar kolayca çevrilebilmekte ve o oranda bambaşka bir şiir çık' maktadır ortaya. Baudelaire'den Cahit Sıtkı Tarancı'nın çevirdi­ği "Balkon", Guillaume Apollinaire'den Sabahattin Eyuboğlu İle Necati Cumalı'nın çevirdikleri "Marizibill", Charles Crosdan Orhan Veli'nin çevirdiği "Çirozname", Max Jacob'dan İlhan Berk'in çevirdiği "Kamichi", Max Jacob'dan Ülkü Tamer çevirdiği "Ayrılış" gibi şiirleri göz önüne getirince bu yargımın güç kazandığına inanıyorum. Sözgelimi İlhan Berk'in Max Jacob'dan dilimize aktardığı "Kamichi" adlı şiiri ele alalım : Bu şiirin Türkçesi ile aslı arasında çok büyük farklar var; İlhan Berk'in "Kamichi"si her yönüyle ayrı bir şiir olmuş. Max Jakob'un o palyaço tavırlı bilgesi, o güleç ermişi yerini Türkçe de daha buruk ve çok sert anlamlı bir yüze bırakmıştır. Üstelik Berk'in şiirin yapısına bağlı kalarak çevirme görüşünden eser yok bu şiirde, İlhan Berk'in havası da yok. Ama bütün bunların ötesinde çok güzel ve Türk şiirine olanaklar dağıtma­ya elverişli bir şiir olup çıkmış "Kamichi". "Marizibill" şiirinin çevirisi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. "Marizibill"deki müzik öğesi de, bir eğleni havası içinde ince ve saydam hüzün de Türkçede daha tok, daha oturaklı bir biçime dönüşmüştür. De­nebilirse, babayiğitçe bir tavrı var "Marizibill"in Türkçesinin. Hatta, dikkat ettim, o şiiri okuyanlar seslerine erkekçe bir ton kazandırmayı da yerine mutlaka getirilmesi gereken bir hakse­verlik belirtisi gibi görüyorlar. Bütün bu ayrılığa rağmen, Türk­çe "Marizibill" de çok güzel bir şiir. Türkçede kendi karşılığını doğrudan doğruya yaratmış bir şiir. Ayrı bir espri düzeyine oturtulduğu halde, yeni ve gerçek bir şiir onuru taşıyor.
Güzel şiir, çevrilirken ikinci dilde bir dalgalanma meydana getirir. Çevirmenine yeni ufuklar açar. Ve o anda ikinci dilin kendi içindeki bütün şiirsel değerleri de üstlenir. Kendi konu­munu kendisi getirir. Doğurgandır, çevirtir kendini. Tabii bura­da çevirmeninin iyi bir çevirmen olduğunu, yani şiiri iyi bilen biri olduğunu varsayıyoruz. "Cebren ve hile" ile hareket eden "iri olduğunu değil.
İkinci noktaya gelelim şimdi de. Ne diyoruz şiirin çevrilmezliğini anlatırken: Şiir kendi dilinde bile ikinci kez söylene­mez. Böyle diyoruz. Şiirin tekniğini anlatmak için bundan güzel bir söz olamazdı. Güzel bir şiir, getirdiği öz birikimiyle ve biçim değerleriyle, kendinde, akraba laf değerlerini billûrlaştır bir bakıma da dondurmuş oluyor. Konum mu, artık yalnız o konum vardır; öz mü, artık yalnız o öz. Ancak burada da bir şey deminki düşünceyi destekler şekilde aklımı kurcalıyor. Şiir gerçekten de aynı espri yüküyle kendi dilinde bile bir kez daha yazılamaz, ama yazılsaydı, yazılabildiği kadar yazılsaydı?.. Ay­nı zamanda da başka bir dile çevrilseydi?.. Elbet bu ikinciler ayrı şiirler olacaktı. Bu noktada şöyle diyebiliriz: Bir şiirin baş­ka dile çevrilmişi, kendi dilinde ikinci kez söylenmişinden da­ha başarılı olacaktır.
Çünkü ikinci dilde o şiire daha başka ve daha yeni bir or­tam vardır. Ve daha elverişli.
O zaman İlhan Berk'in savunduğu görüşü gereksiz bulmak için cesaretimizi toplayabiliriz. Şiiri çevirirken yapısına bağlı kalmak çeviriyi tutsak edebilir. Onun yeni söz değerleri kurma­sını önleyebilir. Ve bir şiirin ikinci dilde yeniden yaratılması için şiirin aslındaki bazı öğelere sıkı sıkıya bağlı kalınması ge­rekmez. Hatta bunları değiştirmek, ikinci dildeki şiirsel ağıntıyı harekete getirmek için bazı yeni kaynaklara eğilmek zorunlu olabilir.
Biz Guillaume Apollinaire'in "Bir Aşk Kırgınının Şarkısı"nı çevirirken güç ve bu yönden oldukça ilginç bir kıtayla cebelleşmiştik.
Şu kıtayla:

Voie Lactee o soeur lumineuse
Des blancs ruisseaux de Chanaan
Et des corps blancs des amoureuses
Nageurs morts suivons-nous d'ahan
Ton cours vers d'autres nebuleuses

Türkçede Samanyolu dediğimiz yıldız talaşına Fransızlar voie lactee (sütlü yol) diyorlar. Yani bizdeki Samanyolu sarı rengi/ Fransızcadaki ise beyaz rengi çağrıştırıyor. Bu belki de Fransa göklerinde samanyolunun bizimki kadar sarı görünmemesindendir. Apollinaire, bu kıtada Samanyolu ile ak ırmaklara beyaz tenli kızları ilgilendirmiş. Türkçede biz Samanyolu çağrışımının otomatik işlerliği içinde hareket ettik, kızları beyaz degil de sırma saçlı yaptık, ak ırmaklar yerine güz değmiş devimini kullanmayı uygun gördük. Böyle yapmakla şiirin içe­riğindeki hiçbir şeye aykırı hareket etmediğimize inandık. Kıta söyle oldu Türkçede:

Sen Samanyolu ne güleç ablasısın
Güz değmiş ırmakların
Kenaneli'ndeki Sevdalı kızlara vergi sırma saçların
Tıkanmış yüzücüler gibi izleyelim mi
Başka gök kıyılarına koşunu senin*

Bir arkadaş da böyle hareket edişimizin anlamını çıkara­madığından, bu şiir çevirisi üstüne yazdığı bir yazıda yanlış yaptığımızdan söz etti.

1972


3 Ocak 2011 Pazartesi

Arıcı Hakkında Konuşma / Michel Ciment, 1987

 
Kitara'ya Yolculuk filminiz siyaset âleminden duyduğunuz düş kı­rıklığını açıkça belli etmişti ve ideolojilerin öldüğünü pek dile getirmemişse de bu konularda bir fikir edinmemizi sağlamıştı; dolayısıyla, ön­ceki filmlerinizden bir hayli farklıydı. Arıcıda siyasete tek gönderme, eski arkadaşları ve kayıp 'tarihle randevu'lar hakkında konuşan Mastroianni ile Reggiani arasındaki görüşme. Filmin geri kalanı bir tek ki­şinin kaderi ve kişisel sorunları üzerinde yoğunlaşıyor.

Elli beş yaşında olan ve sırtında elli yıllık tarihi taşıyan bir adam­dan söz ettiğimizi unutmayalım, lütfen. Masum değil, geçmişin tüm yükünü omuzlarında hissediyor. Dostlarının arasında geçmişi yâd ederken eski dünyayı değiştirme umutlarından söz edebilir ama bu filmin bağlamı daha ilk başından bellidir. Kırk yıllık tarihi, Yunanis­tan ve dünya için çok büyük değişimler dönemini yaşamıştır. Savaş, baskı, ama aynı zamanda umut. O, zamanımızın bir insanıdır; geç­mişi ardında kalmış ve hiçbir anısı olmayan ve ona 'Bay Hatırlıyo­rum' diyen bir genç kız karşımdadır. Bu, bellek ile belleksizlik ara­sında bir çatışmadır. Bana sık sık, "Adam neden intihar ediyor?" di­ye sorarlar. Onun intihar ettiğini sanmıyorum. Onunki bir umutsuz­luk eylemi, ama onu yaparken, arı kovanını çevirirken mahkûmla­rın cezaevinde yaptıkları gibi eliyle yere vurarak bir tür iletişim kur­maya çalışıyor. O belirli durumların tutsağı olduğu için geçmişle ile­tişim kurmaya çalışmakta. Bizse başka bir şey aramalıyız. Biz şimdi tarihsel bir an yaşıyoruz, dünyanın değişmesini bekliyoruz ama bu­nun ne zaman ve nasıl olacağı hakkında bir fikrimiz yok. Her ne olursa olsun, bizi içinde bulunduğumuz durumdan çekip çıkarmak için bir şeylerin olması gerek, insanlık tarihinde hep büyük ve geniş boşluklar, derin sessizlik anları olmuştur. Şimdi böyle bir dönemden geçiyoruz ve bu sessizlik, terörü getirebilir.

Son iki filminizde, Kitara'ya Yolculuk ve Arıcı'da, kahramanınızın adı Spiros. Bunun sizce belirli bir önemi mi var?

Babamın adı Spiros'tu. Benim gözümde bu onun tüm kuşağını simgeler. Filmlerin içinde özel bir önemi yoktur ama ben bu ada çok bağlıyım. Bir başka nokta da, filmlerimin hepsi bir sonrakinin tohu­munu taşıdığından bu da iki film arasındaki bağlardan biridir. Bu adı seçmem kişisel bir sorunu cevaplıyor da olabilir: kendiminkin-den başkasının hikâyesini anlatamıyor olabilirim. Belki de kendi de­neyimlerim, travmalarım ve umutlarımla, kendi kişisel gelişmem ve evrimimle sınırlıyım. Aynı sebeple, bir sonraki filmimin Arıcı'dan çı­kacağını sanıyorum.

Mastroianni'nin oynadığı karaktere babanızın adını verdiğinizi ama bunun bir önemi olmadığını söylediniz, fakat son üç filminizde esas konunuz babalık olarak görülüyor. Megalexandros'ta ideolojik babaydı, Kitara'ya Yolculuk'ta biyolojik babalıktı, Arıcı'daysa genç kızın seçtiği babalık.

Geleceğe yolumuzu baba figürü arayarak bulmaya çalışır ve duy­gusal dengemizi ancak böyle koruruz. Belirli bir tarihsel dönemin ve umutlarımızı canlı tutan ideallerin sonuna yapılan bir gönderme, beraberinde sanki köklerimizden yoksun bırakılıyormuşuz gibi bir düş kırıklığı getirir. Bu siyasal huzursuzluğun insan ruhunda yansı­maları görülür. Bir baba figürü arama, duygusal ahengi yerine getir­me ve insanın varlığının sadece bir rastlantı olmadığını hissetme ih­tiyacından doğar. Bu, dün ile yarın arasında bir bağ kurmanın yolu­dur. Arıcı'da baş karakter kendi kızının biyolojik babası ama aynı za­manda kendisiyle seyahat eden genç kızın babasıdır. Her ikisi aracı­lığıyla geleceğe uzanmanın bir yolunu arar. Orada bir boşluk, bir kuşak boşluğundan fazla bir şey olduğunu hisseder. Bu âdeta bir li­san mesafesidir. Fiziki aşk bile öteki kuşakla ilişki kurmasında yar­dımcı olamaz. Bu yüzden yoğun bir umutsuzluğa kapılır. Kuzeyi terk edip güneye, memleketine gider, orada yaşadığı ahengi bulmak için. Ama orada da gözyaşından başka bir şey yoktur, sinema dahil her şey yıkılmıştır. Sinema, bir zamanlar gözlerimizin önünde çöken bu dünya köşesinin bir parçası, hayatlarımızın bir parçasıydı. Çevre­mizdeki hayatla ilişkide kalmanın yollarından biri, yaratıcı seçenek­lerimizden biriydi.

Kahramanınız olarak neden bir arıcıyı seçtiniz?

Arıcılık garip bir meslek. Arıcılarda şair ruhu vardır. Doğayla ayrıcalıklı bir ilişki kurarlar, bal toplamak da sanatsal bir faaliyeti andırır. Duyularıyla arılarla iletişim kurarlar; benim kahramanım da bu iletişim kesilince harap oluyor. Son eylem, aynı zamanda arı­lara karşı, tıpkı ölmek üzere olan bir heykeltıraşın heykellerinden birini parçalaması gibi. Gezgin Oyunculafı çekerken bir adada ya­şayan bir arıcıyla dost oldum. Filmde küçük bir rol oynadı ve ye­rel köylülerle aramızda aracılık yaptı. Megalexandros\a yine hay­dutlardan birini oynadı. Bunu yapmak için evinden ve arılarından ayrılması gerekmişti. Onu çok severim. Sık sık kendisini ziyaret ederim ve orada olduğum her zaman an kovanlarını nasıl gözetle­diğini, arılarının giriş çıkış trafiğini nasıl izlediğini seyretmekten kendimi alamam. Bu onun açısından kendini tümüyle verdiği bir  meslekti; bir kayıt seansındaki ses teknisyeni kadar dikkatliydi. Bedensel bir işte çalışanların çoğu genelde yorucu ve pis olduğu ve iyi para getirmediği için işlerinden nefret ederler. Oysa arıcılar mesleklerini severler; arılarla erotik bir ilişki kurarlar, bu yönden bir bakıma sanatçılara benzerler.

Yunanistan'ın kuzeyinde film yapma ısrarınızı nasıl açıklıyorsunuz?

Bilemiyorum. Kimi zaman yağmur ve sisle kaplı bu manzaranın, kuzeyin bu hüznünün neden benim açımdan bu kadar önemli oldu­ğunu kendim de merak ederim. Dürüst olmak gerekirse, Paris'i de güneş altında pek sevmem, yağmurlu gününü tercih ederim.

Bu seçiminiz biraz da Antonioni'nin Po Vadisi tutkusuna benziyor.

Belki de öyle bir şey vardır. Bu manzaralar film yaptığım ilk gün­den beri benim içimde kalmıştır.

Arıcı'da daha önceki filmlerinizde kullandığınız mekânlara yer ver­diniz. Örneğin, Iannina.

Doğrudur. Tatbikat'ta iki sevgili, Iannina'da bir handa buluşurlar. Gezgin Oyuncular'da yine oraya gittim; Iannina ve yanındaki göl Av­cılar'da da vardır. Ben aslen güneyli olduğum için bu garip bir şey. Ben Atina'da doğdum ve ailem Peloponezli, bu da gerçekten Güney demek. Yine de çoğu filmimi kuzeyde, özellikle kuzeybatı Yunanis­tan'da Epir'de çektim. Yağmur ve çıplak arazi dışında taşlara ve taş evlere çok düşkünüm. Bilinçaltımdan gizli bir görüntü çıkarmaya çalışıyor olabilirim ama bunun ne olduğunu bilemiyorum.

Bir de Egio diye bir kasaba kullandınız.

Evet, sinema sekansı için. Egio Yunanistan'ın güneyinde, Pelopo-nez'dedir. Bu film Makedonya'da Arnavutluk ve Yugoslav sınırlarına bitişik Florina'da başlayıp, ta güneye kadar iner. Galaxii ve Oume-nissa ile Gezgin Oyuncular ve Avcılar için kullandığım Naphplion'da da bazı sahneler çektim. Tabii Atina'da da.

Bir film stüdyosunda çalışmayı düşündünüz mü hiç?

Asla. Ben doğal bir manzarayı, hayalimde gördüğüm bir iç man­zaraya dönüştürme ihtiyacı hissederim hep. Evleri yeniden badana­larım, kimi zaman yerlerini bile değiştirtirim; daha önce olmayan köprüler inşa ederim. Kızın dans etmesi için otoyolun yanma o me­kânı bile yaptık. Bütün filmlerim inceden inceye gerçeğe dayanır. Ama benim göstermek istediğim, gerçek manzara değil, benim rüya­larımda gördüğümdür.

Çok karmaşık sekans çekimleriniz -örneğin, kızın dans ettiğini gör­düğümüz bar sekansı- göz önüne alındığında bunu bir stüdyoda yap­mak daha kolay değil midir?

Olabilir ama bu durumda dıştan içe geçemem, bunu yapmak için kesmem gerekir. Ama çoğunlukla aynı çekimde içeri girme ya da dı­şarı çıkma ihtiyacı doğar. Ayrıca, Yunan sinemasında fazla bir stüd yo geleneğinin bulunmadığını da unutmamak gerek; dolayısıyla, bu­nu yapmak riskli olabilir.

İlk filminizden beri sizinle çalışan görsel yönetmeniniz Giorgos Arvanitis ve sahne tasarımcınız Mikes Karapiperis'le yakın bir ilişki­niz oldu.

Mekân aramak için hep üçümüz birlikte gideriz. Seçeneklerimizi tartışır, mekânı planlarımıza uydurmak için neler yapacağımızı ko­nuşuruz. Arvanitis renkleri, ışıklandırma imkânlarını ve kameranın serbestçe dolaşacağı alanı kontrol eder. Çekime sıra geldiğinde işin çoğu bitmiştir. Çoğu film için sürecin bu olduğunu biliyorum ama biz birbirimizi çok uzun zamandır tanıdığımızdan çabuk sonuca va­rırız. Bir stüdyoda kameranın hareketini kolaylaştırmak amacıyla duvarları kaldırıp daha rahat edeceğimizi tahmin ederim. Ama bu durumda gerekli gördüğüm takdirde gerçek bir duvarı yıkma soru­nu yoktur. Bir stüdyoda rahat edeceğimi pek sanmıyorum.

Hangi objektifleri kullanıyorsunuz?

Bu defa pek çok objektif, hatta bir zoom kullandım. Bunu zoom etkisi istediğim için değil de, aktör, manzara ve kamera arasındaki mekân ilişkilerini değiştirme ihtiyacında olduğum için yaptım. As­lında hep 35 mm.'lik kamera kullanırım, bazen 40 mm.'ye geçer, çok seyrek olarak da 80 mm.'ye çıkarım. Görüntüyü bozmadan genişliği verdiğim için 35'likten memnunum, insan gözüne en yakın olan odur. Bu filmde erkekle kadının aralarındaki mesafeleri özellikle kontrol etmek istedim. Onları daha yakın veya daha uzak göster­mek, dünyalarını ayıran mesafeyi yansıtmanın bir yoluydu. Örneğin, otel odasında onların aynı kareyi paylaşmalarım hiç istemedim; hep '. kamerayı birinden diğerine geçirdim.

Spiros dünyaya bir dönüş yolculuğundayken, filmin ilk sekansında-ki kuşlar ve arılar uçmak istiyorlar.

Kuşun bir sembol olarak algılanacağından korktum, böyle bir niyetim yoktu. Evli çiftin ilişkilerinde bir huzursuzluk duygusu yaratmak istemiştim sadece. Sembol olsaydı kuşu boş bir duvara çaptırırdım.

Ya "Armut Ağacına Çıktım" şarkısı?

Çocukluğum boyunca dinlediğim bir şarkıydı o. Tıpkı bugün kızlarım gibi ben de onunla büyütülmüştüm. Gerçeküstü bir şarkı­dır, bir armut ağacı tırmanılmayacak kadar küçüktür. "Sonra da eli­mi kestim." Bu dizenin ne anlama geldiği hakkında bir fikrim yok.

Yine de filmi bitirmek için onu kullandınız!

Evet, ama vurgulamak niyetinde değildim. Mastroianni bunu kı­zına söylüyor, kız bebekken söylediği aynı şarkıyı.

Serge Reggiani sekansı, filmin geçmişe gönderme yapan tek sekansı.

Filmin başından Spiros'un işini terk eden, her şeyden ve herkes­ten uzaklaşan bir öğretmen olduğunu biliyoruz. Eski dostlarına ve­da etmesi gayet normal. Onun ülkesinin tarihinde oynadığı bir rolü olduğunu sadece bu sekansta anlamaktayız. Bu Kitara'ya Yolculuk'a. bir tür gönderme; aradaki fark oradaki yaşlı adamın yurduna dönü­yor olması. Anct'da kahraman yurdundan hiç ayrılmıyor. Bu bir ön­ceki filmin mantıki devamı ve aynı zamanda bir döngüyü tamamlı­yor. Bir filmin sonunda ilk kez bir başka projem yok. Bekleme ve iyi­ce düşünme ihtiyacını hissediyorum. Sanırım yeni bir döngünün başlangıcındayım. Ama hatıralara dayanmayan bir şey. Kuşağımın tarihçesini tamamladım sanırım. Belki de genç kuşakla Arıcı'daki genç kız hakkında, onları bekleyen gelecek hakkında konuşmalı­yım.  Ölmek için olduğu kadar yaşamak için de pek çok sebep var.

Rosi, Taviani Kardeşler, Denys Arcand gibi zamanınızın siyasal portrelerinde öne çıkmış bir kuşaktansınız. Onlar artık tarihsel portre­lerden çok bireysel hikâyelere döndüler.

Belki tarih şimdi sessiz olduğu için. Bizler de kendi içimize dalıp cevaplar arıyoruz, zira sessizlikte yaşamak çok güçtür. Tarihsel ge lişme olmadı mı insan kendine döner; tarihsel devamlılığı kesintiye uğratan bu kriz bağlamında, bu devamlılığı canlı tutmakta aktif rol alan bizim kuşağımız açısından bu çok hazindir, ifade etmesi çok güç bir düş kırıklığıdır.

Filmlerin adları sebebiyle pek çok kişi Gezgin Oyuncular'm bir şe­kilde Kitara'ya Yolculuk'Ia ilişkili olduğunu düşündü, ancak böyle bir bağdan söz edilecek olsa bu Arıcı olmalı.

Evet, bu arıcının yolculuğudur. Bir bakıma, gezgin oyuncuların kolektif yolculuklarının yerine geçen şahsi bir yolculuk.