6 Haziran 2011 Pazartesi

İki Düş Arasında Beklenti / Edip Cansever

Ablan çiçekli şapkalar yapıyor mu gene
Üstüne buğulu yaz tülleri serpiştiriyor mu
Kadife sesleri, ibrişim kokulan
Dolduruyor mu dört bir yanı
Küçük küçük güneşler halinde
Makaslarda geziniyor mu parmak izlerin
Onca uzaklığındaki ben
Geçiyor muyum belli belirsiz
Gözlerinin içdenizlerinden
Nasıl mı ,
Nasıl yaratılmışsa boşluk
Kendine bakan irice bir vişneden.
Hani
Elini alnına koyup da
Daldığın olurdu ya bazen
Dalgınlığının ipekli giysinle birlikte
Hiç değinmeyen bir hışırtısı olurdu ya
Kime duyuruyorsun o sesi şimdi
Kime
— Yokluğuma bakarak
Çizilmiş bir taslak gibi
Uçup giden bir taslak gibi
Dağılan, toz olan bir taslak gibi —

Pencerenden baktığında— arasıra —,
— Ah bu kımıltısız yaz uzaklıkları —
Sana küçük küçük armağanlar verilirdi de sanki
Sen onları (sözgelimi bir tümsek, bir yavru karga, yere
düşen bir yaprak, ağır ağır yayılan bir duman
parçası — şapkalardan birinden kopmuş bir
kurdele ? olabilir— karşı pencerede bir
ayna, bir sürahi; birbirine karışmış iki tek
gözyaşı gibi)
Dolduruyor musun çantana özenle
Çantana, çekmecene, ne bileyim, hiçbir yere belki de
İşte, tıpkı, dilsiz bir kadın sana bir şey söyledi
Söyledi de
Yineler gibisindir kendi kendine.
Anımsıyorum birde
Senden biraz ötede birtakım devinimler
Görüyorum nerdeyse — gövdenin çok yakınında —
Sen onları tutup tutup bırakıyorsun
Demirin pası kavradığı
Bir yavaşlıkla
Bunlar ellerin senin, kirpiklerin, ağzın aslında
Dağılıp yitiveriyor birden hepsi
' Bu benim kayganlığım ' derdi bir balık olsa
Ama sen diyemezsin, ben de diyemem
Çünkü sen yoksun, ben de yokum
Ya da biz ikimiz de varız, varız da
Bekliyoruz sanki düşlerimizden birinin yargısını
Bakışımlı iki düş arasında.

İşte, şimdi, şu anda
Yaşamın aynasında — ah şu küçük yaz uzaklıkları —
Bir terzinin yeni bitirdiği bir giysiyi
Seyretmesi gibi uzun uzun
Bakıyorsundur-— bakışlarına sığan ne varsa —
Öyleyse
İliştirir misin göğsüne
Bir çiçek uzatsam — uzatmak denirse buna —
Gülersin alırken — sahiden güler misin—
Biliyor musun seni ben
Görmedim hiç gülerken
Gülsen de pembesi bol bir resim yapıyorsun gibi gelir bana
Gittikçe koyulaşan — kendini dışa vuran irice bir vişne ?
neden olmasın —
Ya ağlarken gördüm mü, hayır, görmedim
Gördüğüm yalnız
Nasıl yansırsa buğulu cama bir elma
Öylece bir şey
Şunu da söyleyeyim, sen benim
Bilmemin başlangıcısın olsa olsa
Çiçekli şapkalar, buğulu yaz tülleri
Şimdi hepsi birden— uzaktan uzağa —
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey bir çocuk ağlaması gibi
Her şey, ama her şey
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey, her şey, her şey.


Görsel: Mike Worrall

Onüç Günün Mektupları / Cemal Süreya

15 Temmuz 1972


Senin eşsizliğin, bulunmazlığın üstüne ne söylesem eksik kalır. Sadelikten korkmayan bir kadınsın bir kere. O köp­rünün altında vb. satılan balık-ekmekten alıp yemek istemen ,beni en çok gönendiren şeylerden biri. Sana ondan almak is­temeyişimin tek nedeni midenin sağlığını düşündüğümdendir. Bunu kaç kez söyledim de sana. Adapazarı'ndaki kızla neydi adı onun?- çektirdiğin fotoğrafta senin bütün hayat tavrın gizli. En gösterişsiz koşullarda da sen, o koşullardan hiç utanmadan, hiç yüksünmeden, bir ayağını gözü pek bir rahatlıkla ileri atabilirsin. Beni nasıl savunursun sonra. Birisi bana çok şişmanladığımı söylemişti de, hemen saldırıya geç­miş, şişman olmadığımı ileri sürmüştün. Oysa pekâlâ fazla okkalanmıştım o günler. Sen busun işte. Sevdiğini her du­rumda savunursun, onun kusurlarını görmezsin. Ne sevgilisi­n sen.

Ama Aragon'un şu dizesi de bir gerçek:
"Göğsüne bastırırken kırar sevdiği şeyi."

O  da var.  Kişi kimi zaman çok sevmenin getirdiği yanlışlıklara da düşüyor. Sevdiği şeyi göğsüne fazlaca bastırırken örseliyor onu. Hoyratlaşıyor bir yerde aşk. Acaba bu gerçekten aşkın kaçınılmaz bir gereği mi? Kimi zaman Öyle belki. Ama, ben, öyle olmamalı diyorum. İnsanî çizgi­den sapmamalı. Aşkı insanî çizgide bütünlemeli. Mutluluk da, sanırsam, o zaman bütünleniyor. Güven, mutluluğun te­melidir. Güven aşkın ve her türlü aşkın, yani cesaretin, yani kavganın temelidir. Mevhibe'nin İsmet'ten kuşkulanabilece­ğini aklın alıyor mu? Bu noktada bir özeleştiri yaparsak, sende güvenin, bende bakımın zaman zaman aksar gibi ol­duğu sonucuna varabiliriz.

Ne demiş şair:
"Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti."
*
Aynı şair şöyle bir dize de ekleyebilirdi o şiirine:
"Aşklar tam güven istiyor güvenemedin gitti."
*
Memo bugün denize gitti- Şapkasıyla. İçsel kardeşi Gamze Ezel'le akşamdan geldi. Gece bizde kaldılar. Sabah da Memo Emrah'ı alıp kampa gittiler. Memo, bensiz gitmek istemedi. "Babam gelmezse denize ditmiyorum," dedi. Son­ra ben kendisini ikna ettim. "Denize girmemek" ve "başını sabunlamamaları" şartıyla razı oldu gitmeye. Akşam getire­cekler. Yarın sabah da onu Perihan'lara götüreceğim.
Seviyorum seni.
*
Se-vi-yo-rum.

İçsel: Zuhal'in ilk evliliğinden olan kızı.
Perihan: Cemal Süreya'nın kız kardeşi.

Rimbaud ya da Büyük İsyan / Henry Miller

 …..Dünyaya ait olmadan, dünyanın içinde yaşayabilir. Rimbaud' nun betimlediği gibi "en önemli sorun, ruhu bir ucube yapmaktır." Bu, ruhun bir hilkat garibesi değil, mucizevi bir yaratık olması gerektiği anlamına geliyor. Ucube'nin (Monstrum, ç.n.) anlamı nedir? Sözlüğe göre bundan "hata, yanlış düzenleme veya parçalarının veya organlarının deforme olması yüzünden büyük ölçüde biçimsiz olan şey, böylelikle de çirkin veya anormal olan her şey, veya itici olsun olmasın birbiriyle çelişkili kısımlardan veya özelliklerden oluşan, her şey" anlaşılıyor. Sözcüğün kökeni latince moneo fiili, ve "ikaz etmek, uyarmak" anlamına geliyor. Mitoloji'de ucube Harpye, Gargo, Sfenks, Kentauros, Dryad ve Nikessa biçimlerinde karşımıza çıkıyor. Bütün bunlar mucizevi yaratıklardır ve sözcüğün asıl anlamı da budur. Onlar normu, ölçüyü alt üst etmişlerdir. Bu durumun, küçük adamın onlardan korkmasından başka bir sonucu olabilir mi? Korkak ruhlar yollarının önünde sürekli ucubeler, kah Pegasuslar, kah Hitlerciler olarak betimledikleri ucubeler görürler. İnsanın en büyük korkusu, bilincinin genişlemesidir. Mitolojinin bütün o korkunç, dehşetli bölümü bu korkudan kaynaklanır. "Bırakın baş ve uyum içinde yaşayalım!" diye yalvarır küçük adam. Oysa evrenin yasası, baş ve uyuma ancak içsel çatışma yoluyla ulaşılabileceğini emreder. Küçük adam böyle bir barışın, böyle bir uyumun bedelini ödemek istemez; onu satın alınan hazır bir elbise gibi, hazır mamul olarak elde etmek ister.
            Bir şairin tutkun olduğu, sürekli yinelediği sözcükler vardır. Sabırlı biyografi yazarlarının derleyip topladıkları olgulardan daha öğreticilerdir. İşte Rimbaud'nun eserinde karşımıza çıkan bu tür sözcüklerden bazıları: "eternite, injîni, charite, solitude, angoisse, lumee, aube, soleil, amour, beaute, inoui pitie, demon, ange, ivresse, paradis, enfer, ennui... (bengilik, sonsuzluk,  iyi kalplilik,  yalnızlık, korku, ışık, şafak, güneş, aşk, güzellik, işitilmemiş, acıma, şeytan, melek, esriklik, cennet, cehennem, can sıkıntısı...).
            Bu sözcükler onun iç dünyasının nişan ve belirtileridirler; onun masumluğunu, açlığını, haşarılığını, fanatikliğini, sabırsızlığını, ısrarcılığını, anlatırlar. Onun tanrısı, kötülüğün derinliklerini kulaçlamış olan Baudelaire'di. Daha önceki bir paragrafta belirtmiştim, bir kez daha tekrarlamakta yarar var, on dokuzuncu yüzyıl, tanrı sorunu ile cebelleşmiştir. Dışsal olarak maddi ilerlemeye adanmış, tamamı fiziksel dünyaya ait olan bir keşifler ve icatlar yüzyılı görünümü verir. Fakat sanatçıların ve düşünürlerin demir attıkları iç taraflarında derinlere inen bir huzursuzluk gözlemliyoruz. Rimbaud bu çatışkıyı birkaç sayfada özetler. Fakat bu yetmiyormuş gibi, o dönemin karakteristiği olan aynı esrarengiz damgayı kendi yaşamına da vurur. Gerçek anlamda çağın insanıdır, tıpkı Goethe'nin, Shelley'in, Blake'in, Nietzsche'nin, Hegel'in, Marx'ın, Dostoyevski'nin olduklan gibi. Varlığının her alanında tepeden tırnağa bölünmüştür. Sürekli iki yana birden bakar. Zamanın çarklan onu parçalar, ona işkence ederler. O aynı zamanda hem kurban hem cellattır; onun adı anıldığında mekan ve olay bugüne mal olurlar. Artık atomu parçalamak da başarıldığına göre, evren genişleyivermiştir. Şimdi aynı anda her yöne birden bakıyoruz.  Eski tanrıların bile elinin alnda bulunmayan bir güce sahibiz. Şimdi artık cehennemin kapılarının önünde duruyoruz. Kapıla yıkacak, cehenneme atlayacak mıyız? Sanırım bunu yapacağız. Benim anlayışıma göre gelecek, kötünün alanını bir gizem kırıntısı bile kalmayıncaya kadar keşfetmek görevi ile yükümlü olacak. Güzelliğin acı köklerini keşfedeceğiz, kökü ve çiçeği, yaprağı ve tomurcuğu olumlayacağız. Kötünün karşısında daha fazla direnemeyiz: evet demek zorundayız.
            Rimbaud "Zenci kitabı"nı ("Une Saison en Enfer") yazdığında, "kaderim bu kitaba bağlı" diye açıklamış olsa gerek. Bu saptamada yatan derin hakikati Rimbaud'nun kendisi bile göremedi. Yavaş yavaş kendimize özgü trajik sonumuzu anladığımızda, onun ne demek istediğini kavramaya başlıyoruz. O kendi kaderini, bildiğimiz dönemler içinde en belirleyicisi olan döneminin kaderiyle özdeşleştirdi. Ya kültürümüzün bugüne dek temsil ettiği her şeyden vazgeçip, Rimbaud gibi, her şeyi yeni baştan inşa etmeye çalışacağız, ya da kültürü kendi ellerimizle yıkacağız. Eğer şair ayakucunda duruyorsa, dünya gerçekten bozulmuş olmalı. Eğer şair artık toplum adına değil, yalnızca kendisi adına konuşabilirse, son siperde bulunuyoruz demektir. Rimbaud'nun şiirsel cenazesi üstünde bir babil kulesi inşa etmeye başladık.
            Bu, hâlâ şairlerimizin olduğu, ya da bazılarının hâlâ anlaşılır, hâlâ halk tabakasıyla ilişki kurabilecek durumda oldukları anlamına gelmiyor. Şiir sanatı hangi yönü takip ediyor, şairi dinleyicilerle birleştiren bağ nerede? Muştu nerede? Her şeyden önce bu soruyu sormalıyız. Şimdi sözünü geçiren kimin sesi, şairin sesi mi yoksa bilim adamının sesi mi? Ne kadar dokunaklı olsa da hâlâ güzelliği mi düşünüyoruz, yoksa atom enerjisini mi düşünüyoruz? Ve büyük keşifler esas olarak ne gibi duygular uyandırıyorlar? Korku! Bilgimiz var bilgeliksiz, rahatımız var güvenliksiz ve kanaatimiz var inançsız. Yaşamın şiirselliği salt matematiksel, fiziksel, kimyasal kavramlarla dile-getiriliyor. Şair bir parya, bir anormallik. Bir ayağı çukurda. Şairin kendini nasıl bir ucube haline getirmiş olduğuyla artık kim ilgileniyor? Ucube ortalıkta serbestçe dolaşıyor, dünyayı geziyor.   Laboratuvardan dışarı kaçtı; onu çalıştırmaya cesareti olan herkesin hizmetinde. Dünya gerçekten de bir sayıya dönüştü. Tüm bölünmeler gibi o zihinsel bölünme de sona erdi. Bu çağda her şey nehrin akıntısına, rastlantıya bırakıldı; büyük anofor başladı.
            Ve deliler onarımlardan, araştırmalardan, zararın karşılanmasından, uyum sağlamalardan ve koalisyonlardan, serbest ticaretten, ekonominin istikrara kavuşturulmasından ve yeniden yapılanmasından söz ediyorlar. Hiç kimse,  dünyanın  dengesinin yeniden kurulacağına içtenlikle inanmıyor. Herkes o büyük olayı, bizleri gece ve gündüz meşgul eden o biricik olayı: bir sonraki savaşı bekliyor. Her şeyi düzensizliğe soktuk; olayları  nasıl tekrar denetleyebileceğimizi hiç birimiz bilmiyoruz. Frenler hâlâ mevcut, ama bakalım çalışacaklar mı? Çalışmayacaklarını   biliyoruz. Hayır, şeytan   ortalıkta   cirit  atıyor. Elektrik devri, tıpkı taş devri kadar gerimizde  kaldı. Şimdi güç çağında yaşıyoruz, katıksız güç çağında. Şimdi ya cennet ya da cehennem söz konusu; ikisinin arasında bir yer artık mümkün değil. Ve bütün belirtiler cehennemi seçeceğimizi gösteriyor. Şair   bile   kendi cehennemini yaşarsa, normal insan   ondan nasıl kurtulsun? Rimbaud'ya bir dönek mi dedim?   Biz hepimiz dönekiz. Vahşi tarih öncesinden beri dinden dönenleriz. Kader sonunda bize yetişiyor. Hepimiz "cehennemdeki mevsimimizi, "Saison en Enfer"imizi yaşayacağız:   bu kültüre dahil olan her erkek,   her kadın ve   her çocuk. Böyle olmasını kendimiz istedik ve işte zamanı geldi. Bunun karşısında Aden daha rahat bir yer olarak görünecek. Rimbaud'nun zamanında Aden'i bırakıp Harrar'a gitmek henüz mümkündü, fakat elli yıl içerisinde bütün dünya tek bir geniş krater olacak. Bilim adamları buna karşı çıksalar da, şimdi   emrimizin altında   bulunan güç, pratikte radyoaktiftir ve sürekli bir yıkıma neden olmaktadır. Gücün asla iyi olanaklanı değil, hep kötü olanaklarını düşündük. Atom enerjilerinin gizemli bir yanlan yok; gizem insanın kalbinde. Atom enerjisinin keşfedilişi,  artık birbirimize asla güvenemeyece-ğimizin  keşfedilişiyle aynı  zamanda  gerçekleşmiştir. Yazgısal olan burada yatmaktadır: hiç  bir  bombanın  yokedemeyeceği bu yedi başlı korkuda. Gerçek dönek, komşusuna inancını   yitirmiş olan insandır. Günümüzde inanç yitimi genel  bir olgudur.   Bu  durumda tanrının  kendisi de güçsüzdür. İnancımızı bombaya yönelttik ve dualarımıza yanıt verecek olan, bombadır.


5 Haziran 2011 Pazar

Yakınlama / Kemal Özer


öpüşlerimiz mi oluyor o çocuk
geliyor yaz günleri bulvara
seni şaşırırım sevmemi şaşırırım
dursa ne vakit aramıza
onun gözleri böyle karanlık

onun gözleri bitmek bilmiyor
uzaktan uzağa denizsiz bir gemi
kalkıp iniyor akşamları bulvarda
saçları da bir o kadar yalnız gözleri mi 
hazırım saçlarının da yolcusu olmaya

kırmızı bir ışıktır bizim öpüşlerimiz
delice vuran vakitli vakitsiz vuran
kırmızı bir ışıktır aydınlatan kanı
bir çocuğu kaldırır gibi uykusundan
 öğretir gibi ona paylaşılmaz olanı

Tarih Kavramı Üzerine / Walter Benjamin

VII.


Düşünün karanlığı ve acı soğuğu 
Feryatların yankılandığı bu vadide Brecht, 
Üç Kuruşluk Opera


Bir çağı yeniden yaşamak isteyen tarihçiye Fustel de Coulanges'ın öğüdü, tarihin sonraki akışı hakkında bildiklerini tümüyle bir kenara bırakmasıdır. Tarihsel maddeciliğin karşısına aldığı yöntemin bundan iyi tanımı olamaz. Bu bir duygudaşlık, bir empati yöntemidir. Kaynağını acedia'da, atalette bulur; tarihin bir an parlayıp sönen gerçek imgesini yakalayıp sahiplenme umudunu taşımaz. Ortaçağ teologları bunu hüznün ilk nedeni sayarlardı. Bu duyguyu tanımış olan Flaubert şöyle yazıyor: "Kartaca’yı yeniden canlandırma çabasının ne kadar hüzne mal olacağını çok az kişi takdir edebilir." Historisist tarihçinin aslında kiminle duygudaş olduğu sorusu ortaya atıldığında, bu hüznün niteliği daha da açığa çıkar. Cevap belli: Galip gelenle! Hükmedenlerin hepsi de, kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar. Tarihsel maddeci için bunun anlamı yeterince açıktır. Bu âna kadar hep galip gelenler, bugün hükmedenlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de alayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara. Ama tarihsel maddeci zafer alayını temkinli bakışlarla uzaktan izler. Çünkü bu kültürel zenginlikler, hiç istisnasız, dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir. Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludurlar. Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan olabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır.


VIII.


Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız "olağanüstü hal" istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir. Böylece, faşizme karşı mücadelede daha iyi bir konuma ulaşacağız. Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın "hâlâ" nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.


IX.


Hazırım kanat çırpmaya 
"Dönsem," derim, "dönsem geriye" 
Bir an daha kalırsam burada 
Korkarım hiç dönemem diye. 
Gerhard Scholem, "Meleğin Selamı"


Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatlan gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama Cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.


Görsel: Paul Klee / Angelus Novus

Kaç Zamandan / Didem Madak

Bu akşam ruhuma uygun, mavi
taftadan bir tuvalet giydim, Aylâ Abla
Sen de artık bir irmik helvası yaparsın
irmikler pembeleşince
(Sen de pembeleşirsin)
İrmikler tane tane olunca
(Sen de dağılırsın köşe bucağa)

Anlatacaklarını en rüküş kalbinle
Anlat Aylâ Abla
Ben de göğsüme kırmızı bir gül takarım.
Kaç zamandan beri saate bakıp bakıp
saçlarını tarıyorsun
Kaç zamandır şu hayata
biri oldu bitti gözüyle bakıyorsun.
Sanki aynalar sarkıyor
bu kış yine gözlerinden
Artık eve meyve de almıyorsun
Pembe kristal bir likör takımı gibi
Altı kadehinden birini hep boş tutuyorsun
Sen sanki bir denizin dibinde
bir balıkla öpüşüyorsun Aylâ Abla.
Hep bir mucizenin alt katında yaşıyorsun.

Keşke yağmura biraz daha yakın dursan
Kedilerin gıdılarına dokunsan
Keşke biraz illegal olsan Aylâ Abla.

Hayatıma kâkül kessem, cinayetler işlesem
bana yakışır mı Aylâ Abla?

3 Haziran 2011 Cuma

Tarih Kavramı Üzerine / Walter Benjamin

II.

"İnsanın en dikkate değer özelliklerinden biri," diyor Lotze", "tek tek bunca bencilliğin yanı sıra, yaşadığı ânın yarına hepten kayıtsız kal­masıdır." "Düşününce görürüz ki, mutluluk imgemiz baştan başa, ken­di varoluşumuzun bizi bir kere içine sürüklediği zamanın renklerini almıştır. Bizde imrenme duygusu uyandıracak mutluluk, sadece solu­muş olduğumuz havada vardır; bazı insanlarla konuşabilirdik, bazı ka­dınlar kendilerini bize verebilirlerdi, orada... Başka bir deyişle, mutluluk imgemiz ayrılmaz biçimde kurtarma ve kurtarılma imgemizle bir­liktedir. Tarihin konusu olan geçmiş imgemiz için de böyledir bu. Geçmiş, gizli bir zaman dizini taşır; ona kurtulma kapısını açan budur.' Eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize değip geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Kur yaptığımız kadınların tanımadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böy­leyse eğer, bizimle geçmiş kuşaklar arasında gizli bir anlaşma var de­mektir: Bu dünyada bekleniyorduk biz. Daha önceki her kuşak gibi biz de zayıf "bir Mesiyanik güçle donatılmışız, geçmişin üstünde hak iddia ettiği bir güç... Bu iddianın karşılığını vermek kolay değildir. Tarihsel maddeci bunun farkındadır.


Görsel: Mike Worrall 
Bağlantı: http://www.mikeworrall.com/gallery.html

1 Haziran 2011 Çarşamba

Kargalar / Georg Trakl

Kargalar uçuşur göğün kararan köşesinde
Keskin bir çığlıkla tam öğle vakti.
Bir dişi geyiğe dokunur gölgeleri
Bazan da dinlenirler somurtkan bir şekilde.

Ah nasıl da bozarlar esmer sessizliği, 
Esrimiş olsa da bir tarla bundan,
Tıpkı bir kadın gibi, ağır sezgiyle hayran,
Ve bazan duyulur bağırış çağrışları.

Bir leşin kokusunu aldıklarında,
Ve yönlerini ansızın kuzeye çevirirler
Ve cenaze alayı gibi yiter giderler
Şehvetle titreşen o havalarda.

Çeviren: Ahmet Necdet

İç Deney / Georges Bataille

Bir çıkmaza giriyorum. Burada her olasılık yok oluyor, olabilir gizleniyor ve olanaksız ortalığı kasıp kavuruyor. Hiçbir şeyin olanaklı olmadığı zaman, -ölçüsüz ve açık- olanaksızın karşısında olmak benim gözümde tanrısalın deneyini yapmaktır; bu işkencenin karşılığıdır.

İnsan güçsüzlüğünün beni delirttiğini hisseden ilk insan ben mi olacağım?

Mutlu olma isteğinin anlamı: Acı çekme ve kurtulma isteği. Acı çektiğimde ( örneğin: dün, romatizma, soğuk algınlığı ve özellikle "Yüz Yirmi Günü okurken hissedilen içdaralması) küçük mutluluklara bağlanıyorum. Kurtuluş özlemi belki acının artışına yanıt veriyor. ( Veya daha çok acıya dayanma yetersizliğine) Kurtuluş fikrinin acıdan dağılan kişide oluştuğunu zannediyorum. Aksine acıya ve egemen olan kişi parçalanma ve çatlağa girme gereksinimindedir.

Görsel: Stricher Gerard

31 Mayıs 2011 Salı

Mike Worrall - Cemil Yüksel



Bir kılıç gibi tutulmuş çiçekler
Az sonra kesecekler sanki tüm solgun renkleri.
Işıktan kaçırılmış gibi bir adamın elinden bırakılmış ellerine.
Saçlarınla aynı yönde çiçeğin tutuluşu
Ayaklarına yön veriyor kaçan bir köpeğin rölyefi
Bir ağacı kıskandırmak için sarılmış beyaz kese kağıdına
Koca bir gül demeti
Arnavut kaldırımları ve mazgaldan uzatılmış gibi göğüne
Bir kararla kararsızlığın iç içe geçmiş resmi
Hepsi senin yüzünde.
Giden hep adamdır, bu yazgı onundur diye


Resim: Mike Worrall
Şiir: Cemil Yüksel

29 Mayıs 2011 Pazar

J. Alfred Prufrock'un Aşk Şarkısı / T.S.Eliot

Verdiğim yanıtlar, bilseydim ki    
Dünyaya dönebilecek birinedir,
Bu alev şimdiye çoktan sönerdi.
Ama hiç kimse sağ dönmemiştir
Bu derinlikten, dendiğine göre.
Küçülmeden yanıtlıyorum bir bir.
DANTE
Cehennem XXVH'den
Gidelim öyleyse, sen ve ben,
Akşam göğe karşı serilmiş yatarken
Eterlenmiş bir hasta gibi masada;
Gidelim o yarı tenha sokaklardan:
Mırıltılı inziva yeri olan
Tedirgin gecelerin, tek gecelik salaş otelleriyle
Ve istiridye kabuklu, talaşlı aşevleriyle,
Sokaklar ki yoz tartışmasınca sinsi niyetlerin
İzleyip durur seni
Duyasın diye sanki o ürkünç soruyu...
Ah, "Nedir?" diye sorma sakın,
Gidelim de bir hatır soralım.

Salonda kadınlar girip çıkar
Mikelanjelo'dan söz açar.

    Sarı sis sürterken sırtını pencere camlarına
Sarı duman sürterken burnunu pencere camlarına
Yaladı köşesini bucağını akşamın,
Oyalandı bir süre oluklardaki sularla,
Aldırmadı bacalardan inen kurum inerken sırtına,
Taraçayı hızla geçip ansızın atıldı,
Baktı, ılık bir Ekim gecesiydi gelen,
Bir kıvrılıp evin çevresine, uyuya kaldı.

Ve gerçekten zamanı gelir
Pencere camlarına sırtını sürterek
Sokaklar boyunca kayan sarı dumanın;
Zamanı gelir, zamanı gelir
Yüzün olur karşındaki yüzleri karşılayacak;
Cana kıymanın da, yaratmanın da zamanı gelecek,
Ve zaman, tüm işleri ve günleri için ellerin
Ki alıp soruları düşürür tabağına tek tek;
Senin zamanın ve benim zamanım,
Ve zamanı sayısız kararsızlığın da
Ve sayısız görüşlerin ve caymaların da,
Daha tadına bakmadan tost ile çayın.

Salonda kadınlar girip çıkar
Mikelanjelo'dan söz açar.

Ve gerçekten zamanı gelir
Sorarsın, "Cesaretim var mı?", "Cesaretim var mı?",
Zamanı gelir geri dönüp merdivenden inmenin,
İç ezikliğiyle tepemdeki kelliğin —
(Diyecekler, "Saçları nasıl da seyrelmede!")
Günlük elbisem üstümde, kolalı yakam çenemde,
Kravatım şık ve sade ama üstünde sıradan bir iğne —
(Diyecekler, "Ama kollarıyla bacakları ne ince!")
Cesaretim var mı
Tedirgin etmeye evreni?
Bir dakika da yeterli zaman var
Kararlarla caymalar için ki bir dakika değiştirir hepsini.

Çünkü tümünü de bilirim ben, tümünü bilirim —
Bilirim nedir akşamlar, sabahlar, ikindiler,
Hayatımı çay kaşıklarıyla ölçmüşüm bir bir;
Ölgün bir düşüşle ölen sesleri bilirim
Uzakça bir salondaki müziğin etkisiyle.
Nasıl cüret ederdim öyleyse?

Ve gözleri de bilirim ben, tümünü bilirim —
Gözler ki tek cümlelik yaftada özetler seni;
Ben ki yaftalanmış yayılmışım bir iğne altında,
Ben ki iğnelenmiş, duvarda kıvranmaktayım,
Nasıl başlayabilirdim o durumda
Tükürmeye günlerimle alışkanlıklarımın izmaritlerini?
Nasıl cüret edebilirdim hem de?

Ve kolları da bilirim ben, tümünü bilirim —
Kollar ki bileziklidir, beyazdır, çıplaktır,
(Ama lambanın ışığında ayva tüylerine bürünür!)
Yoksa o parfüm mü, bir elbiseden,
Bana böyle boş şeyleri söyleten?
Kollar ki ya bir masaya dayalı, ya bir şala sarılı.
O zaman mı cüret etmeliydim?
Nasıl başlamalıydım ama?

………….

Diyeyim mi, akşamüstü dar sokaklarda sürttüm
Ve pipolarından yükselen dumanı seyrettim
Pencerelerden sarkan ceketsiz, yalnız adamların?.
Çentikli bir çift kıskaç olmalıydım ben
Sessiz denizlerin dibinde seğirten.

………….

Ve ikindiler, akşamlar, böyle deliksiz uyusun!
İnce uzun parmaklarla okşanmış,
Uykuda... yorgun... sözde hastalanmış,
Yatıyor yerde, burada, yanımızda upuzun.
Yeter miydi, çaylar, kekler, dondurmalardan sonra,
Sürüklemeye gücüm, o anı bir çıkmaza?
Ama ağlayıp oruç tuttum, ağlayıp yakardım,
Gördümse de başımın (dazlakça) bir tepside getirildiğini,
Bir yalvacım diyemem — hem nedir ki, önemi;
Görmüş ün yalazının benim için parıldadığım,
Görmüş ölümsüz kavasın paltomu tutup sırıttığını,
Ve doğrusu korkmuştum.

Ve üstelik onca çabaya değer miydi?
O fincanlar, o marmalat, o çaylardan sonra,
Porselenler arasında, seninle söyleşimiz arasında
Değer miydi onca bocalamak,
Sorun'u bir gülüşle kesip atmak,
Sıkıp bir yumak haline sokmak evreni,
İtip yuvarlamak sonra o ürkünç soruya,
Demek için, "Ben Lazarus, ölüler arasından,
Geldim anlatmaya her şeyi, anlatacağım size her şeyi" —
Ya biri, yastığa gömerek başını umursamadan
Deseydi, "Demek istediğim hiç de bu değil.
Hiç de bu değil."

Ve üstelik onca çabaya değer miydi,
Onca üzüntüye değer miydi,
Günbatımlarından, avlulardan, sulanmış sokaklardan,
Romanlar ve çay bardakları ve yeri süpüren eteklerden
sonra
Hem bunlar, hem daha nice şeylerden sonra? —
Elde değil ki söylemek açıkça içimdekini!
Ama  bir  hayal  feneri  sanki  beyaz  perdeye  yansıtmış
sinirleri:
Onca üzüntüye değer miydi
Ya biri, gömülerek yastığa ya da sıyırarak şalını
Ve dönerek pencereye deseydi bir:
"Hiç de bu değil,
 Demek istediğim hiç de bu değil."

Yooo! Ne Prens Hamlet'im ben, ne de elimdeydi olmak;
Bir maiyet lorduyum, öyle biri ki elbette
Renklensin diye bir gezi önayak olacak bazı sahnelere,
Öğüt verecek prense; tamam, bir oyuncak prensin elinde,
İşe yaramaktan hoşnut, saygılı,
Politik, ölçülü ve çok dikkatli;
Cafcaflı sözlere düşkün, biraz da kaz kafalı;
Kimi zaman da, doğrusu, gülünç adamakıllı —
Adamakıllı Soytarı, kimi zaman da.

Kocamaktayım... Kocamaktayım...
Paçaları kıvrık pantolonlarla dolaşacağım.
Saçımı arkadan mı ayırayım? Bir şeftali yesem mi
acaba?
Ayağımda beyaz flanel pantolon, dolaşacağım kıyıda.
Birbirine şarkı söylüyordu deniz kızları orada.
Sanmam ki bana şarkı söylesinler.

Gördüm onları denize açılırken dalgalar üzre
Tarayıp savrulan dalgaların ak saçını tel tel
Bir ak, bir kara, suları savururken yel.

Oyalandık bir süre salonlarında denizin,
Denizyosunu çelenkli denizkızlarının yanındaydık.
Uyanıncaya dek insan sesleriyle, sonra boğulduk.