6 Kasım 2011 Pazar

Kahrolsun Çocukluk / Shulamith Firestone


Çocukluk ortadan kaldırılmadan çocukluktan çıkacak olan NECHEMIA için.

KADINLARLA çocuklar hep birlikte alınır ağza («Kadınlarla çocuklar kaleye çekilsin!»). Kadınlarla çocuklar arasındaki özel bağı herkes kabul eder. Ama bence bu bağ, ikisinde de ortak olan baskı- altında-olmak'tan başka bir şey değildir. Sonra bu baskı öylesine karmaşık yollardan birbirine girmiş, birbirini destekler olmuştur ki, çocukların özgürleştirilmesinden söz etmeden kadınların özgürleşme­sinden söz edemeyiz — bunun, tersi de doğrudur. Kadının ezilmesi­nin nedeni çocuk doğurması, çocuk yetiştirmesidir. Buna karşılık, çocuklar da bu role göre tanımlanır, ruhsal bakımdan bu role göre biçimlenirler; bu rol, büyüyünce onların nasıl insanlar olacaklarını, kuracakları ilişkileri, sonunda kuracakları toplumu belirler.
****
Biyolojik ailedeki güç sınırlanmasının, bu sıralanışı sürdürmek için gerekli olan —özellikle ataerkil çekirdek ailede yoğun olan— cinsel baskıların insan ruhunda yıkım ve zararlı etkiler yarattığını söylemiştim. Bunun, sonunda nasıl ve neden bir çocuk kültürüne yol açtığını an­latmaya başlamadan önce, ataerkil çekirdek ailenin nasıl oluştuğuna bakalım.
Günümüze dek her toplumda bir çeşit biyolojik ailenin bu­lunduğu, bu yüzden de kadınlarla çocukların değişik ölçülerde baskı altında oldukları görülmüştür. Engels, Reich ve daha başka yazarlar, örnek olarak eskiden görülen ilkel anaerkil düzenleri ele alır, bu­yurganlık, sömürü ve cinsel baskının tekeşli evlilikle ortaya çıktığını göstermeye çalışırlar. Oysa ideal durumları eskide aramak çok kolay bir yoldur. Kadın'da şunları yazan Simone de Beauvoir daha dürüsttür bu konuda:

Ana tanrıçanın parmağı altında kalan halklar, anaerkil düzeni ko­ruyanlar, aynı zamanda uygarlığın ilkel evresinde takılıp kalmış halk­lardır... Kadınların (ataerkillik altında) değerden düşmesi, insanlık tarihinde zorunlu bir evreyi gösterir; çünkü kadının yeri, kendi olum­lu değerlerine göre değil, erkeğin zayıflığına göre belirlenmiştir. Kadında, doğanın insanı huzursuz eden tüm gizemlilikleri toplanmıştır; erkek, kendini doğadan kurtardığında kadının etkisinden de kur­tulmuştur... Demek ki, ataerkilliğin başarısı ne rastlantıdır, ne de sarsıcı bir devrimin sonucudur, insanlığın başlangıcından bu yana biyolojik üstünlükleri erkeklerin tek ve en üstün kullar olarak ortaya çıkmalarını sağlamıştır; bu yeri hiç bırakmamışlardır; bağımsız varlık­larının bir kısmını Doğaya ve Kadına bir kez bağlamış ama sonra geri almışlardır.

Sonra da şunları ekliyor Beauvoir:

Şu var ki, üretme işini denetiminde tutabilseydi belki de kadın doğanın ele geçirilmesini erkekle birlikte başaracaktı... ama kadın, erkeğin çalışma ve düşünme biçimine katılamadığından yaşamın gizemli süreçlerine bağımlı kaldığından erkek kadında kendisi gibi bir varlık bulunduğunu görememiştir.

Demek ki kadının başlangıçta ve sonraki ezilmesine yol açan şey doğurgan bedensel yapısıdır, kaynağını Freud'un da bir türlü açıklayamadığı beklenmedik bir ataerkil devrim değil, anaerkillik, ataerkilliğe giden yolda, erkeğin kendisini tam olarak gerçekleştirmesi yolunda bir evredir; erkek ise Doğa'ya ve kadına taparak başlamış daha sonra da onu denetimine almıştır. Kadınların durumu ataerkillik altında çok kötüleşmiştir; ama kadınlar zaten hiçbir zaman iyi bir du­rumda olmamışlardır. Çünkü tüm özlemleri bir yana bırakarak söyle­yelim ki, anaerkillik hiçbir zaman kadının ezilmesini engelleme­miştir. Temelde anaerkillik de kan yakınlığı ve miras gütmenin değişik bir biçimidir; daha sonra gelen ataerkillik düzeni içinde kadına daha çok hak tanınsa da bu, kadının topluma eşit olarak katılmasını sağlamıştır. Tapılmak, özgür olmak demek değildir. Çünkü tapınma eylemi başka birisinin kafasında olmaktadır; o kafa da Erkek kafasıdır. Böylece tarih boyunca, kültürün her evresi ve her türünde, kadınlar bedensel işlevleri yüzünden ezilmişlerdir.
Gerçek bir örnek getirmese de geçmişe dönmek, ezilmenin görece olduğunu göstermekte yararlı olabilir; temel bir insanlık du­rumu olmasına karşın ezilme değişik biçimlerde, değişik derecelerde çıkmıştır ortaya.
Ataerkil aile «birincil» toplumsal örgütler dizisi içinde en so­nuncusudur; bu toplumsal düzenler dizisi kadını hep, ona özgü çocuk doğurma yetisinden ötürü ayrı bir tür olarak tanımlamıştır. Aile te­rimi ilk kez Romalılarca, anne, çocuklar ve tutsaklardan oluşan ve bir başkan tarafından yönetilen bir toplumsal birimi tanımlamak için kul­lanılmıştır — Roma yasalarına göre ailenin başkanı, üyelerin hep­sinin yaşamları ve ölümleri üstünde söz sahibiydi: famulus evdeki tutsaklar için.familia da bir tek insana ait olan tutsakların hepsi için kullanılıyordu. Bu terimi Romalılar bulmuştur ama kurumu ilk geliştiren onlar değildir. Tevrat’ı, örneğin, uzun bir ayrılıktan sonra ikiz kardeşi Esau'yu görmeye giden Yakub'un aile üyelerini anlatışını okuyun. Bu eski ataerkil aile, günümüze dek değişik kültürlerde or­taya çıkan ataerkil ailenin sayısız çeşitlemelerinden biridir.
Oysa çocukların ezilmesinin göreceli olarak nasıl değiştiğini gösterebilmek için ataerkil ailenin değişik biçimlerinin tarih boyun­ca karşılaştırılması yerine, bu ailenin en son biçimine, ataerkil çekirdek aileye bakmak yeter. Bu ailenin aşağı yukarı on dördüncü yüzyıldan bugüne dek süren kısa tarihi bile çok şeyi açıklar: En çok tutunduğumuz aile değerlerinin gelişmesi, kültürel koşullara bağlı olarak doğmuştur ve değişmez değildir. Çekirdek ailenin gelişmesini —bu ailenin yarattığı «çocukluk»u— ortaçağlardan başlayarak günü­müze dek izleyelim. Çözümlememize, Philippe Aries'in Centuries of Childhood: A Social History of Family Life (Yüzyıllar Boyu Çocuk­luk: Aile Yaşamının Toplumsal Tarihi) adlı kitabım temel alalım.
Çağdaş çekirdek aile son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Aries, bildiğimiz ailenin ortaçağlarda bulunmadığını, on dördüncü yüz­yıldan başlayarak yavaş yavaş geliştiğini gösterir. O zamana dek aile, insanın yasal kalıtım çizgisini gösteriyordu: bu çizgide önemli olan da evlilik kurumundan çok kan bağlılığıydı. Bu birliğin başlıca işlevi olan, mirasın kime geçeceği gibi yasal işlemlere gelince, karı-kocanın ortak malları vardı: mirasçılar da her şeye ortaklaşa sahip olurlardı. Ancak, ortaçağların sonuna doğru burjuva ailede baba yetkesinin art­masıyla. evli çiftin ortaklaşa mal sahibi olması da kaldırıldı. Tüm oğulların ortaklaşa mal sahibi olması yerine, malların yalnızca büyük erkek çocuklara geçmesi yasası geçerli oldu. Aries, ortaçağlardaki toplumsal değerlerin resimlere nasıl yansıdığını da göstermiştir: Re­simlerde ya tek tek insanlar ya da genel yerlerde toplanmış insanlar canlandırılıyordu, çünkü yaşam «evde» geçmiyordu. Üstelik o za­manlar insanın özel «ilk grubu»na dönmesi diye bir şey yoktu. Aile topluluğu, hiç durmadan değişen birçok insandan oluşuyordu; soy­luların malikanelerinde, eski ataerkil ev geleneğine göre bir sürü uşak, köle, müzikçi, her sınıftan insan ve birçok hayvan bulunuyordu. Birey, bu sürekli toplumsal alışverişten çekilip kendini dinsel ya da bilimsel bir yaşama adayabilirdi: ama o zaman da gene bir topluluğa katılmış oluyordu.
Bu ortaçağ ailesi —üst sınıflarda ataların şerefli soy çizgisi, alt­sınıflardaysa toplumun içinde kaybolup giden evli çift— zamanla bugünkü küçük aileye dönüştü. Aries, bu değişikliği şöyle anlatıyor: «Sanki katı, çok-biçimli bir kitle parçalandı, bir yığın küçük topluluğa, aileye ve birkaç büyük gruba ve sınıflara bölündü.»
Böylesi bir dönüşüm, derin kültürel değişikliklere yol açtı: aynı zamanda bireyin ruhsal yapısını da etkiledi. Bireyin yaşamın akışını görüşü bile kültürel olarak biçimlendi, ör: daha önce hiç bulunmayan «yeniyetmelik» kavramı çıktı ortaya, insan yaşamındaki bu yeni kavram­ların en önemlisi çocukluktu.

1
ÇOCUKLUK MİTİ
Ortaçağlarda çocukluk diye bir şey yoktu. Ortaçağlarda insanların çocukları görüşü bizimkinden çok değişikti. O görüş, «çocuk- merkezli» olmak şöyle dursun, yetişkinlerden ayrı olarak, çocukların farkında bile değildi. Ortaçağ resimlerindeki çocuk-erkek ve çocuk- kadınlar. minyatürleşmiş yetişkinlerdir: apayrı bir gerçekliği yansıtırlar. O zaman çocuklar küçük yetişkinlerdi: Doğdukları sınıfı ve adı taşı­yorlar açık seçik tanımlanmış bir toplumsal yere geçmeye hazırlanı­yorlardı. Çocuk kendisini, gerekli çıraklık evrelerinden geçerek ilerde yetişkin olacak birisi olarak görüyor, daha «küçükken» bile ilerdeki güçlü insan oluyordu. Çocuk, yetişkinlik rolünün çeşitli evrelerine hemen giriyordu.
Çocuklar yetişkinlerle öylesine aynı görülüyorlardı ki, çocukları tanımlayacak ayrı sözcükler bile yoktu: çocuklar için feodal küçültme sözcükleri kullanılıyordu. Ama sonraları, çocukluğun ayrı bir evre olarak belirmesiyle, bu sözcükler birbirinden ayrılmaya başladı. Bu karışıklık, gerçek bir durumdan doğmuştu: Çocukları top­lumda yetişkinlerden ayıran şey yalnızca ekonomik bağımlılıklarıydı. Çocuklar bir tek ayrımla ikinci bir geçici uşaklar sınıfı olarak görülüyordu; yetişkinler bu sınıftan çıktıkları için pek de aşağı bir sınıf sayılmıyordu çocuklar (buna benzer başka bir sınıf. Amerikan tarihindeki beyaz uşaklar sınıfıdır). Çocukların hepsi sözcüğün tam anlamıyla uşaktılar; bu, onları yetişkinliğe hazırlayan çıraklık evresiydi. (Örneğin Fransa'da, sofradakilere hizmet etmek uzun süre alçaltıcı bir iş sayılmamıştır; çünkü tüm genç soylular her türlü işi bir sanat olarak öğreniyorlardı.) Çocuklarla uşakların paylaştığı bu yaşantı, bu yüzden aralarında doğan yakınlık, yirminci yüzyıla dek bir yakınma konusu olmuştur, sınıfların birbirinden kopmasına karşın sürüp giden bu yakınlığın üst ve orta sınıf çocuklarının ahlak bakımından bozulmalarına yol açtığı söylenmiştir.
Çocuk, kalabalık ataerkil ev halkının üyelerinden biriydi yalnızca; aile yaşamı için çok önemli değildi. Her ailede çocuğa annesinden başka birisi süt verir: çocuk sonra (yedi yaşından on dört-on sekiz yaşına kadar) başka bir eve gönderilirdi: orada, bir ustanın yanında çıraklık ederdi — daha önce söylendiği gibi, bu sırada çocuklukla ev hizmetlerini de öğrenirdi. Bu yüzden anne-babasına çok büyük bir bağlılık geliştirmezdi; anne-baba çocuklarına karşı yalnızca onun be­densel gereksinmeleri açısından sorumluydular. Onların da çocuk­larına «gereksinmeleri» yoktu — gerçekten de çocukların gözlerinin içine bakmıyordu kimse o zaman. Çocuk ölümleri oranının çok yüksek olması bir yana, insanlar yetişkinliğe başkalarının çocuklarını hazırlıyorlardı. Ev gerçek uşaklarla, kalabalık konuklarla her zaman dolu ve hareketli olduğundan, çocuğun anne-babadan herhangi bi­risine bağlılığı ya da ilişkisi sınırlı kalıyordu. Çocukla anne-baba arasında bir ilişki geliştiği zaman da bu, daha çok, ikinci dereceden bir akrabalık ilişkisine benziyordu.
Bir kuşaktan ötekine geçiş, çocukların yetişkinlerin gündelik yaşamına katılmasıyla sağlanıyordu — çocuklar özel yerlerde, özel okullarda yetiştirilmiyor, ya da özel uğraşlarla yetişkinlerden ayrılmı­yorlardı. Amaç, çocuğu yetişkinlik yaşamına en kısa zamanda hazırlamak olduğundan, böyle bir ayrım gözetmenin haklı olarak yetişkinliğe hazırlama sürecini geciktireceği ya da güçleştireceği sanılıyordu. Çocuk, her bakımdan toplumun bütününe en kısa yoldan katılıyordu: Yalnız çocuklar için yaratılmış özel oyuncaklar, oyunlar, giysiler ya da sınıflar yoktu. Oyunlara her yaştan insan katıldığı gibi, çocuklar da yetişkinlerin yaptıklarına katılıyorlardı. Okullarda (yalnız uzmanlaşmış ustalıklar öğretiliyordu) hangi yaşta olursa olsun, is­teyen herkes yetiştiriliyordu: çıraklık düzeni yalnız çocuklara değil yetişkinlere de açıktı.
On dördüncü yüzyıldan sonra, burjuvalığın ve deneysel bilimlerin gelişmesi ile, bu durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Çocukluk kav­ramı. çağdaş ailenin bir tamamlayıcısı olarak ortaya çıktı. Çocukları ve çocukluğu tanımlamak için bir dil (ör. Fransızcadaki le bebe sözcüğü), çocuklarla konuşurken kullanılmak üzere de ikinci bir dil geliştirildi: «Çocuk dili» on yedinci yüzyılda çok yaygınlaştı. (O za­manlardan bu yana bu dil sanata, bir yaşama biçimine dönüşmüştür. Çocuk dilinin çağımızda bin bir biçimi geliştirilmiştir: bazı kimseler bu dilden hiç vazgeçmez, özellikle çocuk yerine koydukları sev­gilileriyle konuşurken bu dili kullanırlar.) Çocuk oyuncakları 1600 yılında yapılmaya başlanmıştır; o zaman çocuklar bu oyuncakları üç ya da dört yaşından sonra kullanıyorlardı. İlk oyuncaklar, büyüklerin kullandıkları nesnelerin çocuklara göre küçültülmüş kopyalarıydı; oyuncak at, çocuğun boyu yetişmediği için binemediği asıl atın ye­rine geçiyordu. On yedinci yüzyılın sonlarında çocuklar için yapılan özel oyuncaklar yaygınlaşmaya başladı. Gene on yedinci yüzyılın so­nunda özel çocuk oyunlarının başladığını görüyoruz. (Aslında bu oyunlar bir bölünmeyi gösteriyordu. Eskiden hem çocukların hem de büyüklerin oynadığı oyunları, büyükler çocuklara ve altsınıflara bırakmışlardı. Oysa oyunların bazıları yalnızca yetişkinlerce oynanır olmuştu, bu oyunlar da üst sınıfların «salon oyunlan»na dönüştü.) Böylece, on yedinci yüzyılda çocukluk yepyeni ve yaygın bir kavram olarak «yerleşti». Aries, bu değişikliğin dinsel resimlere de yansıdığını göstermiştir: Örneğin Meryem'in Kollarında Küçük İsa gibi anne/çocuk ilişkisini yüceltmiş bir biçimde gösteren resimler git­tikçe yaygınlaşmıştır. Daha sonra, on beş ve on altıncı yüzyıllarda da ev-içi ve aile resimleri çoğalmıştır; çocuklar, çocuk eşyaları tek tek resimlere konu olur artık. Rousseau ve daha başka yazarlar bir «çocukluk» ideali geliştirmişlerdir. Çocukların «temizliği» ve «saflığı» vurgulanmıştır. Çocukların kötülüklerle karşı karşıya kal­maları herkesi endişelendirmeye başlamıştır. Kadınlara karşı olduğu gibi çocuklara karşı da, toplumun bütününe katıldıkları on altıncı yüzyıldan önce hiç bilinmeyen bir «saygı»nın gösterilmesi gerekti, çünkü artık çocuklar da açık-seçik bir ezilen sınıf oluşturuyordu. Çocukların yalnızlığı ve ayrımı böylece başladı. Çocuk-merkezli yeni burjuva ailesinde, çocuklar sürekli gözetilmeye başlandı; çocukların daha önceki bağımsızlıkları ortadan kalktı.
Bu değişikliklerin ne denli önemli olduğunu çocuk giysileri ta­rihinde görürüz. Giysiler, toplumsal sınıfı ve zenginliği gösteriyordu — özellikle kadınlarda bu durum hâlâ böyledir. Uygunsuz giyime karşı bugün bile, özellikle Avrupa'da, gösterilen kızgınlık, her şeyden önce bu «sınıfsal karşı çıkma» uygunsuzluğundan doğar. Giysilerin pahalı olduğu, kitle üretiminin duyulmadığı zamanlarda bile, çocuk giysileri tarihinde çocukların neler geçirdiğini açıklayacak değerli ipuçları bulabiliriz.
İlk özel çocuk giysileri on altıncı yüzyılın sonunda ortaya çıktı; bu, çocukluk kavramının belirmesinde önemli bir tarihti. Önceleri çocukların giysileri yetişkinlerin eski giysilerine bakılarak yapılı­yordu; tıpkı küçük-soyluların eskilerini giyen altsınıfların giysileri gibi. Bu eski havalı giysiler, çocukların ve emekçilerin, genel yaşamın gittikçe daha çok dışında bırakıldıklarını gösteriyordu. Fransız Devrimi'nden önce, altsınıfları daha iyi belirleyen özel de­nizci pantolonları çıkmadan, aynı göreneğin üstsınıf erkek çocuklara da bulaştığını görüyoruz. Bu önemlidir, çünkü üst sınıfın içinde çocukların bir alt sınıf oluşturduklarını açıkça gösterir. Giysilerin işlevlerindeki bu farklılaşmanın sınıf ayrımını derinleştirmesi ve be­lirtmesi, onyedinci ve onsekizinci yüzyılda, başka türlü açıklanama- yacak göreneklerde de görülür; Hem erkek hem de kız çocuklar, giy­silerinin koltuk altlarına tutturulmuş, arkadan yere dek uzanan iki geniş kurdele takmak zorundaydılar. Bu kurdelelerin tek işlevi, ter­zilerin çocuk giysilerini bunlarla belirtmeleriydi.
Özellikle erkek çocukların giysileri, cinselliğin ve çocukluğun ekonomik sınıflarla ilişkisini çok iyi ortaya koyar. Erkek çocuk ka­baca üç evreden geçiyordu: Erkek bebek kundaktan çıkınca kız çocuk giysilerine bürünüyor, beş yaşlarında yetişkin erkek giysilerinin öğelerini (ör: yaka) taşıyan giysilere geçiyor, son olarak delikanlılığında da, her şeyiyle asker donatımına bürünüyordu. XVI. Louis çağında da büyük erkek çocukların giysileri hem eskiydi (Rönesans yakası), hem altsınıf özellikleri taşıyordu (denizci pantolonları), hem de erkekçeydi (askeri, düğmeli ceket). Çağdaş dille söylersek, çocuğun «uzun pan­tolon» giymek istemesi gibi, giysiler erkekliğe geçişi başka bir biçimde gösterir oldu.
Çocuk giysileri tarihinde yansıyan bu erkekliğe geçiş evreleri, bir önceki bölümde Oedipus Kompleksi konusunda söylediklerimle çakışıyor. Erkek çocuklar yaşama, kadınlardan oluşan altsınıfta başlar. Kadınlar gibi giyindiklerinden, hiçbir biçimde kız çocuklardan ayrı­lamazlar: bu evrede hem erkek hem de kız çocuklar kendilerini an­neleriyle. kadınla özdeşleştirir, bebek oynarlar. Beş yaşına doğru çocuğu annesinden koparma çabaları başlar; bu yavaş yavaş yapılır, ör. babaya benzemek için yaka takılır: Bu Oedipus Kompleksi'nin geçiş dönemidir. Sonunda çocuk, kadınlardan kopup erkekle özdeşleş­tiği için «büyükler»in giysileriyle ödüllendirilir; bu giysilerdeki as­keri donatım ilerde kazanacağı yetişkin erkek egemenliğinin ha­bercisidir.
Peki, ya kızların giysileri nasıldı? işte size şaşırtıcı bir gerçek: Çocukluk, kadınlar için geçerli değildi. Kız çocuk, kundaktan sonra doğru yetişkin kadın giysilerine geçiyordu. Kızlar okula gitmiyordu; ilerde göreceğimiz gibi okul, çocukluğu oluşturan kurumdur. Dokuz on yaşlarındaki kız çocuktan, tam bir «küçük hanım» gibi davran­ması beklenirdi: uğraşları, yetişkin bir kadının yaptıklarının aynıydı. Yeniyetmeliğe erişir erişmez, daha on-oniki yaşlarındayken ken­disinden çok yaşlı bir erkekle evlendirilirdi.
Çocukların sınıfsal temeli böylece açığa çıkıyor: işçi sınıfından kız ya da erkek çocukların aynı giysilerle belirlenmesi gerekmiyordu: çünkü bunların her ikisi de yetişkinliklerinde üst-sınıf erkeklerinin buyruğuna giriyorlardı. Bu çocukların, özgürlüğe alıştırılması ge­rekmiyordu. Kızların da yaşla değişik giysilere bürünmeleri için bir neden yoktu, çünkü büyümeleri gerekmiyordu: Kadınlar, erkeklere göre gene altsınıftaydılar, işçi sınıfı çocukları günümüzde bile, giysi sınırlamalarının dışındadır, çünkü bu sınıfın yetişkinleri bile yönetici sınıfın gözünde «çocukturlar». Orta ve altsınıfın erkek çocukları, kadınların ve işçi sınıfının durumunu geçici olarak paylaşmış olsalar da, bu altsınıftan zamanla ayrılıp yükselebilmişlerdir. Kadınlarla alt­sınıfın erkek çocukları, o sınıfta kalmıştır. Küçük erkek çocukların artık kız gibi giydirilmemesinin, kadınların baskıcı kadın giyimine son vermek için eyleme geçtikleri sırada başlaması rastlantı değildir. Her iki tür giyim de aslında, altsınıfların ezildiğini ve kadınların rolünün aşağı görüldüğünü kanıtlar. Küçük Lord Fauntleroy kadın gibi giyinmeye başladı. (Babam ilk uzun pantolon giydiği günü anımsıyor; oysa bugün bile bazı Avrupa ülkelerinde, çocukları bu- yeni giysiye alıştırma töreleri sürmektedir.) Çocukluk kavramının sınıfsal temelden doğduğunu, bu kavramla birlikte ortaya çıkan çocuk eğitiminde de görebiliriz. Çocukluk baş­langıçta soyut bir kavram olsa da, çağdaş okullar bunu somutlaştıran kurumlar olmuştur. (Toplumumuzda, yaşam evreleri konusundaki yeni kavramlar, kurumlarda oluşturulur; ör. yeniyetmelik. on do­kuzuncu yüzyılda ortaya çıkmıştır ve gençleri askere almayı ko­laylaştırmak için yaratılmıştır.) Çağımızdaki okul eğitimi, aslında yeni çocukluk kavramının uygulamaya geçirilmesidir. Okulun tanımı değişmiştir; okul artık yazarların ve bilginlerin tekelinden çıkıp in­sanları —çocukluktan erkekliğe doğru ilerlerken— topluma hazırla­makta kullanılan bir araç olarak iyice yaygınlaşmıştır. (Gerçek yetişkinliğin hiçbir zaman yakıştırılmadığı kimselerse, ör. kızlarla işçi sınıfından erkek çocukları, yüzyıllarca okula gidememişlerdir.)
Çünkü yaygın inancın tersine, çağdaş okulların, geleneksel orta­çağ öğrenimiyle de, Yeniden doğuştaki liberal sanatların ve insan bi­limlerinin gelişmesiyle de ilişkisi yoktur. (Aslında, Yenidendoğuşta insancıl düşünürler, aralarına erken olgunlaşan çocukları ve bilgili kadınları almışlardır: hangi yaş ya da cinsten olursa olsun, bireyin gelişmesini istemişlerdir.) Aries'e göre edebiyat tarihçileri, okul­larımızın kuruluşunda insancıl geleneğin önemini abartmışlardır. Asıl kurucular ve yenilikçiler, on yedinci yüzyıldaki ahlâkçılar ve öğreticiler, Cizvitler, Belagatçılar ve Jansenitlerdir. Bu adamlar, hem çocukluk kavramının hem de onun kurumlaşmasının, çocukları çağdaş okullarda eğitme fikrinin yaratıcılarıdır. Çocukların zayıflığını ve «saflığını» ilk ortaya atan onlardır; çocukluğu da tıpkı kadınlık gibi yücelterek, çocukların yetişkinler dünyasından ayrılmasını önermiş­lerdir. Yeni okullarda en önemli şey «eğitim» olmuştur; eğitim, so­nunda öğretimi ya da bilgi aktarma işlemini gölgede bırakmıştır. Çünkü onlara göre «eğitim» insanın ahlâksal ve ruhsal bakımdan gelişmesini sağlıyordu; büyük insan topluluklarına birlikte daha ve­rimli çalışmayı öğretmekten çok onlara kazandırdığı ahlâksal ve dinsel değer açısından değerliydi. Yani baskının kendisi ruhsal bir değer olarak kabul ediliyordu.
Böylece okulun işlevi «çocuk yetiştirmek» oldu; bu da eğitimci «çocuk ruhbilimiyle» tamamlandı. Aries. kitabında; Port-Royal'deki Yatılı Öğrencilik Kurallarını aktarıyor, bunlar günümüzdeki öğretmen kılavuzlarının öncüleridir.
Çocuklar çok büyük bir dikkatle gözlenmelidir; hasta olsunlar, sağlıklı olsunlar, hiçbir yerde, hiçbir zaman yalnız bırakılmamalıdırlar... bu sürekli gözetleme işi, yumuşaklıkla, belli bir güven duygusu ya­ratarak yapılmalıdır, öyle ki çocuk kendisinin sevildiğini sansın ve hoşlandığınız için yanında bulunduğunuza inansın. Böyle dav­ranırsanız çocuklar gözetleyicilerinden korkmayacak, onları se­veceklerdir.
1612'de yazılan bu satırlar, çağdaş çocuk ruhbilimindeki kuşkulu havayı ve yetişkinlerle çocuklar arasındaki —o zamanlar bile bile ama bugün artık farkında olmadan gözetilen— o garip uzaklığı açıkça gösteriyor.
Yeni okul düzeni, çocukları yetişkinler dünyasından gittikçe daha uzun süreler ayırır oldu. Ama, çocukların böyle yetişkinlerden ayrılması, yetişkinliğe geçebilmek için gerekli ağır alıştırma süreçleri, çocuğun yeteneklerine gittikçe daha az önem verilmesine ve onun düzenli bir biçimde küçümsenmesine yol açtı.
Ortaçağlarda ve daha sonra bir süre çok rastlanan çocuk dâhiler, zamanımızda nerdeyse sıfıra inmiştir. Örneğin bu gün, Mozart'ın bir çocuk besteci olarak gösterdiği büyük başarı bize inanılmaz gelir; zamanında Mozart, pek olağanüstü sayılmıyordu. O zamanlar pek çok çocuk ciddi bir biçimde beste yapıyor ya da bir şeyler çalıyordu; aynı zamanda «yetişkinler»in alanı sayılan pek çok uğraşa katılıyordu. Bugün bizde çocukların aldıkları piyano dersleri, o zaman çocukların yaşama katılmasıyla karşılaştırıldığında hiç kalır. Bunlar aslında yalnızca çocukların ezilmesinin belirtileridir —aynı biçimde nakış gibi geleneksel «kadın marifetleri» de yüzeysel uğraşlardır — ve olsa olsa çocuğun yetişkinlerin isteklerine boyun eğdiğini gösterir. Bu «ustalıklar»ın erkek çocuklardan çok kızlarda geliştirilmesi ilginçtir; erkek çocuklar ancak olağanüstü yetenekli oldukları zaman ya da anne babaları müzikle uğraşıyorsa piyano çalışırlar.
Aries, (XIII. Louis’nin Çocukluk ve Gençlik Günlüğü), bir alıntı verir: Burada doktoru, Dauphin'in çocukluk yıllanın ayrıntılarıyla anlatır. Dauphin, on yedi aylıkken hiç durmadan keman çalar, şarkı söylermiş. Oysa bir dâhi değildi Dauphin; soylu sıınıfı sıradan üyelerine göre daha zeki olduğunu gösteren hiçbir kanıt çıkmamıştır daha sonra ortaya. Dauphin'in tek yaptığı şey, keman çalmak değildi: 1601'de doğan —orta zekâlı— Dauphin'in çocukluk yaşamının öyküsü, bize çocukların yeteneklerini yanlış değerlendirdiğimizi gösterir. Keman çaldığı sıralarda Dauphin'in, o dönemde yetişkinlerin oynadığı golfe benzer bir oyunla tenis oynadığını da biliyoruz; konuşabiliyor ve stra­tejik askerlik oyunları oynayabiliyormuş. Üç ve dört yaşlarında sırasıyla okumayı ve yazmayı öğrenmiş. Dört ve beş yaşlarında hâlâ bebek­lerle (!) oynamayı sürdürmesine karşın, okçuluk öğreniyor, yetişkin­lerle kâğıt, satranç oynuyor (altı yaşında), daha başka pek çok yetiş­kin oyununu biliyormuş. Yürümeye başlar başlamaz, tüm etkinlikle­rinde eşit olarak (tıpkı onlar gibi) yetişkinlerle birlikte; eksiksiz dans ediyor, rol yapıyor, tüm eğlencelere katılıyormuş. Yedi yaşında da Dauphin yetişkin erkek giysileri giymeye başlamış, taşbebekleri elin­den alınmış; erkek öğretmenlerin gözetimine verilmiş; avlanmaya, ata binmeye, nişancılığa ve kumar oynamaya başlamış. Ama Aries şunları söylüyor:

(Bu yedinci yaşın önemini) abartmaktan sakınmalıyız. Dauphin be­beklerle oynamayı bırakmıştır, ya da ondan bunu bırakması bek­lenmiştir ama o gene de eski yaşamını kesintisiz sürdürmüştür... Yedi yaşından önce daha çok taşbebekler, Alman oyuncakları, yediden sonra da daha çok avlanma, binicilik, atıcılık ve eskrim belki; ama bu değişiklik, çocuğun yetişkinlerle paylaştığı uzun eylem ve uğraş dizisi içinde hemen hemen fark edilmeyecek bir değişiklikti.

Bu tanımlamadan benim açıkça anladığım şey şu: çekirdek aileyle çağdaş okullar ortaya çıkmadan önce, çocukluk, yetişkinlik yaşamın­dan hemen hemen hiç ayrılmayan bir şeydi. Çocuk, her şeyi doğ­rudan doğruya çevresindeki yetişkinlerden öğreniyor, en kısa za­manda yetişkinler topluluğuna katılıyordu. Yedi yaş sıralarında cinsel rol ayrımı başlıyordu — ataerkilliğin geçerli olduğunu düşünürsek, bu ayrımın bir noktada yapılması gerekiyordu. Ama durum, henüz, çocukların altsınıfa indirgenmesiyle iyice karışmamıştı. Cinsel ayrım daha yalnızca erkeklerle kadınlar arasındaydı; çocuklarla yetişkinler arasında değil. Bir yüzyıl sonra, kadınlarla çocukların ezilmesi git­tikçe birbirine girdiğinden, bu durum da değişmeye başladı.
Özetlersek, çocuk-merkezli çekirdek ailenin ortaya çıkmasıyla, çocukları olabildiği süre anne-babanın yasal gözetimi altında bu­lunduracak «çocukluk» kavramını yerleştirecek bir kurum gerekli oldu. Okullar sayıca arttı; ustalığın ve uygulamalı çıraklığın yerini kuramsal eğitim aldı. Bu kuramsal eğitimin işlevi, bilgi aktarmak ye­rine çocukları «disiplin»e sokmaktı. Bu yüzden çağdaş okulların çocukların gelişmesini hızlandırmaktan çok geciktirmesine şaşmamak gerekir. Çocukları yetişkinlerden —üstelik yetişkinler de, yaşam de­neyleri olan büyük çocuklardır—- koparır, onları yapay olarak bir bölü yirmi bilmem kaçlık bir yetişkin/çocuk oranının içine sokarsak, sonuç, o grubun, ortalama (orta derecede) bir zekâ düzeyinde kal­masından başka ne olabilir? Bu da yetmiyormuş gibi, on sekizinci yüzyıldan sonra çocuklar, yaşlarına göre çok katı bir biçimde bölünmeye, ayrılmaya başladı («sınıflar»). Çocuklar artık daha büyük ve daha akıllı çocuklardan da bir şey öğrenemez oldular. Uyanık ol­dukları sürenin çoğunu, çok dikkatli bir biçimde seçilmiş yaşdaşlarının arasında geçirmek zorundaydılar; sonra «ders programı» sanki kaşıkla ağızlarına veriliyordu. Böylesi katı bir sınıflama, yetişkinliğe geçiş için gerekli evrelerin sayısını artırıyor, her çocuğun kendi hızını tutturmasını engelliyordu. Çocuğun öğrenme hevesi dışarıya kaydırılıyor, onay-bekler duruma getiriliyordu; bu da yaratıcılığı ke­sinlikle öldürüyordu. Bir zamanlar yalnızca —daha yeterince gelişmemiş bir yavru köpek gibi— insan yavrusu olarak görülen çocuklar, kendi içinde yarışmalı derecelere ayrılmış, belirli bir sınıftı artık: «Sınıfın en irisi», «okulun en zekisi», vb. Çocuklar, her şeyi hep o yüce «Büyüdüğüm zaman...» ölçüsüne vurup durdukları bir de­receli sıralanma içinde düşünmeye zorlanıyorlardı. Bu bakımdan, okulların gelişmesi dış dünyayı yansıtıyordu; dış dünya yaşa ve sınıfa göre gittikçe daha belirgin bir biçimde bölünüyordu.
***
Sonuç şudur: Çağdaş ailenin gelişmesi, geniş, bütünlenmiş bir toplumun küçük, ben-merkezli birimlere bölünmesi demekti. Bu ev­lilik birimleri içinde çocuk önem kazanmıştı artık; çünkü çocuk, bu birimin ürünü ve o birimin devam etme nedeniydi. İnsanın çocuklarını, ruhsal, parasal ve duygusal bakımdan aile birimine, ken­dilerini böyle bir aile kuracak duruma gelinceye dek bağlı tutması, is­tenen bir şey oldu. Bu amaçla Çocukluk Çağı yaratıldı. (Daha sonra, bunun uzantıları belirdi: yeniyetmelik, ya da yirminci yüzyıl Amerikan dilinde «Teenage»lik, «Üniversite Gençliği», «Yetişkinlik Öncesi» gibi deyişler eklendi.) Çocukluk kavramı insana ister istemez, çocukların yalnızca yaş açısından değil, tür olarak da yetişkinlerden ayrı bir cins olduğunu düşündürüyordu. Bunu kanıtlamak için bir ideoloji oluşturuldu; çocukların saflığı ve Tanrı'ya yakınlığı («küçük me­lekler») konusunda inanılmaz risaleler yazılmıştır; bunların sonucu ola­rak çocukların cinsellikten uzak, cinsel çocuk oyunlarının da sapıklık olduğu inancı doğmuştur — bütün bunlar, çocukların yaşamın ger­çekleriyle ta baştan yüz yüze bırakıldıkları önceki döneme taban ta­bana karşıttır. Çocuk cinselliğinin şu ya da bu biçimde kabul edilmesi yetişkinliğe geçişi hızlandıracaktı; bunun da ne pahasına olursa olsun, geciktirilmesi gerekiyordu: Özel giysilerin geliştirilmesiyle, çocukları yetişkinlerden, giderek öteki çocuklardan ayıran bedensel ayrılıklar abartılarak ortaya çıkmış oldu. Çocuklar artık yetişkinlerle aynı oyunları oynamıyorlar, yetişkinlerin uğraşlarına da katılmıyorlardı (çocuklar bugün normal olarak kıyafet balolarına gitmezler): ken­dilerine özgü oyunları, kendi oyun araçları (oyuncakları) vardı. Bir zamanlar yaygın bir halk sanatı olan masal anlatmak, yeniden yalnız­ca çocuklara bağlandı ve günümüzde özel bir çocuk edebiyatının geliştirilmesine yol açtı. Yetişkinler çocuklarla konuşurken özel bir dil kullanıyorlardı; çocukların yanında ciddi konulara girilmiyordu («Hişt! Çocukların önünde söyleme»); boyun eğmeyi öğreten «davranışlar» evde kurumlaştırılıp yerleştiriliyordu («Çocukları gözle­yeceksin, söylediklerini dinlemeyeceksin»). Ne var ki bunların hiçbirisi çocukları gene de ezilmiş bir sınıf durumuna getiremedi; bu işi bütünüyle gerçekleştirecek özel kurumlar kurulmalıydı: Çağdaş okullar.
Okulun ideolojisi, çocukluk ideolojisiydi. Bu ideoloji, çocukların «disiplin»e sokulması gerektiği varsayımına göre işliyordu: çocuklar özel bir biçimde ele alınmaları gereken özel yaratıklardı (çocuk psi­kolojisi, çocuk eğitimi, vb.). Bu işi kolaylaştırmak için çocuklar, kendi türleriyle birlikte özel bir yere toplanmalı, yaşça kendilerine yakın olanlarla bir araya getirilerek yaşa göre gruplandırılmalıydılar. Okul, çocukları toplumun geri kalan kesiminden etkili bir biçimde ayırarak çocukluğu oluşturan kurumdu; böylece okul, çocukların yetişkinliğe geçişlerini geciktiriyor, toplumun yararlanabileceği özel ustalıklar geliştirmelerini önlüyordu. Bunun sonucu olarak çocuklar ekonomik bakımdan gittikçe daha uzun süre bağımlı kalıyorlardı: böylece de aile bağları zedelenmiyordu.
Aile içindeki sıralanışla ekonomik sınıflaşma arasında önemli bir bağıntı olduğunu belirtmiştim. Engels, aile içinde kocanın burjuva, karıyla çocuklarınsa proletarya olduğunu söylemiştir. Çocuklarla tüm işçi sınıfı ya da öteki ezilmiş gruplar arasındaki benzerlikler dikkati çekmiştir; yapılan incelemeler bunların aynı ruhsal özellikleri paylaştıklarını göstermiştir. Proletarya giyiminin çocukların giyimi gibi geliştiğini, üstsınıf yetişkinlerinin artık bıraktıkları oyunları hem çocuklar hem de «yamaklar»ın oynadığını gördük. Çocukların ve işçilerin, yetişkin erkeklerin yüce beyinsel çalışmalarına hiçbir zaman erişemeyecekleri bu soyutlamalara karşılık «elleriyle çalışmaktan» hoşlandıkları söyleniyordu: çocukların da işçilerin de mutlu, dertsiz, uysal ve «gerçekliğe daha yakın» olduklarına inanılıyordu. Her iki­sinin de yetişkinlerin sorumluluklarından, dertlerinden uzak, bu yüzden talihli oldukları hiç durmadan hatırlatılıyordu — çocuklar da işçiler de istiyordu bu uzaklığı nasıl olsa. Her iki kesimin yönetici sınıflarla ilişkilerinde bir korku, kuşku ve güvensizlik korkusu vardı; bunlar çoğu zaman ince bir çekicilik kabuğuna sarılarak çıkıyordu ortaya (sevimli pelteklikler, göz devirmeler, utanmalar).
Çocukluk miti, kadınlık mitine çok daha büyük bir benzerlik gösterir. Kadınlar da çocuklar da cinselliği olmayan, bu yüzden er­kekten daha «temiz» yaratıklar sayılmıştır. Onların bu aşağı durumu, uydurma bir «saygı» altında beceriksizce gözden saklanmaya çalışıl­mıştır. Kadınların ve çocukların önünde ciddi sorunlar tartışılmaz, küfür edilmez; kadınlar ve çocuklar açıktan açığa aşağılanmaz: ar­kalarından yapılır bunlar. (Küfür etmedeki iki yanlılığa gelince: Bir erkeğin dünyaya küfür etmesine bir şey denmez; çünkü dünya ona ait olduğu için lanetleme hakkı da onundur — oysa aynı küfür bir kadının, dünyanın sahibi olmayan eksik, yani bütünlenmemiş bir «insanın» ağzından çıkarsa, o küfür küstahlık sayılır; bu yüzden ya yersizdir, ya da daha kötü bir şeydir.) Kadınlar da çocuklar da, kul­lanışlı olmayan fantezi giysilerle öteki insanlardan ayrılmıştır; her iki­sine de özel görevler (sırasıyla ev işi ve ev ödevi) yüklenmiştir; her iki grup akılca da biraz kısa sayılmıştır («Bir kadından ne beklenir zaten?», «Daha küçük o, anlamaz»). Kadınlarla çocukların tapılmak üzere çıkarıldıkları o yüce yer, nefes almalarını engellemiştir aslında. Yetişkinler dünyasına her giriş, çocuklar için bir cambazlıktır. Çocuk­lar, istediklerini dolaylı yoldan elde edebilmek için çocukluklarını nasıl kullanacaklarını öğrenmişlerdir («Tutturdu gene bizimki!»); kadınların da kadınlıklarını kullanmayı öğrendikleri gibi («işte, gene başladı ağlamaya!»). Yetişkinlerin dünyasına her giriş korku dolu bir yaşama savaşı olmuştur. Çocukların kendi yaş gruplan arasındaki doğal davranışlarıyla, yetişkinlerin yanındaki gösterişli ve/ya da utan­gaç davranışları arasındaki ayrım bunu çok iyi kanıtlar — kadınlar da kendi aralarındayken başka, erkeklerin yanında başka davranırlar. Her iki durumda da, bedensel ayrılık, özel giysiler, eğitim, dav­ranışlar ve eylemlerle kültürel bakımdan yaygınlaştırılmıştır; öyle ki. sonunda bu kültürel zorlama bir yerde «doğal», giderek içgüdüsel görülmeye başlanmış, kolayca kalıplaşmayı hızlandıracak bir abartma süreci oluşturmuştur. Bunun sonunda birey, kendine özgü bir dizi ya­saları ve davranışları olan değişik bir insan-hayvan türüne dönüşür («Kadınları hiç anlayamayacağım ben!» — «Sen hiç çocuk ruhundan anlamıyorsun!»).
Çağdaş argo, bu hayvanlık durumunu çok iyi yansıtır: Çocuklar «fare»dir, «tavşan»dır. «yavru»dur kadınlara «piliç», «kuş» (Ingiltere'de), «tavuk», «sersem tavuk», «sersem kaz», «yaşlı kısrak», «kancık» denir. Bunlara benzer deyişler, erkekler için kişiliği kötüleyici an­lamda kullanılır; ya da daha geniş bir anlamda, yalnızca ezilen er­kekler için kullanılır: Damızlık, kurt, aslan, boğa, aygır—ama bunlar pek kullanılmaz; kullanıldığı zaman da özel bir cinsel anlam taşır.
Kadınların ve çocukların sınıfsal ezilmesi «şirin»lik edebiyatıyla sarıldığından, buna karşı savaşmak, açık ezilmeye karşı savaşmaktan daha zordur. Ahmak bir teyze kendisini şapur şupur öptüğü ya da bir yabancı poposuna vurup kuşdili konuşmaya başladığı zaman hangi çocuk kalkıp da ters bir şey söyleyebilir? Yoldan geçen bir adam canı isteyip de laf atarak rahatını kaçırdığında hangi kadın ters ba­kabilir? «Bugün harikasın, güzelim!» lafına, «Sana rastlamadan önce çok daha harikaydım» diye karşılık verse, erkek «Ne oluyor bu karıya be!» diye homurdanacak ya da daha beter bir karşılık ve­recektir. Çoğu zaman, iyi niyetli gibi görünen bu sözlerin gerçek anlamı, kadın ya da çocuk kendilerinden beklendiği gibi gülümse­medikleri zaman ortaya çıkar: «Pis, sersem karı. Bilmem nerenle gülsen bile gene de yatmam sennen!..» «Huysuz piç kurusu. Babanın yerinde olsam seni öyle bir ıslatırım ki, neye uğradığını şaşırırsın.»... Saldırganlıkları korkunçtur. Gene de bu erkekler, kadınları ya da çocukları «dostça» davranmadıkları için suçlarlar. Kadın, çocuk, karaderili ya da işçinin yakındığını bilmek onları rahatsız ettiğinden, bu ezilen gruplar ezilmişliklerinden hoşlanmalıdırlar -—içleri kan ağlasa da gülümsemeli, yılışmalıdırlar. Çocukta oyunculuk neyse, kadında gülümseme odur; kurbanın ezilmişliğini benimsediğini gösterir. Ben, her genç kızın yüzünde sinirlilikten doğan bir tik gibi asılı duran o yalancı gülümsemeden kendimi kurtarmak için epeyce uğraştım. Sonunda çok az gülümser oldum; çünkü aslında, içten gülümsemeye başlayınca, gülünecek şeylerin aslında çok az olduğunu gördüm. Kadınların kurtuluş hareketi için «düşümdeki» eylem şudur: bir gülümsemeye boykot. Bu boykot başlar başlamaz; tüm kadınlar hep bir anda o «hoşa giden», sevimli gülümsemelerini kesecekler; ondan sonra yalnızca kendileri bir şeyden hoşnut oldukları zaman gülümseyecekler. Aynı biçimde çocukların kurtuluşunda da, çocuğun istemediği her türlü okşanıp öpülmeye bir son verilmesi istenmelidir. (Bu elbette, genel olarak okşamanın ayıplanmadığı bir toplum ge­rektirecektir; günümüzde bir çocuğa gösterilen ilgi, çoğu zaman ya­lancı okşama biçiminde ortaya çıkar: bu da hiç yoktan iyidir aslında.) Erkeklerin çoğu, böylesine kolay yakınlık kurabilmelerinin, kendi üstünlükleri olmadığını anlayamazlar. Şu bebeğin ya da dişi hayvanın içindeki kişinin o sırada, onlar tarafından okşanmaktan hoşlanmayacağı, giderek görülmek bile istemeyebileceği akıllarına gelmez mi acaba hiç? Bu erkeğin, sokakta, bir yabancının mesleğine, «erkekliğine» hiç aldırmadan kendisine aynı biçimde yaklaştığı —elle sarkıntılık ettiği, homurdandığı, mırıldandığı, yılışık laflar ettiği— zamanki durumunu düşünün.
Özetlersek, işçi sınıfının ve azınlık gruplarının üyeleri «çocuk gibi davranıyorlarsa» bu, kadınlar gibi, her sınıftan çocukların da aşağı sınıf sayılmasındandır. Çağdaş çekirdek ailenin doğuşu, ek olarak ge­tirdiği «çocukluk»la birlikte ekonomik bakımdan zaten bağımlı olan grubun boyunduruğunu daha da sıkıştırdı. Bunu, daha önce, kısa olan bir bağımlılığın süresini uzatarak, bu bağımlılığı artırarak şu bilinen araçlarla yaptı; özel bir ideoloji, kendine özgü bir yaşama biçimi, özel bir dil, özel giyim, özel davranışlar, vb. Çocukların bağımsız­lığının artırılması ve abartılmasıyla kadınların anneliğe mahkûmiyeti de son sınırına dek genişletilmiş oldu. Kadınlarla çocuklar artık bir­likte hapı yutmuşlardı. Birinin ezilmesi ötekinin ezilmişliğini artırıyordu. Çocuk doğurmanın yüce gizemliliğine, «doğal» kadın yaratıcılığının büyüklüğüne, şimdi de çocukluğun yüceliği ve çocuk- yetiştirme «yaratıcılığının yeni gizemliliği eklenmişti. («Neden canım, çocuk yetiştirmekten daha yaratıcı olan bir şey var mı?) Bugün hepimiz, tarihin kanıtladığı şeyi unutmuş görünüyoruz: Çocuk «yetiştirmek» onun gelişmesini engellemek demektir. Bir çocuğu yetiştirmenin en iyi yolu ELLERİNİZİ ONDAN ÇEKMEKTİR.

Alıntı: Cinselliğin Diyalektiği / 4.Bölüm Kahrolsun Çocukluk /Payel Yayıncılık

4 Kasım 2011 Cuma

BBC The Secret Life of Chaos


Peki, bütün bunlardan
alabileceğimiz nihai ders nedir?

Evet, evrenin tüm karmaşıklığı,...

bütün o sonsuz zenginlik,...

sürekli tekrar eden,
akılsız, basit kurallardan çıkar.

Ama unutmayın,
bu süreç güçlü olduğu kadar da

özünde öngörülemezdir de.

Dolayısıyla, geleceğin ilginç olacağını
güvenle söyleyebilirim,...

ayrıca, bilimsel bir kesinlikle
diyebilirim ki:..

bizim için ne sürprizi bulunduğu
konusunda en ufak bir fikrim yok.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Diderot

Güler yüzle söylenen bir yalanı, bir anda yuttuğumuz halde
Gerçeği ancak damla damla yutarız.


Bakınız : BBC Darwins Dangerous Idea

26 Ekim 2011 Çarşamba

Parmak İzi / Alıntılar


Haksızlık olduğunu düşündüğü bir şeyi kabul etmesinin kendi haklarını tanımayı reddetmesi gerçeğinden kaynaklandığını ona göstermeye çalıştım. Irvin Yalom


Bazı insanın gülüşü bile kendini tamamen ele verir, birden bütün geçmişini öğreniverirsiniz. Gülüş her şeyden önce içtenlik ister. Oysa insanlar çoğu zaman öfkeyle gülerler. İnsanın neşesi onu en çok ele veren özelliğidir. Delikanlı/Dostoyevski


‎Etkinliğimi arttırmadan ya da doğrudan doğruya canlandırıp bana bir şey katmadan yalnızca bilgi veren her şeyden tiksiniyorum. Goethe


Doğaya, insanlığın tarihine ya da kendi eylemlerimize bakıp düşündüğümüzde önce, sonsuz bir ilişkiler, tep­kiler, alışverişler, birleşmeler ağı görüyoruz; bu ağın içinde hiçbir şey olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu biçimde kalmıyor; her şey hareket ediyor, değişiyor, var oluyor ve sonra ölüyor. Bu yüzden, önce ağın bütünü çarpıyor gözümüze; içindeki tek tek parçalar yarı gölgede kalıyor; hareket eden, birleşen ya da birbirine bağlanan şeyleri değil de hareketleri, geçişleri, bağlantıları görüyoruz. Dünyanın böyle ilkel, naif, ama ta içinden, doğru biçimde algılanması Yunan fel­sefesinden gelmiştir. Bunu, ilk kez açık olarak söyleyen Heraclitus'tur; Her şey hem vardır hem de yoktur; çünkü her şey akıcıdır, hiç durmadan değişir, hiç dur­madan var olur, sonra da yok olur. Friedrich ENGELS



25 Ekim 2011 Salı

Proust / Bir Başka Dünya



Ahlakçıların kuşkulandıkları gibi, aşk, sevilen varlığın gerçekte varolan kusursuzluklarının tanın­ması değil de imgelemin, nitelikle­rini kendinden yola çıkarak yansıt­tığı sevilen bir varlık yaratmaksa eğer, aşk gizildir, "muğlak"tır ve ortaya çıkan ilk nesneye yansıtılabilir. Kerubi'nin durumu da budur.
Bir gizilgüçse eğer, "sahipsiz", "nesnesiz aşktan sarhoşa dönmüş" (Rousseau, İtiraflar, VI), "henüz hiç­birini bireyselleştirmemiş" (Proust) kalbin belirsiz bir arzusuysa, neden bir nesneye yöneltir kendinde olanı? Saplantının, yeğlemenin sorunsalı­dır bu.
Kerubi, kurnaz olduğu kadar masum bir çocuksulukla art arda bütün kadınlarda, (Suzanne, Kon­tes, Barberine...) bir kelebek gibi ta­kılıp kalır. Kayıp Zamanın izinde'nin anlatıcısı da Kerubi gibi bütün genç kızlara âşıktır ama aynı zamanda, ödleklikten ya da nasıl davranacağı­nı bilememekten kaçırdığı, gelip ge­çici aşkları düşleyen gelgeç hevesli ve yumuşak başlı bir yeniyetmedir.
Proust aşkın doğuşunu, bireylerin "küçük sürü"ye göre giderek, kimi zaman da belli belirsiz bir bi­çimde benzersizleşmesi olarak çö­zümler: "Kızların her biri diğerlerin­ den çok farklı bir tip olduğu halde, hepsinde bir güzellik vardı; ama {...) henüz hiçbiri belirginlik kazanma­mıştı. Biri hariç." "Dikkafalı ve gü­len bakışlar"la karşılaşan anlatıcı, bilinmeyen, düşsel, "varlığın, tanı­dığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu düşüncelerin" dışında bir dünya bulur karşısında, gözlere yansıyan bir iç evrendir bu. Dolayı­sıyla aşk, "mutluluk denen fazladan süreyi, kendini çoğaltma imkânını" sunar. Bütün bir grubun yarattığı toplu ve toptan çekimde yavaş ya­vaş belirginleşen seçimin, eşsiz bir bireyi öne çıkaran şu ya da bu özel­liğin çözümlemesi, imgelemin üret­tiği eğretilemeler ve düzdeğişmeceler arasındaki oyuna dayanır.
Eğreti­lemeler ve karşılaştırmalar, Güzelli­ğin algılanışına doğru atılırlar ama ilk başta grupla ilgilidirler (martılar örneğin). Sonra yavaş yavaş anlatı­nın aktardığı, önemsiz herhangi bir olgunun yarattığı düzdeğişmecesel çağrışım yoluyla bir araya gelir ve ayrılırlar, Proust imgelemin belirsiz­liğini serbest bırakıp bu parçayı, sanki genç kızlardan birine karşı du­yulan çekimde bireylerin gruptaki çoğulluğunun payı varmışçasına, birçok imgenin, çiçeklerin, denizin, geminin, kelebeğin iç içe geçtiği göz kamaştırıcı bir hayalle noktalayana kadar sürer bu. İmgelem, aşkı yapar ve bozar, bir araya getirir ve ayırır, sevilen birini eğretileme demetine; iç içe geçen, gizlenen ve birbirlerini karşılıklı olarak belirginleştiren sap­tırılmış imgelerin çağrışımlarından bir demete dönüştürür. Öyle ki Proust'un savına göre aşk, imgele­minin arzularına göre, belli belirsiz­ce bir bireye yansıttığı eğretilemeler­le ustalıkla oynayan bir ben'in ben-merkezci oyunudur, eğretilemeler öylesine muğlaktır, "onca nüans, onca belirsizlikle doludur, öyle ki seçilmiş birey aslında gruba yeniden katılır; eğretilemeler çağrışım yoluy­la grubun diğer üyeleriyle karıştırır onu. Aşkta, arzusunu, yansıtma yo­luyla, gizemli ve hayal meyal seçi­len, kendi uzantısı olsa da yabancılı­ğıyla büyüleyen bir dünyaya sabitlemeyi seçer insan. Bu nedenle, aşk Öteki'ne, uzak, hür, kaprisli ve do­nuk olduğundan her an elden gide­bilecek ve bağımsızlığıyla, neden ol­duğu kuşkular ve kıskançlıklarla çe­kici yabancılığını, onca nüans ve on­ca belirsizliği pahalıya ödetecek biri­ne bağımlı olmanın yol açtığı bütün o mutluluğu, bütün o acıları da be­raberinde getirecektir.

* "Gençliğin, özel bir aşktan yoksun, boş, her yerde -bir âşı­ğın tutkun olduğu kadını bulması gibi— Güzelliğin arzulandı­ğı, arandığı, görüldüğü dönemlerinden birini geçirmektey­dim. Bir tek gerçek çizgi -uzaktan veya arkadan görülen bir kadında seçilebilen küçücük bir çizgi- Güzelliği gözümüzün önüne getirmemize yeter; onu görüp tanıdığımızı düşünürüz, kalbimiz çarpar, adımlarımızı sıklaştırırız, kadın gözden kay­bolduğu takdirde, sonsuza dek, aradığımızın o olduğuna yarı yarıya inanırız; çünkü ancak yetişebildiğimiz takdirde hata­mızı anlarız.
Zaten rahatsızlıklarım giderek arttığından, en basit zevkle­ri bile, sırf onlara ulaşmanın zorluğu yüzünden, fazlasıyla abartmak eğilimindeydim. Her yerde güzel ve zarif kadınlar görür gibi oluyordum; çünkü plajda aşırı yorgun, Casino'da ve­ya bir pastanede aşırı çekingen olduğumdan, hiçbir yerde ken­dilerine yaklaşamıyordum. Oysa yakında öleceksem, sunulan­dan ben değil bir başkası yararlanacak veya kimse yararlanmayarak olsa bile, hayatın sunabileceği en güzel genç kızların, ya­kınılan, gerçekte nasıl olduklarını öğrenmek isterdim (aslında bu merakımın kaynağında bir sahip olma arzusu bulunduğunu fark etmiyordum). Saint-Loup yanımda olsa, balo salonuna gir­meye cesaret edebilirdim. Ama tek başıma, Grand-Hötel'in önünde durup büyükannemle buluşacağım saati beklemekten başka bir şey yapamıyordum. O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerle­mekte olan beş veya altı genç kız, görünüşleri ve tavırlarıyla Balbec'te alışkın olduğumuz insanlardan o kadar farklıydılar ki, nereden geldikleri belli olmayan, plajda, ölçülü adımlarla -gecikenlerin uçuşarak ötekilere yetiştiği- amacı, görmezmiş gibi davrandıkları insanlar için tamamen belirsiz, onların kuş zihinleri içinse son derece açık ve belirgin olan bir gezintiye çıkmış bir martı sürüsüne benziyorlardı. {...!
Kızların her biri diğerlerinden çok farklı bir tip olduğu hal­de, hepsinde bir güzellik vardı; ama doğruyu söylemek gere­kirse, onları birkaç saniyedir görüyordum ve gözlerimi dikip bakmaya cesaret edemediğim için, henüz hiçbiri belirginlik ka­zanmamıştı. Biri, sadece bir Rönesans resmindeki Arap tipli Müneccim Kral gibi, diğerlerine zıtlık teşkil eden düz burnu ve esmer teniyle bireyselleşmişti zihnimde; bir başkası sert, dikkafalı ve gülen bakışlarıyla, bir diğeri yanağının sardunyayı akla getiren pembe-bakır rengiyle; hatta bu özelliklerin bile genç kızlardan hangisine ait olduğunu kesin olarak saptayamamıştım henüz. Birbirinden son derece farklı özelliklerin yan yana bulunduğu, bütün renk dizilerinin birbirine yaklaştığı, ama cümlelerini seçtiğim fakat hemen unuttuğum için geçtikleri an­da ayırt edemediğim, tanıyamadığım bir müzik gibi birbirine karıştığı bu harikulade bütünün ilerleyiş sırasına göre, beyaz bir oval, siyah gözler, yeşil gözler ortaya çıktığında, bunların biraz önce beni büyüleyenlerle aynı mı olduklarını bilemiyor, diğerlerinden ayırıp tanıyabileceğim tek bir genç kıza atfedemiyordum. Yakında aralarında yapacağım ayrımların şimdi ka­famda bulunmaması, bu topluluğa uyumlu bir dalgalanma ka­zandırıyor, akışkan, kolektif ve hareketli bir güzelliğin devamlı aktarımını sağlıyordu.
Genç kızların her biri belirginleşmiş, bireyselleşmişti artık; bununla birlikte, yeterlilikle, dostluk ruhuyla ışıldayan, arka­daşları veya gelip geçenlerle ilgili olarak kâh ilgiyle, kâh küstah bir ilgisizlikle parlayan bakışlarının birbirlerine ilettikleri me­sajlar ve ayrıca birbirlerini, her zaman birlikte, "sürüden ayrı" gezinecek kadar yakından tanıyor olmanın bilinci, ağır ağır ilerledikleri sırada, birbirinden bağımsız ve ayrı bedenlerini, görünmez bir bağla birleştiriyordu; tek bir ılık gölge, tek bir at­mosfer gibi uyumlu olan bu bağ, onları kendi içinde homojen olduğu kadar, ortasında ağır bir kortej halinde ilerlediği kala­balıktan farklı bir bütün haline getiriyordu.
Bir an, bisikletini iten iri yanaklı, esmer kızın yanından geçtiğim sırada, yandan, gülen bakışlarıyla karşılaştım; bu kü­çük kabilenin hayatını içinde barındıran acımasız dünyadan, benim kimliğimin kesinlikle ne ulaşabileceği, ne de kendine bir yer bulabileceği erişilmez meçhulden bana yönelen bakışlarla. Beresi iyice aşağı çekilmiş bu genç kız, arkadaşlarının söyledik­leriyle meşgul olduğu halde, gözlerinden yayılan siyah ışın be­nimle karşılaştığında, beni görmüş müydü? Gördüyse, ne ifade edebilmiştim acaba ona? Beni hangi evrenin içinden görüyor­du? Bunu tahmin etmem, komşu yıldızlardan birinin özellikle­rini teleskop sayesinde görebildiğimiz zaman, bundan, orada insanların yaşadığı, bizi gördükleri ve bu görüntünün onlarda ne gibi düşünceler uyandırmış olabileceği sonuçlarını çıkarmak ne kadar zorsa, o kadar zordu.
Böyle bir kızın gözlerinin sadece parlak, mikadan halkalar olduğunu düşünseydik, onun hayatını öğrenmek ve kendimiz­le birleştirmek için yanıp tutuşmazdık. Ama o yansıtıcı yuvar­lağın içinde parlayan şeyin, sadece maddi yapısından kaynak­lanmadığını hissederiz; o varlığın, tanıdığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu düşüncelerin, bizim tarafımızdan bilin­meyen kara gölgeleridir parlayan -benim için İran cennetinin perilerinden daha çekici olan bu küçük perinin beni tarlalarda, ormanlarda pedal çevirerek götüreceği hipodromların çimi, yolların kumudur-; ayrıca döneceği evinin, kendisinin veya başkalarının onun için yaptığı ileriye yönelik tasarıların da göl­gesidir; hepsinden önemlisi de, arzularıyla, hoşlandıkları ve  hoşlanmadıklarıyla, karanlık ve sürekli iradesiyle, kendisidir. Gözlerindeki şeye sahip olmadığım sürece, bu genç bisikletçi kıza sahip olamayacağımı biliyordum. Dolayısıyla bütün haya­tı, bende arzu yaratıyordu; gerçekleşmesinin mümkün olmadı­ğını hissettiğim için sancılı bir arzuydu, ama baş döndürücüydü aynı zamanda; çünkü o ana kadarki hayatım, bir anda bütün hayatım olmaktan çıkmıştı; önümde uzanan, kat etmeye can at­tığım ve bu genç kızların hayatından oluşan mesafenin sadece küçük bir parçasıydı artık; bana mutluluk denen fazladan süre­yi, kendini çoğaltma imkânını sunuyordu. Hiçbir ortak alışkan­lığımızın -ve hiçbir ortak fikrimizin- bulunmaması da, kuşku­suz onlarla ilişkiye girmemi, onların hoşuna gitmemi zorlaştı­racaktı. Ama belki de bu farklılıklar sayesinde, bu kızların yapı­sının, davranışlarının bileşiminde benim bildiğim veya sahip olduğum bir tek unsur bile bulunmadığının bilinci sayesinde, bende doygunluğun ardından - kuru bir toprağı yakan susuz­luğa benzer - bir susuzluk baş göstermişti; bu hayata susamış olan ruhum, o ana kadar tek bir damlasını bile tatmadığı için açgözlülükle, kana kana, sonuna kadar soğuracak, içip bitire­cekti hepsini. {...}
Yani bu genç kızları tanıma mutluluğu gerçekleşemeyecek bir şey miydi? Kuşkusuz, vazgeçmek zorunda kaldığım bu tür­den ilk mutluluk olmayacaktı. Balbec'te bile hızla uzaklaşan araba yüzünden temelli ayrılmak zorunda kaldığım sayısız ya­bancıyı hatırlamam yeterliydi. Yunanlı bakirelerden oluşmuşça­sına soylu olan küçük topluluğun bana verdiği haz da, yoldan geçenler gibi, kaçıp giden bir yanı olmasından kaynaklanıyor­du. Tanımadığımız, bizi alışılmış hayattan, görüştüğümüz ka­dınların kusurlarını eninde sonunda ortaya koydukları hayat­tan vazgeçmeye zorlayan varlıkların kaçıcılığı, hayalgücünü hiçbir şeyin durduramadığı bir arayış haline sokar bizi. Hazlarımızı hayalgücünden arıtmaksa, onları kendilerine, yani sıfıra indirgemektir. Daha önce küçümsemediğimi gördüğümüz ran­devu evlerinden birinde bana sunulmuş olsalar, kendilerine onca nüans, onca belirsizlik kazandıran unsurdan kopuk halde, bu genç kızlar beni bu kadar büyülemezdi. Hedefine ulaşabil­me belirsizliğinin uyandırdığı hayalgücünün, ilk hedefi bizden gizleyecek ikinci bir hedef yaratması ve tensel hazzın yerine bir hayatın içine girme fikrini koyarak, bu hazzı tanımamızı, ger­çek tadını almamızı, onu kendi önemiyle sınırlamamızı engelle­mesi şarttır. {...}
{...) şu anda gözümün önünde ufuk çizgisini bir çit gibi bö­len bu taze çiçekler kadar nadir türleri başka yerde bir arada bulmanın mümkün olmadığını düşündüm; falezin tepesindeki bir bahçeyi süsleyen bir Pennsylvania gülü fidanı gibiydiler: bir buharlı geminin denizde seyri, bu güllerin arasında gerçekleşir; gemi, mavi ufuk çizgisinde bir daldan ötekine o kadar yavaş kayar ki, geminin gövdesinin çoktan geçmiş olduğu bir çiçeğin laçyaprakları arasında oyalanan tembel bir kelebek, geminin yolundaki ilk çiçeğe ondan önce varacağından hiç şüphesi ol­madan, uçmak için, geminin pruvasıyla ilk taçyaprağı arasında incecik mavi bir şerit kalmasını bekleyebilir rahatlıkla." 
*Kayıp Zamanın İzinde / Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

YKY / Aşk / Eric Blondel

21 Ekim 2011 Cuma

Moliere / Dom Juan: Fetih ve Sadakatsizliğe Övgü

Dom Juan: Hadi bakalım! Benimle konuşup duygularını an­latmakta serbestsin.

Sganarelle: O zaman Mösyö, yönteminizi hiç mi hiç onayla­madığımı ve sizin yaptığınız gibi, her gördüğünü sevme işini pek bayağı bulduğumu açık açık söyleyeceğim.

Dom Juan: Ne? Bizi etkileyen ilk nesneye sonsuza dek bağ­lanmamızı, onun için dünyadan vazgeçip her şeye gözlerimizi kapamamızı mı isterdin? Sadakati sahte bir onur sorunu yapa­lım, sonsuza dek tek bir tutkuya gömülüp kalalım ve henüz gencecikken, gözlerimizi yuvalarından uğratabilecek öteki bü­tün güzellikleri kaçıralım, oh ne âlâ! Hayır efendim: İstikrar za­vallılara iyi gelir ancak; bütün güzelliklerin bizi ayartmaya hakkı vardır, ve ilkine rastlamış olmanın sağladığı elverişli du­rum, geri kalan hepsinin gönüllerimizi fethetme konusundaki haklı iddialarına hiç mi hiç engel olmamalıdır. Bana gelince, güzellik, onu bulduğum her yerde kendimden geçirir beni ve onun o uysal hiddetine rahatça bırakıveririm kendimi. İstedi­ğim kadar bağlanmayı deneyeyim, bir güzele duyduğum aşk, ötekilere haksızlık etmek üzere bağlayamaz ruhumu; her güze­lin hak ettiğini görmek için korurum gözlerimi ve her birine doğanın zorunlu kıldığı saygıyı gösterir, hak ettiği bedeli öde­rim. Ne olursa olsun, sevimli bulduğum herhangi bir şeyi kal­bimden yoksun bırakamam; ve güzel bir yüz benden kalbimi istediği anda, on bin kalbim olsa, hepsini veririm ona.
Hepsi bir yana, yeni yeni filizlenen aşkların dile gelmez bir büyüsü vardır ve aşkın bütün hazzı değişikliktedir. Yüzlerce övgüyle gencecik bir güzelliğin gönlünü çelmenin, günbegün kay­dettiğiniz ilerlemeleri izlemenin, taşkınlıklar, gözyaşları ve iç çe­kişlerle, silahlarını indirmekte zorlanan bir ruhun masum edebi­ni alt etmenin, o güzelliğin karşımıza getirdiği bütün o ufak tefek direnişleri azar azar zorlamanın, onur sorunu yaptığı kurun­tuların üstesinden gelip onu usul usul arzu ettiğimiz noktaya ge­tirmenin verdiği o sonsuz rehavetin tadını çıkarır insan. Ama bir kez efendisi oldunuz mu onun, ne söylenecek ne de ümit edile­cek bir şey kalmıştır; tutkunun bütün güzelliği bitmiştir ve yeni bir nesne gelip de arzularımızı uyandırmadıkça ve kalbimize ye­ni bir fethin gönül çelen cazibesini sunmadıkça, böylesi bir aşkın huzuru içinde uyuyakalırız. Sonuçta, güzel bir kadının direnişini alt etmek kadar tatlı bir şey yoktur ve bu konuda başarıdan ba­şarıya koşan ve isteklerine bir türlü gem vuramayan hükümdar­ların hırsı var bende. Arzularımın taşkınlığını durdurabilecek hiçbir şey yok: Bütün dünyayı kucaklayabilecek bir kalbim var sanki; ve tıpkı İskender gibi, aşk dolu fetihlerimi genişletebilece­ğim başka dünyalar isterim ben de.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Su ve Ateş / Cemil Yüksel

                                                      
  I
  "küçük kurbağa küçük kurbağa
    kuyruğun nerede
    kuyruğum yok kuyruğum yok
    yüzerim derede"

yalnızız be Katrin,
doğmuş çocuğumuzdan fazla,
doğmamışından daha koyu.
ellerim nerene dokunsa senin, bu dünya
ağacından suyuna, bulutundan park direklerine
kaşıklardan ve oyuncak pinokyodan bile
yığıyor üstümüze, pinpon toplarından zıplayarak
koca bir gökyüzünü, denizleri boşaltıyor aynen öyle
hatırlatmak için sudaki büyük geçmişi
her şey incelikle daldırıyor keskinliğini
olmanın yani durmadan küçük bir kafeste
dolaşan serçenin uyuşuk kanatları gibi
insan soyundan gösterilmenin yarasında
bekledin sende aksak bir atın sonunu
bekledin ölümünü tam görünmeyen içinin

dibin ağır harfleri yükseldi yine
birden ve hep birlikte çıkardılar seni öykünden
bir biçim icadı durmadan ruh çizgilerine
aranır bir terzi oldun çıktın en sonunda Katrin
bir bıçağı tutuşundaki hünerle mi
-makasta konuşan iki bıçaktı ya hani -
kumaşın tiz çığlıkları mı doldurmuştu bu ilgiyi
açık bir kapısı vardı yalnızlığının işte
korkmazdın asılı bulunurdu oracıkta her şey
kalın etlerinden asılı düşmemeye

hüzünler avunmak için duruyor sevinçler de
biraz deniz havası biraz da yere düşmeye istekli
yağmuru birikmiş kara bir bulut duruyor
kendiyle boyuna yarışan sarmaşık o da
bir sergi haline getirilmiş her şeyin kokusu
kim çektiyse kaçardı korka korka
vuruldu vurulacak aksak bir atın sonunu

bir bıçak tekrarlıyor durduğu yerleri
kesiyle sapla bırakılmış tezgahlarda
üst üste sıyrılıyor gövdesi kanla 
yan yana ayrılık ve şiddet kelimeleri

rüzgar ateşi üflüyor ve sabah en çok kırların sabahı
karanlığı gündüz gündüz kuşanıyor hava
bir sezgi tekrarlıyor adını hiç olmamışlığından
hani nerdeyse dörtnala gidip değecek göğüne
kopmuş bir arp teli ve bir söylenti halinde 
anılacaksın durmadan hani nerdeyse 
sessizliği bozan o meydana gelmelerden
gösterecekler fenalık işaretlerini 

II

-Marcel
-Hoşgeldin!

Bir marangoz üflemesinden yeni talaşlara,
unutulmuş bir zaman var mıdır ağaç olmuşluktan
bir isimle kendin aranda
ya hep birlikte söylenmiş unutulmuş bir şarkı 
öpücükle kalkmaya bekleyen bu hayatta
bir merak ellerini ceplerinden çıkarmış bile olsa
var mıdır koca koca gözlerini açmışlığı
hayretler maksatlar kınalar yakmadan

vardır durduğu yerle fırlatılmış kravat
fiyonklar süslü kol düğmeleri sutyenler
göz ucuyla bakan koltuk altları,
ev içleri, ev kuşkusu, dar resimler
kendi gürültüsüne bağıran bir ayaklanma
yalnızlığından sıyrılmış uzaklık vardır
en güçlü en köklü kenarlarıyla yine bağıran
avcumda koparılmış gül bulmuş da içine
doğru yayılarak işliyor görünmezliğin şeklini
    ben ne yaptıysam az az anlıyorum 
    yüzümde ne buldularsa vardır 
    dinozorları bekleyen o küçücük sonda

Marcel dedi sevmeye alıştırıyorum kendimi
uzamış bir boy daha gibi yeni boynuma
görmek için o el sallamasını bir kalabalıktan
kirazların çekirdeklerini ayıklayan dil hareketlerine
alıştırıyorum sevmeye ölümlülüğü
elimin gitmesi gibi savruk yönlerine
çekinip istememek gibi her türlü benzerliği
alıştırıyorum işte yeni bir dilde çağrılmamı
ağzın sözcükle öpüyor yeni görünüşü
tek başına çok konuştuğumuz o göz hizasında
tanıdığımı söylüyorum durup durup kendime 
tanıdığımı

uzanmış iki sözcük dudak dudağa
birbirlerine çengellerini bırakır gibi
evet? evet? 

-Hoşgeldin

12 Ekim 2011 Çarşamba

Arzunun Ölümü / A.Schopenhauer / T.Eagleton


...ten, insanoğlunu bir tür yürüyen felsefi bilmeceye dönüştürerek, irade ve temsilin, içerisi ve dışarısının esrarengiz ve inanılmaz biçimde bir araya getirildiği gölgeli sınırdır. Kendi mevcudiyetimizin dolaysız bilgisi ile diğer her şeyin dolaylı ve temsili bilgisi arasında kapanmaz bir uçurum vardır. Bu elbette Romantik ikilemlerin en banalidir; fakat Schopenhauer ona özgü bir vurgu yapar. İçeride olanı Romantik bir tarzda ayrıcalıklı tutsa da onu kahramanlaştırmayı reddeder. Kendi kendimizin bu kısa süren, dolaysız bilgisi ideal bir doğruyu göstermekten uzak olup, bizim istek dolu iradeyi kederle kavrayışımızdan başka bir şey değildir.
Schopenhauer için bu tantanalı, kerameti kendinden menkul soyun karşısında histerik bir kahkaha patlamasını tutmak çok zordur. Kayıtsız ve acımasız bir yaşama-iradesi tarafından ele geçirilmiş olan bu insanlar, kendilerinin üstün değerine dindarca inandırılarak bir anda bir hiçe dönüşecek samimi amaçlar peşinde birbirleriyle kapışıp durmaktadırlar. Dünya dev bir pazar yeridir, ancak birbirlerini yiyip yutarak bir süre direnen, istek ve telaşla varlıklarını aktaran ve en sonunda ölümün kollarına düşene kadar çoğunlukla korkunç kederlere katlanan sürekli muhtaç yaratıkların dünyası.

Dört Güneş / Edip Cansever


Her şey o kadar anlamsızdı ki, yaz
Bunu bir daha pekiştirirdi
Avuçlarımı sıcak tutar, bulundururdum
Sevgisiz ve gereksiz kalmak için
Öyle, kendime yorgun hazırlamışlar beni.

Şehir ki aydınlıktan görünmeyen birini
Açılmış iskambiller gibi bilerken
Orada, içimde şimdi
Dört güneş bir arada
Gözlerimde hiç bitmeyen bir deli.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Uçurum / Edip Cansever


Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka bardağımın içine
Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.

Kesiyorum durduğumuz yeri ortasından
Ey görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum
Dibinde değil ayaklarımın, damarlarında
Derinliğini orda tutan, ordan harcayan
Uçsuz bucaksız bir uçurum.

Zamanla değil, bir yerde
Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum
Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten
Ağır ağır yanan bir tuğla harmanını
Billurdan sarkaçlarıyla.

Kalbim, serseriliğim benim..