Resimler
durağan nesnelerdir. Bir resme, değişik günleri ya da yılları kapsayan bir süre
içinde, tekrar tekrar bakmanın benzersiz bir yaşantı olması, bütün o zaman
akışı içinde görüntünün değişmezliğinden kaynaklanır. Elbette görüntünün anlamı
tarihsel ya da kişisel gelişmeler yüzünden değişebilir, ama betimlenen şey
değişmez: Aynı süt aynı kaptan dökülür, aynı dalgalar denizde aynı biçimde
kırılmadan birbirini izler, aynı yüz ve aynı gülümseme değişmeden durur.
İnsan bu
yüzden resimlerin belli bir an'ı yakalayıp sakladığını söylemek ister. Ama
durup düşününce, bunun kesinlikle doğru olmadığını anlarız. Çünkü resimdeki an,
fotoğrafın saptadığı bir an gibi, hiçbir zaman öyle varolmamıştır. Bu yüzden de
resmin o an'ı yakalayıp sakladığı söylenemez.
Eğer bir resim
zamanı durduruyorsa, bunu fotoğrafta olduğu gibi, geçmişteki bir an'ı ondan
gelecek anlardan ayırırcasına yapmaz. Burada çerçevenin içindeki görüntünün,
betimlenen sahnenin sözünü ediyorum. Eğer bir ressamın yapıtlarının tümünü ya
da sanat tarihini düşünecek olursak, o zaman resimleri geçmişin saptanması ya
da var olmuş şeylerin kanıtları olarak değerlendiriyoruzdur. Ama bu tarihsel
yaklaşım, ister Marksist, ister idealist bir gelenek içinde ele alınmış olsun,
birçok sanat eleştirmeninin resimde zamanın nasıl
varolduğunu ya da olmadığını düşünmesini, hatta görmesini engellemiştir.
Erken Rönesans
sanatında, Avrupalı olmayan kültürlerin resimlerinde, bazı modern yapıtlarda,
görüntü dolaylı olarak zamanın geçişini gösterir. Bu resimlere bakan bir kimse önceki zamanı,
o anı ve sonraki zamanı görür. Çinli bilge bir ağaçtan bir
başka ağaca doğru yürüyüşe çıkar, araba bir çocuğun üstünden geçer, çıplak
kadın merdivenden iner. Kuşkusuz bütün bunlar birçok kez incelenmiş ve
değerlendirilmiştir. Ancak izlenen görüntü bir yandan sınırlarının ötesindeki
devingen dünyaya gönderme yaparken hâlâ durağandır. Bu da durağanla devingen arasındaki o garip karşıtlığın ne anlama geldiği sorununu
ortaya çıkarır. Garip bir karşıtlık diyorum, çünkü hem çok çarpıcı, hem de çok
olağan sayılan bir karşıtlıktır bu.
Ressamların bu
soruya, tam olarak sözcüklerle dile getirilmemiş bile olsa, sınırlı bir
yanıtları vardır. Bir resim ne zaman bitmiş sayılır? Bir çift ayakkabının teki
gibi zaten varolan bir şeyin karşılığı olduğu zaman değil, ressamın o resme
önceden tasarladığı biçimde en uygun bakma anının gelmesiyle resim biter.
Resim yapmanın süreci, ister kısa ister uzun olsun, resim yapmak gelecekte o
resme bakılacak anları kurma sürecinden başka bir şey değildir. Gerçekte,
ressamın düşlediği ne olursa olsun, bu anlar tümüyle önceden belirlenemez. Bu
anlar hiçbir zaman resmin kendisiyle tam olarak doldurulamaz. Buna rağmen,
resim gene de tümüyle bu anlara seslenir.
Ressamın büyük
bir usta ya da sıradan bir kişi olması resmin "seslenişini"
değiştirmez. Değişiklik ancak resmin bize sağladığı şeyde ortaya çıkar: Bu da
ressamın önceden tasarladığı resme bakma an'ı ile başka kişilerin daha sonra
resme baktıkları an arasındaki ilginin örtüşmesiyle, o resmin yapılış koşullarının
(desteğin, modanın, ideolojinin) değişmesi sonucu ne ölçüde gerçekleştiğiyle
anlaşılır.
Bazı ressamlar
çalışırken yaptıkları resim belli bir aşamaya gelince, o resmi bir aynaya
yadsıtarak incelerler. Aynada, yaptıkları resmin ters bir görüntüsünü görürler.
Bunu yaparak ne elde ettiklerini kendilerine sorduğumuzda, böylece resme yeni
bir gözle bakabildiklerini, resmi daha değişik bir gözle görebildiklerini
söylerler. Aynada, bir an için bile olsa, resmin gelecekte bakılma anının
içeriğini yakalayabilirler. Ayna aracılığıyla resmin o andaki görüntüsünü yarı
yarıya unutup gelecekteki bir seyircinin imgelemini ödünç alabilirler.
Ne demek
istediğim, belki gene fotoğraflarla bir karşılaştırma yaparsak, daha açıkça
ortaya çıkacaktır. Fotoğraflar geçmişin belgeleridir. (Fotoğrafçının oynadığı
rolün önemi ve belgelemedeki öznelliği fotoğrafların birer belge oldukları
gerçeğini değiştirmez.) Resimler ise geçmişten gelen, o anda resme bakan
kikinin gördüğü şeyle ilgili kehanetlerdir. Bazı
kehanetler resmin kime seslendiği belirsizleştıği için çabuk tükenir, bazıları
ise geçerliğini korur.
Öbür
sanat dalları için de aynı şey söylenemez mi? Şiirler, öyküler, besteler de aynı biçimde geleceğe seslenmezler mi?
Çoğu zaman yazılı biçimleriyle öyledirler. Ama resimle heykelin belli bir
özelliği vardır.
Bunun birinci
nedeni, resimle heykelin başlangıç aşamasında bile kendiliğinden gerçekleşen
uğraşlar olmayışıdır. Bir anlamda bir şiir ya da öykü okunurken ya da bir müzik
parçası çalınırken bu işi yapan kimsenin varlığı vurgulanır.
Oysa görsel bir im, eğer bir maske ya da bir gizlenme aracı olarak
kullanılmamışsa, her zaman bir yokluğun yorumudur. Tanımlama tanımlananın yokluğunu
yorumlar. Görünüşlere dayanan görsel imler her zaman bir gözden yitişin sözünü
eder.
İkinci neden
ise sözel ve müziksel dilin tanımladıkları (gösterdikleri) şeylerle simgesel
bir ilişki içinde, resim ve heykelin ise benzetmeye (öykünmeye) dayanan bir
ilişki içinde olmalarıdır. İşte bu yüzden de resim ve heykelin durağanlığı o
ölçüde çarpıcıdır.
Öyküler, şiir,
müzik zamanın bir parçasıdır ve onun içinde devinirler. Durağan görsel im ise
zamanı kendi içinde yadsır. Bu yüzden de zamanın dışına ve zaman içinde yaptığı
kehanetler de daha şaşırtıcıdır.
Şimdi,
başlangıçta sorsaydık gereksiz gelebilecek sorumuzu sorabiliriz sanıyorum.
Resimlerdeki durağan görüntüler bize neden ilginç geliyor? Acaba resmin
yalnızca durağanlığından ötürü düpedüz yetersiz olmasını önleyen nedir?
Resimlerin
kendilerine bakıldığı yaşantısını haber verdiklerini söylemek soruyu
yanıtlamaz. Biz ancak böyle bir kehanetin durağan görüntüye sürekli bir ilgi
sağlayacağını içerdiğini söyleyebiliriz. Öyleyse, hiç değilse yakın zamanlara
kadar, böyle bir varsayım neden haklı görülüyordu? Bu sorunun geleneksel
yanıtı, resimler durağan oldukları için görsel olarak "elle tutulur"
bir uyum sağlayabilmeleriydi. Ancak hareket etmeyen bir şey hem durağan, hem de
düzenlenmiş olarak görünür, bundan dolayı da bir bütün oluşturur. Bir müzik
parçası, zamanı kullandığı için, zorunlu olarak başı ve sonu olan bir yapıttır.
Bir resmin ise, ancak elle tutulur bir nesne olarak düşünüldüğü zaman, bir başı
ve sonu vardır; görüntülerinin başı ve sonu yoktur. Kompozisyon, resim- sel
uyum, biçimin önemi gibi kavramlarla bütün bunlar anlatılmaya çalışılmıştır.
Ama
bu açıklamada kullanılan değerler fazla kısıtlayıcı ve estetik diline fazla
bağlı oldu. Sözünü ettiğim çarpıcı karşıtlıkta, resmedilmiş değişmez biçimle
devingen canlı model arasındaki karşıtlıkta bir erdem olmalı.
Şu ana kadar
savunduğum şey, bize bu erdemin nerede olduğunu gösterebilir. Görüntünün
durağanlığı zamandışı olmasının bir simgesiydi. Çağdaş öncülüğün öğretisinde
öne sürülen, zamanında anlaşılmamış peygamberin öcünü gelecek alır savı ile resimlerin
seyredilmek için yapılmış kehanetler olmaları arasında hiçbir bağ yoktur.
Resmin özellikle durağanlığı ile bize sezdirdiği şimdiki zamanla gelecek zaman
arasındaki ortak özellik, bir çeşit alt dayanak, bir zamandışılık temeliydi.
On dokuzuncu
yüzyıla kadar evrenin yaratılışıyla ilgili bütün kuramlar, bu arada Avrupa
Aydınlanma Çağının kuramları bile, zamanı şu ya da bu biçimde zamandışılıkla
çevrelenmiş ya da onun sızıntılarıyla karışmış olarak algılıyordu. Bu
zamandışılık bir sığınak ya da başvuru ülkesi sayılıyordu. Ona yakarılıyor,
ölüler oraya gidiyordu. Bu zamandışılık dediğimiz şey törenler, öyküler, töreler
yoluyla çok yakından, ama görünmeyen bir biçimde yaşayan zamanla
birleştiriliyordu.
Ancak son
yüzyıl içinde, Darwin'in evrim kuramının benimsenmesinden beri, insanlar hem
her şeyi içine alan, hem de her şeyi dışa iten ve zamandışılığı içinde
barındırmayan bir zaman anlayışı içinde yaşamaya başladılar. Böyle bir evren
anlayışının öne sürdüğü uzay kavramları açısından bakıldığında, yüzyıl bir andan
bile kısa görünebilir. İnsanlık tarihi açısından bile yüzyılın sadece bir sapma
olduğu düşünülebilir.
İnsanlık
tarihini bu gözle inceleyecek olursak, değişmeler ve yinelemelerle
karşılaşırız. Tarih değişme demektir. Yinelenen ise tarihin özneleri ve
nesneleridir. Bu da bilinçli kadınların ve erkeklerin hayatları demektir. Böyle
bir bilincin yöneldiği şeyler değişebilir ve bu değişme de tarihin malzemesinin
bir bölümünü oluşturur. Bu bilincin niteliği de değişebilir. Bununla birlikte, bilincin
yapısının bir bölümünün dilin doğuşundan beri değişmediğini sanıyorum. Bilinç
insanlık durumunun belirli birtakım değişmezliklerine sıkı sıkıya bağlıdır:
Doğum, cinsel çekicilik, toplumsal dayanışma, ölüm gibi. Bu listenin her şeyi
içermediği açık. Saydıklarıma açlık, eğlenme, korku gibi kavramlar da eklenebilir.
On
dokuzuncu yüzyılda tarihin insanlığın özgürlük alanı olarak ortaya çıkması
kaçınılmayacak gerçeklerin ve sürekli olanın değerlerininin gözardı edilmesine
yol açtı. Bu durum sürekli olanı tarihin akışının bir parçası olarak gösterir.
Bu anlayışa göre, sürekli olan geçici olandan daha uzun sürendir. Bundan önce
ise, tarihin akışının dışında kalan zamandışı ya da sürekli olan değişmez
sayılıyordu.
Resimsel
sanatın dili, durağan olduğu için, böyle bir zaman- dışılığın da dili oldu.
Bununla birlikte, anlattığı şey, geometrinin tersine, duyusal, belirli ve gelip
geçici şeylerdi. Resmin zamandışı dünya ile görünen ve elle tutulabilen dünya
arasında kurduğu bağ öbür sanatlarınkinden çok daha kapsamlı ve etkiliydi. İşte
resmin ikon (suret) yerine geçmesi ve büyüleyici gücü bu özelliğinden
kaynaklanıyordu.
Bugün bile, bu
gücün izlerini hepimiz kendimize uygulayacağımız bir iç gözlemle yeniden
ortaya çıkarabiliriz. Herhangi bir fotoğrafı düşünün. Fotoğrafın resimden
farklı olduğunun, bir belge niteliği taşıdığının altını çizmiştim. İşte bu
yüzden, fotoğrafların ikon gücü taşıması, belgenin kişisel bir değer
taşımasına, fotoğraftaki canlılığı sürdürecek bir kişisel sürekliliğin
varlığına bağlıdır. Bunu söyledikten sonra da fotoğrafların durağan görüntüler
olduğunu ve geçici nesnelere gönderme yaptığını da söylemeliyiz. Eski bir aile
fotoğrafınızı elinize alın. Düşüncelerinizin iki kolda geliştiğini
göreceksiniz. Bir yandan fotoğrafın çekildiği olay yeniden kafanızda
canlanacak, o olayın tarihini çıkarmaya çalışacaksınız; öte yandan da şu soruyu
yanıtlamaya çalışacaksınız: O an acaba şimdi nerede? Bu ikili fikir yürütme,
resim sanatında zamandışılığın evrenin yaratılış kuramları ve felsefe açısından
geçerli olduğu dönemlerden bize kalmış olan tepkinin izinden başka bir şey
değildir.
Görsel
sanatların bu büyüleyici gücünün çeşitli toplumsal ve tarihsel amaçlar
doğrultusunda kullanıldığı şüphe götürmez. Sınıflı bir toplumda sanatın işlevi
de sınıfların tarihinin kapsamına girer. Şüphesiz, sanatın laikleşme sürecinde,
bu özel büyüleyici gücünün unutulduğu da ayrı bir gerçek. Bununla birlikte, herhangi
bir resmin yoğun heyecanlar yarattığı dönemlerde, bu büyüleyici güç de yeniden
kendini kabul ettirmiştir. Aslında resimsel sanatın bu gücü olmasaydı, geçici
nesneleri zamandışılık diliyle anlatma gücüne sahip olmasaydı, ne din adamları,
ne de yönetici sınıflar bu sanatla ilgilenirlerdi.
On dokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısında, Darwin'in zaman kavramıyla ilgili önerileri birçok
alanda güç kazanınca, resim sanatının zamandışılıkla gelip geçici olan arasında
kurduğu bağ giderek daha büyük sorunlar yaratmaya ve savunulması güçleşmeye
başladı. Bir yanda, geçici olanı belirleyen an gittikçe kısalıyor, İzlenimciler
bir saatlik süreyi Ekspresyonistler kişisel bir duygunun bir anını göstermeye
çalışıyorlar; Öte yandan Pointillistler ve Fütüristler durağan ve zamandışı
özellikleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Mondrian gibi birtakım başka
sanatçılar ise geçici olana hiç yer vermeyen bir geometriye sarıldılar. Ressam
olarak yalnız Kübistler, göreceliğin (rölativitenin) zamandışılığa yeni bir yer
sağladığı bir evrenbilim kuramının taslağını ortaya atabildiler. Ama
Kübistlerin bu taslağını da Birinci Dünya Savaşı yok etti.
Savaştan sonra
Gerçeküstücüler zaman kavramının çözümlenmemiş sorunsalını yapıtlarının
sürekli teması olarak kullandılar. Bütün Gerçeküstücü resimler düş temasını
işler. Çünkü artık o dönemde zamandışı alanın tek dokunulmamış bölgesi
düşlerdir.
Son kırk yıl
içinde, Atlantik'in öbür kıyısında yapılan resim, artık aralarında bağ
kurulacak, bu yüzden de resmi yapılacak bir şey kalmadığını göstermiş
bulunuyor. Zamandışı, Rothko'un açıkça ortaya koyduğu gibi, hiçbir şey
içermiyor. Geçici olan artık zamanın tek niteliği. Gündelik kaygılarla ve
tüketimin bir parçası olarak bayağılaşan geçici öğeler ya soyut sanata hiç
sokulmamış ya da pop art ve onun türevlerinde modayla değişen birer fetiş durumuna
düşmüş durumda. Geçici olan zamandışı olanla artık bir bağ kuramadığı için,
moda gibi önemsiz ve kısa ömürlü olmak zorunda. Geçici olanla zamandışı olanın
birlikteliği tanınmadıkça, resim sanatında yapılacak önemli bir şey olduğu
söylenemez. Kavramsal sanat da bu gerçeğin tartışılmasından başka bir şey değildir.
Zamandışı
olanla geçici olanın bir arada olmasının tanınması eski zamanların dinsel
biçimlerine dönme anlamına gelmez. Ama yakın zamanlarda Avrupa düşünce
geleneğinin, bu arada devrimci kuramın, gözardı ettiği bazı şeylerin köktenci
bir tutumla sorgulaması böyle bir durumun anlaşılmasının gereğidir. Bu da on dokuzuncu
yüzyıl kapitalist Avrupa kültürünün geliştirdiği ve onun mirası olan zaman
anlayışıdır.
Zaman
sorununun bilimsel olarak çözüme kavuşmadığı ve hiçbir zaman da
kavuşamayacağını anlarsak, bu sorgulama daha da büyük bir
önem kazanır. Zaman sorununda bilim ister istemez yalnız kendi çözümünü
sunacaktır. Oysa zaman sorunu seçime açık bir sorundur.
Görsel: Piet Mondrian / Arnold Böcklin