20 Ocak 2016 Çarşamba
31 Aralık 2015 Perşembe
Jiddu Krishnamurti / Ahmaklık
Tıpkı bunun gibi ben ahmağın biriysem ve ben zeki olacağım diye çabalıyorsam işte bu zeki olma çabası ahmaklığın ta kendisidir; Çünkü önemli olan şey ahmaklığımı anlamamdır. Zeki olmaya ne kadar çalışırsam çalışayım kendimi ahmaklıktan kurtaramam, olsa olsa yüzeysel bir cila yapabilirim. Bir şeyler öğrenebilir, kitaplardan alıntılar yapabilir, ezberden ünlü yazarların kitaplarından bölümler okuyabilirim ama böyle yaparak bu cilanın altındaki ahmaklığımı gideremem. Eğer ahmaklığın günlük yaşamımda nerede ve nasıl ortaya çıktığını görebilirsem, benden altta olanlara nasıl davrandığımı, komşularıma karşı olan tutumumu, zenginlerle, fakirlerle, görevlilerle olan ilişkilerimdeki tutumumu izleyebilirsem, bu ilişkilerdeki tutumumun, davranışlarımın bilincinde olmak zihnimi çepeçevre saran ahmaklık kabuğunda bir çatlak oluşturabilir.
Bir kere deneyin, kendinizi
altınızda olanlarla konuşurken, yüksek bir görevliye olağanüstü saygı
gösterirken, size hiçbir çıkar sağlayamayacak kimselere karşı saygısız
tutumunuz içinde izleyiniz, o zaman ne kadar ahmak olduğunuzu görmeye
başlayacaksınız. Ahmaklığınızı anladığınız zaman zekâ, duyarlık, incelik hepsi
kendiliğinden gelecektir. Sizin duyarlı olmaya, ince olmaya çalışmanız gerekmeyecektir.
Bir şey olmaya çalışan kimse çirkin bir insandır. Böyle bir kimse kaba ve
duyarsızdır.
30 Aralık 2015 Çarşamba
Can Yücel / Sevgi Duvarı
Sen
miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık seçik ki
Başucumda bi sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık seçik ki
Başucumda bi sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi
21 Ağustos 2015 Cuma
Bir / Cemil Yüksel
sessizlik dolar avuç içi ağırlığıyla
saçların ayrılık bağı üzümlerle bir
başakları sarartan güneşin bakışı
güneş görür, güneş gözle bir
yanmakla uzar o keskin kokusu sarının
yanmak azaltır aşkın acıyı
siyah duman leke cayır cayır hepsi bir
cehennem kayar bir yumurta gibi içinden
kim gelir oturursa üstüne sıcak
derviş hırkası gibi üstünde serinlik
yayılır etrafa gül ve diken
konuşması bir.
25 Haziran 2015 Perşembe
Ben / Red Hawk
Kendini gözlemlemenin dört
temel ilkesi şunlardır:
1) Yargılamaksızın: Bu,
anlaşılması en zor ilkedir. Zihin yargıçtır, sürekli olarak hayatımdaki
herkesi, her olayı ve her şeyi yargılar. Bilgiyi dosyalamak/depolamak için
yargılar. Hayatımda yer alan bütün insanları, olayları ve şeyleri iki büyük
kategori de genelleştirerek yapar bunu: sevme//sevmeme (ya da iyi//kötü — vb. )
Daha sonra etiketleyip dosyalayabilmek için hayatımdaki her bir şeyi
ilişkilendirerek (karşılaştırma ve kıyaslama) sürekli olarak yargılar. Ayrıca
kendim ile eylem arasında bir ayrım olduğu yanılsaması yaratmak için
eylemlerimin her birini yargılar: Kötü sözler sarf ederim, ardından bu sözleri
yargılarım ve böyle yaparak, yargılanan eylemden ayrı olduğum yanılsaması
yaratırım.
Suçlamanın
olduğu an, suçlanan şeyden kendini ayrı tutmak da vardır. Bu şekilde,
davranışımı görüp hissetmekten ve onun tüm sorumluluğunu üstlenmekten,
davranışımı sahiplenmekten korurum kendimi. Yargılama kendime karşı kör kalmamı
sağlar. Üstelik, bana söylediklerini ya kabul ederek ya da reddederek, bu
yargılama sürecine tümüyle inanırım. Her iki şekilde de ben yargılanma
süreciyle “tanımlanmışımdır” (= “ben o olmuşumdur”). O yönetir, ben de hiç
sorgulamadan itaat ederim.
Bu
nedenle, hiç yargılamadan gözlemleme, dikkati sürekli olarak bedensel-
duyumsamada * tutmak anlamına gelir; bedende sabit ve kıpırdamadan kalmak,
bedeni rahatlatmak ve sürecin zamanla yok olmasına izin vermektir.
Zihin-duygu-karmaşası, içinde bulunulan durumun gerektirmediği herhangi bir
hareketi tetiklediğinde, düşüncenin ve/veya duygunun bana dikkati bedensel duyumsama
üzerinde tutup dengelememi hatırlatmasına izin veririm - düşünceyi ya da
duyguyu durdurmaya çalışmadan (onunla özdeşleşmeden) bedenin içinde kalırım:
kendimi bulur, bedeni idare ederim. Ardından onun peşinden gitmediğim ya da dikkati esir etmesine izin vermediğim zaman, düşünce/duygu enerjisine ne olduğuna bakarım. Avcının takip ettiği bir geyiğin uzun çimenler arasında saklanması gibi, zihin-duygu-karmaşasının kendi alışılagelmiş, köklü amaçları için (kalıplarını yenilemek ve/veya sürdürmek için) dikkati ele geçirip tüketmek istediği bir durumun ortasında, dikkati tamamen dingin, sabit, durağan ve sakin bırakırım.
Sürekliliğin kuralı şudur: Beslenmeyen şey zayıflar; beslenen şey gittikçe daha da güçlenir. Zihin-duygu-karmaşası ya dikkatle beslenir ve gittikçe güçlenir (bu sırada dikkat gitgide zayıflar, her esintiden nem kapar, kolayca dağılır ve her düşünce/duygu parazitine kapılır); ya da dikkat, zihin-duygu-karmaşasıyla beslenir ve gittikçe güçlenir, daha sağlamlaşır, daha uzun sürelerle sabit durumda kalmayı, dikkat dağıtıcı şeylerden uzak durmayı, özgür kalmayı ve en şiddetli zihinsel//duygusal fırtınalardan sağlam çıkmayı becerebilir. Olgun ruhun amacı* bedenin ölüm anında bile özgür ve sağlam bir dikkattir. Ruh, dikkattir; o dikkatini vermez, o dikkatin (bilincin) kendisidir. Ben, dikkatimdir.
Sürekliliğin kuralı şudur: Beslenmeyen şey zayıflar; beslenen şey gittikçe daha da güçlenir. Zihin-duygu-karmaşası ya dikkatle beslenir ve gittikçe güçlenir (bu sırada dikkat gitgide zayıflar, her esintiden nem kapar, kolayca dağılır ve her düşünce/duygu parazitine kapılır); ya da dikkat, zihin-duygu-karmaşasıyla beslenir ve gittikçe güçlenir, daha sağlamlaşır, daha uzun sürelerle sabit durumda kalmayı, dikkat dağıtıcı şeylerden uzak durmayı, özgür kalmayı ve en şiddetli zihinsel//duygusal fırtınalardan sağlam çıkmayı becerebilir. Olgun ruhun amacı* bedenin ölüm anında bile özgür ve sağlam bir dikkattir. Ruh, dikkattir; o dikkatini vermez, o dikkatin (bilincin) kendisidir. Ben, dikkatimdir.
2) Gözlemlenen şeyi değiştirmeden:
Yine bunu da anlamak zordur çünkü davranışımda gözlemlediğim şeyi değiştirme
dürtüsü, beni sonu gelmez bir suçluluk ve suçlama döngüsüne esir eden bir
tuzaktır. Bu, gözlemlenen şeyi değiştirmeye çalışan yargıçtır davranışı
değiştirmeye yönelik bu yargı komutu hemen dikkati kendine çeker ve onu
gözlemlenen şeyle “özdeşleştirme” durumuna yöneltir. Dikkat artık özgür ve
durağan değildir; yargılayıcı zihin, davranışı “sevmek//sevmemek” ya da
“iyi//kötü” vs’den ibaret büyük deposunda etiketleyip dosyalayarak
(karşılaştırma ve kıyaslama) onu kendine çekip tüketmiştir.
Davranışı
“kötü” olarak etiketlemeye kapıldığım an, gözlemlemeyi keserim. Artık
yargılayan ve bu yargılamayla tüketilen dikkat olmuşumdur. Bedenin içsel
fonksiyonlarına özgürce dikkatimi veremem artık, çünkü bu yargılama dikkati ele
geçirmiştir. Artık davranışla özdeşleştiğinden ve bu davranışın “kötü” olduğuna
hükmedildiğinden, komut kendimi değiştirmek olur. Şöyle ki: “Sigarayı bırakmam
lazım. Sigara içmek kötü.” Kendi içinde bu doğru olabilir ama özdeşleşildiğinde
bu mesaj şuna dönüşür: “Kötüyüm ve değişmek zorundayım.” Yargı, dikkatle
beslenir; alışkanlığın yaşayıp büyümesi için beslenmesi gerekir.
Ama dikkat sabit ve durağan kaldığında, bedensel duyumsamaya ve bedeni rahat bırakmaya kilitlendiğinde , o zaman yargının sabit ve durağan dikkati beslemekten başka gidecek yeri kalmaz. Düşünce ve duygu = bedendeki enerjidir. Maddenin ilk kanunu (Newton fiziği) şudur: madde (yani, enerji) ne yaratılabilir ne de yok edilebilir, sadece dönüştürülebilir. Bu nedenle, bedene bir enerji akışı olduğunda (ki bu sürekli olur: "Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver" diye söyler bunu İncil) bu enerji, zihin-duygu-karmaşası tarafından ele geçirilir (çalınır) ve psikodramalarını ortaya çıkarmak için kullanılır. Bu enerji bir yere yönelmek zorundadır, yani zihin-duygu-karmaşası tarafından psiko-drama olarak tüketilmezse, o zaman kurallar gereği dikkatin besini olmaya dönüştürülmelidir. Psiko-drama şudur: "İyi değilim/kötüyüm/hatalıyım" yargısına dayanan kendimi değiştirme mücadelesi = olduğum şeyi değiştirmek için ömür boyu süren bir dram. Bunun alternatifi, yargılama süreciyle "özdeşleşmeden" gözlemlemek, her ne görürsem kabul etmek, onun bedende var olmasına izin vermek ve bu konuda ne aleyhte ne de lehte kesinlikle hiçbir şey yapmamaktır: basitçe gözlemlemek, rahatlamak,kabul etmek, izin vermektir. Antik ruhani ekollerde bu uygulamaya "neti-neti" = "ne bu-ne o" denir. Ayrıca, "dünyayı durdurmak" olarak da adlandırılır. Bu, dikkatin kuralını anlayan ve onları izleyen olgun bir ruhtur. Bu kuralı izlemeyen kişi bir mahkum, bir esir, yargının söylediklerini hiç sorgulamadan, çektiği acı ve kederi iyice kanıksamış halde, ömrü boyunca aynen uygulayarak "özdeşleşme"nin kölesi olmuştur. Yargılama süreciyle bu daimi özdeşleşme "kirlenme"* olarak bilinir.
3) Dikkati bedensel
duyumlara ve rahatlamış bir bedene vererek: Duyumsamaksızın gözlemleme
yapılamayacağım söylemek, bu ilkeyi açıklamanın bir diğer yoludur. Bazı
geleneklerde buna “kendini hatırlama” denir. Yani, bu kendini hatırlamanın ilk
ve öncü aşamasıdır: Kendimi bulurum. Kendimi hatırlamıyorsam, tek başına
kendini gözlemleme yetmez - dolayısıyla, gözlemleme yaptığımda önce kendimi
bulmak, zamanda ve mekânda, bedende, şu anki durumda kendimi konumlandırmak zorundayımdır.
Aynı zamanda gözlemleme yaparken, dikkatimin bir kısmını bedensel duyumlara
yoğunlaşmış halde tutmam gerekir. Bedende daima duyum vardır; hem bedenin
içinden hem de onu gözlemleyerek dışından tecrübe edilebilir. Ama gözlemlemeyi,
dikkati bedensel duyumda tutarak temellendiremezsem (bedende dolaşan enerjinin
duyumu, hareket eden düşüncenin duyumu, hareket eden duygunun duyumu,
kaslardaki fiziksel gerginliğin duyumu, rahatlamanın, uykulu halin duyumu, beş
duyu aracılığıyla makinede oluşan duyular: görme, koku, tatma, dokunma, ses -
tüm bunlar “duyu” demektir) o zaman sadece zihin merkezinden gözlemleme
yapılmış olur. Bu yüzden de temellendirilmemiş ve sadece cinnete tuz basmış
olur. Şöyle kuruntulara yol açar: bak bana, “çalışıyorum” şimdi; ya da: bak bana,
“Çalışma” nın içindeyim ve sürekli “çalışıyorum.” Bunun gibi. Zihin yalan
söyleyecektir. Hiç böyle bir şey yokken Çalışma’nın yapıldığını zannedecektir.
Dolayısıyla kendini gözlemlemenin ilk üç kuralı şunlardır:
1)
Yargılamaksızın kendini gözlemle.
2)
Gözlemlediğin şeyi değiştirme.
3)
Duyumsama olmadan gözlemleme olmaz.
Dikkatin
mutlaka temellendirilmiş halde kalması gerekir şimdiki zamanda, tam önümde
olanın ne olduğuna odaklanmış halde.
İçinden bütün "izlenimlerin" akıp geçtiği bedene odaklanmaktan daha iyi ne olabilir? Beden daima ve sadece şu andadır; beden sadece bir şimdi-fenomenidir. Zihin mevcut zamanın dışında gezinir, bedenin geri kalanıysa bunu yapmaz. Duyumsama daima bir şimdi-fenomenidir. "Şimdi burada," bu yerde, bu anda olduğumu hatırlamak zorundayım. Yoksa bu yalnızca tümüyle zihinden gelen ve hiçbir temeli ya da mevcudiyeti olmayan bir hayal ediş, boş davranış olur. Bedende daima duyumsama vardır. Uzuvlarınızı hissedin (sağ ayak başparmağınızı, ona bakmadan hissetmeye çalışın), bedenin ağırlığını ve kütlesini duyumsayın. Bedeni duyumsamak için bir diğer iyi egzersiz, ayakların ikisini de yere koymak ve iyi, rahat bir duruşta omurgayı dik tutmaktır. Buna "bedensel duyum egzersizi" denir, çünkü a) dikkati hemen bedene (yani, olduğum şeye) çekecek, ona temellenecek, dikkati kendi temeline yani bedene yerleştirecektir;
b) dikkati bedene ve onun duyumlarına yoğunlaştıracaktır;
c) dikkati zihinden ve ruh halinden uzaklaştırıp onu şimdiki zamana, mevcut ruh halimin benim yerime tercihte bulunup benim adıma konuşma ve davranmasındansa seçme özgürlüğümün olduğu yere çekecektir. Başka bir deyişle, o anda otomatik pilota bağlı bir robot, alışkanlıktan ibaret bir makine değil de bir insan olabilirim. Bütün çaba daima ve her şeyde dikkati (yani, olduğum şeyi) özgür bırakmak üzerinedir, böylece bedenin alışkanlık gücüyle yakalanıp tüketilmez, aksine ruh halinden değil de amaçtan yana tercihte bulunmakta özgürdür. Çoğu insanın tavırlarına ruh halleri karar verir, bu yüzden onlar daima ruh halinin kölesidir. Onların yerine düşünen, konuşan ve hareket eden, hep ruh halleridir. Ruh hali hava gibidir - gökteki bulut benim sorunum değildir, elimden onu gözlemlemekten başka bir şey de gelmez; aynı biçimde ruh hali de içteki havadır, iç göğünden geçen bir buluttur. O ben değildir, herhangi bir şekilde beni etkilemesi gerekmez ve tıpkı bulut gibi, beni hiç ilgilendirmez ya da benim sorunum değildir. Bu yüzden olgun ruhların tavrını , geçici ruh halleri belirlemez. Dahili ve harici koşullar ne olursa olsun, her an kendi tavrımı seçmekte özgürümdür. Herhangi türden bir duygusal çatışma içinde olduğumda, bununla özdeşleşmemem için bana yardım edecek bedensel duyum egzersizi vardır: dikkati bedenin içini ve dışını duyumsamaya yöneltmek. Bu, kendini hatırlamayı içeren kendini gözlemlemedir.
4) Amansızca kendine
dürüstlük (Lee Lozowick’in öğretisinden) şu anlama da gelir: beni
ne kadar kötü gösterirse göstersin, kendim hakkında doğruyu söylerim. Bu türden
dürüstlük, kendini gözlemleme için elzemdir. Bu olmadan, en büyük derdi
başkalarının önünde iyi görünmek olan geniş insan kitlesine dahil oluruz. Yani
bu “amansızca kendine dürüstlük” kendini gözlemlemenin dördüncü kuralı
sayılabilir çünkü bu beni dürüst tutar ve bu arada da tevazu gibi çok güzel bir
yan ürün üretir. Tevazu bir armağandır, inceliktir ve dürüst bir biçimde kendi
üzerinde çalışan insana gelir. Kendime yalan söylemek kolaydır ve bunu sürekli
yaparım. Kendimi haklı, iyi, soylu, bütün bu hayranlık uyandıran meziyetlerle
gördüğüm bir imaj vardır kafamda; ya dabu imaj “Ben hiçbir işe yaramam”da
olduğu gibi kötü, çirkin de olabilir. Bunların ikisi de yanlıştır, ikisi de
eksiktir, tam değildir, başkalarının önünde de böyleymişim gibi davranırım. Ve
içimde kendi çelişkilerime karşı körümdür. Yalan söyleyişimin beni görmekten ve
katlanmaktan alıkoyduğu bu kendi-görüntümle çatışan davranış alışkanlığımdır
bu. “Amansızca kendine dürüstlük” uyguladığımda gönüllü acıçekmenin * ne demek
olduğunu öğreneceğimdir, çünkü yalanlar ya da yargılamalar olmaksızın, sadece
içimde bulundukları şekliyle çelişkilerimi görmeye başlayacağımdır. Çalışma
benden bu acı içinde' durmamı, hiçbir şey yapmamamı, hiçbir şeyi değiştirmeye
çalışmamamı, hiçbir şeyi yargılamamamı, onu iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış
diye yargılamadan bu acıyı sadece hissetmemi ister. Basitçe, acının içinde
kalıp onun tüm bedende hissedilmesini... Duygusal ya da psikolojik acı,
bedendeki enerjidir. Başka bir şey değil. Beden bu enerjiyle ne yapacağını
bilir ama sadece ben müdahale etmediğimzaman. Yine de alışkanlıklarım müdahale
eder: acıyı düşünürüm, acıya tepki veririm, acıyı yargılarım, acıyla savaşırım,
acıyı “gidermeye” çalışırım, böyle sürüp gider. Alışılagelmiş davranışımla
müdahale ederim. Bu yüzden, acı kötüleşir; daha da büyür. Ama sadece acının
içinde, hiçbir şey yapmadan, bedeni ve acıyı hissederek kalırsam, beden bu
enerjiyi dönüştürür. Özdeşleşirsem acıyı beslerim; hiçbir yargılamada bulunmaksızın
ve acının için-de kalarak, onu bedende hissederek gözlemlersem, acı beni besler:
bu meta-fiziksel bir denklemdir. Newton fiziğinde, hareketin birinci kanunu
şöyle der: “Hareketli bir nesne [acı] ona dışarıdan bir güç [yargılamaksızın
yapılan kendini gözlemleme] uygulanmadığı sürece hareketini sürdürme
eğilimindedir.”
E.J.
Gold, “İnsan biyolojik makinesi, dönüşümsel bir düzenektir,” der. Ben müdahale
etmezsem, o acıyla ne yapacağını bilir. Bunu bir kez gördüğünüzde duygusal
acınızla tekrar aynı ilişkiye sahip olmayacaksınız, olamazsınız. Çünkü denkleme
netlik girmiştir ve netlik bir kez girince, tek bir defa bile olsa, tekrar aynı
insan olamam. Bu, alışkanlıkların sona erdiği anlamına gelmez. Elbette böyle
bir şey olmaz. Ama alışkanlıkla olan ilişkim farklıdır.
Dünyada
fark yaratan budur.
8 Haziran 2015 Pazartesi
Uzlaşma, İsyan ve Şiddet / Arno Gruen
İnsanın
kendi iç yaşamını hiçe sayarak kurumsallaşmış değerlere ve biçimlere
uzlaşması, gündelik şiddetin tükenmez kaynağıdır Başarı, denetim ve hâkimiyet
olarak tanımlandıkça ve yine kendilik değerini başarı tanımladıkça toplumsal yapının
bütün farkları oldukça anlamsızlaşır: Kendilik her halükârda güdük kalır.
Politik ideolojilerdeki bir değişme, ne kendiliğin sakatlanmasında, ne de
buradan doğan şiddette bir şeyi değiştirir.
Karl
Marx, üretim araçlarının el değiştirmesiyle insanın özgürleşeceğine ve
yenileneceğine inanıyordu. Marx, Friedrich Engels’le birlikte kapitalizmin
hırsı ve mülkiyeti besleyen yapısını mükemmel ayrıntılar üzerinden çözümledi.
Ancak güçsüzlüğün insanın aşması gereken bir zayıflık olduğundan yola çıktı
ve şeylerin ele geçirilmesini -doğa da dahil olmak üzere— insanın en üstün
amacı ilan etti. Ancak böylece, güce yönelik kendilik ideolojisinin yanı sıra,
mücadele etmek istediği toplumsal hastalığı da ölümsüzleştirdi, iktidar
savaşlarına yeni bir yön verdi, ama nedenlerini değiştirmedi. Daha da kötüsü:
insanın olanaklarını -ahlak da dahil olmak üzere- sadece ekonomik bakış
açısıyla ele alarak ve başka bir şeye izin vermeyerek iktidar arayışının gerçek
kökenlerinin görülmesinin yolunu tıkadı.
Ama
çaresizlik, iktidarı ele geçirerek ve hükmederek ortadan kaldırılamaz. Bu
yolda giden her kuram, birey olarak insana ve gelişimine şiddet uygular. Gerçi
sol görüşlü toplum kuramı, insanı tarihsel süreci içinde açıklama
iddiasındadır. Ama bunu, iktidarı sadece iktidar açısından çözümleyerek bireyi
gözden çıkarma pahasına yapar. Bu bir yinelemecilik gibi gelebilir, ama bu
kuranı, insanın sadece ekonomik güçlerin iktidarı tarafından belirlendiğine
inandığı için belirleyici nokta da buradadır. Rus sosyalizminin eski önde
gelen kuramcılarından ve propagandacılarından Georg Plechanow, tarihsel süreçler
üzerine yaptığı araştırmada bireyin rolünü tanımladığına inanır, ama aslında
bireyin tarihin devamında oynadığı rolü inkâr eder: “insan doğası bugün artık
tarihsel ilerlemenin tek ve en kapsayıcı nedeni olarak görülemez: insan doğası
değişmezse tarihin değişimlerle dolu akışını açıklayamaz; ama kendini
dönüştürebilir. Bu durumda da bunu sağlayan tarihsel ilerlemenin kendisidir.”
Ama
insanın iç dünyasının tarihsel gelişim açısından önemini inkâr eden sadece
Marksist kuram değildir. Russell Jacoby, iyice yaygınlaşan bellek kaybına
insanın iç yaşamındaki önemi açısından işaret etmiştir. Marksistler en azından
tarihsel çözümleme için çaba gösterirken, diğer kuramcıların çoğu insanı
tarihsel gelişimi açısından kavramakta bile bir anlam bulamamıştır. Louis Althusser
gibi bir Marksist bile tarihin araştırılmasının sadece bilimsel olarak değil,
politik olarak da yararsız olduğunu açıklamıştır. İngiliz sosyalist Edward P.
Thompson bu konuda, Althusser’in tarihi reddetmesinin onu deneyime yaklaşmakta
yetersiz kıldığını ifade etmiştir. Ancak insan her zaman tarihsel olan
deneyime dayanamazsa kuramı dayanak noktalarını yitirir.
İktidar
ideolojisinin geçerli olduğu yerde kendilik, kendi iç çekirdeğinden ve bununla
birlikte de bu ideolojinin kendine özgü renginden ve üretim araçlarının buna
uygun örgütlenmesinden tamamen bağımsız olarak tarihsel deneyimin köklerinden
kopar. Bunun sonucunda ortaya çıkan yıkıcılık, ifadesini ya uzlaşmacılıkta ya
da isyanda bulacaktır.
Görsel:Francis Bacon27 Mayıs 2015 Çarşamba
Dürüstlük / Red Hawk
köpekten
ötesine bakma.
Köpek
iyi görünmeyi hiç takmaz
Ama
Kraliçe’nin annesinin bacağına sarılacaktır
şayet
canı isterse. Köpek
senin
ne halt düşündüğünü umursamaz
Papa’nın
huzurunda taşaklarını yalar
eğer
canı böyle yapmak istiyorsa.
Köpek
hiçbir gücün, zenginliğin
şöhretin
karşısında ayağa kalkmaz.
İmparator’un
kıçını ısırır eğer
yemeğine
el uzatırsa; köpek
bacağını
kaldırır, Başbakan’nın limuzininin
akyanaklı
lastiğine ya da sıçıverir
Dalai
Lama’nın seccadesine
çünkü
o bir köpektir ve köpekler
böyle
yapar ve
özdeki
bozulmamış gizli bir parçada
köpeklerin
bu dürüstlüğüne hayran oluruz, çünkü
kendimizde
bulunmadığını görürüz ve
biliriz,
böyle bir dürüstlüğün
bu
dünyada korkunç bir bedelle geldiğini.
19 Mayıs 2015 Salı
Belimin Altına Güzelleme / Cemil Yüksel
birileri
merak ediyordur
–ettikleri muhakkak- diye söylüyorum
belimin
altında ne var
çiğdem
çiçeği yumrulu mavi
otsu
ilkbahar
ve sonbahar da açar
kekik
ve çürümüş et kokusu
uzay
mimarisi yer çekimsiz bir dünya var
belimin
altında
korkunun
tutkuyla ağzıma dilini daldırması var
her
türlü kibrin yargılamanın çaresizliği
belimin
azcık daha altında
duvarlara
astığınız resimler, boş bakışlar
köprü
üstünde kaptığınız atlara binememeniz var
daha
da merak ediyorsanız
ibneler,
çirkin orospular, baldırlı travestiler
üç
beş kadın da var ayrı ayrı hepsi yatakta
sonra
hepsinin aynı yatakta olması var
dünyanın
tüm kadınları ne büyük yatak
-içlenme
sesi-
incinmişliğin
kır çiçekleriyle ezilmiş yüzün var
güzel
kardeşim belimin azcık biraz daha altında
yalanlar,
senin yılanların, söz vermeyi kusmuşluğun
senin
çaresizliğin var
denize
girmiş çocukların sevinci var ahanda
sudan
çıkmak istemeyen çocukla
yıkanmak
istemeyen çocuğun aynı isteği var
hırlayan
köpek yüzleri, sokağın tam ortası da var
lambalardan
güneş yapma imdadı
kahkahanın
alay küpü, otoyol var vızır vızır
sikindirik
bisikletler, kırılmış birkaç bira şişesi var
güzel
alkoller en tadında
bir
kadında başka kadınları öpmek var
ah
biliyordumlar, bilmez miyimler, bilmiştimler var
hissediyorumlar
enerjimler gelmiştiler
santral
işte bunlar belimin az biraz daha altında
belimin
altında ne var biliyor musun
ah
be güzel kardeşim
az
biraz daha altında s*k var.
10 Ocak 2015 Cumartesi
Aşk Değil Bu / Cemil Yüksel
yok hayır aşk değil bu
bir bulutun diğer bulutla karşılaşması
beyazlığın değmesi hürlüğün dolaşması
sarılması gibi pabuca kadifenin
sıcaklığın ve temizliğin uzaması bu
hayır hayır aşk değil bu, adını boşver
suların boyuna aşağılara doğru görmesi
buluşmayı azdıran bir sevinçle
kanması çağıltıyla, müziğin
yol üstündeki yeşili canlandırması
mavinin üstüne boşalması gökyüzüyle
sesinin ayarlarını durmadan değiştiren
miden değil sadece, gırla boğazına çıkmış
bir salınım heyecandan iteklenen
aşk değil bu kimsenin yeteri yok buna
dönüp bakmak gibi durmadan ilginin
yönelerek mutlak bir an kurması
boşluktan sarmaş dolaş göğüs kafesi
güvercinler gibi şişiyor her kelimede
hayır aşk değil bu
evet aşk değil bu
aşk değil bu
aşk değil
aşk.
Not: Gökyüzündeki iki bulutun birbirine değip ve karışmasının
anlık tanıklığından çıkmıştır bu şiir
9 Ocak 2015 Cuma
Seviyorum Seni / Cemil Yüksel
ağzında taşkınlığa varan sular
sözcükleri az az çıkarmış dilinden
tutkuya ağır koşan ayak bileklerinle
geldiğin oluyor her türlü hazırlığa
kararmış incir gibi seviyorum seni
pazarlarda bağrılan utancın yayık sesi
gözlerine değen onlarca rengin
bir araya gelince yoğun ve yayılan
açılınca övüyorsun her türlü kırmızılığı
mis gibi kokan kavun gibi seviyorum seni
güneş lekesi benleri toplayan sarıdan
avcuna yerleşmiş tam bir uygunluk
dönüp durdukça karşılaştığımız yol kenarında,
kamyon kamyon devriliyorsun her türlü mutluluğa
dişleri çağıran kırmızı elma gibi seviyorum seni
bir buluşu çağıran sezgiyle, birdenbire
ağaç toprak su ve kökleri bütüne doğru buluşturan
tohuma doğru ilerledikçe bulan boynunla
uzanarak süzülüyorsun her türlü öpücüğe
Fesih / Cemil Yüksel
yüzüne dahi bakmadım
ilaçların, tutmadım kitapları
yanılırım dedim,
bakarım da kalırım diye ters ettim
kadınlardan duymayı
sevdiğim küfürlerle acıttım
derimin en ince yerlerini
derimin en ince yerlerini
zuhal kimselere
açmadım kapıları
anahtarları attım
çıkamamaya koydum kendimi
yine olmadı zuhal yine
olmadı
bir askı ipiyle
doladım evin içini
kurulandı yıkadım
kurulandı yıkadım
ütüledim buruştu
ütüledim buruştu
ellerim sandalye
taşımaktan yoruldu zuhal
kahve fincanlarını
açıp kapamaktan sehpalar eskidi
cımbızınla çekiyorum
fazla kalmış kemikleri
saç lastiğinle
tutturuyorum kasları
bir çöp torbası
halinde çıkarılacağız tüm evlerden
yüzüklere giremedim,
çiçekler yalanlayamadı
bir evlilik atığı dolan çöp evlerden taşamadım zuhal.
29 Aralık 2014 Pazartesi
An / Cemil Yüksel
kanı ve suları taşıyan rahat gövde
yeşili maviyi gün boyu gezdirip
kırmızı ve siyahı karşılayan dönüş
parlak yıldız, canlılığın besleyici varlığı
ellerim ve içimde nasılsa bulurum
çiçeklerin rüzgarla bulduğu neşeyi
sıcaklığını bulmuş kayalardan akan suyu,
bulurum hülyası açık bırakılan pencerelerde
kedilerin el hareketlerinden ördüğü sığınağı
kuşların uçuşlarına dolanarak aktarılan döngü
küçük balıkların akıntıdaki hep birdenliğini
yolcuları yolları uzun solukları
tozun ağzı ağırlaştıran kurumayı
bulurum nicedir gözlerimin içlerinde
birike birike kendine renkler ışıyan sevinci
alırım her türlü bakışında ağaçların
gökten beslenerek doyurulma ululuğunu
ey anın mekanında huşu bulmuş görüntüm
kulpu kırık kapıları zorlanarak açılmış kenar
çığlıkları
sana basit ve zoru inatla gösterenden değilsin
kelimeleri bulup çıkarmayı huy edinmiş
aklın değilsin
bulunmaz sadece maddeyi bağıran işaretler
uzun bir sessizliği kaplamış üstünde ne varsa
duymamış mıdır ağzı açılarak büyüyen yanardağ
üfleyecek büyük yangına
bir gün tüm "benim" ve "seninleri"....
26 Aralık 2014 Cuma
Tohum / Cemil Yüksel
korkunç bir secde halinde
yamuk yumuk bazen sırtüstü uzandığımız her yere düştük
mayıs aylarında patlayan diri gövdesinde papatyaların
cam fincanları kaplayan ölüsü halinde
kendi iplerine takılan kuklalar gibi
yıkarak gövdenin çekmecelerini
bildiğin her yere düşüşümüzü fotoğrafladık
yutuverdik tozunu düşüşümüzün
sabahı ve serinliği bekleyen avcı kuşlar gibi
ağzımız açık kalmış diye uyarılan her türlü dalgınlıktan
gözlerini bir kez dahi kırpmayan hiçliğin o anlık
çağrısına dek
düştük uslu ve hırçın mavisine denizlerin
gövdesindeki küçük bir delikten yaşadığını üfleyen
balinalarla
ilk adımlarını atan çocukların kendi kendine öğrendiği
yürüyüşümüze sirayet eden o hayali sendeleme
belediye otobüslerinde, metrolarda ve kapılarda
sürüye sürüye getirdiğimiz kendimizi..
gelişememiş bir gebelikten düşürdük
kendi kendimizin ayaklarına basarak.
eşelenmiş bir acıdan düş kura kura çıkarken bulduğumuz
her yere doğru
göğe doğru ve göz hizasından bir gözün içine doğru
her yıla her aya her güne her saate her dakikaya doğru
doğruca bırakan
en güzellerini toplamış gibi
meyvelerin turunçların kokusundan
yerleşmiş avuçlarından
toprağa hazırlayarak en güzel düşüşümüzü
düştük.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)