THEODOR
WISEGRUND ADORNO
(Frankfurt
artı Main, 11.9.1903 - İsviçre, 6.8.1969)
"Kültür
eleştirisi kendisini kültür ile barbarizm diyalektiğinin en son aşamasıyla karşı karşıya bulmaktadır... Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarcadır"
T. Adorno, Prismen
"Edebiyatın
anlamı, yaşamın anlamı demektir" diyen Adorno,
1923'de kurulan Sosyal Araştırmalar Enstitüsü çevresinde bir araya gelen
kuramcıların oluşturduğu Frankfurt Okulu'nun önde gelen temsilcilerinden
biridir. Hitler'in 1933'te
iktidarı ele geçirmesi sonucu Almanya'yı terk eden ve daha sonra 1950'de
yeniden ülkesine dönen Adorno, 6
Ağustos 1969'daki ölümüne değin Frankfurt Üniversitesi'nde
öğretim üyeliği yaptı. Herbert Marcuse,
Erich Fromnı, Friedrich Pollock ve Adorno'nun çekirdeğini
oluşturduğu Frankfurt Okulu'nun ilk başkanı Max Horkheimer'di. Okulun temel
görüşü, toplum ve kültür kuramlarına
eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmaktı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu okulun başına
getirilen Theodor Adorno, özellikle
felsefe ve eleştirel sanat sosyolojisi alanlarında önemli yapıtlar verdi;
bunlar arasında şu kitaplarını sayabiliriz: "Diyalektik der Aufklârung" (Aydınlanmanın Diyalektiği) (Horkheimer ile, 1947); "Philosophie der Neuen Musik" (Yeni
Müziğin Felsefesi, 1949); "The
Authoritarian Personality" (Otoriter Kişilik, 1950); "Versuch
Über Wagner' (Wagner Üzerine Araştırma, 1952); "Zur Metakriük der Erkenntnistheorie" (Bilgi Kuramının Metakritiği, 1956); "Negative
Dialektik" (Negatif Diyalektik, 1960); "Aesthetische Theorie" (Estetik Kuramı, 1973); Prismen' (Prizmalar, 1975)
Felsefenin
eleştirel
bir görevi ve işlevi olduğunu savunan Adorno, eleştirel kuramın (kritische
theorie), eyleme yönelik olduğunu öne sürer. Ona göre, kuramın kendisi, kuram
olmanın sınırlarını aşar; kuramın
yöneldiği eylem, yani "Praxis", felsefenin eleştirel içeriğini
ortaya
çıkarır ve ancak bu düzeyde felsefe tümüyle aşılmış olur. Adorno, kuramsal düzeyde
de olsa, felsefenin aşılması için sürekli ve bilinçli
bir çaba harcanması gerektiğini belirtmiştir. Ona göre, varolan felsefenin, toplumun bütünlüğü içinde biçimlenmiş
bir yapı olması yüzünden, aşılması da ancak, toplumun devrimci, bütünsel
dönüşümü ve güncel politik olayların
güdümüyle mümkündür. 20. yy'a karamsar bir bakış açısıyla yaklaşan ve
kendisini hep Kral Lear gibi umutsuz hisseden
Theodor Adorno'nun en çok üstünde durduğu konulardan biri, tekelci kapitalizmin, sanatı ve bunun bir
parçası olarak müziği bir meta haline getirmiş olmasıdır. Bu konuda şöyle der: "Her
sanatsal ilerleme ancak özgür olması halinde yaşamda kalıcı bir
nitelik kazanır. Öte yandan, gündelik
kültür üretiminin niteliği beyliktir. Bu türden kültürler, kültür
endüstrisinin tekeli tarafından teşvik edilir, geliştirilir ve yaygınlaştırılır. Gündelik kültürde her şey kör bir belirlenmişlikle geniş kitlelere ulaşarak onları
kıskacı içine alır.
Çocukluğunda annesinden piyano dersleri alan
ve daha sonraları Viyana'da geçirdiği yıllarda Arnold
Schönberg'in yanında müzik alanında kendisini yetiştiren Adorno, "Otoriter
Kişilik" adlı yapıtında, çağdaş toplumlarda bireylerin antidemokratik, faşist
propagandaya yatkın olmalarının
sosyo-psikolojik nedenleri üzerine yaptığı çalışmaları dile getirmiş ve bu
araştırmasıyla dikkatleri üzerine çekmiştir. Ona göre: "Otoriter
kişilik, çağımızın toplumlarının en belirgin özelliklerinden biridir. Ekonominin sahte
hedeflerinin sonucunda doğan koşullar ortaya tutucu, koyu bir
milliyetçilikle hareket eden ve demokrasiye
karşı karyeni karakterler çıkarmıştır".
1924 yılında Husserl'in
Fenomenolojisi üzerine bir doktora hazırlayan ve çalışmasını 1928 yılında "Kierkegaard'ın
Estetiği" üzerine yaptığı doçentlik
teziyle sürdüren Adorno, daha başlangıçta kendi felsefesi için bazı temel ilkeler benimsemişti. Bu ilkeleri şöyle
sıralayabiliriz: "Felsefenin eleştirel bir işlevinin olduğu
ilkesi", "Eleştirel kuramın eyleme yönelik olduğu ilkesi",
"Kuramsal düzeyde de olsa felsefenin
aşılması için uğraş verme eyleminin sürekli ve bilinçli bir çaba haline dönüştürülmesi
ilkesi", "Bütün yanlıştır ilkesi", "Toplumsal eleştirel
bilincin oluşturulmasının esas olması ilkesi".
Adorno'nun estetik kuramının ilk savı, sanatı
dinamik gerilimi içinde toplumsal-tarihsel
bütünlüğüyle ele almak olmuştur. Ona göre, "Teori, sanattan asla uzak değildir.
Her ikisi de doğrudan ilişki içindedir. Teori de sanat gibi pratiğe yöneldiği zaman öğretici
sonuçlar doğurur." Adorno, "Bir sanat yapıtı,
içinde doğduğu toplumun tüm yapısal özellikleriyle dile getirilmişse ciddi ve
tutarlıdır." demekle birlikle, sanatı yalnızca sınıf bilincinin
geliştirilmesine hizmet eden bağımlı bir alan olmaktan çıkarmaya çalışmıştır.
20. yy sanatına karamsar bir bakış açısıyla yaklaşan Adorno'nun özellikle müzik için
söyledikleri, genel estetik görüşü için de geçerli sayılabilir. Ona göre bir sanat yapıtı içinde doğduğu toplumu,
bildirisi ve yapısal özellikleriyle dile getiriyorsa, tutarlı
sayılmalıdır. Çağdaş müzik de öteki çağdaş
sanatlar gibi, kültür üreticisi ve tüketicisi arasında bir denge oluşturmalıdır.
Katılmanın tek yönlü olduğu bir sanat anlayışı çağdışıdır. Çağımızın sanat yapıtı, kendisini yaratan (sanatçı)
ile algılayan (alımlayan) arasında ortak bir boyut kurmalı, sanatsal
iletişim de bu boyut içinde gelişmelidir.
Çağdaş estetik akımlarından biri olan "Alımlama
Estetiği"nden (Rezeptionsasthetik) farklı bir anlayıştır bu. Bir sanat yapıtının etkinliğine ve onun
alımlanmasına duyduğu ilgi ile "alımlama estetik"i,
"üretim estetik"in (Produktionsâsthetik) ve bu ürünü betimlemeye
dayanan estetiğin geleneksel biçimlerini içerir. Adorno ise, sanat ve topluma
olan ilgisini, ana konu olarak ele aldığı "Estetik
Kuramı"nda, sanatçı ile
tüketici arasındaki ilişkiyi, "alımlama"' alanında
değil de "üretim" alanında araştırmıştır. Çünkü "Alımlama Estetiği", psikolojisi bir estetiktir. Aynı tutumu Walter Benjamin'de
de görürüz. Ona göre de bir şiir okuyucu için, bir resim seyirci için, bir senfoni dinleyici için meydana
getirilmez. Burada sanat yapıtı, onu
kavrayan, onu alımlayan süje ile ilgi dışında tutulmak istenir. Bu da klasik estetiğin temel bir
tutumu olup, güzelin "autonomi"
anlayışından kaynaklanır ve
objektivist bir estetiği dile getirir.
Adorno'ya göre tekelci kapitalizm
döneminde sanat ve bunun bir parçası olarak
müzik, meta haline gelmiştir. Örneğin caz müziği sanattaki metalaşma olgusunun
bir göstergesidir. Oysa sanat belirli siyasal ve didaktik etkiler
yaratmaya çalıştığı taktirde değerini yitirir. Sanat, bağımsız olduğu ve
kaynaklandığı görünürdeki gerçekliği yadsıdığı
ölçüde eleştireldir. Sanat, bilincin oluşumuna etkin bir biçimde katılmalı,
tüketicinin edilgin ve tek yanlı bilincine teslim olmamalıdır. Sanat, kendi estetik yapısı içinde toplumsal
çelişkileri dile getirmeli ve geleneksel anlam örgülerini yeniden
biçimlendirmelidir. Bu bağlamda Arnold Schönberg'in müziği olumlu
bir örnek olarak değerlendirilebilir ona
göre.
Adorno,
"yeni sanat" olgusuna marksist temellerden yola çıkan
bir
yaklaşımı dener. Sanat yapıtı bir menteşe gibidir. Bir yanında dile getirdiği
gerçeklik dilimi (öz, içerik), öteki yanında bu gerçeklik diliminin
dile geliş biçimi (form) vardır. Bu iki yaka birbiriyle uyum kuramaz,
tutarlı bir ilişki ortaya koyamazsa, kapı gıcırdayacaktır. Daha da
kötüsü, çağdaş bir içerik çağdışı bir biçimle verilmek istenirse, kapı
ne açılacak ne de kapanacaktır. Çağdaş biçimi bulamamış bir sanat yapıtı zaten
çağdaş bir içerik de taşıyamaz. Marksist bir toplum ve sanat kuramına yeni açılımlar getirmiş, bu kuramı geliştirmiş olan Adorno'nun
önemli katkısı, sanat yapıtlarını toplumbilimsel (sosyolojik) düşüncelerin
yansıması olmaktan çıkarması, bunları, toplumsal yapıları içlerinde taşıyan nesneler olarak ele almasıdır. Adorno, sanatsal faaliyetin ve eleştirel felsefenin
geliştirilmesinin varolan dar bir siyasal pratiğe bağımlı kılınmasına da karşı
çıkmış, kişisel yaşamında güncel
sosyalist pratiğin dışında kalmıştır. Adorno, toplumun yapısı ile kültürel üretim (üstyapısal üretim) arasında
doğrudan bir yansıtma ilişkisi
kurmuş, böylece kapitalizmin yaşadığımız dönemdeki evresinde (faşizmi
de üreten bir evre) ortaya çıkan kültür ürünlerinde, toplumsal yapının yıkıcı izlerini durmadan saptamış ve bunları eleştirmiştir.
Kitle kültürü alanındaki çalışmalarında vardığı sonuçlar bir hayli kötümserdir. Bu yüzden de Walter Benjamin'in
iyimser modernizmiyle çatışır; bazı
bakımlardan Benjamin'e karşı geleneksel sanatın değerlerini savunur; onun,
günün birtakım sıradan gelişmelerinde gelecek için "büyük
umutlar" okumasına karşı çıkar. Bazı bakımlardan ise
Benjamin'den bile daha radikal bir "modernist "tir.
Adorno'nun felsefesi, "toplumun
eleştirel
kuramı" diye bilinen Frankfurt Okulu
programının sürdürülmesidir. Ama bu kuram Adorno'da, köklü bir
yadsımanın getirdiği kötümser bir hava taşır. Adorno, psikanalizi, eleştirel
bir bakış açısı içinde bütünleştirmiş, acı çekmeyi,
felsefi bir kategori düzeyine yükseltmiş, ve bir "barışıklık" durumunun
özlemini de duymuştur. Aristokrat bir nitelik taşıyan estetiği, kültürel tüketim sanayine (Kulturindustrie)
karşı çıkar ve sanatın, kurulu
düzenle ilişkisini tümüyle keserek, eleştiri, başkaldırma ve karşı çıkma görevini yerine getirmesi gerektiğini
savunur. Adorno, daha ilk
yazılarında tarihsel evrimin ve "doğru"nun araştırılması açısından,
estetik gelişmenin önemini vurgulamıştır (1924). Son zamanlardaki felsefe çalışmalarını ise,
entellektüel akımların freudcu-marksçı kurama dayanan toplumsal-eleştirel
çözümlemesi üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bu çalışmalarında bireyi öne çıkarmış
ve otoriter yaklaşıma karşı çıkmıştır. Adorno'nun "Estetik
Teori" adlı yapıtı onun sanat ve topluma olan ilgisini ana tema
olarak ele almış ve bu ilgiyi üretim alanında araştırmak istemiştir.
Burada, sanat yapıtı alımlayıcı, tüketici açısından değil, üretilme açısından
değerlendirilir; bu bakımdan bu kuram
objektivist bir estetik tavra sahiptir. Örneğin Walter Benjamin'e göre
de, "Bir şiir okuyucu için, bir resim seyirci için, bir senfoni de dinleyici için meydana getirilmez". Sanat yapıtı, onu kavrayan estetik süje açısından değil, estetik obje ve üretim
süreci açısından değerlendirilmelidir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllar içinde Avrupa'da
karşılaştığımız en etkili ve güçlü felsefe ve estetik anlayışlarından biri hiç
kuşkusuz
Adorno, Marcuse ve Habermas'ın öncülük ettikleri, Frankfurt Üniversitesi'nde
kurulduğu için "Frankfurt Okulu" adı verilen eleştirel felsefe ve
estetik anlayışıdır. Uzun süre dünya gençliğinin devrim heyecanlarını
karşılayan marksist kökenli bu anlayış, asıl etkinlik alanını sanat
felsefesinde bulmuştur. Özgün bir sanat anlayışı geliştiren Frankfurt
Okulu'nun en etkili düşünceleri Adorno tarafından temsil edilir.
Bunun için de Frankfurt Okulu'nun objektivist sanat anlayışına değinirken,
doğrudan doğruya Adorno'nun düşüncelerine eğilmek ve bu
düşünceleri kendi sistematiği içinde ana çizgileriyle ortaya koymak
gerekir.
Acaba
Frankfurt Okulu neden sanat felsefesine ilgi duymuştur?
Frankfurt Okulu'nun estetik teoriye ilgi duyması, bu okulun kendisini aynı
zamanda politik ilgiler üzerine düşünmek olarak anlaması yüzünden,
yorumlanması çağdaş felsefede bazı güçlükler gösteren tipik bir örnek
oluşturmasına neden olmuştur. Bu, hiç olmazsa Almanya için böyledir. Bu
anlayışa göre sanat, kentsoylu bireyin sığınağı olarak yorumlanır. Sanatın bir
sığınak olarak anlaşılmasının anlamı, sanatın içinde doğmuş olduğu toplumun
belirlenmesini gerektirir. Söz konusu toplumun ana niteliği onun bir kentsoylu
toplumu olmasıdır. Kentsoylu toplumu ise, Marx'tan beri bilindiği gibi, bozuk bir düzen,
yanlış kurulmuş ve kötü işleyen bir toplumdur.
O halde sanatı, içinde doğmuş olduğu
bu yanlış toplum açısından değerlendirmek gerekir. Kentsoylu toplumu, doğrulardan yoksun, kötü ve
yanlış bir toplum olduğuna
göre, sanatın böyle bir toplum içindeki yeri ne olacaktır? Adorno'ya göre bu
yer, bir sığınak olacaktır. Ama bu sığınak, burjuva toplumunun kötü "şimdi
"si içinde doğruluk (hakikat) olarak var kalan en
son yer diye anlaşılır. Sanatı böyle bir belirleme, sanatın felsefe için
politik bir teori olma işlevini oluşturur. Kentsoylu toplumu sağlıksızdır,
doğruluktan yoksun ve yanlış bir toplumdur. Kentsoylu toplumunun bu niteliği,
onun bir görünüş özelliği değil, ama bir yapı özelliğidir. Böyle bir yapı
içinde yer alan her öğe ve her fenomen bu yapısal çarpıklığa ve yanlışlığa da
katılır. Ancak burada şu sorulabilir: Kentsoylu toplumunda tüm bu yanlışlıklar ve
bozukluklar içinde acaba düzen ve doğruluk açısından bir dayanak
noktası bulunamaz mı? Bütün yanlış olduğuna göre, -bu yanlış
içinde batıp kalmamak için- bu yanlış içinde öyle bir yer aranmalıdır
ki, bu yer yanlışa ilkece bağımlı olmasın ve çevresinin yanlış olmasına
karşın, doğruluk savında bulunabilsin. Yanlışlar dünyasında yer almasına karşın,
yanlışlığa katılmayan, ilkece ona karşı
duran ve doğruluk savıyla ortaya çıkan bir dayanak noktası arayan
Frankfurt Okulu, burjuva toplumu içinde bu yeri bulur. İşte bu yer, sanatın
alanıdır. Sanatta, Adorno ve Marcuse aranan yeri bulurlar. Bu yer, ilkin "yanlış
içinde doğruluk"u kendi içinde
saklar: ikinci olarak, bu yanlışı aşmak olanağına sahiptir; böylece sanat daha iyi bir geleceğin modeli olur.
Acaba içinde yaşanan
toplum neden yanlışın ve bölünmüşlüğün egemen olduğu bir toplumdur. Bu soru, Adorno'ya göre,
ancak marksist bir açıdan yanıtlanabilir.
Adorno'ya göre, toplumun bölünmüşlüğü,
marksist anlamında kentsoylu bireyin kendi üretimine ters düşmesinden
ileri gelir ve bu bir uzlaşmazlığı ifade eder. Bu uzlaşmazlık sürdükçe, toplumda yanlışlık ve bölünmüşlük de sürecektir. Ne var ki insan, bu bölünmüşlüğü de ortadan
kaldırmak gereksinimi duymaktadır. Bölünmüşlüğün ve yanlışlığın ortadan
kaldırıldığı bir toplum, bütünselleşmiş, doğruluğa kavuşmuş bir toplum olur.
Şimdi burada kendiliğinden bir soru doğmaktadır: Böyle bir bütünselleşmenin, böyle bir doğruluğun örneği var mıdır ve
varsa nerede bulunur? Adorno'nun buna
vereceği yanıt çok kısa ve kesindir: Bir örnek vardır ve bu örnek
sanatta bulunur. Bundan ötürü sanat, yanlışlıklar ve bölünmüşlükler ortasında bir sığınma yeridir, bütünselliğin ve doğruluğun ilkesidir. Kentsoylu toplumunun kurtuluşu da
yine bu sanat ilkesinin örnek
alınmasıyla olanak kazanabilir. Sanat, mümkün, gerçek barışın ya da bütünselleşmenin örnek ve
aracıdır. Barış (Bütünleşme),
marksist anlamında kentsoylu bireyin, kendini emeğinin içinde ortaya koyabilmesi ve bu üretim dünyasında
üretimini kendine mal edebilmesi
olarak anlaşılmalıdır. Doğal olarak böyle bir anlayış, toplumla sanat arasındaki ilgiyi yeni bir açıdan
görmeye götürecektir. Bunun için
Platon ve Aristoteles'ten beri gelen "yansıtma" (mimesis) kuramı
ve buna dayalı natüralist anlayışlar yeni bir açıdan değerlendirilmelidir. Tüm bu teori ve anlayışların ortak
noktası, sanatın toplumsal gerçekliği
yansıtması olayıdır. Oysa, şimdi Adorno'nun anlayışı ile birlikte bu görüş temelden sarsılıyor. Çünkü,
toplumsal gerçeklik, yetkinlikten
yoksun, yanlış ve çarpık bir gerçekliktir. Bu durumda, toplumsal gerçekliğin sanat için bir örnek
oluşturamayacağı açıktır. Örnek olma
değeri, toplumda değil, sanatta bulunur. Sanat, artık, toplumsal gerçekliği anlatmayacak, onu yansıtmaya
çalışmayacak, tersine toplum gerçeği
için örnek oluşturacak, ona yol gösterecektir. İşte buradan yansıtma
öğretisinin tersine çevrilmesi olayı doğar. Platon'da sanatın gerçekliği yansıtmasına karşılık, Adorno'da, bu gerçeklik yanlış olduğuna ve toplumsal doğruluğu
içermediğine göre, ancak sanattan
mümkün gerçeklik için ufuk açması istenir. Sanat, toplumsal gerçekliği yansıtmayacak, ama toplum gerçekliğinin
yetkin bir gerçeklik olması, yani
yanlışlıktan ve çarpıklıktan kurtulması için ona kılavuzluk edecektir. Çünkü sanat, kentsoylu sanatının sahip olmadığı bir düzeni ve doğruluğu içerir. Bu düzen ve
doğruluk yönünde sanat, topluma düzen
ve biçim verecektir. Ancak bu nasıl olacaktır? Buradan, "Yanlış olarak belirlenmiş bir
toplumdan, acaba nasıl oluyor da doğruluk çıkabiliyor?" sorusu doğar.
Toplumdaki gerçekliğin yanlışlığı, toplumsal gerçeklikte onu oluşturan
öğelerin bir durumunu ifade eder.
Toplum, öğelerin yanlış bir düzenlenmesinin sonucudur. Buna karşılık, sanat yapıtının ütopik başkalığı, onun
doğruluğu, öğelerinin doğru
düzenlenmiş olduğunu ifade eder. Buna göre, toplumsal gerçeklik ve sanat
yapıtı ontolojik bir karşıtlık içinde bulunurlar. Toplumsal gerçeklik, özellikle burada burjuva toplumu
düşünülmekle, öğelerin yanlış ve
çarpık bir yapılaşmasını gösterdiği halde, sanat yapıtı, öğelerin doğru ve düzenli bir yapılaşmasını gösterir. Bu açıdan bakınca, sanat yapıtı, toplumsal gerçekliğin bir
karşıtı olarak ortaya çıkar. Sanat yapıtı, burjuva yaşamının ilnegation
"udur, yadsınmasıdır. Böylece
sanat, içinde doğmuş olduğu toplumsal gerçekliğe karşı bir protestoda bulunabilir. Burjuva toplumu, artık
kendi "negatiort'unu proletarya biçiminde üretmez, fakat sanat
olarak üretir; kendi kucağında bir "karşı-kültür"ü
meydana getirir. Sanat böyle bir "karşıkültür" olarak içinde doğduğu
burjuva toplumunda belli niteliklerle belirlenmiş ve sınırlanmış bir alan, bir
"getto" oluşturur. Sanatın bu sınırlanmışlığı, onun yanlış ve çarpık
bir burjuva toplum gerçekliği içinde kaybolup gitmemesini sağlar. Çünkü sanat,
doğru ve düzenli bir toplum gerçekliğinin güvencesidir. Sanatın bu
sınırlanmışlığı, burjuva gerçekliği içinde batmış, kaybolmuş olan doğruluğu
kurtarır. Sanat, içinde doğmuş olduğu topluma yönelir ve yanlış gerçekliğe
karşı doğruluğu ifade eder. Sanat, kültürün "getto" alanında devinir
ve ilkece toplumsal eylemden uzak kalır; o, toplumsal gerçekliği değiştiren
bir eylem değildir. Sanat, toplum gerçekliği içinde sınırlı bir bölgede gerçek
değerlere sahip bir örnek alandır. Bu alanda belli bir gerçekliğin ortaya
çıktığını görüyoruz. Toplum bir yandan yanlış bir gerçekliktir, ama öbür yandan
bu yanlış gerçeklik içinde sanat, doğruluğu gösteren sınırlı bir alandır, bir
"getto"dur. Şimdi sanatın toplumla ve doğruluğun yanlışla ilgisi ne
olacaktır? Şimdi burjuva toplumu yanlış ise, o zaman toplumdaki bu yanlışlığı
aşabilmek için, ilkece bunun dışında bulunan bir etken aranmalıdır. Bu etkenin
de sanatta verilmiş olması gerekir. Bu, sanatın toplumsal yanlışa boyun
eğmemesi anlamına da gelir. Ancak tartışmasız sanat, toplum içinde doğar. Ne
var ki, akıl, toplumsal baskıyı sürdürdüğü halde, sanat yapıtı, baskıya
dayanmayan bir toplumsal düzen ufkunu açmak ve onu açık tutmak gereğindedir.
Ancak, sanatın yanlış toplum gerçeğine yeni ufuk açması, doğrudan doğruya bir
eylem ile topluma müdahale anlamına gelmez. Çünkü, Adorno'ya göre, sanatın
varlık alanı toplumsal gerçekliğin tümüyle dışındadır. Adorno, sanat yapıtını,
toplumsal gerçekliğin dışında bulunan başka bir şey olarak belirler. Bununla
da, sanatın toplum gerçeğine doğrudan müdahalesi engellenmiş olur. Bu anlayış,
Adorno'ya model düşüncesini sanatla örnekleme olanağını verir. Sanat yapıtı,
mümkün uzlaşımların modelidir.
Sanatın toplumsal gerçekliğin üstünde
bulunmasının nedeni, sanatın gerçeklik dışı, yani bir görünüş olmasında temellenir.
Toplum bir gerçeklik olarak, çarpıklığı, yanlışlığı içerir. Çünkü, onda emek
ile ürün arasında bir çelişme, bir karşıtlık, bir uzlaşmazlık söz konusudur.
Oysa, sanat bir "görünüş" olarak bu karşıtlıktan, bu ikilikten
uzaktır. Buna göre, sanat ve toplum bir ikiliği (düalizmi) gösterir. Toplumsal
gerçeklik ve sanatın bir "görünüş" olması ikiliği, Adorno'da sanat
yapıtının temel belirlenimi olur. Sanat yapıtı, "görünüş" olarak meydana
geliş koşullarını aşmalıdır ve toplumsal yanlıştan kaçabilmelidir. Böylece de
sanat yapıtı, uzlaşmaz toplumsal gerçeklik için bir uzlaşım ufku olur.
Adorno'da sanat yapıtı, estetik obje, gerçeklik koşullarının ve kategorilerin
dışında bir "örnek" (model) görünüş varlığıdır. Ama bu
"görünüş", bir çelişki gibi görünse bile, doğruluğa sahiptir, gerçekliğin
sahip olmadığı bir doğruluğa.
Lukâcs felsefesinin Frankfurt Okulu
üyelerini iki farklı yönde etkilediğini biliyoruz: "Modern" sanata
yaklaşım ve estetik/kültür bağlamındaki çoğulluğu kavrama. Hegel ve Lukâcs
çizgisini izleyen bu okul şu ana temayı benimsemiş görünmektedir: İnsanlar
doğanın baskısından kurtulmak için, en az birincisi kadar baskıcı olan bir
"ikinci doğa"yı yaratmışlardır. Toplumsal kurumlardan ve
denetlenemeyen teknolojiden oluşan bu ikinci doğa, insanın kendi içindeki
"doğa"yı yok etmesinin bedelidir.
İşte bu durumda
Hegel'in "Belirlenmiş
olumsuzlama" dediği koşul gerçekleşmiş ve "belli bir düşünce, yadsıdığı, olumsuzladığı, aştığı
düşünceler tarafından belirlenmiştir". Adorno'nun, "Dialektik der Aufklarung"
(Aydınlanmanın Diyalektiği)'da dile getirmek istediği de budur. Ona göre,
Aydınlanma, bilimsel düşünce ve teknolojik gelişme, insanın özgürleşmesinin
önkoşullarını yaratmış, ama bunu yaparken yeni bir tutsaklığa da yol açmıştır.
Çünkü toplumsal özgürlüğe giden yolda araçların mutlaklaştırılması, amaçların
unutulmasına ve tersine, dönmesine neden olabilir. İşte bu bakımdan
"olumsuz dialektik" bir tavır almalı, körlük ve tutsaklığa karşı bu
tavır sayesinde düşünceye bir direnme gücü sağlamalıdır. Oysa günümüzde,
yukarıda da değinildiği gibi, liberal demokratik rejimler, Adorno'ya göre,
totaliter rejimlere ve faşizme zemin hazırlamışlardır. Çünkü totaliterlik, her
şeyin kavramsallaşmasında, bütün evreni açıklayan ve içeren kavramsal
sistemlerin kurulmasında ifadesini bulmaktadır. "Olumsuz diyalektiğin" görevi,
felsefeyi kendine karşı kullanmak, nesnel gerçekliği kilitleyen kavramsal
kabuğu gene kavramların yardımıyla çatlatmaktır.
İşte bu amaca bir yaklaşım olmak üzere
Adorno, sanatı eleştirel bir gözle çözümlemeye girişmiş, kendi sanat kuramında,
klasik yazından çağdaş yazına geçişte su yüzüne çıkan değişim yasalarını ele
almış, giderek bunalımlı bir kimliğe sahip muhalif kentsoylu kesitinin ortaya
çıkardığı sanatsal biçimlerin ve içinde yapıp ettiği, oluştuğu karamsar iç
dünyanın hangi toplumsal dönüşüm süreçlerinin karşılığı olduğunu araştırmıştır.
Böylece Adorno, kentli sınıfın bağrında, 20. yy'la birlikte, sanatçıyla toplum
arasındaki iletişim sözleşmesinin bozulduğunu, bu yararlı bilincin uzlaşmaya
yanaşmadığını, çünkü temelde ne denli olumsuzlayıcı, hatta nihilist
bir çıkış yaparsa yapsın, sanatçının hâlâ egemen güçlerce kendisinden
istenmeyen bir sözü, bir "promesse de bonheur" (mutluluk
vaadi) yerine getirdiğini öne sürmüştür. İşte bu nedenle ona göre "teknik
ussallığın" (technische Rationalitât) yerini "estetik
ussallık" (âsthetische Rationalitât) almalıdır ve bunu da ancak sanat
başarır.
Frankfurt
Okulu'nun kültür/estetik odaklı üretimini gerçekten de Lukâcs'ınkinden
temel bir noktada ayıran özelliği, bu anlayışın çağımızın
karmaşık evrim çizgisini bir konu çeşitliliği üzerinde sınamaya yönelmiş olmasından
kaynaklanır. Gerçekten de Lukâcs'ın "roman sanatı" çevresinde
odaklasan düşünsel konumunun karşısında, Frankfurt Okulu üyeleri,
radyo-tv'den kitle kültürüne, siyasal dilden cinsellik ve reklama değin bütün sanat türlerine el atmışlar, böylece pek çok
çağdaş kültür olgusunu kuşatmışlardır. Örneğin, Adorno, müzik, şiir, sinema gibi sanat dallarının pek çoğu ile
ilgilenmiş, 20. yy sanatlarına olumsuz
bir tavırla yaklaşmıştır. Tıpkı Hegel'de karşılaştığımız "sanatın
ölümü" gibi bir anlayışa Adorno da sahiptir: ona göre 20. yy sanatı
ölü doğmaya yargılı, özünde yıkıcı bir sanattır. Kurumlara dayalı bir
toplumsal yapıdan sanatsal yaratıcılığı çıkarmaya çalışarak, aslında tam olarak
"kuramsallaştırılamayan bir sanat kuramı", "dizgeleştirilemeyen bir sanat dizgesi" oluşturmayı denemiştir (Anti-sanat ya da Anti-kültür).
Ona göre
bir sanat yapıtını ele alan toplumbilimsel bir yöntem, yapıtın içinden çıktığı
toplumu eğer, bildirisi ve yapısal özellikleriyle ele veriyorsa tutarlıdır.
Örnekle Beethoven'in verimlerinde, devrimci burjuvazinin toplumsal velayetten
sıyrılıp özerkleşmiş bir örneği yansır; bu
nedenle de onun ilkel gerçekçiliği toplumla müzik arasında patlamıştır.
Beethoven müziğindeki mimari, kategoriler döneminin toplumsal kategorilerinin
bir karşılığıdır; sözgelimi, onun müziksel söyleminde içkin olan dinamizm ile liberal burjuva hareketi arasındaki akrabalık
belirgindir. Aynı zamanda Beethoven'in müziğindeki çeşitleme öğesi işgücünün karşılığıdır da. Öte yandan
Beethoven'daki nakaratlı biçem, her başkaldırının baskı tarafından
ezileceğini belirten bir yönlenme olur. En
soylu müzik girişimi bile amaçladığı özgürlüğe giderken yolu tıkanacaktır. Görüleceği gibi Adorno'nun müziğe yaklaşımı oldukça ussaldır; sanatla toplum
arasındaki diyalektik ilişki, müziğin konu edinildiği bir estetikte ilk
kez vurgulanmış, önemli ölçütler ortaya konulmuş, kuramsal bir dizgeleştirme
sağlanmaya çalışılmıştır. Adorno'da başat olan araştırma yöntemi,
algılama/yaratma toplumbiliminin temel
yöntemleriyle, üretim/dağıtım/tüketim toplumbiliminin temel yöntemlerinin bir
ve aynı potada değerlendirilmesidir; doğaldır
ki bu durum da doğrulukları denetlenemeyen ve sınanamayan toptancı ölçütleri öne çıkarmaktadır.
Adorno'nun
müzik
kuramına baktığımızda onun, katışıksız, arı bir müziğin varlığını düşünmediğini görüyoruz. 20.
yy müziğinde o, tekelci kapitalizmin
yedeğinde gelişen iki kutuplu bir gelişme görmüş, yorumlarını bu kaynaktan
çıkarmıştır. Ona göre çağdaş müzik, uzlaşmacı ve olumsuzlayıcı
temsiller aracılığıyla biçimlenmiştir;, bir yanda Arnold Schoenberg (1874-1951) ve onun Atonal müziği, öte yanda R.
Strauss (1864-1949), İ. Stravinski (1882-1971) ve "yararlı" müzik bulunmaktadır. Adorno'ya göre Stravinski'nin
tüm verimleri gericidir; çünkü o,
çağdaş toplumun çelişkilerini ve giderek büyüyen yabancılaşmayı göz ardı
etmiş, burjuvazi-öncesi (yeni klasikçi) sanatsal biçimlere başvurarak diyalektik gelişime bütünüyle ters düşen bir çizgide
faşizmin isteklerine hizmet etmiştir: "Stravinski, faşistler tarafından yıkıcılıkla suçlanmış olabilir; ama
ister bilsinler, ister bilmesinler,
onun müziği kendi ideolojilerini ifade etmiştir". Stravinski'ye karşı hırçın, acımasız olan Adorno, Richard Strauss'u eleştirirken daha soğukkanlıdır. Ernst Bloch (1885-1977)'dan da
aldığı destekle Adorno, Strauss'da tümüyle olumsuzlamaya ters düşen bir müzik
dili bulur. Ona göre Strauss,
burjuvazinin son anlamlı bestecisidir belki de, ama eleştirel gücünü tümden yitirmiş bir dil kurmuştur.
Stravinski
ve Hindemith'i (1895-1963) çözümlerken, müzik estetiğinin
ve çağdaş müzik sorunlarının başta gelen özelliklerini serimleyen
Adorno, öncelikle Stravinski'nin bestelerinin üzerinde yorum
tekeli kurmasına, kendi beğenisini buyurgan bir biçimde bestesini seslendirenlere ve
dinleyenlere koşullandırıcı bir ölçüt içinde dayatmasına
karşı çıkar. Adorno'ya göre çağdaş müzik, tıpkı öteki çağdaş sanatlar gibi, 20.
yy'a gelinceye dek sanatçıya mal edilmiş "prcais", artık
alımlayıcıyla sanatçı arasında paylaştıran bir denge oluşturmalıdır. Başka
deyişle "katılmanın" tek yanlı gerçekleştiği, tek özneye dayandığı bir sanat anlayışını çağdışı bulur
Adorno. Çağımızın
sanat yapıtı, onu yaratanla alımlayan arasında ortak bir uzam kurmalı
ve sanatsal iletişim de bu uzamın içinde ya da üzerinde gerçekleşmelidir.
Adorno, "Estetik
Kuramı"nda, "Yeni Sanat" olgusuna belli
marksçı temellerden yola çıkan bir yaklaşımı benimsemiştir. Sanat
olgusunu, mallaşma ve şeyleşme kategorileriyle yorumlarken, "günümüzde yalnızca
eski biçimler değil, eski konular da ölmüştür" ilkesinden
yola çıkar. Tıpkı Walter Benjamin
gibi Adorno da, çağdaş biçimini bulamamış bir sanat yapıtının
çağdaş bir içerik de getiremeyeceğini savunmuştur. Kafka'yla ilgili olarak şunları söyler: "'Kafka'nın
yapıtının güçlülüğü gerçeğin bu olumsuzlanmış duygusundandır. Bu saçmalıkta imgesel, düşlemsel olarak görünen, her şeyin
nasıl olduğudur. Algılanan dünyayı ayraca alarak yeni sanat düşlemsel, imgesel olmaktan çıkar". Baudelaire'in şiir dünyasını yorumlarken de şunları söyler: "Yeni olan
modelini izleyip fetişleşiyorsa, onu dıştan ve fetişleştiği için
değil, bizzat şeyin içinde eleştirmek gerekir
(...) Baudelaire, şeyleşmeye şiddetle karşı çıkmaz gerçi, ama ona öykünmez
de." Tek boyutlu
eleştiriden uzak duran Adorno, "anlam"ın
ve "anlamsızlığın" sorgulanmasını
yapan Samuel Beckett için
de şunları söyler: "Oyunları
anlamdan yoksun -öyle olsaydı hiçbir önemleri kalmazdı-
oldukları için saçma değildirler, tersine anlamı sorguladıkları,
irdeledikleri, anlamın öyküsünü geliştirdikleri için önemlidirler. Tıpkı
olumlu bir hiçlik saplantısının egemen olduğu yapıtında, aynı zamanda, bir
bakıma hak edilmiş bir saçmalık saplantısının da bulunduğu gibi. Doğaldır ki,
bundan olumlu bir anlam olarak söz edilemez".
Adorno'ya göre, "Sanat, zedelenmiş bir mutluluğun taşıdığı
vaattir"; çünkü, "Tinsel, kültürel olgular ve
sanat yapıtları bütünüyle maddi gerçekliğe indirgenemez, onların
göreli bir özerklikleri vardır. Sanat yapıtı özellikle içinden çıktığı
toplumun bütün çelişkilerini taşır; bu çelişkileri aşamaz., ama aşma ya da
değiştirme, dönüştürme potansiyelinin bekçiliği yapar." Adorno, sanatsal verimin ve
sanat tarihinin yasalarını toplumsal verilerden üretmeye çalışmıştır. Bunun
için de başta sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, felsefe olmak üzere çağın önemli toplumsal ve siyasal sorunlarını
anlamak amacıyla disiplinler arası bir yaklaşımı benimsemiş ve
uygulamıştır. Ona göre "sanat, çağın duyarlılığı için bir meydan
okumadır". Antimetafizik tutumuyla Adorno, Mutlak Hakikat'in
varlığına inanmaz. Doğru, varolanın
olumsuzlanması ile ortaya çıkar; çünkü doğruluk, varlık ile düşünce arasındaki savaşım sürecinde oluşur. Bu
bağlamda diyalektik de negatif bir
süreç içinde yol alır. Ona göre felsefenin görevi, nesneyi özneye,
insanı topluma, doğayı insana karşı korumaktır. Çünkü insanın doğaya egemen olması, ilerleme değildir;
teknolojinin mistifikasyonu ile gelişme, gerilemeye dönüşmüştür. İnsanların
bilinçleri real toplum sistemlerinin mantığı ile belirlendiği için, egemen
kültür endüstrisi tek tek bireyleri
kuşatmış durumdadır. Sistem ancak toplumsal enerjinin açığa çıkması için izin verir. Bireylerin tüm bilinç alanı
düzenlenmiş ve denetlenmiştir.
Şeyler üzerindeki egemenlik giderek insanlar üzerinde egemenliğe dönüşür;
mekanik bir dünyadan kaçmak isteyen
insan, yine mekanik bir dünyaya saplanıp kalır. Bütün bu olumsuzluklara ancak sanatla karşı çıkılabilir. Ne
var ki bir sığınak olarak sanatın
çağımızda başarı şansı da kuşkuludur Adorno'ya göre.