...*
Birlikte çıktık dışarıya. O, Beyazıt Postanesi’ne gitmek
üzere ayrıldı yanımdan. Arabaları kollayarak karşıya geçtim. Nuruosmaniye’ye
doğru yürümeye başladım. Aaa, ne arıyorlar burada? Orhan Kemal’le Edip
Cansever Atasaray’ın kapısında konuşuyorlar. Orhan Kemal, May Yayınları’ndan
çıkarken Edip’le karşılaşmış gibi sanki. Edip dışarda, Orhan Kemal hanın içinde
duruyor. Beni görünce önce birbirlerine baktılar, sonra güldüler. “Al işte,” dedi
Orhan Kemal, Edip Cansever’e, “Bir öke daha geldi, nerededir diye soruyordun
demin. Söyleyeyim mi onun için söylediklerini?”
“Ya senin
söylediklerin?” dedi Edip.
"ikinizin
de ne söyleyeceğini biliyorum,” dedim, Orhan Kemal’e baktım doğrudan doğruya. “Ayıp
değil mi lan, niye sahneye çıktın?”
,“Ne
olmuş?” dedi. “Maçanı sıkıp sen de çıksana. Sanatkâr dediğin komple olmalı.”
“Moliere
gibi desene. Nasıl oldu peki?”
“O rolü
oynayacak aktör Kadıköy’de oturuyordu. Lodostan gelemedi, beni çıkardılar
sahneye. Fene da oynamadım.” Gözleri sirke bidonuna takıldı. “Bu ne lan böyle?
Şu kıyafetine bak Edip, hiç yazar hali var mı?”
Edip
Cansever beyaz ve ipiri dişlerini göstere göstere güldü.
“Ne var
lan o bidonda? Gaz mı?” dedi Orhan Kemal.
“Sirke,”
dedim.
“Sirke
mi? Edip şu zevksizliğe bak. Hadi lan açsana ağzını tam senlik malzeme,” dedi
Orhan Kemal Edip’i dirseğiyle kışkırtırcasına dürttü.
“At
şunu!” dedi Edip Cansever, elimden almak istedi bidonu.
“Doğru
dur, başlarım istavrozundan!”
iğrenir
gibi buruşturdu yüzünü, “Ne olacak, Yenikapı serserisi!” dedi.
“Yenikapılı
olmakla iftihar ediyorum, Yenikapı’dan şimdiye kadar iki meşhur çıktı. Biri
ben, biri Şükran özer.”
Edip
koluma girdi. “Formunda bu akşam bu. Bir yere gidelim, bir kahve falan yok mu
buralarda?” dedi.
“Et
lokantasının karşısında temiz ve aydınlık bir kahve var. O kadar aydınlık ki
sen sütle bira içebilirsin,” dedim.
Kolumu
çimdirdi Edip.
“Yapma
lan leblebici, çürüteceksin!” dedim.
“Sütle
bira ne oluyor, onun hesabını ver bakalım!” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e.
“Hiç,
saçmalıyor!” dedi Edip Cansever.
“işine
gelmiyor değil mi? Bak dinle,” dedim Orhan Kemal’e. “Bu dâhi var ya, toplumsal
şiirden bireyci şiire geçtiği sıralarda şiirini değiştirdi diye nerdeyse deri
de değişecekti. Her şeyi değiştirmek, herkesi şaşırtmak istiyordu. Sözgelimi,
reçelle salata yemek gibi. Bir gün Beyoğlu’nda bir meyhaneye gittik.
Degüstasyon muydu, yoksa başka bir yer mi, iyice hatırlamıyorum. Bu, ne
içeceğimizi soran garsona, sütle bira getirir misiniz, dedi. Ben delirmiş mi diye
yüzüne baktım. Oralı olmadı. Garson da oralı olmadı ve sütle
birayı getirmedi.”
‘‘öyle mi
lan öke?” dedi Orhan Kemal, eğilip alttan yüzüne baktı.
“Hatırlamıyorum,
önemli değil benim için böyle şeyler,” dedi Edip, göğsünü
şişirdi. Sonra birden, “Doğru, sütü ona birayı
kendime söyledim,” diye ekledi.
Orhan
Kemal attığı kahkahayla ortalığı çınlattı, “Bu güzel kaçtı işte. Ulan buyruk, geneyuttun zokayı!” dedi.
“Zekâ
tabii... Zekâ evrenimin milyonlarca kıvılcımının en
küçüğünü ve en cılızını kullandım. Bu ona
yeter!” dedi Edip, Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Ne demiş
Voltaire: ‘‘Alay zekânın en tabii hakkıdır. zeki adam alay
eder,” dedi Orhan Kemal.
“Bu
zekânın küçük bir kısmını da şiirin için kullansan iyi olur,” dedim.
“Tamam! ”
dedi Orhan Kemal, ellerini vurdu birbirine bir çocuk gibi,
“İşler kızışıyor!” Edip Cansever’in ensesini sıktı iki parmağıyla, Edip
omuzlarını büzdü, eğildi!
Ne zaman
bir araya gelsek yaptığımız bu şakaları tekrarlardık. Edip’i zayıf ve solgun
gördüm. O pembe beyaz ve diri yüzü gerginliğini yitirmiş, sarkmıştı. “Şu surata
bak, gebereceksin ulan,” dedim. “Aldırma,” der gibi güldü ama kendinde bir
şeyin aksadığını yüzüne karşı söylediler mi o anda karşılık verip durumu
açıklamasa da, söylenenler kuşku içinde tutan ve tedirgin eden bir gerçeği
belirtmişse, o sözler varlığına akar ve yaralardı onu. “Gözlerinin altındaki
torbalarda rakı mı biriktiriyorsun, ilerde parasız kaldığın zaman içmek için,”
dedim. Gülümsedi, “Dün bir büyük şişe rakı içtim,” dedi.
“Bir
büyük şişe rakı mı? Aferin sana, aferin! Çık kolumdan!” dedim. Daha sıkı tuttu
kolumu. “Bir sürü obur var yeryüzünde. Sen de alkolobursun. Doymayacaksın hiç.
Her şeyin alkolden olmalıydı senin. Elbiselerin, gözlerin, beynin. Hatta uykun.
Alkolden bir uykunun içinde mırıldanırdın şiirlerini.”
“Sen dinliyor musun? Ben dinlemiyorum, ne kadar saçma sapan
şeyler.” dedi Orhan Kemal’e bakarak.
“İmam
formunda!” dedi Orhan Kemal, beni çenesiyle göstererek. Ayakkabılarımı
beğenmez, elbiselerimi, paltomu beğenmezdi ve çoğu zaman sakallı gezdiğim,
saçlarımı da ta enseme kadar “Yeşil Hoca” gibi uzattığım için “imam” derdi.
Bidona baktı. Ciddi ciddi. “Vücudun sirkeye ihtiyacı var. Damar tıkanıklığını
önler. Herkes de sirke zararlı, limon iyi diye limana ilgi gösteriyor.”
“Eh
Edip’çim, görüyor musun Bay Üstat Orhan Kemal’i, ihtiyarlık şarkılarına
başladı,” dedim.
“Sen de
geleceksin oğlum benim yaşıma, hep böyle parlak kalacak değilsin ya. Zaten
saçların boku yedi, bembeyaz. Benim yaşıma geldiğin zaman bakalım benim kadar
dinç olacak mısın? Var mısın Divanyolu’na doğru bir yarış edelim."
"Varım!”
dedim mahsustan. “Edip, gözkulak ol sirke bidonuna da ihtiyarın ifadesini alayım.”
Hazırlandı
gerçekten de, “Beni geçersen bu akşamki içki paraları
benden,” dedi.
"Sen
geçersin beni,” dedim.
"Karanfilin
sıkmadı değil mi?” dedi.
"Sıkmaz
tabii. Sen eski
futbolcusun ve sen Yüksekkaldırım Yokuşu’nu bir
solukta çıkmış adamsın,” dedim.
"
Hakikaten be, ulan bizde de ne kafa varmış. Edip, dinle... Bir akşam çekmişiz
kafaları, Karaköy’deyiz. Bu, Arap, ben,üçümü,Var
mısınız dedim bunlara Yüksekkaldırım’ı koşarak çıkmaya. Varız dediler...
Koştuk. Ben en önde. Benim çok gerimde Arap, en arkada da bu. Sarhoşluk işte.
İnsanın kalbi o anda duruverir.”
“Sende
bir şey var,” dedi Edip. “Bazı şeyleri ispat etmek istiyorsun. Hiç gereği yok.”
"Kes
lan!" dedi Orhan Kemal, elini Edip’in burnuna doğru salladı.
"Bunun
koşusunu görmek isterdim,” dedi Edip, bana baktı. “Tombul tombul!”
“Sen de
iyi boks bilirsin, değil mi?” dedim Edip’e gülerek ve Orhan Kemal’e göz
kırparak.
“Bilirim
tabii, ne sandın!”
“Dâhi, o
zamanlar dâhi değil tabii, çıtkırıldım bir muhallebi çocuğu. Kadıköy’de
şoförler bunu kıstırmışlar bir köşeye. Ama aslan bir nara atmış ve teker teker
hepsini birer yumrukta yere yıkmış,” dedim.
“Sus be,
amma da geveze olmuşsun ben görmeyeli. Şuna bir şeyler söylesene Orhan Kemal.”
“Ben
halimden memnunum. Yiyin birbirinizi!” dedi Orhan Kemal gülerek.
Edip’in
gözleri sirke bidonuna ilişti. “Ben de sirkeyi çok severim.” dedi, “siyah
mercimek çorbası pişirttim dün sabah. Bol sirke döktüm, ohhh, ayılıverdim
birden ve gördüm. ” “Neyi, Beyazıt Kulesi’ni mi?”
“Şiirin
gizlendiği yeri,” dedi Edip ciddi ciddi.
“Kes!”
dedi Orhan Kemal. “İstediğin kadar uğraş, yutturamazsın kendini bize şair diye.”
“Ne o?”
dedim, “Mehmet Fuat, Yıllığında senin adından hiç söz etmiyor.”
“Kızdım,”
dedi. “Yılın en iyi şiirî olarak Ülkü Tamer’ in şiirini seçmiş. Oysa benim ‘Yengeç’
şiirini okudun sen. Kendisi de dilden dile dolaşan şiir diye tanıttı. Tutumunu
bir türlü anlayamadım. Mektup yazdım dergiyi bundan böyle eve göndermesi için.”
“Boşver,
küçük şeyler bunlar, ” dedi Orhan Kemal. “Küçük ama üzücü, daha doğrusu küçük değil,”
dedi Edip Cansever.
Kahve
sıcak ve tenhaydı; daha girer girmez bir ılıklık sardı her yanımı. Aydınlığın
vurduğu ön masalardan birine oturduk. Ben gazoz söyledim. Orhan Kemal de gazoz
söyledi. “Bana bir çay getirin,” dedi Edip Cansever. Yorgun ve dalgındı.
Dalgınlığında, içini oyan sıkıntıyı gördüm.
“Her
zaman burda mısınız?” dedi.
“Ben
hemen hemen her gün geliyorum, dedi Orhan Kemal. “Ama bu seyrek geliyor.”
Çenesiyle beni gösterdi ve bu gösterişte bir sitem, tatlı
bir öfke gizliydi.
“Tam
Adana kebap havası. Ama aksilik, saat beşte bir sözüm var,” dedi Edip Cansever;
saatine bakmak için eğdi başını, sonra gözlerini bana dikti.
“
‘Değerli şair’ diye yazmışsın kitabına.”
“Ya ne
yazacaktım?” dedim. “ ‘Büyük şair’ mi?”
“
‘Büyükşair’ tabii,” dedi, gülümsedi.
“Onu da
yazmayacaktım ama dua et eski arkadaşız, bu kadar yemiş içmişliğimiz var.”
Kolumu
sıktı, güçlükle kurtardım ve kolumdaki acıdan bir süre sıyrılamadım.
“Oğlum
Buyruk,” dedi Orhan Kemal,"Sende de hiç kafa yok be. ‘Değerli şair’ diye
yazılır mı? Şairlerin Allahı Edip Cansever’e diye yazacaktın, ya da öke şair
Edip Cansever’e.” Edip güldü ve “Vazifeniz,” dedi. “Doğrusu bu.”
“Ya!”
dedi Orhan Kemal, “Gördün mü yediğimiz haltı. Allah dedik diye ister misin
oğlan bu lafa inansın da kendini öyle sanmaya başlasın.”
“Sanmıyorum,
öyleyim Bay Orhan Kemal,” dedi Edip, tekrar saatine baktı, “Çok
iyi olurdu Adana Kebab evi’ne gidip bir iki kadeh
atsaydık.”
“Mademki
söz vermişsin, sözünü tut. Söz vermek, şey vermeye benzemez,” dedim.
“Sus ulan
Yenikapı serserisi, duyacaklar,” dedi; utancın kızarttığı bir yüzle baktı
çevreye, dinleyen var mı yok mu diye ve enseme vuracakmış gibi yumruğunu
kaldırdı. Eğildim, yanağından öptüm. “Sende iş yok. Artık eskisi gibi sevmiyorsun
beni,” dedim. “Niye aramıyorsun lan?”
“Sen niye
aramıyorsun LANNNN!” dedi beni taklit ederek.
“Birkaç
kere aradım. Edip şimdi çıktı, Edip yemeğe gitti, Edip bugün gelmedi, Edip
bilmem ne... Eeee, sizin Edip’ inize de dedim, aramadım”.,
“
Anlatsana şu aktörlüğünü,” dedi Orhan Kemal’e. “Karıyla gittik tiyatroya. Demin
anlattım ya lan, ne oluyor, matrak mı geçiyorsunuz?” dedi Orhan Kemal, Edip’le beni süzdü, sanki gizli bir anlaşma yapmışız da o anlaşma
gereğince hareket ediyormuşuz gibi. Ama Edip’in tek başına hareket ettiğini,
bir oyun peşinde olmadığımızı anladı, “Lodostan aktör gelemedi. Kadıköy’de
oturuyor. Beş dakika var oyunun başlamasına. Ulvi Uraz dört dönüyor ortalıkta;
sıkıntıdan çatlayacak, ‘Ne yapacağız Orancım işler kötü, gelemeyecek galiba
bu adam; dedi. ‘Sen oynaşana’ dedim. ‘Güzel söylersin, Orancım, ama ben
oynarsam seyirci alışacak, sonra her akşam beni görmek isteyecek karşısında.
Tiyatronun da bu numarası var. Sen oynaşana. Piyesin yazarısın. Daha iyi
bilirsin. Rol de pek ağır bir rol değil’ dedi. Ulan oynayabilir miyim? İşin
içinde madara olmak da var. ‘Oynarım be,’ dedim, iki kadeh atmıştım zaten,
kafam da kıyaktı. ‘Peki,’ dedim, ‘madem iş başa düştü, oynayalım.’ Hemen makyaj
odasına girdim, gazetelerde gördüğünüz o takma bıyığı taktım, kulağımın arkasına
da kırmızı karanfili iliştirdim, boyacı sandığını omuzladığım gibi fırladım
sahneye. Kimse tanıyamadı beni. Orhan Kemal kim? Hiç, Yalova Kaymakamı...
Islıklamadıklarına göre fena oynamamışım demek ki...”
“Zor,”
dedi Edip Cansever. “Ben oynayamam!” Ayağa kalktı.
“Tabii
oynayamazsın, mangal gibi yürek ister,” dedi Orhan Kemal.
“O kumda
çelik oynar,” dedim Orhan Kemal’e.
“Eyvallah,”
dedi Edip.
“Yarın
uğra ha, ben sabahtan burdayım,” dedi Orhan Kemal.
“Bir
yerde sızmazsam uğrarım” dedi Edip Cansever ve gitti.
Edip
Cansever gittikten beş dakika sonra Talat geldi.
“
Adana’da iki tane atalım mı, Buyruk?” dedi Orhan Kemal.
“Atalım
ama bu meretleri ne yapacağız?” dedim, şemsiyeyi, sirke bidonunu gösterdim.
“Al yanına, burada bırakamazsın ya,” dedi.
Kalktık. Bir dolmuşa atladık. Sabah ve akşam İkbal Kahvesi’nin önünden geçerken gözlerini
bana diken Laz suratlı, Laz burunlu ve Laz gözlü, büyük kalçalı, büyük göğüslü
kız, şoförün yanında oturuyordu. Ve ben konuştukça kulak kabartıyordu. Talat,
kızla uzaktan uzağa süren ve aradaki uzaklığın ne zaman kaldırılacağı
bilinmeyen bu ilişkimizin farkındaydı. Hem ben söylemiştim, hem de kendi gözleriyle
tanık olmuştu. Kızın ağzını sulandırmak için, “Ne var o bidonda?” dedi.
“Sirke!” dedim.
Kız önce gülümsedi, sonra başım çevirip “sirke” diyenin ben
olduğumu görünce ters ters baktı, suratını astı, Sultanahmet’te indi, kapıyı
drang diye vurarak uzaklaştı.
“Oha!” diye bağırdı şoför arkasından.
Başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldum, omuzundan tuttum,
“Ne yapıyorsunuz? Bir kadının arkasından böyle bağırılır mı?” dedim.
“Ama beyefendi, kapıyı nasıl kapadığını gördünüz,” dedi şoför.
“Gördüm. Bir şeye kızdı herhalde. Kim bilir... İnsan kafası
binlerce meseleyle dolu.”
“Kapıyıyavaş kapamayıp vurdular mı anama avradıma sövülmüş gibi
içerliyorum” dedi şoför.
"Zor iş,” dedi Orhan
Kemal.
*Not: 04.01.1968 başlıklı günlükten bir bölüm aktarılmıştır.