Çağdaşlarımızın pek
çoğu tarafından bildirilen bu duruma ne ad vereceğiz; uzaklaşma, istifini
bozmama, yabancılaşma, duygulardan geri çekilme, aldırmazlık, kuralsızlık,
kendine yabancılaşma? Bu terimlerden her biri, söz ettiğim durumun -erkeklerin
ve kadınların kendi aralarında, veya kendileriyle bir zamanlar aşklarını ve
iradelerini harekete geçiren nesneler arasında bir uzaklık hissetmeleri
durumunun bir bölümünü açıklar. Bunun kaynaklarının ne olduğu konusunu şimdilik
açık bırakmak istiyorum. Kısıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık” terimini
kullanıyorsam, kelime anlamı tanımlamak istediğime en yakın olduğundandır;
“hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan eksikliği, umursamazlık”.
Kayıtsızlık ve şizoid dünya birbirilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele
giderler.
Kayıtsızlık, aşk ve
iradeyle yakından ilişkili olduğu için özellikle önemlidir. Nefret aşkın zıttı
değildir; kayıtsızlık aşkın zıttıdır. İradenin zıttı, William James’in dediği
gibi, karar vermek için harcanan çabanın mücadelesini simgeleyen kararsızlık
değil, önemli olaylara ilgisiz kalmış, onlardan ayrı durmuş, onlarla ilişki
kurmamış olmaktır. Bu durumda irade sorunu hiç baş göstermeyecektir. Aşk ve
irade arasındaki karşılıklı ilişki, her ikisi de, bir yerlere ulaşma, dünyaya
yönelme, bu cansız dünyada diğerlerini etkileme ve kendini onlardan etkilenmeye
açma arayışında olma; dünyayı kendi isteklerine uygun hale getirme, biçimlendirme,
dünyayla ilişki kurma ya da dünyanın kendisiyle ilişki kurmasını talep etme
sürecinde olan kişiyi tanımladıkları için zorunludur. Bu nedenle aşk ve irade,
tüm bildik demirleme noktalarının yok olup gittiği bir geçiş döneminde, bu
kadar zordur. Diğerlerini etkileme ve onlardan etkilenme yollarının tıkanışı, hem
aşkın hem de iradenin başlıca bozukluğudur. Kayıtsızlık, ya da a-patos*,
hissetmekten geri çekilmedir; ilgisizlik ve etkilenmemenin tasarlanmış bir
uygulaması olan istifini bozmamakla başlayabilir. “Olaya bulaşmak istemedim”,
Kew Gardens olayındaki otuz sekiz kişinin, niçin yardım etmedikleri soruşturulduğunda,
devamlı verdikleri cevaptı. Freud’un “ölüm güdü”sü gibi çalışan kayıtsızlık,
ilgililiği yavaş yavaş bırakmaktır, ta ki kişi, yaşamın geçip gittiğini
anlayıncaya kadar.
Toplumu yeni yeni incelemeye
başlayan öğrenciler, fazla basitleştirilmiş bir biçimde suçu diğer kurumların
üzerine atma eğilimli olmalarına rağmen, çoğu zaman kendilerinden yaşlı
yetişkinlere göre bu konuda daha net öngörülere sahiptirler. Columbia merkezli Spectator'
ın başyazarı “buralardaki aydın yaşama dair ateşli heyecan duygusu bize hiç
aşılanmadı” demiştir.The Michigan Daily'de köşe yazarı bir öğrenci, “bu kurum,
en azından lisans öğrencilerinin çoğuna, düşünsel iştaha yaklaşan hiçbir şey
aşılamayı başaramadı” diye yazıyordu. “Sıradanlıktan daha kötüye doğru”
sürüklenişten söz ederken, “Bu da mutlak aldırmazlıktır. Yaşamın, belki de,
kendisine olan aldırmazlık” diyordu. Berkeley Üniversitesi’nden bir öğrenci
“Bir IBM kartı üzerindeki zımba deliklerine bölünmüştük” diyerek belirtiyordu
görüşünü: “ 1964'teki ayaklanmalarda geri zımbalamaya karar verdik, fakat buralardaki
gerçek devrim, bilgisayar kartlarıyla birlikte silah altına alma belgelerini de
yakmaya karar verdiğimizde gelecek.”
Kayıtsızlık ile
şiddet arasında diyalektik bir ilişki vardır. Kayıtsızlık içinde yaşamak,
şiddete yol açar; yukarıda örnek verdiğimiz olaylar ve benzerlerinde de, şiddet
kayıtsızlığı kamçılar. Şiddet, ilişkisizliğin yarattığı boşluğu doldurmak
için hızla koşan en yıkıcı çaredir. Şiddetin, modern sanatın birçok biçiminin
arzulanan tepkiye, yaşam biçimlerimize şiddet uygulayarak ulaşan pornografi ve
müstehcenlik unsuruyla yarattığı nispeten normal şok etkisinden, suikast ve
kırsal kesim cinayetlerinin aşırı patolojisine kadar giden dereceleri vardır.
İç yaşam kuruduğunda, hissetme azalıp kayıtsızlık çoğaldığında, kişi başkasını
etkileyemediği ya da ona hiç değilse gerçekten dokunamadığında şiddet, temas
için şeytani bir gereksinim, en dolaysız yoldan dokunmayı zorunlu kılan çılgın
bir dürtü olarak alevlenir. Bu, cinsel duygular ile şiddet suçlarının
arasındaki iyi bilinen ilişkinin bir yönüdür. Acı çektirmek ve işkence etmek,
en azından kişinin birini etkileyebileceğini kanıtlar. Kitle iletişiminin
yabancılaşmış durumunda ortalama bir vatandaş, her akşam evinin oturma odasına
gülümseyerek gelen düzinelerce televizyon karakteri tanır; fakat o hiç
tanınmaz. Kimsenin dayanamayacağı kadar acı veren bu yabancılaşma ve adsızlık
durumunda, ortalama bir kişi gerçek patolojinin kenarında dolaşıp duran bazı
fantezilere kapılabilir. Adsız kişinin ruhsal durumu; “Hiç kimseyi etkileyemiyor
veya hiç kimseye dokunamıyorsam, en azından seni bazı duygulara sürükleyebilirim,
yaralama ve acı verme yoluyla bazı ihtiraslara zorlayabilirim; en azından
ikimizin de bir şeyler hissettiğinden emin olacağım ve senin beni görmeni,
benim de burada olduğumu bilmeni sağlayacağım!” şeklindedir. Çocuk veya ergen
pek çok kişi, kendisini farkına varması için yıkıcı hareketlerle grubu
zorlamıştır; kınanmış olsa bile en azından topluluk onu fark etmiştir. Etkin
bir şekilde nefret edilmek, etkin bir şekilde hoşlanılmak kadar iyidir; baştan
aşağı dayanılmaz bir durum olan adsızlık ve yalnızlığı sonlandırır.
Ancak, kayıtsızlığın
ciddi etkilerini gördükten sonra, şimdi de, onun gerekliliği gerçeğine ve
“normal şizoid” biçiminde nasıl yapıcı bir işleve dönüştürülebileceğine
dönmeliyiz. Üzücü paradoksumuz, çağdaş tarihte, kendimizi bir çeşit
kayıtsızlıkla korumak zorunda olduğumuzdur. “Kayıtsızlık tuhaf bir durumdur”,
der Harry Stack Sullivan; “Fazla uzun sürdüğünde, kişinin geçen zamandan zarar
görmesine rağmen, yaşamını maddi zarar görmeden sürdürmek için kullandığı bir
yoldur. Kayıtsızlık bana, bütünüyle bozguna uğrayan kişiliğin başka bir şey
yapabilene kadar, sayesinde dinlendiği bir korunma mucizesi gibi gelir” der.
Söz konusu durumda yapılması gerekenler ne kadar çok gecikirse kayıtsızlık o
kadar sürer ve er ya da geç bir kişilik durumuna dönüşür. Bu duygulanımsızlık,
kişi yanıt verirse bunalmaktan korktuğundan, bitmek bilmeyen talepler rüzgârında
bir büzülüş, aşırı uyarılmanın karşısında bir donuş, her şeyi akışına
bırakıştır, iş çıkış saatlerinde metroda seyahat eden, birbirine karışan kulak
tırmalayıcı sesler ve adsız insan yığınıyla karşılaşan hiç kimse bu
söylediğime şaşırmayacaktır.
Şizoid bir çağda
yaşayan insanların kendilerini büyük çaptaki aşırı uyarılmadan -radyo ve televizyon
aracılığıyla yayılan sözler ve gürültü bombardımanından, kolektifleştirilmiş
sanayi ve büyük fabrika biçimli multiversitelerin montaj hattını andıran
taleplerinden- koruması gerektiğinin önemini anlamak zor değildir. Sayıların, önüne
gelecek tüm canlıları boğmak veya fosilleştirmekle tehdit eden bir lav seli
gibi, acımasızca kimlik araçlarımızı teslim aldığı bir dünyada; “normalliğin”,
soğukkanlılığı korumak olarak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç
merkezi korumanın tek yolunun, kendini vermeden cinsel ilişkide bulunmak
olmasına yol açacak kadar kolay elde edilebilir olduğu bir dünyada; yani
atalarının duygularını körelten savunma mekanizmalarını geliştirecek kadar
zamanları olmamış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şizoid bir
dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta bazılarına göre ulaşılması imkânsız
hale gelmesi şaşırtıcı değildir.
Peki ya bu şizoid
durumun yapıcı kullanımı? Cezanne’ın şizoid kişiliğini, modern yaşamın en
önemli biçimlerini ifade yoluna nasıl dönüştürebildiğini ve sanatı aracılığıyla
toplumumuzdaki yozlaşan yönelimlere nasıl karşı durabileceğini gördük. Şizoid
duruşun gerekliliğini gördük; şimdi de sağlıklı boyutlarıyla, onun aynı
zamanda iyiye nasıl dönüştürülebileceğini sorgulayacağız. Yapıcı şizoid kişi,
başkalarının hakkına tecavüz eden teknolojinin ruhsal boşluğuna karşı durur ve
kendisinin de teknoloji tarafından boşaltılmasına izin vermez. Bir makineye
dönüşmeden, makineyle yaşar ve çalışır. Deneyiminden anlam çıkarmak için
yeteri miktarda ayrı durmanın gerekli olduğunu, fakat bunu yaparken iç
yaşantısını da yoksullaştırmadan koruması gerektiğini görür.
Dr. Bruno Bettelheim
da, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarındaki, şizoid olarak
adlandırabileceğim, deneyimlerinde herkesten uzak duran kişinin aynı üstünlüğünü
bulur.
O
zamanlar geçerli olan psikanaliz kanaatlerine göre, (...) diğer insanlardan
uzak durma ve dünyayla duygusal bir mesafe tutma, kişilik zayıflığı olarak
kabul ediliyordu. “Kutsanmış kişiler” olarak adlandırdığım bir grubun
içindekilerin toplama kampındaki takdire şayan davranışları hakkındaki
yorumlarım, benim bu her şeyden uzak duran insanlardan ne kadar etkilendiğimi
ortaya koyar. Bilinçdışlarıyla hiçbir ilişkileri kalmamıştı, ama yine de, aşırı
zorluklar karşısında kendi değerlerine sarılmış, kamp deneyimlerinden neredeyse
hiç etkilenmemiş biçimde, eski kişilik yapılarını sürdürdüler. (...)
Yürürlükteki psikanaliz kuramına göre kolaylıkla bölünüp parçalanabilecek,
zayıf kişiliklere sahip olması gereken bu insanlar, en başta kişiliklerinin
güçlülülüğü sayesinde kahraman liderler oluverdiler.
Gerçekten de,
araştırmalar uzay gemilerinde en etkili şekilde hayatta kalmayı başaran ve
böyle bir yaşam için gerekli duyumsal yoksunluğa uyum gösterebilen kişilerin
-yirmi birinci yüzyıldaki yoldaşlarımızın- her şeyden uzaklaşıp kendi içlerine
çekilebilenler olduğunu göstermektedir. Arthur J. Brodbeck, delilleri
özetledikten sonra, “uzun uzay yolculukları için gerekli koşullara en iyi dayanabilenin
şizoid kişilik olabileceğine inanmak için nedenler vardır” diye yazar. Bu
insanlar, çağımızın aşırı uyaranlarının yok edeceği iç dünyayı korurlar. Bu
içedönük kişiler, yaşama karşı “yapıcı” şizoid bir tavır geliştirmeyi öğrendiklerinden
bu ezici uyaranlara veya onların yokluğuna rağmen var olmaya devam edebilirler.
Onu bulduğumuz şekliyle dünyada yaşamak zorunda olduğumuzdan, yapıcı şizoid
tavrın ayırt edilmesi, sorunumuzun önemli bir parçasıdır.
Kayıtsızlık, aşk ve
iradenin geri çekilmesi, onların “önemli olmadığı” demeci, sorumluluğun
ertelenmesidir. Kayıtsızlık, stres ve kargaşa zamanlarında gereklidir ve
günümüzdeki uyaran miktarının çokluğu bir stres biçimidir. Fakat kayıtsızlık,
“normal” şizoid tavrın tersine, boşluğa götürür ve kişinin kendini
savunabilme, hayatta kalabilme yetisini azaltır. Kayıtsızlık terimiyle
açıkladığımız durum ne kadar anlaşılır olursa olsun, kayıtsızlığın baş kazazedeleri
olan aşk ve iradeye yeni bir temel bulmak da şarttır.