On
iki yaşında olduğum yıl kaderim değişti. Yazın ilk günlerinde, bir gün, katedralin
olduğu meydanda durmuş, evine benimle aynı yoldan gidip giden bir okul
arkadaşımı bekliyordum. Saat öğlen on ikiydi. Sabah dersleri bitmişti. Ansızın
çocuklardan biri bana omuz atınca kendimi yerde buldum. Başım kaldırımın
kenarına öylesine hızlı çarptı ki nerdeyse bilincimi yitirdim ve yarım saat
kadar kendimi toparlayamadım. Başımı çarptığım anda zihnimden şimşek hızıyla,
"Artık okula gitmen gerekmeyecek," düşüncesi geçmişti. Bana çarpan
çocuktan intikam almak için, yarı baygın olmama karşın orada gerektiğinden
birkaç dakika daha fazla kıpırdamadan yattığımı anımsıyorum. Sonra insanlar
beni kaldırıp yakında oturan bekâr ve yaşlı iki teyzenin evine taşıdılar.
O
günden sonra, okula geri dönmem gerektiği söylendiğinde ya da annemle babam
ödev yapmam için zorladıklarında düşüp bayılmaya başladım. Altı aydan uzun bir
süre okuldan uzak kaldım. Bu benim için bayramdı. Özgürdüm. Saatlerce hayallere
dalabiliyor, istediğim yere, ormana ya da su kenarına gidebiliyor, resim yapabiliyordum.
Savaş resimleri, şiddetle çarpışanlar, hücuma uğramış ya da yakılıp yıkılmış
eski kaleler ve sayfalarca karikatür çizmeyi sürdürüyordum. Bugün bile, uykuya
dalmadan önce, onlara benzer karikatürler gözümün önüne gelir. Sürekli değişen
ve sırıtan yüzlerdir bunlar. Aralarında, tanıdığım ve bir süre önce ölen
insanların yüzleri de olur.
Her
şeyden önemlisi gizemin dünyasına da dalabilmiş olmamdı. Bu dünya, ağaçları,
suları, bataklıkları, taşları ve babamın kütüphanesini kapsıyordu. Giderek
dünyadan kopuyordum ve vicdanım ara sıra beni biraz rahatsız ediyordu. Zamanımı
orada burada dolaşarak, onu bunu toplayarak, okuyarak ve oynayarak öldürüyordum.
Bunlar beni mutlu etmiyordu, içimden bir ses belirgin olmasa da bir şeylerden
kaçtığımı söylüyordu.
Bu
durumun nasıl oluştuğunu hiç düşünmüyordum. Yalnızca, sürekli doktorlara
danışan annemin ve babamın kaygı duymalarına üzülüyordum. Doktorlar kafalarını
kaşıyor ve beni, tatilimi geçirmek üzere apar topar Winterthur'daki akrabalarımın
yanına yolluyorlardı. Bu kentin bana sonsuz zevk veren bir istasyonu vardı. Eve
döndüğümde eski durumumda bir değişiklik olmuyordu. Doktorlardan biri sara
hastalığım olduğu kanısındaydı. Sara nöbetlerinin nasıl olduğunu bildiğim için
bu saçmalığa içimden gülüyordum. Annemle babamın kaygıları daha da artmıştı.
Bir gün babamın arkadaşlarından biri onu görmeye geldi. Hiç bitmeyen merakım yüzünden,
sık bir çalılığın arkasına saklanmıştım. Konuğun, "Oğlun nasıl?" diye
sorduğunu duydum. Babam, "Sorma, bu çok tatsız bir durum. Doktorlar ne
olduğunu anlayamıyorlar. Sara diyorlar. İyileşmeyecek bir hastalığı varsa bu
bir felaket olur. Elimde ne varsa tükendi. Zaten fazla bir şeyim yoktu.
Çalışamayacak durumda olursa ne yapar bu çocuk?" diye dert yandı.
Yıldırım
çarpmışa döndüm. Gerçek başıma bir balyoz gibi indi. Ansızın, "Demek ki
çalışmam gerekli," diye düşündüm. O anda aklı başında bir çocuğa dönüştüm.
Sessizce oradan uzaklaşıp babamın kütüphanesine gittim. Latince gramer kitabımı
çıkarıp istekle çalışmaya koyuldum. On dakika geçmeden çok şiddetli bir nöbete
yakalandım. Neredeyse sandalyeden düşüyordum ama birkaç dakika sonra kendimi
daha iyi hissetmeye başlayınca çalışmamı sürdürdüm. Kendi kendime, "Allah
kahretsin, bayılmayacağım işte," diyor, çalışmamı sürdürüyordum. İkinci
bir nöbet bu kez on beş dakika sonra geldi. O da birincisi gibi kısa sürede
geçti. "Şimdi direnmelisin," dedim kendi kendime. Yarım saat sonra
bir nöbet daha geldi, inatla çalışmayı sürdürüyordum. Bir saat kadar
çalıştıktan sonra nöbetlerin üstesinden geldiğimi sezinledim ve birdenbire
kendimi, son birkaç aydır hissetmediğim kadar iyi hissettim. Nöbetler de
gerçekten bir daha gelmedi. O günden sonra her gün gramer ve öbür dersleri
çalışmaya başladım ve birkaç hafta sonra okula geri döndüm. Orada bile bir
daha nöbet gelmedi. Numara yapmanın sonu gelmişti. Nevrozun ne olduğunu işte
böyle öğrendim.
Nöbetlerin
nasıl oluştuklarını yavaş yavaş anımsamaya başladığımda, bu utanç verici
numaraları benim planladığım ortaya çıktı. Bu nedenle, beni iten okul arkadaşıma
hiçbir zaman gerçekten kızmamıştım. O beni itmeye mecbur kalmış denebilir;
ondan sonrasıysa benim şeytanca uydurduğum bir senaryodan öte bir şey değildi.
Bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağımı biliyordum. Kendime kızıyor ve
utanıyordum. Kendimi aldattığımın ve kendi gözümde küçük düştüğümün
bilincindeydim Başka kimsenin bu işte bir suçu yoktu; kaçan bendim. O günden
sonra annemle babamın benim için kaygılanmalarına ya da bana acır gibi
konuşmalarına dayanamaz oldum.
Nevrozum
da bir gize dönüşmüştü ama bu kez utanç verici bir giz, bir yenilgiydi; ama
bana her işi zamanında yapma ve çalışkanlık aşılamıştı. O günler sorumluluk
yüklenmeyi öğrenmeye başladığım günlerdir. Bir işe yarayacaksam bunu ilk önce
kendi iyiliğim için yapmam gerekiyordu, göstermelik değil. Ders çalışmak için
düzenli olarak sabah beşte kalkmaya başladım. Bazen de, gece üçten sabah
yedide okula gidene dek çalışıyordum.
Tutkuya
dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok zevk almam yolumu şaşırmama
neden olmuştu. Doğa bana mucizelerle dolu geliyordu; onun içine dalmak
istiyordum. Her bir taş, her bir bitki ve doğanın her bir parçası canlı ve
anlatılmayacak denli olağanüstüydü gözümde. O zamanlar doğaya gömülmüştüm,
daha doğrusu insanların dünyasından tümüyle uzaklaşıp doğanın özüne emekleyerek
girmeye çalışmıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder