14 Mayıs 2011 Cumartesi

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena

CXV
Bazı teşebbüsler vardır ki, sa­hibine servet ve mevki verir. Ve bazı teşebbüsler, sahiplerini tekmil umduklarından mahrum eder. Birinin muvaffakiyeti, ve diğerinin hezimetini hazırlıyan, teşebbüsün cins ve nev'i değil belki, görüş ve işleyiş tarzımız, irade ve tesir kuvvetimizdir. Bir çok insanlar, daha işlerine başlamadan talihsizliklerini öne sürerler. Ve kendi zavallı­lıklarını bu meçhul talie isnat eder­ler. " insan düşünür ve takdir ona güler, diyen arap hakimine, bunun içindir ki ben de gülmek istiyorum.

CXVI
Bir yurdun neresi aziz değil­dir ki...Bir yurdun her şehrini, hususî bir sempati hiyerarşisine tâbi kılmak ne kadar iptidaî ve âdî bir görüştür. Yalancılık ve sah­tekârlık gibi, fena itiyatlarımızın yanında, aynı manzaraları görmek, aynı sesleri işitmek, aynı sefalete katlanmak, gibi itiyatlarımız da vardır. Bir yurdun bazı yerlerini; sevip, bazı yerlerini sevmemek, bazı doğru fikirleri beğenmek veya: beğenmemek gibi delice ve buda­laca bir duygusuzluk itiyadının neticesidir.

CXVII
Kuşlar vardır ki, büyük hay­vanların kurtlanmış sırtlarındaki yaralan gagalıyarak geçinirler. Bundan büyük hayvanlar da mem­nundur. Kurtları toplıyan kuşlarda memnundur. Sarmaşıklar, büyük ağaçlara sarılır. Bazan onların artığı ile bazan de en temiz kanlarını eme­rek yücelirler. Büyük ağaç yine kalın yine kuvvetlidir. Meyvesini kuşlar yer; usaresini sarmaşıklar kemirir. Gölgesinde yolcular dinlenir. Öyle iken ağaç yine dallı budaklı, yine gölgeli ve meyvelidir. İnsan vardır ki eserlerinden, serve­tinden karga ruhlu ve sarmaşık yüzlü insanlar istifade eder. İnsan vardır ki, yaralı ruhu, bu yaralardan zevk alanlar için daha çok derin­leşmiş ve kanamıştır. Büyük hayvan yaralarının derinleşmesinden, koca ağaç yaralarının ve dallarının ağır­laşmasından bir gün temamen yıkı­labilir. O vakit kargalarla sarma­şıkların ne hale gireceğini düşünebilirsiniz.

CXVIII
Bir şey yeni iken harikadır. Şaşırtıcıdır. Fakat onun bunun ağzına ve eline düştükten sonra temamen bayağılaşır. Fakat bundan her yeni ve tazenin değerli olduğunu zannetmiyeceksin. İnsan   ve   eşya   vardır ki, değeri, şarap gibi eskidikçe artar. Bunları onun bunun eline dü­şürmemeye çalışacaksın!

CXIX
Taliin bazı nimet ve muvaffa­kiyetler kazandırdığı adamlar, hiç olmazsa talilerinin kölesidirler. Kudretlerile yeni muvaffakiyetler yaratmış olanlar ise talie de efendilik ederler.
Halka ve tarihe karşı yenmiş ve üstün gelmiş görünenler, kendi­lerini bilgili insanlara da tanıtmak ve beğendirmek, onları da kendile­rine inandırmak ihtiyacındadırlar. Bu sebepten esersiz inkılâpçı ola­maz, inkılâpçılar eserini, yalnız kâ­ğıtlara değil, bütün bir yurdun ve ulusun dimağ ve vicdanına yazarlar. Bunun içindir ki, inkılâbın man­tığı cildlerde değil, bütün bir dev­letin yöneldiği ve hız aldığı ülkü yollarında kavranabilir. Cildler, an­cak bu savaşın romanını veya ta­rihini yazar. Bu sebeptendir ki, çok defa inkılâba ilmin aklı ermez ve çok defa inkılâpçı, âlimin aklile yü­rümekten çekinir. Bir inkılâb, kendi kendine ve başlı başına bir ilimdir. Bunu böyle anlamayanlar, karakaplı kitaplarda yerini bula­cağım diye boş yere titizlenecek­lerdir.

CXX
Bir iş yapmalısın ki arkandan gelen, onu düzeltmiye mecbur kal­masın. Ve yapacağın işler, ne ol­duğunu bir türlü kavrayamadığın emirlere boyun bükmeden doğma­sın. Bir insan, ödevini, boyun bü­kerek değil, inanarak; anlamadan değil, bilerek, kavrayarak ve iste­yerek yapmalıdır. Eskiler, gelen gidene rahmet okutur! derlerdi. - Sen daima gideni unutturacak ve kendinden sonra bir başkasını bek­lemekten kurtaracaksın. Bu ulusa ve insanlığa yeni ve eşsiz bir iş yapmalıyız ve işlerimizde ismimiz ve hatıramız ebedîleşmiş demektir.

CXXI
İnsan, kafasından ziyade kulak veya gözile düşünen bir hayvandır. Yalnız, kulak fenalıklara, göz iyi liklere inanır. Bir başkasının büyüklük ve erdemliğine inanmak için, işitmek değil görmek ve fakat fenalıklarına inanmak için yalnız işitmek kâfidir. Seni bu çeşit insanlar arasında görmek istemiyorum.


SON

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER V

Yargılılar

Yargılı, önceden mutluluğa ya da mutsuzluğa yazgılı kişi anla­mına geliyor.
XXVI
(...)
Şiirin, müziğin, resmin sonsuz anlatım olanakları varsa, aşkın onlardan çok daha fazlasına sahip olması gerekir, çünkü gerçekli­ğin analoji yoluyla -belki de verimsiz- araştırılması peşinde koş­mamızı sağlayan bu üç sanat dalında insan kendi imgelemiyle baş-başa kalır, oysa aşk, iki bedenin, iki ruhun birleşmesidir. Tanrının şair, müzikçi ya da ressam olarak yarattığı kişilerin insan düşünce­sini anlatmada var olan belli başlı bu üç yoldan yararlanmak için nasıl bazı ön çalışmalar yapmaları gerekiyorsa, mutlu olabilmek için de zevk aleminin gizlerine ulaşabilmek gerekmez mi? İnsanla­rın tümü, üreme gereksemesi duyar; acıkmak, susamak gibi bir şeydir bu; ne var ki duydukları bu gerekseme onların iyi birer âşık, birer damak düşkünü olduklarını göstermez. Bugünkü uygarlığı­mız zevkin bir bilim olduğunu, yemeyi içmeyi bilmenin yalnızca bazı ayrıcalıklı kişilerin ulaşabildikleri bir şey olduğunu kanıtladı. Bir sanat olarak kabul ettiğimize göre, zevk de kendi fizyologunu beklemekte. Bize gelince, mutluluğun yalnızca kurucu öğelerinin bilinmesinin bütün yargılıları bekleyen bir talihsizlik olduğunu göstermiş olmak bile yeter bize.
Burada, tıpkı kireçli katmanların yer şekillerini oluşturması gi­bi, bu yeni sanatın oluşmasına yol açabilecek bazı aforizmaları ya­yımlamaya büyük bir çekingenlikle cesaret edecek, bunları filozof­ların, evlenecek gençlerin ve yargılıların düşüncesine sunacağız.

Evliliğin Temel Bilgileri

XXVII
Evlilik bir bilimdir.
XXVIII
Bir erkek, anatomi öğrenmeden ve en az bir kadını açımlama­dan evlenmemelidir.
XXIX
Bir evliliğin geleceği, ilk gecenin sabahında belli olur.
XXX
Özgür seçimden yoksun bırakılmış bir kadın, hiçbir zaman hiçbir özveride bulunmaz.
XXXI
Aşk konusunda kadın, ruhu bir yana, gizlerini ancak onu çal­masını iyi beceren kişiye sunan bir lirdir.
XXXII
Bütün kadınların ruhunda, bir davranış karşısında gösterdik­leri itici tepkiden bağımsız olarak, tutkudan yoksun zevkleri er ya da geç dışlamaya eğilimli bir duygu vardır.
(...)
XL
Evli kadınların en soğuk görüneni, aynı zamanda en şehvetlisi olabilir.
XLI
Kadınların en erdemlisi, kendi de farkında olmadan patavat­sızlık yapabilir.'
(...)
XI,III
İnsanları güçlü kılan, kuvvetli ya da sık sık vurmak değil, ye­rinde ve zamanında vurmaktır.
XI,IV
Bir arzuyu uyandırmak, onu beslemek, geliştirmek, büyütmek, uyarmak, doyurmak başlı başına bir şiirdir.
XLV
Zevkler sırasıyla beyitten dörtlüğe, dörtlükten soneye, sone­den balada, baladdan oda, oddan kantata, kantattan ditiramba doğru yol alır. İşe ditirambla başlayan koca, salağın tekidir.
XLVI
Her gecenin özel bir mönüsü olmalıdır.
XLVII
Evliliğin, her şeyi kemiren bir canavarla bıkıp usanmadan bo­ğuşması gerekir: alışkanlık.
XLVI1I
Art arda gelen iki gecenin verdiği zevkler arasındaki farkı an­lamayan bir erkek, çok erken evlenmiş demektir.
XL1X
Aşıklık, kocalıktan daha kolaydır, çünkü her gün güzel sözler bulmak, ara sıra iltifat etmekten çok daha zordur.
L
Bir koca, karısından ne daha önce uyumalı, ne de ondan daha geç uyanmalıdır.
LI
Karısının banyo-tuvaletine dalan koca, ya filozoftur ya salak.
LII
Hiçbir arzu uyandırmayan koca, yitik bir adamdır.
LI1I
Evli kadın, bir köledir; oturtulacak taht bulunması gereken bir köle.
LIV
Bir erkek, karısı sık sık gelip dizlerine oturmuyorsa onu tanı­makla, mutlu etmekle böbürlenmemelidir. (...)


DÜŞÜNCELER VII

Balayı Üzerine

Bundan önceki Düşüncelerimiz, Fransa'da, evli bir kadının er­demini korumasının neredeyse olanaksız olduğunu kanıtlıyorsa da, bekâr erkeklerin ve yargılıların sayısı, kızlarımızın eğitimi üze­rinde kısaca belirttiğimiz düşüncelerimiz ve bir kadının eş olarak seçiminde ortaya çıkan güçlükler hakkındaki kısa incelememiz, sa­hip olduğumuz bu ulusal kırılganlığı bir noktaya kadar açıklamak­ta. Böylece, toplumsal durumun içine düştüğü bu ağır hastalığı açık yüreklilikle ortaya koyduktan sonra, bunun nedenlerim yasa­larda, törelerin tutarsızlığında, kafaların çapsızlığında, alışkanlık­larımızın çelişikliğinde aramıştık. İncelenmesi gereken tek bir olgu kalıyor geriye: Toplumumuzu kuşatan kötülük.
Balayının içerdiği önemli sorunları ele almakla, bu ilk ilkeye gelmiş oluyoruz; ayrıca balayında, aileye özgü tüm olayların çıkış noktasını bulacağımızdan, gevezelikten geçilmeyen Düşünceler'imizin dolup taştığı bilgece deliliklerin arasına amaçlı olarak serpiştirdiğimiz gözlemlerimiz, aksiyomlarımız, sorunlarımız bu düşüncelere eklenen halkalar olarak o parlak zinciri oluşturacak. Balayı, bir bakıma, düşsel iki kahramanımızı birbiriyle kapıştırma­dan önce yapmamız gereken çözümlemenin doruk noktasını oluş­turuyor.
Bu deyim, yani Balayı* dilimize (Fransızca'ya) İngilizce'den gelmiş ve evliliğin tatlılık ve zevkten başka bir şey olmayan kaçıcı o ilk günlerini incelikle tanımladığı için öteki dillere de geçecek ve sonuçlarına katlandığımız yanılgılarımız ve hatalarımız gibi, yaşa­mımız boyunca taşıyacağımız bir olgudur; çünkü yalanların en kötüsüdür. Bize kendini taze çiçeklerle taçlanmış bir peri, okşayan bir denizkızı gibi göstermesi, felaketin ta kendisi olmasından kaynak­lanmaktadır; felaketse çoğu kez güle oynaya gelir.
Birbirlerini tüm yaşamları boyunca sevmeye söz veren karı ko­ca, Balayı'nın ne olduğunu kavrayamaz; onlar için balayı diye bir şey yoktur ya da daha doğrusu, sürekli bir balayı vardır: Ölüm ol­gusunu bir türlü kavrayamayan ölümsüzlerden farkları yoktur. Ama bu tür bir mutluluk, bizim kitabımızın kapsamı dışında kalıyor; bizim okurlarımız için evlilik, iki ayrı ayın etkisi altındadır: Bal Ayı ve Kızıl Ay. Bu sonuncusu, gökyüzündeki devinimi sonu­cu hilale dönüşür; ve bu haliyle şavkı bir ailenin üzerine düştüğün­deyse, orada sonsuza dek kalır.
Balayı, birbirlerini sonuna kadar sevmelerine olanak bulunma­yan iki varlığı nasıl aydınlatabilir ki?
Bir kez doğarsa, bir daha nasıl batar?...
Her evliliğin balayı var mıdır?
Bu üç soruyu çözümlemek için, bunları sırasıyla ele alalım.
Kızlarımıza verdiğimiz hayranlık uyandıran eğitim ve erkekle­rin evlenirken tabi oldukları yasaların koyduğu önlem dolu kural­lar burada bütün meyvalarını sunacak bize. En az mutsuzlukla yü­rüyen evliliklerin nasıl yürüdüklerini ve karşılaştıkları durumları inceleyelim.
Törelerimiz, eş olarak aldığımız genç kızda, doğal olarak aşırı­ya kaçmış bir merak geliştirir; öte yandan,
Fransa'da anneler her Allahın günü kızlarını, canlarının yanacağına aldırmadan ateşe iterler; dolayısıyla bu merakın sınırı yoktur.
Naif olduğu kadar kurnaz da olan bu varlığın içinde bulundu­ğu derin bilgisizlik, kendisini tehdit eden tehlikeleri onun gözün­den saklar; ve evlilik ona sürekli biçimde hem katlanılması gere­ken bir tiranlık, hem de özgürlük, hem zevk, hem de egemenlik dönemi olarak sunulduğundan, doyuma ulaştırması gereken varlı­ğıyla ilgili istekleri sürekli artar: Bu genç kız için evlenmek, hiçlik­ten yaşama çağrılmak gibi bir şeydir.
Mutluluk, din, ahlak, yasalar gibi duygulara sahipse bu, anne­sinin ona bin kez, mutluluğun kendisine ancak sizden gelebileceği­ni yinelemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Boyun eğme onda, erdem olmasa da, her zaman bir gereklilik­tir, çünkü her şeyi sizden bekler. Toplumlar, kadınların öncelikle köle durumuna indirgenmesini dayatırlar, ama onlar, bu durum­dan kurtulmayı özlemezler bile, çünkü kendilerini zayıf, çekingen ve bilgisiz olarak duyumsarlar.
Rastlantıyla yapılmış bir hata ya da bağışlanmayacak bir istek­sizliği farkında olmadan göstermenizle ortaya çıkacak durum dı­şında, sizin hoşunuza gidecek şekilde davranmak zorundadır; sizi henüz tanımıyordur.
Sonuçla, güzel zaferinizi kolaylaştırmak amacıyla, kaynağı siz de bulunan zevklerden tat alması için doğanın güçlü kıldığı bir dö­neminde onu eş olarak alıyorsunuz. Aziz Petrus gibi, Cennet'in anahtarları sizin elinizdeyken.
(...)
İşin içine toplum ve doğa yasalarının karıştığı bu garip du­rumda bir genç kız, çıkarını korumak için itaat eder, kendini teslim eder, acı çeker ve susar. İtaat etmesi hesaplılık, hoşnut görünmesi umut, bağlılığı, sizin yararlandığınız bir tür yönelim, sessiz kalmasıysa cömertliktir. Anlamadığı sürece sizin kaprislerinizin kurbanı olacaktır; davranışlarınızla ona verdiğiniz acılara, kafasına dank edinceye kadar katlanacaktır; istekli olmasa da kendini feda ede­cektir; sahip olduğunuz ilk anda ona gösterdiğiniz sözümona tut­kuya inanmaktadır; özverilerinin boşunalığını anladığı andan baş­layarak da çenesi artık hiç durmayacaktır.
Böylece bir sabah, bu birlikteliğin üzerinde baskı yapan bütün yanlış anlamalar, üzerine çöken ağırlığın kalkması sonucu doğru­lan dal örneği kal ki verir.
(...)

LVI
Evlilik yaşamında, iki kalbin birbiriyle anlaşabilecekleri an, bir şimşeğin çakışı kadar kısa sürer; kaçırıldığı zaman da bir daha geri dönmez.
Bu ilk ikili yaşam deneyine, kadının mutlu olma umuduyla henüz törpülenmemiş karılık görevleri duygusuyla, hoşa gitme is­teğiyle, aşkıyla görevini uyum içinde gördüğü andaki o çok inan­dırıcı erdemiyle kendini yüreklendirdiği bu süreye Balayı adı veri­lir: Bu dönem, tüm yaşamları boyunca sürecek bir birliktelik için çiftler birbirlerini tam olarak tanımadan nasıl uzun sürer? Hayret edilmesi gereken bir şey varsa o da törelerimizin, evlilik yatağı çevresine yığdığı bir sürü kahredici saçmalığın nasıl olup da bu ka­dar az kinlenmeye yol açtığıdır!...
Ne var ki gördükleri ayrıcalıklı eğitim sonucu belirli bir dü­şünce gücüyle donatılmış, politikada, edebiyatta, güzel sanatlarda, ticarette ya da özel yaşamda parlamak için derinlikli çözümlere sa­hip kılınmış erkeklerin hepsi mutlu olmak için, bir kadını sevgiyle ya da yetkeyle yönetmek için evleniyor ve hepsi aynı tuzağa düşü­yor, belirli süre belirli mutluluğu tattıktan sonra birer ahmağa dö­nüşüyorsa, bu işte bir sorun var demektir ve bu sorunun çözümü, insan ruhunun bilinmeyen derinliklerinde, bazılarını yukarıda açıklamaya çalıştığımız olaylarla gözler önüne sermeyi denediği­miz fiziksel gerçeklik türlerinde yatıyor demektir.
Ahmaklar, açıklamakta ne kadar zorluk çektiklerini ileri sürer­lerse sürsünler, aşkın, geometrininki kadar kesin ilkeleri vardır; ne var ki her birimiz bunları kendi keyfimize göre değiştirdiğimiz­den, kendi yarattığımız bu sayısız düzenlerin kaprislerinden şika­yet edip dururuz.
(...)
LVIII
Bir şeye, ona gösterdiğimiz özenin, çabanın ya da isteğin yo­ğunluğu ölçüsünde sürekli bağlanırız.
Düşüncelerimizin, aşkların bu ilk yasasının nedenleri üzerinde gözlerimizin önüne serdikleri, aşağıdaki aksiyoma indirgeniyor: Bu aksiyom, söz konusu yasanın hem ilkesini, hem de sonucunu oluşturuyor.
LIX
İnsanın elde ettikleri, verdikleriyle orantılıdır.
(...)

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER III

(...)

Aforizmalar

I
Namuslu bir kadın, esas olarak evli bir kadındır.
II
Namuslu bir kadın, kırkının altındadır.
III
Verdiklerinin karşılığını alan evli bir kadın, namuslu değildir.
(...)         
VI
Yirmi bin liralık gelir elde etmiş bir adamın karısı namusludur; adam, bu serveti hangi yoldan elde etmiş olursa olsun.
(...)
VIII
Namuslu bir kadın, para konusunda âşığına hiçbir şekilde yük olmayacağını davranışlarıyla sezdirmelidir.
(...)
X
Bir bankacının karısı, her zaman namuslu bir kadındır; ama bir tezgâhın arkasına geçmiş olan bir kadın, kocası çok para kazan­dığı ölçüde ve dükkânın üstündeki katta oturmamak koşuluyla na­musludur.
XI
Bir piskoposun evli olmayan kız yeğeni, onunla birlikte oturuyorsa, namuslu bir kadın olarak kabul edilebilir, çünkü bir dolap çevirecek olursa, amcasına kül yutturmak zorundadır.
XII
Namuslu bir kadın, saygınlığının zedelenmesinden çekinilen kadındır.
XIII
Bir sanatçının karısı her zaman namusludur.
(...)


DÜŞÜNCELER IV

Erdemli Kadın Üzerine

Sorun belki de ne kadar erdemli kadın bulunduğunu bilmek­ten çok, namuslu bir kadının erdemini koruyup koruyamayacağını bilmektir.
Bu kadar önemli bir noktayı daha iyi aydınlatabilmek için, er­kek milletine kısaca bir göz atalım.
Bu milleti oluşturan on beş milyon erkekten, önce omurgasın­da otuz iki omur bulunan dokuz milyon İkielli'yi çıkarıp fizyolojik çözümlememize konu altı milyon erkeğin var olduğunu kabul ede­lim. Marceau'lar, Massena'lar, Rousseau'lar, Diderot'lar ve Rollin'ler, mayalanma halindeki toplumsal küspe içinde çoğu kez bir­denbire filizleniverirler; ama biz burada bile bile bazı hatalar yapa­cağız. Bu hesap hataları bütün ağırlığıyla sonucu etkileyeceği gibi, halkımıza özgü tutkuların mekanizmasının perdesini aralayacak olan korkunç sonuçları da destekleyecek.
Altı milyon ayrıcalıklı erkekten, üç milyon yaşlı ile çocukları çıkaracağız.
Bu eksiltme, kadınlarda dört milyonu bulmuştu, diyeceksiniz. Bu fark ilk bakışta size garip gelebilir, ne var ki doğrulanması da zor değil.
Kadınların ortalama evlenme yaşı yirmi birdir; kırk yaşına gel­diklerinde de aşktan meşkten ellerini eteklerini çekerler.
Oysa on yedi yaşında bir delikanlı, evlilik sözleşmelerinin par­şömenlerine, özellikle en eski olanlarına çakısıyla böbürlene böbürlene delikler açabilir; rezaletlerin kayıtlarını tutanlar böyle söy­lüyorlar.
Elli iki yaşına gelmiş bir erkekse, o yaşında, daha önce oldu­ğundan çok daha tehlikelidir. Yaşamının o güzel çağında, kendisi­ne o zamana kadar pahalıya mal olmuş deneyimini ve elde ettiği serveti kullanmaya bir anda kalkabilir. Kendisini kıskacına alan tutkular, yaşayabileceği son tutkular olduğu için acımasızdır, güç­lü bir akıntıyla sürüklenen birinden farkı yoktur ve önüne çıkan yeni filiz vermiş ilk yeşil, körpe söğüt dalına yapışır.

XIV
Fiziksel olarak, erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından daha uzun sürer.
Evlilik açısından, erkeğin aşk yaşamıyla kadınınki arasında demek ki on beş yıllık bir fark vardır. Bu süre, bir kadının sadakatsizlikleriyle kocasını kahretme süresinin dörtte üçüne denk düşer. Bu arada, erkek milletinden yaptığımız eksiltmeden geriye kalan bölüm, kadın milletinden yaptığımız eksiltmeye oranlandığında, en çok altıda birlik bir fark oluşturur.
Yaptığımız hesaplarda büyük bir alçakgönüllülükle davrandı­ğımız açık. Nedenlerinin de, yalnızca doğrulan sergilemek ve her türlü eleştiriyi göğüslemek olduğu meydanda.
Dolayısıyla Fransa'da yaşları en az on yedi, en çok elli iki ara­sında üç milyon yüzer gezer bir erkek kitlesi bulunduğunu, bunla­rın hepsinin kanlı canlı, sağlam dişli, dişlemekte kararlı, dişleyen ve cennete giden yolda sağlam ve kararlı adımlarla ilerlemek iste­yen insanlar olduğunu hesabı kitabı en zayıf filozoflara bile kanıt­lamış bulunuyoruz.
Daha önce yaptığımız gözlemler, bir milyon kocayı bu kitle­den düşme hakkını bize veriyor. Bunların bir an için, daha önce betimlediğimiz örnek-koca gibi doyum içinde ve her zaman mutlu olduklarını, karılarının kendilerine verdikleri aşkla yetindiklerini varsayalım.
Ama geriye kalan iki milyonluk bekâr kitlesinin, aşk yapmak için üç kuruşluk gelire hiç de gereksemesi yoktur.
Bir erkeğin, kocanın resmini duvardan indirtebilmesi için, sağ­lıklı olması yeterlidir.
Yakışıklı, yapılı olması da gerekmez.
Bir erkek espriliyse, kibar görünüşlüyse, işini de biliyorsa, ka­dınlar onun nereden çıktığını değil, nereye varmak istediğini so­rarlar yalnızca.
(...)
XV
Moral olarak, bir erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından da­ha uzun sürer.
(...)
XVI
Töreler, ulusların ikiyüzlülüğüdür; bu ikiyüzlülük az ya da çok yetkin olabilir.
XVII
Erdem, belki de bir ruh inceliğidir yalnızca.
Fiziksel aşk, açlığa benzer bir gereksemedir, şu farkla ki erkek durmadan tıkınır; aşk konusundaki iştahı da, masa başındaki işta­hı kadar sürekli ve düzenli değildir.
Bir parça kuru ekmek, bir testi su bütün insanların açlığını bastırır; ne var ki uygarlığımız bir de gastronomi denen şeyi yarat­mıştır.
Kuru ekmekle su aşkta da vardır, öte yandan sevme sanatı de­nen şey de vardır ki biz onu, bu bilim dalının doğduğu yer olan Fransa'da konuşulan dilde kullanılan o sevimli sözcükle, "coquet , terie" (cilve, işve, gönül avcılığı) sözcüğüyle tanımlıyoruz.
Ne var yani, insanın, yaradılışında bulunan değişik yiyecekler tatma gereksemesinin ne ölçüde tutsağı olduğunu, en ilkel ülkelere gittiklerinde bile yolcuların alkollü içecekler ve tadılacak yemekler keşfettiklerini şöyle bir düşünecek olsalar, bütün kocaların beti benzi atmaz mı?
Ama mide açlığı, aşk açlığı kadar şiddetli değildir; ruhun kap­risleri, gastronomininkilerden çok daha fazla, daha rahatsız edici, yol açtığı taşkınlıklarsa daha az rastlanır cinstendir; şairler ve tanık olduğumuz olaylar, bekâr insanlarımızı aşkın korkunç bir güçle donattığını gözler önüne sermiştir: Onların, kendilerine parçalaya­cak av arayan İncil aslanlarından farkı yoktur.
Burada, herkes kendi bilincini sorgulasın, anılarını tazelesin ve kendi kendine, tek bir kadının aşkıyla yetinmiş bir erkeğe şimdiye kadar rastlayıp rastlamadığını sorsun!
XIX
Kadınların erdemliliği belki de bir mizaç sorunudur
XX
En erdemli kadınlarda bile, dürüst olmayan bir yan vardır.
XXI
"Zeki bir erkeğin metresinden kuşkulanması anlaşılır bir şey­dir; ama karısından!... Bunu yapmak için çok akılsız olmak gere­kir."
XXII
"Erkekler, bir kadınla birlikte olduklarında, onlar hakkında ez­bere bildikleri şeylerin en azını bile anımsayacak olsalar, çok mut­suz olurlardı."

Boyalı Kuş / Jerzy Kosinski

Değirmencinin karısı, kocasına saldırdı. Bağırıp hıçkırıyordu. Fırının üstünde içi geçen dişi kedi sıçrayarak uyanmış, korkan erkek kedi masanın altına kaçmıştı. Bir tekmede karısını yuvarlayan değirmenci bıçakla patatesin çürüklerini ayıklarcasına kaşığını genç çocuğun gözüne soktu, yuvasında çevirdi.
Kabuğundan çıkan yumurta sarısı gibi dışarı fırladı göz, parmaklarının arasından kayıp tahtaların üzerine yuvarlandı. Genç yanaşma haykırıyor, ama değirmenci gırtlağını bırakmıyordu. Kanlı kaşığı öbür göze de sokup onu da çıkardı aynı şekilde. Göz, bir an, incecik bir sinirle zavallının yanağı üstünde asılı kaldı. Sonunda, gömleğiyle pantolonunun üstünden yuvarlanıp yere düştü.
Bu inanılmayacak olay birkaç saniye sürmüştü. Birden gözlerin hemen yuvalarına yerleştirilebileceği umudu doğdu içime. Değirmencinin karısı korkunç bir çığlıkla çocuklarının uyuduğu yan odaya koştu. Çocuklar da uyanmış haykırıyorlardı.
Yanaşma susuyordu şimdi. Elleriyle kapadı yüzünü. Parmaklarının arasından oluk gibi kan akıyor, kollarından süzülüp gömleğiyle pantolonuna iniyordu. Yerinden kımıldamayan köylü, onu ne hale soktuğunu bile düşünmeden pencereye itti. Zavallı çocuk tökezledi, masaya çarparak bağırdı. Değirmenci onu omuzlarından yakalamıştı. Kapıyı açtı ve avluya yuvarladı. Köpekler havlamaya başladılar. Oynamayan bakışlarıyla beni çeken, yuvalarından sökülüp alınmış yerdeki gözlere yaklaştım. Çekingen adımlarla kediler de yaklaşmışlardı gözlerin yanına. Yerdekileri bilyeye benzetip oynamaya başladılar iki et parçasıyla. Gaz lambasının ışığında, kendi gözlerinin bebekleri bile ufalmıştı. Ölü gözleri itiyor, kokluyor, yalıyor, birbirlerine dostça yuvarlıyorlardı. Yepyeni bir hayat kazanmıştı sanki bu gözler.
Değirmenci olmasa dayanamaz alırdım gözleri. Hâlâ gördüklerinden emindim. Onları cebimde gizler, zaman zaman çıkarıp kendiminkilerin üzerine koyup iki kez daha iyi görürdüm. Belki bu gözleri başımın arkasına da bağlayabilirdim. Bilmem nasıl, ardımda olup bitenleri bir yol bulup gösterirlerdi herhalde bana. Daha iyisi gözleri evde bırakırdım bir yere giderken. Dönüşümde, evde olup bitenleri anlatırlardı bana.
Kimbilir, belki kimseye yararlı olmak istemiyorlardı. İsteseler kedilerin pençesinden kurtulup kapının altından kaçabilirlerdi. Tarlalarda, ormanlarda, göllerde gezer, kuşlar gibi özgür, çevrelerinde olup bitenlere bakarlardı. Özgür olduklarından hiç ölmeyecek, kolayca gizlenip insanları gözleyebileceklerdi.
Kapıyı yavaşça kapatıp gözleri ele geçirmeye karar verdim. Ama değirmenci iki kedinin oyununa kızmıştı. Onları tekmeyle kovup iki gözü de ayaklarıyla ezdi. Kaim tabanın altında bir şey çıtırdadı. Yerde beyazımsı bir pelte kalmıştı şimdi. Bir hazine yitirmenin üzüntüsü içindeydim. Bana dikkat bile etmeyen değirmenci iskemlesine çöktü, yavaş yavaş, sallanarak uyudu.
Gürültüsüz kalktım, kanlı kaşığı yerden aldım, safrayı toplayıp odayı düzene koydum. Değirmencinin evinde yapmam gereken işlerden biri de buydu. Yeri süpürürken ezik gözlere dokunmadım. Onları ne yapacağımı bilemiyordum. Sonunda onları da faraşa itip sobanın içine attım.
Ertesi sabah erkenden uyandım. Alt kattan değirmenciyle karısının horultuları geliyordu. Bir torba yiyecek hazırladım kendime. Komef'ime korları doldurdum, köpeği de bir parça sosisle atlatıp değirmenden kaçtım.

13 Mayıs 2011 Cuma

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER II

Evlilikle İlgili İstatistik

(...)

Gerek bizim, gerekse bu kitabın ulaşmayı amaçladığı kişiler için kadın, insan soyunun nadide bir türüdür. İşte size bu türün belli başlı fizyolojik özellikleri:
Bu tür, altının sağladığı güç ile uygarlığın moral sıcaklığı saye­sinde erkeklerin özel özenle yetiştirip geliştirdiği bir türdür. Cildi­nin akça pakçalığı, duyarlılığı ve yumuşaklığıyla önceki türden ayırt edilir. Doğal eğilimi onu hayranlık uyandıran bir temizliğe iter. Parmakları, tatlı, yumuşak ve güzel kokulu olmayan şeylere do­kunmaktan tiksinir. Beyaz kürkünün lekelendiğini görecek olsa, kakım gibi, üzüntüden kahrolup ölebilir. Saçlarını parlatmaya, on­ların çevreye, insanları kendinden geçiren kokular yaymasını sağ­lamaya, pembe tırnaklarını fırçalamaya, onları hilal biçiminde kes­meye, nazik uzuvlarını sık sık temizlemeye bayılır. Geceleri, en yu­muşak tüylü kumaşların üstünde olmaktan hoşlanır yalnız; gündüzleriyse, sert tüylü divanların üstüne yayılmayı sever; yatay ko­numa geçmek en çok hoşlandığı şeylerden biridir. Sesi, insanın içi­ne işleyen yumuşaklıkta, zarifliktedir. İnanılmaz bir rahatlıkla ko­nuşur. Zahmetli hiçbir işe girişmez; yine de, gözle görülür zayıflı­ğına karşın, bazı yükleri mucizevi bir kolaylıkla yerinden oynatmayı, taşımayı başarır. Güneşin parlak ışınlarından fellik fellik ka­çar, dahice yöntemler kullanarak kendini bu ışınlardan korur. Yü­rümek, onun için yorucu bir iştir; yemek yer mi? Bu bir gizdir. Öte­ki türlerin gereksemelerini paylaşır mı? Bu da soru işaretidir. Aşırı meraklı olduğundan, kendisinden en küçük bir gizi saklayan kişi­nin bile tuzağına düşebilir, çünkü aklı sürekli olarak bilmediği şey­lerdedir. Sevgiye tapar, sevdiğinin hoşuna gitmeyi düşünür yalnız­ca. Sevilmek tüm davranışlarının, arzu uyandırmak tüm hareketle­rinin amacıdır. Aklı fikri, çevresinde ışıl ışıl parlamakta olduğu için ancak zarif ve ince çevrelerde hareket eder. Hintli genç kızlar, Tibet keçisinin yumuşak tüylerini, Tarare, incecik tüllerini onun için dokur; Brüksel, mekiklerini en saf ve en ince keten iplikler ara­sında koşturup durur; Visapour, onun için dünyanın öbür ucunda­ki parlak taşları elde etmeye çalışır; Sevres, beyaz kilini altın yal­dızla onun için kaplar. Gece gündüz demez, yeni süsler, takılar dü­şünür; yaşamını giysilerini kolalamakla, söküklerini dikmekle geçi­rir. Doğruluğuna inanmasa da, övgüleri gururunu okşayan, duy­dukları arzu kendisine çekici gelen yabancılara parlak ve taze gö­rünmeye bayılır. Kendi bakımına ayırdığı, kendini zevke bıraktığı saatleri, en tatlı ezgileri söyleyerek geçirir; Fransa ve İtalya, nefis konçertolarını onun için yaratır; Napoli, yaylı sazlarına o uyumlu ruhu onun için verir. Sonuçta bu tür, dünyanın kraliçesi, arzuların kölesidir. Evliliğe, sonunda güzel bedenini bozacağından korksa da, mutluluk vaat ettiği için razı olur. Çocuk sahibi olursa, bunu yalnızca rastlantıyla yapar; büyüdüklerinde de onları gözlerden saklar.

(...)

Kadının yaşamında, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan üç dö­nem vardır: Bunlardan ilki beşikte başlayıp evlenme çağında biter; ikincisi, kendini evliliğe verdiği süreyi kapsar; üçüncüsüyse, kritik yaşa gelmesiyle başlar ki bu dönemde Doğa, tutkularının sona er­mesi gerektiğini oldukça kaba biçimde ona ihtar eder. Bu üç yaşam çevresi süre bakımından çok az farklarla eşit uzunlukta olduğun­dan, belirli sayıdaki kadın topluluğunu eşit olarak böler. Böylelik­le, altı milyonluk bir kadın topluluğu içinde, araştırılıp ortaya çıka­rılması bilginlere düşen bazı küçük gruplar dışında, bir-on sekiz yaş arasında iki milyon kız, on sekiz yaşın üzerinde, kırk yaşın altında iki milyon kadın, bunların dışında da iki milyon yaşlı kadın vardır. Dolayısıyla, evlenme çağında bulunan iki milyon kadın; Toplumsal Durum'un kaprislerine bağlı olarak üç büyük kategoriye ayrılır. Bunlar, yukarıda açıkladığımız nedenlerle kızlıklarını koruyan kategori; erdemli olup olmadıklarına kocalarının pek al­dırmadığı kategori ve bizim üzerinde duracağımız, toplum içinde yasal konumda bulunan bir milyon kadının oluşturduğu kategori­dir.
Kadın milletinin bu oldukça doğru bölümlenmesi sonuçla bi­ze, Fransa'da yaklaşık bir milyon beyaz kuzucuktan oluşan bir sü­rü bulunduğunu gösteriyor ki bu ayrıcalıklı ağıla bütün kurtlar göz dikmiş durumda.
Tülbentten süzülmüş bu iki milyon kadını bir başka elekten daha geçirelim.
Bir kocanın, karısına duyması gereken güveni daha iyi değer­lendirebilmek amacıyla, bu kadınların hepsinin kocalarını aldata­cağını bir an için düşünelim.
Bu varsayımda, yukarıda sayıca belirtilmiş kadınların yaklaşık yirmide biri kadarını, yeni evlenmiş ve yaptıkları evlilik sözleşme­sine belirli bir süre sadık kalacak genç kadınları düşmemiz uygun olacaktır.
Yirmide birlik bir başka bölümü de hasta kabul edeceğiz. Bu oran aslında, insanların çektikleri hastalık acılarını hafife almak olacaktır, ama neyse.
Söylendiğine göre, sağlık dışı kabul edilebilecek bazı durum­lar, örneğin çirkinlik, rahatsızlıklar, gebelikler, erkeğin kadın kal­binde kurduğu tahta zarar verirmiş; bu gibi durumların da yirmi­de birlik bir bölüm oluşturduğunu düşünelim.
Evli bir kadının kalbinde, kocasını aldatma düşüncesi, sıkılmış bir tabanca kurşunu gibi bir anda uyanmaz. Yine de ilk görüşte duyulan sempatinin kadınlarda duygular uyandırdığı, ailelerde görülen sadakatsizliklerin toplam sayısının, bu duygulanmanın yol açtığı çekişmeler sonunda kocanın ne ölçüde gözden düştüğü­ne bağlı olduğu varsayılabilir. Bu çekişmeyi sürdüren kadınların sayısını, doğuştan savaşçı olan bir ülkede, toplam kadın sayısının yirmide biri olarak kabul etmek, Fransa'daki edepli kesime nere­deyse kara çalmak olur; öyleyse bazı hasta kadınların âşıklarını yatıştırıcı ilaçlarla ellerinde tuttuklarını, öte yandan, gebelikleri iki yüzlü bazı bekâr erkekleri gülümseten kadınların da bulunduğunu varsayacağız. Böylelikle de erdemleri için savaşan kadınların ede­bini kurtarmış olacağız.
Yine aynı düşünceyle, âşığı tarafından terk edilen bir kadının hemen bir yenisini bulduğunu düşünmeye kalkışmayacağız; bu ne­denle gözden dilden erkeklerin sayısı zorunlu olarak bir öncekin­den daha düşük olduğundan, bu durumdaki kadınların sayısını kırkta bir olarak kabul edeceğiz.
Bu eksiltmeler, evlilik inancına saygısızlık eden kadınların sa­yısını belirlemek köz konusu olduğunda, bu kitleyi sekiz yüz bine düşürecektir.
Bu durumda, bu kadınlarımızın erdemli oldukları düşüncesini kim korumak istemez ki? Ülkemizin çiçekleri değil midir bu kadın­lar? Hepsi taptaze, çekici, akıl karıştıracak güzellikte, gençlikte, canlılıkla, aşk dolu değiller mi? Onların erdemliliğine inanmanın, bir tür toplumsal dine inanmaktan farkı yoktur; çünkü onlar dünyanın süsü, Fransa'nın medarı iftiharıdırlar.
Demek ki,
kocalarına sadık kadınların sayısını, erdemli kadınların sayısını
bu bir milyon kadın arasında aramamız gerekiyor.
Bu araştırma ve bu iki kategori, uzun Düşünceler'in kaleme alınmasını gerektiriyor ki bunlar bu araştırmanın eklerini oluştura­cak.
(...)

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena



XXXVII
Hıristiyanların Allahı çarmı­ha gerildi ve öldü. Dirileceği zamana kadar, Allahsız kalan onlar, bir başka Allah aradılar, ve onun yerine ilim ve medeni­yeti buldular; Museviler, Allahlarını yalnız kendilerine malederek, başka milletleri Allahsız bı­raktılar. Ve bu Allahın inayetile Allahsız beşeriyeti soymıya mu­vaffak oldular. Zavallı Müslüman­lar ise, Allahlarını kâinata tak­sim ettiler; ve bu cömertlikten kendileri de Allahsız ve kuvvet­siz kaldılar. İşlerini, hareketle­rini bu ne olduğu belli olmıyan kuvvete bağlıyanlar da o Müslü­manlar gibi, işsiz ve hareketsiz­dirler. Kari, sana, Allahını mil­let, ibadetini inkılâp teşkil eden bir din sunuyorum. Bu din, öte­kiler gibi hareketsiz değildir, öte­kiler gibi, mükâfat ve mücazatını ölümden sonra değil bu dün­yada gözlerimiz açık ve kafamız işlerken veren bir dindir. Bu di­nin havarileri etrafındadır. Bu yolun yolcularına karışabildi­ğin gün, caddeler senin ismin­le anılacak, şehirlere senin adın takılacak, anneler yavrılarına, sana  benzesin diye senin ismini verecek... Her ağızda sen, her gönülde sen yaşıyacaksın, işte o vakit sen bütün bir millet ola­caksın ve bütün bir millet sen olacaktır...

XXXVIII
Buda, Musa, İsa ve Muham­met... Hep insanların ıztırabını kaldırmak ve onları kardeş yap­mak için uğraştılar. Onlar mak­satlarını iyi anlatamadılar, ve on­ların maksatlarını iyi anlayamıyanlar, bu kardeşliğin boğuşu­larak elde edileceğini sandılar. Peygamberler avama hitabettikleri için, esrarlı bir dil kullandılar; . zira, insanlar anlattıkları şeyler­den ziyade anlıyamadıklarına hayran olurlar. Ve meçhulün ar­kasından koşmaktan hoşlanırlar. İnkılâpçının, insanlığa yeni bir ülkü getirenin anlaşılmıyacak tarafları  vardır diye düşünenler sonuna kadar papazlıktan ve kâ­hinlikten kurtulamıyacaklardır. Dahiler ve inkılâpçılar güneş gibi aydınlık, ışık gibi vazıhtırlar. Onlar bir billur gibi her taraftan aynı parlaklıkla kendilerini gös­terirler. Kehanete kalkışan zaval­lılar, inkılâpçının, dehanın bu şa­şaasından gözleri kamaşan zaif ruhlu  insanlardır.

CIII
Bana ilmin ve sanatın takdir edilmediğinden bahsediyor; ve bu takdirsizlik yüzünden çalışamadığını ve yeis içinde olduğunu söylüyor­sun. Genç okuyucul Etrafımızdaki insanlar, bizi takdir etmek, beğen­mek için yaratılmış değildirler. Sen beğenilecek bir iş yaptığın gün bile alkıştan ve aferinden mahrum kalabilirsin. Ne kadar büyük ilim ve sanat dehaları, nankör, ve ku­rak devirlerde yetiştiler ve ne bü­yük açlık ve hakaret içinde mahvoldular. Onları zamanları değil biz takdir ediyoruz. Fakat onlar yine çalıştılar. Kısır ve kurak alan­lara hayat vermek için, bu günü ve kendini değil yarını ve bizimki­leri düşüneceksin!

CIV
Bir çocuk, evvelce içine et konmuş bir kâğıt parçasını paket yapmış ve sokağa atmıştı. Oradan bir köpek geçti. Kokuyu alır almaz, paketi açmak için uğraştı. Fakat içinde bir şey bulamadı ve bir az ileride uludu. Çocuk pencereden bu hale gülüyor ve köpek emekle­rinin  boşa gittiğine ağlıyordu. Bir
çok işler karşısında   âciz  adamın, hazır lokma   arayan adamın   hali, bu köpeğinkinden farklı değildir.

CV
İnsan kendinden kuvvetlilerinin zencirlerile bağlanan bir hayvandır. Bir toprakta bu zencire katlanama­yanlar, ne kadar çoksa, üstün in­sanlarda o kadar çoktur. Köle ruhlu insanlar için, kendi canlarını ve mevkilerini, efendilerinin arzu­suna itaatle muhafaza edenler için her emreden şey tabiatten ve in­sandan üstünmüş gibi görünür

CVI
Bir kadının ve bir kedinin yü­züne ve saçlarına yaptığı gibi, sen de ruhunu temizleyeceksen, güzelleştireceksen; vücudunun lezzetlerini sevdiğine damla damla ve parça parça tattıran bir kadın gibi, sen de, yerinde ve lâyık olanlara eyilik ve temizlik cevherlerinden dağıta­caksın. Fakat sakın hepisini birden bağışlama. Sonra cazibenin bütün hazinelerini boşaltmış bir kadın gibi terkedilirsin ve başkalarına sunacak bir hediyen kalmaz...

CVII
Sükûtu altın sananlar, nasıl ve nerde haykırmak gerekli oldu­ğunu bilmeyenlerdir. Sükût, âciz ve korkakların müdafaa vasıtasıdır. Bunun gayesi merhamet dilenmek­ten ibarettir. Bir toprakta sükût edenler çoğaldıkça, kanuna, ahlâka ve haklara tecâvüz edenler çoğalır. Dilinin belasına uğrayanlar, dilsiz­ler tarafından şehit edilmiş demek­tir.

CVIII
Yeni ve büyük işler hazırlamak için inzivaya çekilmek iyidir. Fakat münzevi insan, daima korkunçtur" Zira bunlar ya bizi beğenmiyorlar veya bizden değildirler.

CIX
İki cihanda sükûn ve asayişi temin etmek isteyenlerin düsturu " dostlarımıza mürüvvette bulun­mayı ve düşmanlarımıza müdarayı, tavsiye ederler. Bu ancak kuvvetli düşman ve zaif dostlar için doğru­dur. Düşman ezilmesi gerekli olan ve dost elimizi uzatmamız icap eden kimselerdir. Elverir ki dostla­rımızı ve düşmanlarımızı iyi ayırt edelim.

CX
Güzelim, zenginim ve sıhhatli­yim, diyorsun. Bunlardan hangisi senin eserindir? Taşıdığın eyi kabi­liyetler bile senin değildir. Bunlar daha evvelkilerin sana bıraktıkları miraslardır. Çirkin, sıhhatsiz. kabi­liyetsiz ve fakir de doğabilirdin. Ördeğin tavuk doğmadığı için kü­mes hayvanları içinde öğünmeye hakkı yoktur. Öyle bir şeyle öğün ki, o senin alın terin ve senin göz ışığının eseri olsun.

CXI
Bazan, oturdukları sandayalarla öğünen insanlara acıyorum. Onların oturduğu yerlerden kaç uşak ruhlu insan daha gelip geçmiştir. Masa­lar, lâyık oldukları insanları bulmadıkça imrenilen değil iğrenilen bir şey olurlar.

CXII
Kadın, su ve ateş gibi bir ni­met, su ve ateş gibi bir âfettir Su ve ateş iyi ve kötü işlerinin nasıl farkında değillerse kadınlarda yap­tıkları tesirin öylece farkında de­ğildirler. Dişiliklerini öğrenmiş olan kadınlar ise, bir üçüncü cinsten­dirler.

CXIII
Yalancı anlatmaya başlarken çekingen ve korkaktır. Bizim sabır ve nezaketimiz ona bir az daha cesaret verir ve kendisini anlaya­madığımızı zannederek yalanlarını küstahlık derecesine kadar yüksel­tir. O, kendi izzeti nefsi için duy­duğumuz saygının da farkında de­ğildir. Anlaşılıyor ki yalancıların muvaffakiyeti bizim sabır ve nezaketimizdendir.

CXIV
Tanıdığımız biri öldüğü zaman içimizde garip bir korku uyanır. Onun sağlığındaki ihtiraslarını, iyi­lik ve fenalıklarını hatırlayarak kendimize, bir hikmet dersi çıkarı­rız. Ve işte nihayet, her şeyin so­nunda bize kalan şeyin iyi bir ha­tıradan ibaret olduğunu söyliyerek zavallı ölünün sağlığındaki hum­malı faaliyetlerine acır ve onların boşa gittiğine inanırız. Şarkı dol­duran milyonlarca insan, bir ölü önünde duydukları bu uğursuz imanı, bütün hayatları boyunca devam ettir­di ve bu sebepten ölmeden evvel öldüler. Genç okuyucum, mademki, her şeyin sonu ölümdür. Ölmeden evvel, her şeyi tatmaya, her şeyi görmeğe ve her yerde bir iz bı­rakmaya çalışacaksın. Bir daha dönülmesine imkân bulunmıyan bu âlemde yanlış fikirlerimizin kur­banı olmaya değil, yaşamaya ve yaşatmaya geldiğimizi unutmıyacaksın !

Varlık Dergisi Arşivinden.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

Çözümleyici İncelemeler

(...)

BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL GÖZLEMLER

Usa aykırı yasalara, düzeltilinceye kadar karşı çıkacağız; bu arada da söz konusu yasalara körü körüne itaat edeceğiz. (Diderot)

DÜŞÜNCELER I

Konu

Fizyoloji, nedir benden istediğin?
Amacın şunları kanıtlamak mı bize?
Evliliğin, birbirini tanımayan iki insanı yaşam boyu birlikte olacak şekildi'birleştirdiği mi?
Yaşamın tutkudan başka bir şey olmadığı, oysa tutkuyu törpülemeyen bir evliliğin de var olmadığı mı?
Evliliğin, toplumları ayakta tutan, ancak doğa yasalarına da aykırı bir kurum olduğu mu?
Evliliğin yol açtığı dertlere karşı pek güzel bir önlem olan bo­şanmaya herkesin her zaman can atacağı mı?
Bütün sakıncalarına karşın, evliliğin mülkün tek kaynağı oldu­ğu mu?
Hükümetlere sonsuz güvence sağladığı mı?
İki insanın, yaşamın dertlerini sırtlanmak için beraberlik kur­malarının çok dokunaklı bir şey olduğu mu?
Tek bir düşüncenin, ayrı iki iradeyi yönetmesini istemekte gü­lünç bir yan bulunduğu mu?
Kadına köle gibi davranıldığı mı?
Her yönüyle mutlu evliliklerin bulunmadığı mı?
Evliliğin, cinayetlerin en büyüğü olduğu, herkesçe bilinen öte­ki cinayetleri gölgede bıraktığı mı?
Sadık kalmaya, en azından erkek için, olanak bulunmadığı mı?
(...)
Zinanın, insanın başına evliliğin sağladığı iyiliklerden daha büyük dertler açtığı mı?
Kadının sadakatsizliğinin, toplumların ilk kurulduğu döneme kadar uzandığını, evliliğinse, süregelen bu aldatmalara direndiğini mi?
Aşkın yasalarının iki insanı birbirine, insanların insanların yaptığı hiçbir yasanın ayıramayacağı şekilde bağladığı mı?
Kütüklere yazılmış evlilikler bulunduğu gibi, doğanın itkisiyle, tatlı bir uyum içinde, ya da kafalar hiç uyuşmadığı halde, ten uyumunun sağladığı çekimle, gökyüzüyle yeryüzünün bir karşıtlık içinde bulunmaları örneği evlilikler de bulunduğu mu?
Boylu poslu, akıllı kocalar bulunduğu gibi, karılarının çok çir­kin, kısacık ya da salak mı salak âşıklar tuttuğu evlilikler ile bulun­duğu mu?
Bütün bu soruların cevapları ciltlerle kitap yazılmasına yol açabilir; ne var ki bu kitapların hepsi şimdiye kadar yazılmış, orta­ya çıkardıkları sorunlara da her dönemde sürekli çözümler üretilmiş.
(...)

Dolayısıyla, on dokuzuncu yüzyılda kalkıp da Evliliğin Fizyolojisi'ni yazmak, değersiz bir derlemeden ya da bir bönün başka bön­ler için kaleme aldığı bir yapıttan başka bir şey değil: Vaktiyle bil­ge papazlar, altından terazilerini ellerine alıp her şeyi en ince ay­rıntılarına varıncaya kadar tartmışlar; üstat hukukçular gözlükleri­ni takıp evlilik türlerinin tümünü birbirinden ayırmışlar; yaşlı başlı hekimler, skalpellerini ellerine alıp tüm yaraların,üzerinde gezdir­mişler; deneyimli yargıçlar, kürsülerine çıkıp evlilik sözleşmesinin, bozulmasını gerektiren tüm durumlar üzerinde karar vermişler; sevinçten ya da acıdan çığlıklar atan kuşaklar gelip geçmiş; her yüzyıl, bu konuda kendi oyunu sandığa atmış; Kutsal Ruh, şairler, yazarlar, Havva Anamız'dan Troya savaşına kadar, Helena'dan Madame de Maintenon'a, Louis XIV'ün karısından çağdaş kadına kadar yazılacak her şeyi yazıp çizmişler.
Fizyoloji, nedir öyleyse benden istediğin?
Örneğin bir erkeğin evliliğe aklının yatmasını sağlamak için oldukça iyi çizilmiş tablolar mı sunmak istiyorsun bize?
Şu nedenlerle mi evlenmeli bir erkek?
Aklına taktığı için... bunu herkes bilir;
İyilikten; bir kızcağızı anasının boyunduruğundan kurtarmak için;
Öfkeden; kızın yakınlarını mirastan yoksun bırakmak için;
Hor görülen sadakatsiz bir metrese inat olsun diye;
Tatlı delikanlılık yaşamından sıkılmak yüzünden;
Çılgınlıktan, ki her zaman bir çılgınlıktır;
Bahis yüzünden, Lord Byron'ın başına geldiği gibi;
Onurlu davranmış olmak için, Georges Dandin gibi;
Çıkar yüzünden, çoğu evliliğin nedeni budur;
Gençlik yüzünden, okulu bitirir bitirmez, o şapşallıkla;
Çirkinlik yüzünden, ileride kadın bulamama korkusuyla;
Makyavelcilik yüzünden, yaşlı bir kadının mirasına hemen konmak için;
Gerekseme yüzünden, oğlumuza toplum içinde onurlu bir yer kazandırmak için;
Zorunluluk yüzünden, genç bayan zayıf bir yapıya sahip olduğu için;
Tutku yüzünden, ve o tutkuyu daha güvenli bir ortamda iyi­leştirmek için;
Süren bir kavga yüzünden, bir davayı sona erdirmek için;
Şükran duygusuyla, aldığından fazlasını verebilmek için;
Bilgelikten, öğreti sahibi kimselerin hâlâ başına gelen bir şeydir bu;
Vasiyet yüzünden, amca ya da dayılarınızdan biri mirasını size, kendi seçtiği bir kızla evlenmek koşuluyla bıraktığında;
Yaşlılıktan, kendine bir son hazırlamak için;
Alışkanlık yüzünden, atalarımızın izinden gitmiş olmak için;

(...)

Gayretkeşlik yüzünden, günah, işlemek istemeyen Saint-Aignan dükünün yaptığı gibi.
Ne var ki sıraladığımız bu evlilik kazaları şimdiye kadar otuz bin komedinin, yüz bin romanın konusunu oluşturmuş.

(...)

— Evet, çılgın usta. Evliliği limon gibi sıkıp dur bakalım; ne kadar sıkarsan sık, çocuklar için eğlenceden, kocalar içinse sıkıntı­dan başka bir şey çıkartamazsın. Çıkacak olan, hiç sonu gelmeyen bir ahlak dersidir. Oturup bir milyon sayfa doldursan, çıkarabile­ceğin yalnızca budur.
Bu arada, işte size sunacağım ilk önerme: Evlilik, karı kocanın tanrıdan kutsanmayı diledikten sonra giriştikleri, ölçüsü kaçırılmış bir kavgadır, çünkü birbirini sürekli sevme girişimi, girişimlerin en süreksizidir; çok geçmeden hır çıkar; zaferi kazanana gelince -yani özgürlük-, en becerikli kim davranırsa, onundur.

(...)