21 Mayıs 2011 Cumartesi

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İÇ SAVAŞ ÜZERİNE
Klopstock'un melekleri kadar güzel,
Millon'ın şeytanları kadar korkunç.
DİDEROT

DÜŞÜNCELER XXIII

Manifestolar

LXXXII
Aşık bir kadından her şey beklenir, olmayacak davranışlarda bulunacağı varsayılabilir.
LXXXIII
Kocasını aldatmayı kafasına koymuş bir kadının davranışları iyi kötü her zaman gözlenebilir, ama bunları mantığa vurmanın olanağı yoktur.
LXXXIV
Çoğu kadın, pireler gibi, aykırı hoplamalarla, zıplamalarla ha­reket eder. Başlangıçtaki düşüncelerinin yükseklik ve derinlik ola­rak dışına düşer hep; bunu böyle kılan, düşüncelerinin kesik kesik olmasıdır. Oysa bir koca için, hareket ettiği alanı çevirmek çok basittir; üstelik bir de soğukkanlıysa, bu ateşi eninde sonunda söndü­rür.
LXXXV
Bir kadın, aile inancına ihanet etmeye karar verdiği anda, ko­cası onun gözünde ya her şeydir ya da bir hiç. Buradan yola çıkılabilir.
(...)
LXXXXVII
Bir kadın ya aklıyla ya kalbiyle ya da tutkusuyla yaşar. Karısı yaşamı hakkında bir karara vardığı yaşta, kocasının, uğradığı sa­dakatsizliğe yol açan şeyin böbürlenme mi, duygu mu, yoksa mi­zaç mı olduğunu kestirmesi gerekir. Mizaç, iyileştirilebilir bir has­talıktır; duygu, bir kocaya başarılı olmada büyük şans verebilir; ama böbürlenmeyi engellemeye olanak yoktur. Aklıyla yaşayan kadın korkunç bir beladır. Tutkuyla yaşayan ve seven kadının kö­tü yanlarını benliğinde toplar, hoşgörüyle karşılanacak yanlarınıysa dışlar. Acımasız, sevgisiz, erdemsiz ve cinsiyetsizdir.
LXXXVIII
Aklıyla yaşayan bir kadın, kocasını kendisine karşı ilgisiz kıl­maya; kalbiyle yaşayan kadın, onun nefretini çekmeye; tutkuyla yaşayan kadınsa, tiksinti uyandırmaya çalışır.
LXXXIX
Bir koca, karısının kendisine sadık olduğuna inanmakla, ona karşı sabırlı davranmakla ya da suskunluğunu korumakla hiçbir şey yitirmez. Özellikle, suskun kalmak kadınları olağanüstü tedir­gin eder.
XC
Karısının kendisini kaptırdığı tutkudan haberi varmış gibi gö­rünmek salaklara özgüdür; kafası çalışan biri, bilmiyormuş gibi davranır; yapılabilecek başka bir şey de yoktur. Fransızlara 'kafası çalışır' denmesinin nedeni de bu olsa gerek. (...)


DÜŞÜNCELER XXV
 (...)

II. Kaynana Üzerine

Otuz yaşına kadar bir kadının yüzü, yabancı dilde yazılmış bir kitap gibidir; içerdiği deyimlerin olanca çetrefilliğine karşın yine de başka dile çevrilebilir bir kitap; kırkını aştığındaysa, çözülmesi olanaksız bir büyü kitabından farkı kalmaz; yaşlı bir kadına gelin­ce, onu anlasa anlasa ancak bir başka yaşlı kadın anlar.
Bazı diplomat kocaların zaman zaman, kaynanalarının kendi çıkarlarına karşı kullandığı dulluk gelirlerine el koymaya çalışmak gibi şeytanca girişimlerde bulundukları görülmüştür; ne var ki bunların elde ettikleri başarı, kendilerine çok büyük özverilere mal olmuştur; ayrıca bu kişilerin hepsi anasının gözüdürler; dolayısıyla onların sundukları reçeteleri sizin kendi kaynananıza uygulayabi­leceğinizi hiç mi hiç düşünmüyoruz. Durum böyle olunca, kayna­nanız, size karşı karınızın en yakın hık deyicisi olacaktır, çünkü kı­zının tarafını tutmayan ananın bir hilkat garibesinden farkı yoktur; hilkat garibelerine de pek ender rastlanır.
Bir erkek, mihrabı yerinde kalmış bir kaynanaya sahip olma mutluluğunu yakalamışsa, cüretli birkaç genç adamla da tanışıklı­ğı varsa, kaynanasını belirli bir süre etkisiz kılabilir. Ama genelde, evlilik konusunda biraz dehaya sahip kocalar, kanlarıyla kaynana­ları arasına nifak sokmayı becerirler, böylelikle her ikisi de oldukça doğal bir yöntemle birbirlerini etkisiz kılar.
Paris'te oturup da kaynanası taşrada olmak ya da bunun tersi durum, pek ender rastlanan bir talihtir.
Anayla kızını birbirine düşürmek?... Bakın bu olabilir, ama bu­nu başarmak için insanın kendini, bir anayla bir kızı birbirine düş­man eden Richelieu kadar taş yürekli hissetmesi gerekir. Öte yan­dan, kıskanç bir kocanın yapamayacağı şey yoktur; karısının, aziz­lere değil de yalnızca azizelere dua etmesini isteyen bir kocanın bi­le karısının, her istediğinde anasını görmesine izin verdiğinden kuşkuluyum.
Damatların çoğu, her şeye çözüm getiren şiddet yolunu, kaynanalarıyla sürekli kavga halinde olma yolunu seçmişlerdir. Bu düşmanlık, günün birinde anayla kızının arasındaki bağları daha da güçlendirmeye yol açmasaydı, doğru bir politika sayılabilirdi.
Ailenizin üzerine çöken kaynana etkisiyle savaşabilmek için başvuracağınız yöntemler yaklaşık olarak bunlardan ibaret. Karını­zın, anasından isteyebileceği yardımlara gelince, bunları sayıyla ifade etmenin olanağı yok; sizin aleyhinize olanlarsa hiç de yabana atılacak sayıda değil. İşin burasında, bilim yaya kalıyor, çünkü kar­şılaştığınız her durum esrar perdesiyle örtülü.
Bir ananın kızına sağlayabileceği destekler o kadar farklılık gösterir ve koşullara göre o kadar değişir ki bunların bir listesini çıkarmaya çalışmak çılgınlıktan başka bir şey değildir. Yalnız, aile­ye özgü İncil'in en sağaltıcı öğütleri arasından aşağıdaki şu aksi­yomları bir köşeye kaydetmenizde yarar var:
Bir koca, karısının, anasını yalnız başına görmeye gitmesine hiçbir zaman izin vermemelidir.
Bir koca, çevresinde her zaman rastladığı, kırk yaşının altında, kaynanasıyla dostluk kurmuş bütün bekâr erkeklerin, kurdukları bu ilişkinin nedenlerini dikkatle incelemelidir, çünkü bir kızın her ne kadar anasının âşığına âşık olmasına ender rastlansa da, bir ananın, kızının âşığına az da olsa her zaman zaaf duyduğu bilinen bir şeydir.
(...)


DÜŞÜNCELER XXVII
(...)
Minotaııros 'çu Gözlemler

(...)
V
Uyuşuk bir kadın harekete gelirse, öğrenimden nefret eden bir kadın, bir yabancı dili söktürürse, sonuç olarak bir kadının yapı­sında ne türde olursa olsun büyük bir değişme meydana gelirse, bu, kesin bir belirtidir.
VI
Kalbi mutsuzluk dolu bir kadın, insan içine pek karışmaz.
VII
Aşığı olan bir kadın, cömert mi cömerttir.
IX
Karı koca aynı yatağı paylaşıyorlardı, hanım sürekli rahatsız­dı; yataklarını ayırdılar, kadıncağızın migreni falan kalmadı, her zamankinden çok daha sağlıklı görünüyor: Ürkütücü belirti!
(...)
XIV
Erdemliliğinden söz eden kadından çekinin.
(...)
XVIII
Bir kadın, bir erkeğin adını günde iki kez ağzına alıyorsa, ona olan duygusunun niteliği konusunda belki belirsizlik vardır; aynı ad ağzından üç kez çıkıyorsa!... Oh! Oh!
XIX
Bir kadın, avukat ya da bakan olmayan bir erkeği evinin kapı­larına kadar geçiriyorsa, çok tedbirsiz demektir.
(...)
XXI
Bir erkekle basılmamayı beceremeyen kadın, başına gelecekle­ri hak etmiştir. (...)

Son Aksiyomlar
XCIII
Karısıyla âşığını bastırmanın, onları birbirlerinin kolları ara­sında öldürmenin öç almakla falan ilgisi yoktur: Bu, onlara yapabi­leceğiniz en büyük hizmettir.
XCIV
Bir kocanın öcünü karısından en iyi alacak kişi, karısının âşığıdır.
(...)
Fransızca'dan çeviren: Aykut Derman

19 Mayıs 2011 Perşembe

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur F.Nietzsche

Bu kusursuz gün -herşey olgunlaşmakta, yalnız üzüm değil altın rengini alan-, bir güneş ışını vurdu yaşamı­mın üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok, bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırk dördüncü yaşımı; gömebildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz oldu. "Tüm değerleri yenileyiş"in ilk kitabı; Zerdüşt'ün Türküleri; Putların Batışı, çekiçle felsefe yapma dene­mem, -hepsi de bu yılın, hem de son çeyreğinin armağanları! Nasıl minnet duymazdım yaşamımın bütünü­ne? İşte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.

Neden Böyle Akıllıyım
III
Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, -her ne olursa olsun yanılmamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla be­ni kendi kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlar­da gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı ça­lışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: Bir kim­seyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, ge­beliğin düşünceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan el­den geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdü­nün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?... Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba? Victor Brochard'ın, benim Laertiana'mdan da iyi yararlandığı pek güzel bir incelemesi, Les Sceptiques Grecs.(Yunan Şüphecileri) Şüpheciler, her dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek saygıdeğer örnek! Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve çeşitli okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çe­şitli şeyleri sevmek de bana göre değildir. Yeni kitaplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık benim içgüdüme "hoşgörü" den, "largeurdu coeuf den (geniş yüreklilik), "yardımseverlikten"ten daha bir uygun düşer... Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç eski Fransızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek. Avrupa'da "ekin" adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman eki­nine gelince, sözü edilmeğe değmez... Almanya'da karşılaştığım birkaç yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği Bayan Cosima Wagner başta olmak üzere, hepsi de Fransız soyundan gelmeydiler. Pascal'ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak -canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak -sevişim; düşüncemde, kimbilir belki bedenimde de Montaigne'in kabına sığmazlığından bir şeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliere, Corneille, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir ya­ban dehaya karşı savunuşu... Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir topluluk saymama engel değil bütün bunlar. Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris'de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bil­miyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, -çünkü sayıları hiç de az değil: Paul Bourget, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Le-maftre ve -özellikle sevdiğim gerçek bir Latin'i, güçlü soydan birini anmış olmak için- Guy de Maupassant. Söz aramızda, bu kuşağı, hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden bile üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine bü­yük insanları, büyük çağları yanlış anlayışını Hegel'e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş "kurtardı" Fransız düşüncesini... Stendhal yaşamımın en güzel rastlantıla­rından biridir, -yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıy­la önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle değil.- Paha biçil­mez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan -ex ungue Napoleonem- (Pençesinden belli olur Napoleon) olguları kavrama yetisi ve sonunda -ki az erdem değil bu da- dürüst bir tanrısız oluşu: Fransa'da kırk yılda bir rastlanan, nerdeyse hiç bulunmayan bir tür,- Prosper Merimee'yi say­gıyla analım... Belki de Stendhal'i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: "Tanrının tek özürü var olmayışıdır"... Ben de bir yerde şöyle demiştim: "Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi? Tanrı..."
IV
Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi binyıllar ara­sında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinli­ği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir'i zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona ba­karım. - Ya Heine'nin Almanca'yı kullanışı! Bir gün Heine'yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecek­ler. -Byron'un Manfred'iyle derin bir yakınlığım olmalı: O uçu­rumların hepsini buldum içimde; onüç yaşımda olgundum bu yapıt için. Manfred'in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoksundur Almanlar büyüklük kavramından: Kanıt Schumann. O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir Manfred açılışı (ouverture) da ben yazdım; Hans von Bülow nota kâğıdı üstünde hiç böyle bir şey görmediğini söylemişti: Euter-pe'nin ırzına geçmekmiş bu. Shakespeare'ı anlatacak en yük­sek düşüncemi aradığımda, hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle bir şeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öy­ledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden besle­nir, öyle ki sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik... Zer­düşt'üme şöyle bir göz atayım yeter, dayanılmaz bir hıçkırık nö­beti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım saat bir aşağı bir yukarı gezinirim. - Hiç kimseyi okurken Shakespeare'de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bul­mak için nasıl acı çekmiş olmalıdır bir insan! -Hamlet'i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı... Doğrudan korkarız hepimiz... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon'dır; ne düşün­düklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak geve­zeliklerinden bana ne? Görüm'leri (vision) en yaman gerçeklik­le verme yetisi, en yaman eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm gücüyle yanyana bulunmakla kalmaz yalnız, üstelik onları gerektirir de... Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord Bacon'ın neler yaptığını, ne istediğini, kendi kendisiy­le ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince tanımaktan çok uzağız daha... Hepinizin canı cehenneme, bay eleştirmenler! Tutun ki Zerdüşt'ümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner adıyla vaftiz ettim; İnsanca, Pek İnsanca yazarının Zerdüşt'ün bi­licisi olduğunu çıkarmaya ikibin yıllık uzgörü yetmezdi...
V
Yaşamımın dinlenmelerinden söz açmışken, hepsinin öte­sinde beni en derinden, en içten dinlendiren şeye karşı minnet borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor. Bu da hiç şüphesiz Richard Wagner'le yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsan­larla kurduğum öbür ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen'de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven, sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun yaşamımdan silmek istemem... Başkaları Wagner'le neler yaşamıştır; bilmem; bizim göğümüzden bir tek bu­lut bile geçmedi. -Burada bir kez daha Fransa konusuna dönü­yorum. Wagner'i kendilerine benzer bulmakla onu saydıklarını sanan Wagner'ciler ulusuna karşı ağzımı bile açmam, dudak bü­kerim yalnız... Ben ki Alman olan her şeye en derin içgüdüle­rimle yabancıyım, öyle ki bir Alman'ın yakınımda olması bile sindirim gecikmesi yapar, ben Wagner'le ilk karşılaştığım za­man yaşamımda ilk kez derin bir nefes aldım: Wagner'i dış ülke olarak, "Alman" erdemlerine bir karşıt, bir canlı karşı koyma olarak duyup saydım. -Bizler, çocuklukları 1850 yıllarında ge­çenler "Alman" kavramına karşı çaresiz kötümseriz; bizler an­cak devrimci olabiliriz, -düzmece softaların başta olduğu bir dü­zene göz yumamayız. Ama şimdi renkleri değişmişmiş, artık kı­zıllara bürünüyorlar, binici üniforması kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir... Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi, Alman­lardan kaçmıştı... Sanatçı olarak insanın Avrupa'da Paris'den başka yeri yurdu olamaz: Wagner sanatını anlamanın koşulu, o beş sanat duyusunun delicatesse'i (incelik), o ayrımları sezen parmaklar, psikolojik sayrıllık, hepsi Paris'te bulunur. Biçim sorunlarında bu tutku, mise en scene'ı (sahneye koyuş) böylesine önemseme Paris'ten başka hiçbir yerde yoktur, -tam Parisli önemseyişidir işte bu. Parisli bir sanatçının ne düşler beslediğini, gözü nasıl yükseklerde ol­duğunu Almanya'dakiler düşünemezler bile. Alman kuzu gibi­dir, -Wagner'se hiç öyle değildi... Neyse, Wagner'in asıl yerini, yakın akrabalarının kimler olduğunu daha önce uzun uzadıya anlattım ("İyi ve Kötünün Ötesinde", 256. Bölüm): Geç Fransız romantikleri, Delacroix'ların, Berlioz'ların o yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan onmazlar, hepsi de an­latım bağnazları, tepeden tırnağa virtüozlar... Kimdi zaten Wagner'in ilk zeki savunucusu? Charles Baudelaire, Delacroix'yı da ilk kez anlayan, koskoca bir sanatçı kuşağının babası, o örnek decadent, -belki en son savunucusu da oydu... Nedir Wagner'de hiç bağışlamadığım? Almanlara dek inmiş olması, Alman yurttaşı olması... Almanya nereye girse, ekini berbadeder.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

İKİNCİ BÖLÜM

İÇERDE VE DIŞARDA SAVUNMA YOLLARI
To be or not to be...
Olmak ya da olmamak...
SHAKESPEARE, Hamlet.


DÜŞÜNCELER X

Kocalık Politikası Üstüne İnceleme

Bir erkek, bu kitabın birinci bölümünün onu tanımladığı duru­ma gelirse, sanırız, karısının bir başkası tarafından elde edildiğini öğrenmesi yine de kalbinin hızlı çarpmasına yol açabilir, tutkusu yeniden alevlenebilir vs bunu, ya kendine olan özsaygısı, ya guru­ru, ya da çıkarı yüzünden yapar, çünkü aksine davranması, karısı­nı artık sevmese bile, onu erkeklerin en ahmağı durumuna düşüre­bilir, böylece, başına geleni de hak etmiş olur.
Uzun sürecek bu kriz döneminde bir kocanın hata yapmaması çok zordur, çünkü kocaların çoğu, kadın seçmeyi bilmez; onu yö­netmeyi ise hiç bilmez. Bununla birlikte kocalık politikası, davra­nışlarımızın ruhunu oluşturması gereken üç ilkenin her zaman uy­gulanmasından ibarettir. Birincisi, bir kadının söylediklerine hiçbir zaman inanmamak; ikincisi, ağzından çıkanları dinlemekle yetin­meyip, bunları ona söyleten düşünceyi her zaman araştırmak; üçüncüsüyse, bir kadının en çok gevezeliği, suskunlaştığı zaman­larda yaptığını; durgunlaştığındaysa davranışlarının, içindeki en yüksek enerjiyle yüklenmiş olacağını bilmektir.
O andan başlayarak, huysuz ata binmiş bir biniciden farkınız yoktur ve kendinizi yerde bulmamak için, atın iki kulağı arasından gözünüzü ayırmamanız gerekir.
Ne var ki iş, ilkeleri bilmekten çok, onları uygulamaktadır: Bu ilkeleri cahillere açıklamanın, bir maymunun eline tıraş makinası vermekten farkı yoktur. Bu nedenle, ilk ve en yaşamsal görevleri­nizden biri, duygu ve düşüncelerinizi sürekli gizlemektir ki çoğu koca bunu yapmaz. Bir kadında, Minotauros canavarına özgü ol­dukça belirgin belirtiler gördüklerinde erkeklerin çoğu önce onu hor gören davranışlar içine girer. İçlerinde uyanan terslik, sözlerin­den ya da davranışlarından yansır; ve ruhlarını saran korku, bir deney tüpünün altında yanan alev gibidir; davranışlarını açıkladı­ğı gibi, yüzlerini de güçlü bir şekilde aydınlatır.
Oysa, günde on iki saat sizi gözleyip düşünme olanağına sa­hip bir kadın, alnınızda beliren kaygı çizgilerini, oluştukları anda okuyabilecek yetenektedir. Bu haksız hor görmeyi ise hiçbir zaman bağışlamayacaktır. Bu durumu iyileştirecek ilaç yoktur; her şey söylenmiş, ok yaydan çıkmıştır: Karınız, gerektiğine inanıyorsa, er­tesi gün tutarsız kadınların safına katılıverir.
Öyleyse, savaş halindeki iki taraf arasında beliren bu durum karşısında yapacağınız ilk şey, vaktiyle size karşı duyduğu sınırsız güveni yeniden kazanabilmek için elinizden geleni ardınıza koy­mamaktır. Ağzınızdan bal damlayarak onu idare etme yanlışlığına düşerseniz, kayıptasınız demektir; size inanmayacaktır, çünkü si­zin gibi, onun da kendi politikası vardır. Şu halde, size kulak ver­mesini sağlayacak, duruma göre dizginleri germenize ya da gev­şetmenize izin verecek o değerli güven duygusunu, sezdirmeden onda yeniden uyandırabilmek için, açık yüreklilikle olduğu kadar, kurnazlıkla da davranmanız gerekir.


DÜŞÜNCELER XIX

Âşık Üzerine

Aşağıdaki özlü sözleri düşüncenize sunuyoruz.
Bunlar 1830'da kaleme alınmamış olsalardı insan soyundan umudu kesmek gerekirdi; ne var ki sizinle karınız ve bir âşık ara­sındaki ilişkileri ve benzersizlikleri oldukça kategorik biçimde or­taya koyuyorlar; kaleme alan kişi kendi özsaygısından o ölçüde öz­veride bulundu ki bunların tutacağınız yolu pırıl pırıl aydınlatması ve düşmanınızın gücünü tartmanızı sağlaması gerekiyor; içlerinde bir rastlantı sonucu yeni fikirler bulacak olursanız, bunları size bu kitabı salık veren şeytanın hesabına yazın.
LXV
Aşktan söz etmek, aşk yapmaktır.
LXV1
Bir âşık, en bayağı isteğini bile, ciddi bir hayranlık atılımı biçi­minde sunar.
LXVII
Bir âşık, bir kocanın sahip olmadığı tüm iyi ve kötü niteliklere sahiptir.
LXVIII
Bir âşık, her şeye yaşam katmakla kalmaz, âşığına yaşamı unutturur da: Koca ise, hiçbir şeye yaşam katmaz.
LXIX
Bir kadının duygusallıkla ilgili tüm soytarılıkları bir âşığı her zaman kandırır; bir kocanın doğal olarak omuz silktiği her şey, bir âşığı kendinden geçirir.
LXX
Bir âşık, takındığı tavırla, evli bir kadınla ulaştığı senli benlilik derecesini ele verir.
LXXI
Bir kadın, neden sevdiğini her zaman bilmez. Bir erkeğinse, aşkından çıkar beklememesi ender rastlanan bir şeydir. Bir koca, bu bencilliğin nedenini keşfetmek zorundadır, çünkü bu onun için, Arkhimedes kaldıracının görevini görecektir.
LXXI1
Akıllı bir koca, karısının bir âşığı olduğunu hiçbir zaman açık açık düşünmez.
LXXIII
Bir âşık, bir kadının kaprislerine her zaman baş eğer; bir erkek, metresinin kollarındayken onun gözüne hiçbir zaman değersiz görünmeyeceğinden, onun hoşuna gitmek için, bir kocayı çoğu kez tiksindiren her şeyi yapar.
LXXIV
Bir âşık, bir kadına, kocasının ona öğretmediği her şeyi öğre­tir.
LXXV
Bir kadının, âşığında uyandırdığı tüm duyguların altında bir değiş tokuş yatar; verdiklerini her zaman fazlasıyla geri alır; aldık­ları, en azından, verdikleri kadar zengindir. Bu öyle bir ticarettir ki, sonunda kocaların çoğuna topu attırır.
LXXVI
Bir âşık, bir kadına yalnızca onu yüceltecek şeylerden söz eder; oysa bir koca karısına, onu sevse bile, her zaman kınayıcı öğütler vermekten kendini alamaz.
LXXVII
Bir âşık, her zaman sevimli görünmek ister. Bu duyguda, insa­nı sonunda gülünç duruma düşürecek şeyin ilkesi yatar; bundan yararlanmayı bilmek gerekir.
(...)
LXXIX
Bir cinayet işlendiğinde, sorgu yargıcı (...) suçu yükleyebileceği kişilerin sayısının beşi aşmayacağını bilir. Varsayımlarını oluş­turmak için temel aldığı düşünce budur. Bir koca da, tıpkı bir yar­gıç gibi akıl yürütmelidir; karısının âşığının kim olduğunu araştır­maya kalktığında, çevresinde kuşkulanabileceği kişilerin sayısı üçü geçmez.
LXXX
Bir âşık, her zaman haklıdır.
(...)
LXXXI
Kısacası, evli bir kadının bir erkekte uyandırdığı aşk ya da kendisinin o erkeğe duyduğu aşk, duyulabilecek duyguların en az gurur okşayanıdır: Bu duygu kadında, sınırsız bir övünmeye, âşığındaysa bencilliğe dönüşür. Evli bir kadının âşığı öylesine büyük yükümlülükler altına girer ki bunların altından kalkabilecek baba­yiğitlerin sayısı koca bir yüzyılda üçü geçmez: Yaşamını tümüyle metresine adaması gerekir, oysa sonunda onu her zaman terk eder: Bunun böyle olacağını ikisi de bilir; ve dünya kurulalı beri âşıklar­dan biri ne kadar verici olmuşsa, öteki de o ölçüde nankörlük et­miştir.
Büyük bir tutku, onu yargılayanlarda kimi zaman acıma duy­gusu uyandırabilir: Ama böylesine gerçek ve sürekli tutkular nere­de? Büyüleyici etkisi bir kadını bu hallere düşüren bir erkekle mü­cadele edip başarılı olabilmesi için bir kocanın ne denli güçlü ol­ması gerektiğini varın bir düşünün!
Bize göre, genel kural olarak bir koca, şimdiye kadar açıkladı­ğımız savunma araçlarını iyi kullanmak koşuluyla karısını, kendi­sine karşı büyük bir suç işlemeden yirmi yedi yaşına kadar idare edebilir -tabii bu, onun bir âşık seçmediği anlamına gelmez. Sağda solda, aile yönetiminde büyük deha sahibi erkeklerin çıkıp, karıla­rını otuz ya da otuz beş yaşına kadar ruhça ve bedence yalnızca kendilerine saklamayı başardıkları da görülmüştür; ne var ki bu is­tisnalar ötekilerde bir tür utanmaya ve korkuya yol açar. Bu duru­ma ayrıca yalnız taşrada rastlanır; orada yaşam yarı saydam, evler de bol pencereli olduğundan, erkekler kendilerini sonsuz bir güçle donatılmış bulurlar. Ama öteki erkeklerin ve bu durumun kocalara sağladığı avantaj, nüfusu iki yüz elli bin ademoğluna ulaşan bir kentte buharlaşıp gider.
Demek ki yaklaşık olarak otuz yaş, bir kadının erdemli oldu­ğu yaştır. Bu kritik yaştan başlayarak bir kadının zaptı raptı o ka­dar güçleşir ki onu aile cennetinin içinde tutmayı başarabilmek için, elimizde kalan son savunma araçlarını devreye sokmamız ge­rekir.
(...)

17 Mayıs 2011 Salı

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur / Friedrich Nietzsche

ÖNSÖZ
I
Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltil­miş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim oldu­ğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: "Kimliğimi saklamış" değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca? Yaşamadı­ğıma kendimi inandırmam için, yazları Ober-Engadin'e* gelen "aydınlar"dan bir tekiyle konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım. Başkasıyla karıştırmayın beni her şeyden önce!
*İsviçre’de İnn Irmağı vadisi Nietzsche 1880 yılından sonra çoğunlukla yazları bu böl­gede, Sils Maria köyünde geçirmişti.
II
Örneğin, hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı deği­lim. Üstelik şimdiye dek erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz aramızda, bana öyle geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof Dionysos'un çömeziyim ben; ermiş olmaktansa, satir olmayı yeğ tutarım. Neyse, bu ya­zıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçim de ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bu­nu dile getirebilmişimdir. İnsanlığı "düzeltmek", herhalde be­nim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu. Yeni putlar dikmiyo­rum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne de­mekmiş. Putları (ki benim için "ülküler" demektir) devirmek -zanaatım asıl bu benim. İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. "Gerçek dünya" ile "görünüşte dünya", -açıkçası: Uydurma dünya ile gerçek... Ülkü denen yalan şimdiye dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı, yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı ters değerlere taptı giderek.
III
Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer ha­vası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Buz yakındır, yalnızlık yaman, -ama her şey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, -varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre'nin yargıladığı her şeyi arayıştır. Yasaklar için­de böylesine uzun bir gezginlikten edindiğim görgümle, bugü­ne dek yapılan töreleştirmenin, ülküleştirmenin nedenlerini, is­tendiğinden başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofların gizli öyküsü, taktıkları büyük adların psikolojisi aydınlığa çıktı benim için. Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu gö­ze alabilir? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendi­ne karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum?** Felsefem bu parolayla üstün gelecek bir gün; çünkü şimdi­ye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.
**Yasaklanmış olana erişmektir amacımız.
IV
Yazılarım içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, in­sanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yük­sekler kitabı olduğu gibi -insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır- hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acı­nacak bir yanılmaya düşmemek için, her şeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir! "Fısılda­nan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşün­celer yönetir dünyayı-"
İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Dü­şerken soyuluyor kızıl kabukları. Olgun incirler için bir kuzey yeliyim ben.
Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu-
Bağnazın biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutluluk de­rinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, -bir nazlı yavaşlık­tır bu konuşmaların tempo'su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinle­rin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıca­lıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt'ü duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir "bilge"nin, bir "ermiş"in, bir "mesih"in, başka bir decadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler... Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de baş­ka türlü...
Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gi­din artık, tek başınıza gidin! Böyle istiyorum.
Benden uzaklaşın, Zerdüşt'ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki sizi aldatmıştır.
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.
Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödü­yor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birin­de? Bir yontunun altında kalmaktan sakının!
Zerdüşt'e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt'ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm ina­nanların!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyle­dir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...
Friedrich Nietzsche

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena

CXV
Bazı teşebbüsler vardır ki, sa­hibine servet ve mevki verir. Ve bazı teşebbüsler, sahiplerini tekmil umduklarından mahrum eder. Birinin muvaffakiyeti, ve diğerinin hezimetini hazırlıyan, teşebbüsün cins ve nev'i değil belki, görüş ve işleyiş tarzımız, irade ve tesir kuvvetimizdir. Bir çok insanlar, daha işlerine başlamadan talihsizliklerini öne sürerler. Ve kendi zavallı­lıklarını bu meçhul talie isnat eder­ler. " insan düşünür ve takdir ona güler, diyen arap hakimine, bunun içindir ki ben de gülmek istiyorum.

CXVI
Bir yurdun neresi aziz değil­dir ki...Bir yurdun her şehrini, hususî bir sempati hiyerarşisine tâbi kılmak ne kadar iptidaî ve âdî bir görüştür. Yalancılık ve sah­tekârlık gibi, fena itiyatlarımızın yanında, aynı manzaraları görmek, aynı sesleri işitmek, aynı sefalete katlanmak, gibi itiyatlarımız da vardır. Bir yurdun bazı yerlerini; sevip, bazı yerlerini sevmemek, bazı doğru fikirleri beğenmek veya: beğenmemek gibi delice ve buda­laca bir duygusuzluk itiyadının neticesidir.

CXVII
Kuşlar vardır ki, büyük hay­vanların kurtlanmış sırtlarındaki yaralan gagalıyarak geçinirler. Bundan büyük hayvanlar da mem­nundur. Kurtları toplıyan kuşlarda memnundur. Sarmaşıklar, büyük ağaçlara sarılır. Bazan onların artığı ile bazan de en temiz kanlarını eme­rek yücelirler. Büyük ağaç yine kalın yine kuvvetlidir. Meyvesini kuşlar yer; usaresini sarmaşıklar kemirir. Gölgesinde yolcular dinlenir. Öyle iken ağaç yine dallı budaklı, yine gölgeli ve meyvelidir. İnsan vardır ki eserlerinden, serve­tinden karga ruhlu ve sarmaşık yüzlü insanlar istifade eder. İnsan vardır ki, yaralı ruhu, bu yaralardan zevk alanlar için daha çok derin­leşmiş ve kanamıştır. Büyük hayvan yaralarının derinleşmesinden, koca ağaç yaralarının ve dallarının ağır­laşmasından bir gün temamen yıkı­labilir. O vakit kargalarla sarma­şıkların ne hale gireceğini düşünebilirsiniz.

CXVIII
Bir şey yeni iken harikadır. Şaşırtıcıdır. Fakat onun bunun ağzına ve eline düştükten sonra temamen bayağılaşır. Fakat bundan her yeni ve tazenin değerli olduğunu zannetmiyeceksin. İnsan   ve   eşya   vardır ki, değeri, şarap gibi eskidikçe artar. Bunları onun bunun eline dü­şürmemeye çalışacaksın!

CXIX
Taliin bazı nimet ve muvaffa­kiyetler kazandırdığı adamlar, hiç olmazsa talilerinin kölesidirler. Kudretlerile yeni muvaffakiyetler yaratmış olanlar ise talie de efendilik ederler.
Halka ve tarihe karşı yenmiş ve üstün gelmiş görünenler, kendi­lerini bilgili insanlara da tanıtmak ve beğendirmek, onları da kendile­rine inandırmak ihtiyacındadırlar. Bu sebepten esersiz inkılâpçı ola­maz, inkılâpçılar eserini, yalnız kâ­ğıtlara değil, bütün bir yurdun ve ulusun dimağ ve vicdanına yazarlar. Bunun içindir ki, inkılâbın man­tığı cildlerde değil, bütün bir dev­letin yöneldiği ve hız aldığı ülkü yollarında kavranabilir. Cildler, an­cak bu savaşın romanını veya ta­rihini yazar. Bu sebeptendir ki, çok defa inkılâba ilmin aklı ermez ve çok defa inkılâpçı, âlimin aklile yü­rümekten çekinir. Bir inkılâb, kendi kendine ve başlı başına bir ilimdir. Bunu böyle anlamayanlar, karakaplı kitaplarda yerini bula­cağım diye boş yere titizlenecek­lerdir.

CXX
Bir iş yapmalısın ki arkandan gelen, onu düzeltmiye mecbur kal­masın. Ve yapacağın işler, ne ol­duğunu bir türlü kavrayamadığın emirlere boyun bükmeden doğma­sın. Bir insan, ödevini, boyun bü­kerek değil, inanarak; anlamadan değil, bilerek, kavrayarak ve iste­yerek yapmalıdır. Eskiler, gelen gidene rahmet okutur! derlerdi. - Sen daima gideni unutturacak ve kendinden sonra bir başkasını bek­lemekten kurtaracaksın. Bu ulusa ve insanlığa yeni ve eşsiz bir iş yapmalıyız ve işlerimizde ismimiz ve hatıramız ebedîleşmiş demektir.

CXXI
İnsan, kafasından ziyade kulak veya gözile düşünen bir hayvandır. Yalnız, kulak fenalıklara, göz iyi liklere inanır. Bir başkasının büyüklük ve erdemliğine inanmak için, işitmek değil görmek ve fakat fenalıklarına inanmak için yalnız işitmek kâfidir. Seni bu çeşit insanlar arasında görmek istemiyorum.


SON

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER V

Yargılılar

Yargılı, önceden mutluluğa ya da mutsuzluğa yazgılı kişi anla­mına geliyor.
XXVI
(...)
Şiirin, müziğin, resmin sonsuz anlatım olanakları varsa, aşkın onlardan çok daha fazlasına sahip olması gerekir, çünkü gerçekli­ğin analoji yoluyla -belki de verimsiz- araştırılması peşinde koş­mamızı sağlayan bu üç sanat dalında insan kendi imgelemiyle baş-başa kalır, oysa aşk, iki bedenin, iki ruhun birleşmesidir. Tanrının şair, müzikçi ya da ressam olarak yarattığı kişilerin insan düşünce­sini anlatmada var olan belli başlı bu üç yoldan yararlanmak için nasıl bazı ön çalışmalar yapmaları gerekiyorsa, mutlu olabilmek için de zevk aleminin gizlerine ulaşabilmek gerekmez mi? İnsanla­rın tümü, üreme gereksemesi duyar; acıkmak, susamak gibi bir şeydir bu; ne var ki duydukları bu gerekseme onların iyi birer âşık, birer damak düşkünü olduklarını göstermez. Bugünkü uygarlığı­mız zevkin bir bilim olduğunu, yemeyi içmeyi bilmenin yalnızca bazı ayrıcalıklı kişilerin ulaşabildikleri bir şey olduğunu kanıtladı. Bir sanat olarak kabul ettiğimize göre, zevk de kendi fizyologunu beklemekte. Bize gelince, mutluluğun yalnızca kurucu öğelerinin bilinmesinin bütün yargılıları bekleyen bir talihsizlik olduğunu göstermiş olmak bile yeter bize.
Burada, tıpkı kireçli katmanların yer şekillerini oluşturması gi­bi, bu yeni sanatın oluşmasına yol açabilecek bazı aforizmaları ya­yımlamaya büyük bir çekingenlikle cesaret edecek, bunları filozof­ların, evlenecek gençlerin ve yargılıların düşüncesine sunacağız.

Evliliğin Temel Bilgileri

XXVII
Evlilik bir bilimdir.
XXVIII
Bir erkek, anatomi öğrenmeden ve en az bir kadını açımlama­dan evlenmemelidir.
XXIX
Bir evliliğin geleceği, ilk gecenin sabahında belli olur.
XXX
Özgür seçimden yoksun bırakılmış bir kadın, hiçbir zaman hiçbir özveride bulunmaz.
XXXI
Aşk konusunda kadın, ruhu bir yana, gizlerini ancak onu çal­masını iyi beceren kişiye sunan bir lirdir.
XXXII
Bütün kadınların ruhunda, bir davranış karşısında gösterdik­leri itici tepkiden bağımsız olarak, tutkudan yoksun zevkleri er ya da geç dışlamaya eğilimli bir duygu vardır.
(...)
XL
Evli kadınların en soğuk görüneni, aynı zamanda en şehvetlisi olabilir.
XLI
Kadınların en erdemlisi, kendi de farkında olmadan patavat­sızlık yapabilir.'
(...)
XI,III
İnsanları güçlü kılan, kuvvetli ya da sık sık vurmak değil, ye­rinde ve zamanında vurmaktır.
XI,IV
Bir arzuyu uyandırmak, onu beslemek, geliştirmek, büyütmek, uyarmak, doyurmak başlı başına bir şiirdir.
XLV
Zevkler sırasıyla beyitten dörtlüğe, dörtlükten soneye, sone­den balada, baladdan oda, oddan kantata, kantattan ditiramba doğru yol alır. İşe ditirambla başlayan koca, salağın tekidir.
XLVI
Her gecenin özel bir mönüsü olmalıdır.
XLVII
Evliliğin, her şeyi kemiren bir canavarla bıkıp usanmadan bo­ğuşması gerekir: alışkanlık.
XLVI1I
Art arda gelen iki gecenin verdiği zevkler arasındaki farkı an­lamayan bir erkek, çok erken evlenmiş demektir.
XL1X
Aşıklık, kocalıktan daha kolaydır, çünkü her gün güzel sözler bulmak, ara sıra iltifat etmekten çok daha zordur.
L
Bir koca, karısından ne daha önce uyumalı, ne de ondan daha geç uyanmalıdır.
LI
Karısının banyo-tuvaletine dalan koca, ya filozoftur ya salak.
LII
Hiçbir arzu uyandırmayan koca, yitik bir adamdır.
LI1I
Evli kadın, bir köledir; oturtulacak taht bulunması gereken bir köle.
LIV
Bir erkek, karısı sık sık gelip dizlerine oturmuyorsa onu tanı­makla, mutlu etmekle böbürlenmemelidir. (...)


DÜŞÜNCELER VII

Balayı Üzerine

Bundan önceki Düşüncelerimiz, Fransa'da, evli bir kadının er­demini korumasının neredeyse olanaksız olduğunu kanıtlıyorsa da, bekâr erkeklerin ve yargılıların sayısı, kızlarımızın eğitimi üze­rinde kısaca belirttiğimiz düşüncelerimiz ve bir kadının eş olarak seçiminde ortaya çıkan güçlükler hakkındaki kısa incelememiz, sa­hip olduğumuz bu ulusal kırılganlığı bir noktaya kadar açıklamak­ta. Böylece, toplumsal durumun içine düştüğü bu ağır hastalığı açık yüreklilikle ortaya koyduktan sonra, bunun nedenlerim yasa­larda, törelerin tutarsızlığında, kafaların çapsızlığında, alışkanlık­larımızın çelişikliğinde aramıştık. İncelenmesi gereken tek bir olgu kalıyor geriye: Toplumumuzu kuşatan kötülük.
Balayının içerdiği önemli sorunları ele almakla, bu ilk ilkeye gelmiş oluyoruz; ayrıca balayında, aileye özgü tüm olayların çıkış noktasını bulacağımızdan, gevezelikten geçilmeyen Düşünceler'imizin dolup taştığı bilgece deliliklerin arasına amaçlı olarak serpiştirdiğimiz gözlemlerimiz, aksiyomlarımız, sorunlarımız bu düşüncelere eklenen halkalar olarak o parlak zinciri oluşturacak. Balayı, bir bakıma, düşsel iki kahramanımızı birbiriyle kapıştırma­dan önce yapmamız gereken çözümlemenin doruk noktasını oluş­turuyor.
Bu deyim, yani Balayı* dilimize (Fransızca'ya) İngilizce'den gelmiş ve evliliğin tatlılık ve zevkten başka bir şey olmayan kaçıcı o ilk günlerini incelikle tanımladığı için öteki dillere de geçecek ve sonuçlarına katlandığımız yanılgılarımız ve hatalarımız gibi, yaşa­mımız boyunca taşıyacağımız bir olgudur; çünkü yalanların en kötüsüdür. Bize kendini taze çiçeklerle taçlanmış bir peri, okşayan bir denizkızı gibi göstermesi, felaketin ta kendisi olmasından kaynak­lanmaktadır; felaketse çoğu kez güle oynaya gelir.
Birbirlerini tüm yaşamları boyunca sevmeye söz veren karı ko­ca, Balayı'nın ne olduğunu kavrayamaz; onlar için balayı diye bir şey yoktur ya da daha doğrusu, sürekli bir balayı vardır: Ölüm ol­gusunu bir türlü kavrayamayan ölümsüzlerden farkları yoktur. Ama bu tür bir mutluluk, bizim kitabımızın kapsamı dışında kalıyor; bizim okurlarımız için evlilik, iki ayrı ayın etkisi altındadır: Bal Ayı ve Kızıl Ay. Bu sonuncusu, gökyüzündeki devinimi sonu­cu hilale dönüşür; ve bu haliyle şavkı bir ailenin üzerine düştüğün­deyse, orada sonsuza dek kalır.
Balayı, birbirlerini sonuna kadar sevmelerine olanak bulunma­yan iki varlığı nasıl aydınlatabilir ki?
Bir kez doğarsa, bir daha nasıl batar?...
Her evliliğin balayı var mıdır?
Bu üç soruyu çözümlemek için, bunları sırasıyla ele alalım.
Kızlarımıza verdiğimiz hayranlık uyandıran eğitim ve erkekle­rin evlenirken tabi oldukları yasaların koyduğu önlem dolu kural­lar burada bütün meyvalarını sunacak bize. En az mutsuzlukla yü­rüyen evliliklerin nasıl yürüdüklerini ve karşılaştıkları durumları inceleyelim.
Törelerimiz, eş olarak aldığımız genç kızda, doğal olarak aşırı­ya kaçmış bir merak geliştirir; öte yandan,
Fransa'da anneler her Allahın günü kızlarını, canlarının yanacağına aldırmadan ateşe iterler; dolayısıyla bu merakın sınırı yoktur.
Naif olduğu kadar kurnaz da olan bu varlığın içinde bulundu­ğu derin bilgisizlik, kendisini tehdit eden tehlikeleri onun gözün­den saklar; ve evlilik ona sürekli biçimde hem katlanılması gere­ken bir tiranlık, hem de özgürlük, hem zevk, hem de egemenlik dönemi olarak sunulduğundan, doyuma ulaştırması gereken varlı­ğıyla ilgili istekleri sürekli artar: Bu genç kız için evlenmek, hiçlik­ten yaşama çağrılmak gibi bir şeydir.
Mutluluk, din, ahlak, yasalar gibi duygulara sahipse bu, anne­sinin ona bin kez, mutluluğun kendisine ancak sizden gelebileceği­ni yinelemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Boyun eğme onda, erdem olmasa da, her zaman bir gereklilik­tir, çünkü her şeyi sizden bekler. Toplumlar, kadınların öncelikle köle durumuna indirgenmesini dayatırlar, ama onlar, bu durum­dan kurtulmayı özlemezler bile, çünkü kendilerini zayıf, çekingen ve bilgisiz olarak duyumsarlar.
Rastlantıyla yapılmış bir hata ya da bağışlanmayacak bir istek­sizliği farkında olmadan göstermenizle ortaya çıkacak durum dı­şında, sizin hoşunuza gidecek şekilde davranmak zorundadır; sizi henüz tanımıyordur.
Sonuçla, güzel zaferinizi kolaylaştırmak amacıyla, kaynağı siz de bulunan zevklerden tat alması için doğanın güçlü kıldığı bir dö­neminde onu eş olarak alıyorsunuz. Aziz Petrus gibi, Cennet'in anahtarları sizin elinizdeyken.
(...)
İşin içine toplum ve doğa yasalarının karıştığı bu garip du­rumda bir genç kız, çıkarını korumak için itaat eder, kendini teslim eder, acı çeker ve susar. İtaat etmesi hesaplılık, hoşnut görünmesi umut, bağlılığı, sizin yararlandığınız bir tür yönelim, sessiz kalmasıysa cömertliktir. Anlamadığı sürece sizin kaprislerinizin kurbanı olacaktır; davranışlarınızla ona verdiğiniz acılara, kafasına dank edinceye kadar katlanacaktır; istekli olmasa da kendini feda ede­cektir; sahip olduğunuz ilk anda ona gösterdiğiniz sözümona tut­kuya inanmaktadır; özverilerinin boşunalığını anladığı andan baş­layarak da çenesi artık hiç durmayacaktır.
Böylece bir sabah, bu birlikteliğin üzerinde baskı yapan bütün yanlış anlamalar, üzerine çöken ağırlığın kalkması sonucu doğru­lan dal örneği kal ki verir.
(...)

LVI
Evlilik yaşamında, iki kalbin birbiriyle anlaşabilecekleri an, bir şimşeğin çakışı kadar kısa sürer; kaçırıldığı zaman da bir daha geri dönmez.
Bu ilk ikili yaşam deneyine, kadının mutlu olma umuduyla henüz törpülenmemiş karılık görevleri duygusuyla, hoşa gitme is­teğiyle, aşkıyla görevini uyum içinde gördüğü andaki o çok inan­dırıcı erdemiyle kendini yüreklendirdiği bu süreye Balayı adı veri­lir: Bu dönem, tüm yaşamları boyunca sürecek bir birliktelik için çiftler birbirlerini tam olarak tanımadan nasıl uzun sürer? Hayret edilmesi gereken bir şey varsa o da törelerimizin, evlilik yatağı çevresine yığdığı bir sürü kahredici saçmalığın nasıl olup da bu ka­dar az kinlenmeye yol açtığıdır!...
Ne var ki gördükleri ayrıcalıklı eğitim sonucu belirli bir dü­şünce gücüyle donatılmış, politikada, edebiyatta, güzel sanatlarda, ticarette ya da özel yaşamda parlamak için derinlikli çözümlere sa­hip kılınmış erkeklerin hepsi mutlu olmak için, bir kadını sevgiyle ya da yetkeyle yönetmek için evleniyor ve hepsi aynı tuzağa düşü­yor, belirli süre belirli mutluluğu tattıktan sonra birer ahmağa dö­nüşüyorsa, bu işte bir sorun var demektir ve bu sorunun çözümü, insan ruhunun bilinmeyen derinliklerinde, bazılarını yukarıda açıklamaya çalıştığımız olaylarla gözler önüne sermeyi denediği­miz fiziksel gerçeklik türlerinde yatıyor demektir.
Ahmaklar, açıklamakta ne kadar zorluk çektiklerini ileri sürer­lerse sürsünler, aşkın, geometrininki kadar kesin ilkeleri vardır; ne var ki her birimiz bunları kendi keyfimize göre değiştirdiğimiz­den, kendi yarattığımız bu sayısız düzenlerin kaprislerinden şika­yet edip dururuz.
(...)
LVIII
Bir şeye, ona gösterdiğimiz özenin, çabanın ya da isteğin yo­ğunluğu ölçüsünde sürekli bağlanırız.
Düşüncelerimizin, aşkların bu ilk yasasının nedenleri üzerinde gözlerimizin önüne serdikleri, aşağıdaki aksiyoma indirgeniyor: Bu aksiyom, söz konusu yasanın hem ilkesini, hem de sonucunu oluşturuyor.
LIX
İnsanın elde ettikleri, verdikleriyle orantılıdır.
(...)