15 Haziran 2011 Çarşamba

Rimbaud ya da Büyük İsyan / Henry Miller


            Şimdi, bizi algılama yöntemlerimizi değiştirmeye zorlayacak olan insanlar ortaya çıkıyor. Rimbaud'nun kendi sırrıyla birlikte yaşadığı o izbe, hızla ortadan kalkmakta. Her kim kurallardan saparsa, hemen meydana çıkıveriyor; zulalar yok artık. Ortak kaygı içinde, garip yaratık, biricik sığınağından kaçırtılacak. Tüm insanlık, erkekler ve dişiler, bir araya toplanacak ve mahkemeye çağrılacak. Şimdi insanlık bir bütün olarak büyük sınava hazırlanıyor. Büyük olay kapımızı çaldığı sırada, hiyerogliflerin okunması her zamankinden daha önemli, daha heyecan verici olacak. Çok geçmeden, ve apansız hepimiz sırt sırta yürüyor olacağız, bir kahinle sıradan bir adam yan yana. Tamamen yeni bir dünya, korkunç ve iğrenç bir dünya kapıda bekliyor. Günlerden bir gün uyanacağız ve bütün kavramları aşan bir oyunu seyredeceğiz. Şairler ve kahinler yeni dünyayı kuşaklar boyunca muştuladılar, fakat biz onlara inanmayı reddettik. Bizler, sabit yıldızlardakiler, gezegenlerin muştusunu yadsıdık. Onlara ölü gezegenler, kaçan hayaletler, çoktandır unutulmuş felaketlerden hayatta kalanlar gözüyle baktık.
           Şairler ne kadar da gezegenlere benziyorlar. Gezegenler gibi başka dünyalarla bağlantılı görünmüyorlar mı? Bize gelecek olaylar kadar, insanlığın hafızasına gömülü geçmiş olayları da anlatmıyorlar mı? Onların yeryüzündeki geçici konaklamalarına, onları başka bir dünyanın elçileri olarak görmekten başka bir anlam verebilir miyiz? Onlar işaretler ve semboller içinde yaşarlarken, biz cansız olguların ortasında yaşıyoruz. Güneşe yakınlaştığımızda, onların özlemi bizimkiyle örtüşüyor. Onlar bizi palamarlanmızdan çözmeye çalışıyorlar; onlarla birlikte tin'in kanatlan üstünde uçmamız için kanımıza giriyorlar. Sürekli, gelecek olayların yaklaştığını bildiriyorlar ve biz bilinmeyen korkusu içinde yaşadığımız için, onlan çarmıha geriyoruz. Şairlerde eylemin sıçrama yayları gizli. Diğer türlerin içinde en gelişmiş tip olan şair -ve burada "şair" derken düşün ve fantezi içinde yaşayan herkesi anlıyorum- diğer insanlarla eşit hamilelik süresine yükümlü değildir. Hamileliğini doğumdan sonra da sürdürmek zorundadır, içinde oturacağı dünya, bizimkiyle aynı değildir, bizimkiyle olan benzerliği açısından, bizim dünyamızın ancak, kromagnon insanının dünyasına eş olduğu söylenebilir. Şairin olayları tasavvuru, dört boyutlu bir dünyadan gelip, üç boyutlu bir ortamda yaşayan bir insanınkine benzer. O bizim dünyamızdadır, fakat buraya ait değildir; başka bir yere bağlıdır. Onun görevi, bizi baştan çıkartmak, bizi sıkıştıran dünyayı dayanılmaz hale getirmektir. Ne var ki ancak üç boyutlu dünyalarını yaşayıp terketmiş, onun olanaklarını denemiş olanlar bu çağrıya uyabilirler.
           Şairin kullandığı işaretler ve semboller, dilin, konuşulamayanla ve temellendirilemeyenle çatışmanın bir aracını oluşturduğunun en sağlam kanıtlarından biridir. Semboller her düzlemde geçerli hale geldikleri anda, geçerliliklerini ve etkenliklerini yitirirler. Şairden, sokaktaki adamın dilini kullanması istendiğinde, bu, peygamberden kehanetlerini açıkça belirginleştirmesini beklemeye benzer. Daha yüksek, daha uzak katlardan bizimle konuşan ses, bize gizem kılığında ulaşır. Bunun için de sürekli serpilecek ve açıklamalar yoluyla açığa çıkartılacak olan şey -tek sözcükle: kavram dünyası- aynı zamanda, sembollerin kullanılmasıyla, bu stenografik hattatlıkla, yoğunlaştırılır ve sıklaştırılır. Onu, yeni sözcük oyunları yapmadıkça asla açıklayamayız. Tinsellik veya bengilik katına ait olan, her türlü açıklamadan kaçar. Şairin dili asimptotiktir; iç ses tinin sonsuzluğuna yakınsadıkça şairin dili de iç sese paralel gider. Bu iç kayıt sayesinde insan şairle, denilebilirse, dil olmadan ilişki içindedir. Burada söz konusu olan sözcük eğitimi değil, tersine tinsel gelişmedir. Rimbaud'nun anlığı, hiç bir yerde, eseri boyunca koruduğu bu tavizsiz temel seste olduğundan daha açık bir biçimde gün ışığına çıkmaz. Çok çeşitli insan tipleri tarafından anlaşılır, tıpkı çok çeşitli insan tipleri tarafından yanlış anlaşıldığı gibi. Taklitçilerinin foyası hemen meydana çıkartılabilir. Sembolist akımla ortak bir yanı yoktur. Ve saptayabildiğim kadarıyla, sürrealistlerle de bir ilgisi yoktu. Bir çok akımın babasıdır ve hiç biriyle akraba değildir. Sembole sağladığı eşsiz kullanım biçimi, dehasının bir teminatıdır. Bu sembol sistemi, kan ve gözyaşıyla potaya dökülmüştür. Bu bir protestoydu ve aynı zamanda tinin kökenini kurutmakla tehdit eden bilgi israfından sakınmaydı. Hem de, karmakarışık ilişkiler içeren bir dünyaya açılan bir pencereydi. Eski işaret dili çoktandır bu dünyada işe yaramıyordu. Bu bakımdan Rimbaud çağımızın matematikçilerine ve bilim adamlarına, çağdaş şairlere olduğundan daha yakındır. Yine de unutulmamalıdır ki, son dönem şairlerinin tersine o, matematikçilerin ve bilim adamlarının kullandığı sembolleri kullanmamıştır. Rimbaud tinin dilini konuştu, ağırlıkların, ölçülerin ve soyut ilişkilerin dilini değil. Hiç olmazsa bu noktada mutlak "modernliğini" kanıtladı.
Bu paragrafta, daha önce değindiğim bir sorunu: şairle okuyucu arasındaki ilişkiyi tekrar ele almak istiyorum. Eğer Rimbaud' un sembolü kullanış biçimini alkışladıysam, böylelikle, şairin gerçek tanımının bu doğrultuda yattığını vurgulamak istedim. Benim anlayışıma göre, sembolik bir yazının kullanılmasıyla "kuşdili" diye tanımladığım, son derece kişisel bir jargonun kullanılması arasında büyük bir fark vardır. Modern şair, okuyucusuna sırtını dönmüş görünüyor, onu küçümser bir hali var. Kendini savunmak için ara sıra kendini matematikçiyle veya fizikçiyle kıyaslıyor; oysa şimdi bunlar aydınların çoğunluğu için tamamen anlaşılmaz olan bir işaret dilinden yararlanıyorlar -sadece kendi kült'ünün üyeleri tarafından kavranabilen ezoterik bir dil. Şair, fiziksel veya soyut dünyayla uğraşan insanlardan tamamen farklı bir işleve sahip olduğunu unutmuş görünüyor. Onun aracısı tindir, ve erkekler ve kadınlar dünyası ile olan ilişkisi canlı bir ilişkidir. Onun dili laboratuar için değil, kalplerin kuytuları için belirlenmiştir. Eğer harekete geçmesini sağlayacak gücü yadsırsa, aracısı bütün değerini yitirir. Yenilenmenin mekanı kalptir ve şair buraya demir atmış olmalıdır. Buna karşın bilim adamı sadece yanılsama dünyasıyla, içinde etki edilen, olayların gerçekleştiği fiziksel dünyayla ilgilenir. O çoktandır, bir zamanlar sömürmeyi umduğu güçlerin kurbanı olmuştur. Onun günü kararmak üzere. Şair hiçbir zaman bu konuma düşmeyecek, ilk ağızda, yaşama içgüdüsü bilim adamınkiyle aynı yozlaşmayı gösterseydi, şair olmazdı. Fakat onu tehdit eden tehlike, yeteneklerinin yadsınmasıdır; ona emanet edilen mala ihanet ederse, sayısız insanın kaderini, kendi kişisel ilerlemelerinden başka bir-şey düşünmeyen bencil bireylerin denetimine bırakır. Rimbaud'nun el çekişi, çağdaş şairin kendisini sınırlamasından daha farklı bir ölçüte tabidir. Rimbaud, yaşamını sürdürebilmek için, şair mevkiinde bulunup da olduğundan başka birşey olmayı reddetti. Bizim şairlerimiz, isimlerine kıskançlıkla titizleniyorlar, fakat mevkilerinin sorumluluğunu üstlenmeye hevesli görünmüyorlar. Kendilerini şair olarak kanıtlamadılar; sadece kendilerini böyle adlandırabildiklerine sevindiler. Onların dudakları arasından çıkacak olana bağlı bir dünya için değil, birbirleri için yazıyorlar. Kendilerini kasıtlı olarak anlaşılmaz kılmakla, yeteneksizliklerini haklılaştırmaya çalışıyorlar. Övgü düzdükleri kendi küçük benlerinin içine hapsolmuş durumdalar; kendilerini dünyadan uzak tutuyorlar çünkü ilk temasta tuzla buz olacaklarından korkuyorlar. Daha yakından bakılırsa birer kişi bile değiller, çünkü böyle olsaydı, onların ıstırapları ve hezeyanları neye benzerse benzesin anlaşılabilirdi. Kendilerini de fizikçinin problemleri gibi soyutlaştırdılar. Tıpkı ana rahmini özler gibi, başkalarına da bir şeyler iletmenin sıfıra indirgendiği an bir şiir ortamını özlüyorlar.
Rimbaud'nun çağdaşları olan öteki büyük kişileri -Nietzsche, Strindberg, Dostoyevski gibi insanları- düşündüğümde, onların yaşadığım ve bizim dahilerimizin vermek zorunda oldukları sınavları fazlasıyla gölgede bırakan korkuları düşündüğümde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının, tarihin en rezil dönemlerinden biri olduğuna inanmaya başlıyorum. Hepsi de gelecek uyarılarıyla dolu bu şehitlerden, trajedisi Rimbaud'nun yazgısına en fazla benzeyeni Van Gogh'du. Rimbaud'dan bir yıl önce doğmuştu ve onunla yaklaşık aynı yaştayken, kendi eliyle öldü. Tıpkı Rimbaud gibi o da çelik bir irade, nerdeyse insanüstü bir cesaret, olağanüstü bir enerji ve kararlılık gösterdi; aşılamaz zorluklara karşı böyle mücadele edebilirdi. Fakat hayatının baharında mücadeleden bitkin düşmesiyle de Rimbaud'ya benziyor; böylece yeteneklerle doluyken kıyıma uğradı.
Serserilikleri, sürekli meslek değiştirmeleri, feleğin çemberinden geçmeleri, başarısızlıkları, ikisini de kuşatan acemilik bulutu - ikisinde de ortak olan tüm bu unsurlar onların talihsizliğe uğramış ikizler gibi öne çıkarıyorlar. Yaşamlarının yazgıları, modern çağlarda bildiğimiz en acıklıları arasındalar. Hiç kimse Van Gogh'un mektuplarını her defasında sarsılmadan okuyamaz. Ne ki ikisinin arasındaki büyük fark, Van Gogh'un yaşamından bir ışıklanışın doğmasında yatıyor. Van Gogh'un ölümünden az önce, hastası için derin bir anlayışı olan Dr. Gachet, Vincent'in kardeşi Theo'ya şunları yazdı: " 'Sanat aşkı' sözcüğü yeterli değil, inanç'tan söz etmek gerekiyor - uğruna Vincent'in şehit düştüğü bir inançtan!" Rimbaud'da büsbütün eksik olduğu görülen unsur budur: tanrıya, insanlara veya sanat'a inanç. Bunun eksikliği de bu yaşamın böyle gri, ara sıra adeta kapkara görünmesine neden oluyor. Aynı şekilde, ikisinin mizaçları da çok sayıda önemli ortaklıklar gösteriyor. Onları birleştiren en güçlü bağ, sanatlarının anlığı. Bu anlığın ölçütü, acının diliyle verilmiştir. Yüzyıl dönümünden bu yana böyle bir ruh ağrısı mümkün gibi görünmüyor. Mutlaka daha iyi olması gerekmeyen, fakat sanatçının onun içinde daha duyarsız, daha kayıtsız olacağı yeni bir iklimde bulunuyoruz. Şimdi birisi bu can çekişme biçimini yaşar ve onu betimlerse "umutsuz romantik" olarak damgalanıyor. Bir insandan böylesi duyarlılıklar beklenmiyor artık.
Van Gogh 1880'de kardeşine olayların can damarına dokunan ve insanın kanını oynatan mektuplarından birini yazdı. Bu mektup okunduğunda insanın aklına Rimbaud gelecektir. Mektuplarındaki ifadeler çoğu kez şaşırtıcı benzerlikler taşıyorlar. Hiç bir zaman birbirlerine, kendilerini haksız suçlamalara karşı savundukları zamandan daha yakın değiller. Bu durumda Van Gogh kendini haytalık suçlamasına karşı savunuyor. Aylaklığın iki çeşidini, kötü ve yararlı türlerini ayrıntılı olarak betimliyor. Mektup sözcüğün tam anlamıyla bu konu üzerine bir vaaz, ve tekrar tekrar bu mektuba dönmekte yarar var. Bir paragrafta bizzat Rimbaud'nun sözcüklerinin yankısını işitiyoruz... "Şunu veya bunu yadsıdığıma inanma" diye yazıyor. "Ben kendi inançsızlığımda bir tür inananım; değiştirilmiş olmama rağmen, yine de aynı kalıyorum ve benim ıstırabım yalnızca şurdan kaynaklanıyor: ben aslında neye yarıyorum? kendime bir biçimde yardımcı ve faydalı olamaz mıyım? bu konuda daha fazlasını nasıl öğrenebilir ve şu veya bu konuda nasıl derinleşebilirdim? Görüyor musun, bu bana sürekli acı veriyor ve sonra insan utanç içine düştüğünü, şu veya bu çalışmaya katılmasının imkansızlığını hissediyor, mutlaka gerekli duyulan şu veya bu şey menzil dışında kalıyor. Bu yüzden hüzünlenmiyor değilim; sonra, arkadaşlıkların ve yüksek ve ciddi duygudaşlıkların yer alabilecekleri boşlukları hissediyorum ve sonra korkunç yılgınlığın bizzat zihinsel enerjiyi nasıl kemirdiğini hissediyorum ve kader, duygudaşlık güdülerinin önüne bir set çekmiş görünüyor, ve bir sıkıntı seli, beni boğmak için yükseldikçe yükseliyor. Sonra insan haykırıyor. 'Tanrım, daha ne kadar sürecek?' "
Sonra da buradan, tembelliği, karaktersizliği, doğasının seviyesizliği yüzünden aylak olan insanla, başka türden bir aylaklık içinde olan, iradesine karşı üşengeç olan, içinde büyük bir eylem arzusuyla yanıp tutuşan, herhangi bir şey yapması imkansız olduğu için bir aylak olan insanlar arasında ayrım yapmaya geçiyor. Altın kafesteki kuşu betimliyor. Sonra da şu dokunaklı, yürek paralayıcı, kahredici sözleri ekliyor: "Ve çoğu kez koşullar insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyar; herhangi bir korkunç, korkunç, son derece korkunç bir kafesin içinde tutsaktırlar. Biliyorum, sonra kurtuluş da vardır. Haklı veya haksız yere bozulmuş iyi bir nam, utanç, koşulların zorlaması, şanssızlık - tüm bunlar bizi tutsaklaştırır. Bizi kapatan, etrafımıza duvar ören, bizi mezara gömmüşe benzeyen şeyin aslında ne olduğu her zaman söylenemeyebilir, fakat yine de birtakım bölmeleri, parmaklıkları, duvarları hissederiz. Tüm bunlar kurmaca'dan, fanteziden mi ibaret? Sanmıyorum. Ve sonra şu soru sorulur: 'Tanrım, bu uzun süre, her zaman, tüm sonsuzluk boyunca mı sürecek? İnsanı, bu tutsaklıktan neyin kurtardığını biliyor musun? Buna her derin, ciddi duygudaşlığın gücü yeter. Arkadaş olmak, kardeş olmak, sevmek-, bu hapishaneyi tüm gücüyle, büyülü kuvvetiyle açar. Oysa buna sahip olmayan biri, hapishanede kalır. Duygudaşlığın tazelendiği yere yaşam geri gelir."
Rimbaud'nun Habeşistan yerlileri arasındaki sürgünlüğü, Van Gogh'un bir akıl hastanesindeki gönüllü inzivasına ne kadar benziyor! Yine de ikisi de böylesine tuhaf bir çevrede bir ölçüde huzur ve mutluluk buldular. Enid Starkie diyor ki: "Cami sekiz yıl boyunca Rimbaud'un biricik dostu ve avutucusu olmuş görünüyor, -Cami, on dört-on beş yaşındaki Harrarlı erkek çocuk, onun hizmetçisi ve sürekli yoldaşı...Cami, onun sürekli anımsadığı ve sevgiyle söz ettiği az sayıda insandan biriydi, ölüm döşeğindeyken düşüncelerinin gençliğinde tanıdığı kimselere yöneldiği saatte andığı biricik dostuydu." Van Gogh'a gelince, postacı Roulin ona en kötü saatlerinde destek oldu. En büyük arzusunu, birlikte yaşayabileceği ve çalışabileceği birini bulmayı bu dünyada asla gerçekleştiremedi. Gaugin'le olan deneyimi salt yıkıcı olmakla kalmayıp, bela doluydu da. Sonunda Auvers'de cesur doktor Gachet'yi bulduğunda artık çok geçti; morali çoktan çökmüştü. "Şikayet etmeden acı çekmek, bu yaşamın bize sunduğu biricik öğreti budur." Van Gogh acı deneyiminden bu sonucu çıkartmıştı. Yaşamı bu mutlak teslimiyet havasında sona erdi. Van Gogh 1890 Temmuzunda öldü. Bir yıl sonra Rimbaud, ailesine şöyle yazıyordu: "Adieu mariage, adieu famille, adieu avenir. Ma vie est passee. Je ne suis plus qu'un tronçon immobile." ("Elveda evlilik, elveda aile, elveda gelecek! Yaşamım geçip gitti. Artık sadece hareketsiz bir kütüğüm.")
Özgürlük için hiç kimse zindana atılan bu iki kişiden daha fazla yanıp tutuşmadı, ikisi de kendileri için en zor olan yolu seçmiş görünüyorlar, ikisinde de acının çanağı ağzına kadar doldu, ikisinde de asla iflah olmaz bir yara kanıyordu. Van Gogh ölümünden yaklaşık sekiz yıl önce, mektuplarından birinde ikinci büyük aşk hayal kırıklığının ona ne yaptığını açıklıyordu: "Tek bir sözcük, hiç bir şeyin değişmediğini ve gittiğim her yere götüreceğim bir yara kaldığını hissettirdi bana, fakat bu yara çok derinde yatıyor ve asla iyileşmeyecek; yıllar sonra da ilk günkü gibi kalacak". Rimbaud' un başından da benzer bir olay geçti; bu uğursuz konu hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorsak da, etkisinin aynı ölçüde yıkıcı olduğunu kabul etmeliyiz.

6 Haziran 2011 Pazartesi

İki Düş Arasında Beklenti / Edip Cansever

Ablan çiçekli şapkalar yapıyor mu gene
Üstüne buğulu yaz tülleri serpiştiriyor mu
Kadife sesleri, ibrişim kokulan
Dolduruyor mu dört bir yanı
Küçük küçük güneşler halinde
Makaslarda geziniyor mu parmak izlerin
Onca uzaklığındaki ben
Geçiyor muyum belli belirsiz
Gözlerinin içdenizlerinden
Nasıl mı ,
Nasıl yaratılmışsa boşluk
Kendine bakan irice bir vişneden.
Hani
Elini alnına koyup da
Daldığın olurdu ya bazen
Dalgınlığının ipekli giysinle birlikte
Hiç değinmeyen bir hışırtısı olurdu ya
Kime duyuruyorsun o sesi şimdi
Kime
— Yokluğuma bakarak
Çizilmiş bir taslak gibi
Uçup giden bir taslak gibi
Dağılan, toz olan bir taslak gibi —

Pencerenden baktığında— arasıra —,
— Ah bu kımıltısız yaz uzaklıkları —
Sana küçük küçük armağanlar verilirdi de sanki
Sen onları (sözgelimi bir tümsek, bir yavru karga, yere
düşen bir yaprak, ağır ağır yayılan bir duman
parçası — şapkalardan birinden kopmuş bir
kurdele ? olabilir— karşı pencerede bir
ayna, bir sürahi; birbirine karışmış iki tek
gözyaşı gibi)
Dolduruyor musun çantana özenle
Çantana, çekmecene, ne bileyim, hiçbir yere belki de
İşte, tıpkı, dilsiz bir kadın sana bir şey söyledi
Söyledi de
Yineler gibisindir kendi kendine.
Anımsıyorum birde
Senden biraz ötede birtakım devinimler
Görüyorum nerdeyse — gövdenin çok yakınında —
Sen onları tutup tutup bırakıyorsun
Demirin pası kavradığı
Bir yavaşlıkla
Bunlar ellerin senin, kirpiklerin, ağzın aslında
Dağılıp yitiveriyor birden hepsi
' Bu benim kayganlığım ' derdi bir balık olsa
Ama sen diyemezsin, ben de diyemem
Çünkü sen yoksun, ben de yokum
Ya da biz ikimiz de varız, varız da
Bekliyoruz sanki düşlerimizden birinin yargısını
Bakışımlı iki düş arasında.

İşte, şimdi, şu anda
Yaşamın aynasında — ah şu küçük yaz uzaklıkları —
Bir terzinin yeni bitirdiği bir giysiyi
Seyretmesi gibi uzun uzun
Bakıyorsundur-— bakışlarına sığan ne varsa —
Öyleyse
İliştirir misin göğsüne
Bir çiçek uzatsam — uzatmak denirse buna —
Gülersin alırken — sahiden güler misin—
Biliyor musun seni ben
Görmedim hiç gülerken
Gülsen de pembesi bol bir resim yapıyorsun gibi gelir bana
Gittikçe koyulaşan — kendini dışa vuran irice bir vişne ?
neden olmasın —
Ya ağlarken gördüm mü, hayır, görmedim
Gördüğüm yalnız
Nasıl yansırsa buğulu cama bir elma
Öylece bir şey
Şunu da söyleyeyim, sen benim
Bilmemin başlangıcısın olsa olsa
Çiçekli şapkalar, buğulu yaz tülleri
Şimdi hepsi birden— uzaktan uzağa —
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey bir çocuk ağlaması gibi
Her şey, ama her şey
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey, her şey, her şey.


Görsel: Mike Worrall

Onüç Günün Mektupları / Cemal Süreya

15 Temmuz 1972


Senin eşsizliğin, bulunmazlığın üstüne ne söylesem eksik kalır. Sadelikten korkmayan bir kadınsın bir kere. O köp­rünün altında vb. satılan balık-ekmekten alıp yemek istemen ,beni en çok gönendiren şeylerden biri. Sana ondan almak is­temeyişimin tek nedeni midenin sağlığını düşündüğümdendir. Bunu kaç kez söyledim de sana. Adapazarı'ndaki kızla neydi adı onun?- çektirdiğin fotoğrafta senin bütün hayat tavrın gizli. En gösterişsiz koşullarda da sen, o koşullardan hiç utanmadan, hiç yüksünmeden, bir ayağını gözü pek bir rahatlıkla ileri atabilirsin. Beni nasıl savunursun sonra. Birisi bana çok şişmanladığımı söylemişti de, hemen saldırıya geç­miş, şişman olmadığımı ileri sürmüştün. Oysa pekâlâ fazla okkalanmıştım o günler. Sen busun işte. Sevdiğini her du­rumda savunursun, onun kusurlarını görmezsin. Ne sevgilisi­n sen.

Ama Aragon'un şu dizesi de bir gerçek:
"Göğsüne bastırırken kırar sevdiği şeyi."

O  da var.  Kişi kimi zaman çok sevmenin getirdiği yanlışlıklara da düşüyor. Sevdiği şeyi göğsüne fazlaca bastırırken örseliyor onu. Hoyratlaşıyor bir yerde aşk. Acaba bu gerçekten aşkın kaçınılmaz bir gereği mi? Kimi zaman Öyle belki. Ama, ben, öyle olmamalı diyorum. İnsanî çizgi­den sapmamalı. Aşkı insanî çizgide bütünlemeli. Mutluluk da, sanırsam, o zaman bütünleniyor. Güven, mutluluğun te­melidir. Güven aşkın ve her türlü aşkın, yani cesaretin, yani kavganın temelidir. Mevhibe'nin İsmet'ten kuşkulanabilece­ğini aklın alıyor mu? Bu noktada bir özeleştiri yaparsak, sende güvenin, bende bakımın zaman zaman aksar gibi ol­duğu sonucuna varabiliriz.

Ne demiş şair:
"Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti."
*
Aynı şair şöyle bir dize de ekleyebilirdi o şiirine:
"Aşklar tam güven istiyor güvenemedin gitti."
*
Memo bugün denize gitti- Şapkasıyla. İçsel kardeşi Gamze Ezel'le akşamdan geldi. Gece bizde kaldılar. Sabah da Memo Emrah'ı alıp kampa gittiler. Memo, bensiz gitmek istemedi. "Babam gelmezse denize ditmiyorum," dedi. Son­ra ben kendisini ikna ettim. "Denize girmemek" ve "başını sabunlamamaları" şartıyla razı oldu gitmeye. Akşam getire­cekler. Yarın sabah da onu Perihan'lara götüreceğim.
Seviyorum seni.
*
Se-vi-yo-rum.

İçsel: Zuhal'in ilk evliliğinden olan kızı.
Perihan: Cemal Süreya'nın kız kardeşi.

Rimbaud ya da Büyük İsyan / Henry Miller

 …..Dünyaya ait olmadan, dünyanın içinde yaşayabilir. Rimbaud' nun betimlediği gibi "en önemli sorun, ruhu bir ucube yapmaktır." Bu, ruhun bir hilkat garibesi değil, mucizevi bir yaratık olması gerektiği anlamına geliyor. Ucube'nin (Monstrum, ç.n.) anlamı nedir? Sözlüğe göre bundan "hata, yanlış düzenleme veya parçalarının veya organlarının deforme olması yüzünden büyük ölçüde biçimsiz olan şey, böylelikle de çirkin veya anormal olan her şey, veya itici olsun olmasın birbiriyle çelişkili kısımlardan veya özelliklerden oluşan, her şey" anlaşılıyor. Sözcüğün kökeni latince moneo fiili, ve "ikaz etmek, uyarmak" anlamına geliyor. Mitoloji'de ucube Harpye, Gargo, Sfenks, Kentauros, Dryad ve Nikessa biçimlerinde karşımıza çıkıyor. Bütün bunlar mucizevi yaratıklardır ve sözcüğün asıl anlamı da budur. Onlar normu, ölçüyü alt üst etmişlerdir. Bu durumun, küçük adamın onlardan korkmasından başka bir sonucu olabilir mi? Korkak ruhlar yollarının önünde sürekli ucubeler, kah Pegasuslar, kah Hitlerciler olarak betimledikleri ucubeler görürler. İnsanın en büyük korkusu, bilincinin genişlemesidir. Mitolojinin bütün o korkunç, dehşetli bölümü bu korkudan kaynaklanır. "Bırakın baş ve uyum içinde yaşayalım!" diye yalvarır küçük adam. Oysa evrenin yasası, baş ve uyuma ancak içsel çatışma yoluyla ulaşılabileceğini emreder. Küçük adam böyle bir barışın, böyle bir uyumun bedelini ödemek istemez; onu satın alınan hazır bir elbise gibi, hazır mamul olarak elde etmek ister.
            Bir şairin tutkun olduğu, sürekli yinelediği sözcükler vardır. Sabırlı biyografi yazarlarının derleyip topladıkları olgulardan daha öğreticilerdir. İşte Rimbaud'nun eserinde karşımıza çıkan bu tür sözcüklerden bazıları: "eternite, injîni, charite, solitude, angoisse, lumee, aube, soleil, amour, beaute, inoui pitie, demon, ange, ivresse, paradis, enfer, ennui... (bengilik, sonsuzluk,  iyi kalplilik,  yalnızlık, korku, ışık, şafak, güneş, aşk, güzellik, işitilmemiş, acıma, şeytan, melek, esriklik, cennet, cehennem, can sıkıntısı...).
            Bu sözcükler onun iç dünyasının nişan ve belirtileridirler; onun masumluğunu, açlığını, haşarılığını, fanatikliğini, sabırsızlığını, ısrarcılığını, anlatırlar. Onun tanrısı, kötülüğün derinliklerini kulaçlamış olan Baudelaire'di. Daha önceki bir paragrafta belirtmiştim, bir kez daha tekrarlamakta yarar var, on dokuzuncu yüzyıl, tanrı sorunu ile cebelleşmiştir. Dışsal olarak maddi ilerlemeye adanmış, tamamı fiziksel dünyaya ait olan bir keşifler ve icatlar yüzyılı görünümü verir. Fakat sanatçıların ve düşünürlerin demir attıkları iç taraflarında derinlere inen bir huzursuzluk gözlemliyoruz. Rimbaud bu çatışkıyı birkaç sayfada özetler. Fakat bu yetmiyormuş gibi, o dönemin karakteristiği olan aynı esrarengiz damgayı kendi yaşamına da vurur. Gerçek anlamda çağın insanıdır, tıpkı Goethe'nin, Shelley'in, Blake'in, Nietzsche'nin, Hegel'in, Marx'ın, Dostoyevski'nin olduklan gibi. Varlığının her alanında tepeden tırnağa bölünmüştür. Sürekli iki yana birden bakar. Zamanın çarklan onu parçalar, ona işkence ederler. O aynı zamanda hem kurban hem cellattır; onun adı anıldığında mekan ve olay bugüne mal olurlar. Artık atomu parçalamak da başarıldığına göre, evren genişleyivermiştir. Şimdi aynı anda her yöne birden bakıyoruz.  Eski tanrıların bile elinin alnda bulunmayan bir güce sahibiz. Şimdi artık cehennemin kapılarının önünde duruyoruz. Kapıla yıkacak, cehenneme atlayacak mıyız? Sanırım bunu yapacağız. Benim anlayışıma göre gelecek, kötünün alanını bir gizem kırıntısı bile kalmayıncaya kadar keşfetmek görevi ile yükümlü olacak. Güzelliğin acı köklerini keşfedeceğiz, kökü ve çiçeği, yaprağı ve tomurcuğu olumlayacağız. Kötünün karşısında daha fazla direnemeyiz: evet demek zorundayız.
            Rimbaud "Zenci kitabı"nı ("Une Saison en Enfer") yazdığında, "kaderim bu kitaba bağlı" diye açıklamış olsa gerek. Bu saptamada yatan derin hakikati Rimbaud'nun kendisi bile göremedi. Yavaş yavaş kendimize özgü trajik sonumuzu anladığımızda, onun ne demek istediğini kavramaya başlıyoruz. O kendi kaderini, bildiğimiz dönemler içinde en belirleyicisi olan döneminin kaderiyle özdeşleştirdi. Ya kültürümüzün bugüne dek temsil ettiği her şeyden vazgeçip, Rimbaud gibi, her şeyi yeni baştan inşa etmeye çalışacağız, ya da kültürü kendi ellerimizle yıkacağız. Eğer şair ayakucunda duruyorsa, dünya gerçekten bozulmuş olmalı. Eğer şair artık toplum adına değil, yalnızca kendisi adına konuşabilirse, son siperde bulunuyoruz demektir. Rimbaud'nun şiirsel cenazesi üstünde bir babil kulesi inşa etmeye başladık.
            Bu, hâlâ şairlerimizin olduğu, ya da bazılarının hâlâ anlaşılır, hâlâ halk tabakasıyla ilişki kurabilecek durumda oldukları anlamına gelmiyor. Şiir sanatı hangi yönü takip ediyor, şairi dinleyicilerle birleştiren bağ nerede? Muştu nerede? Her şeyden önce bu soruyu sormalıyız. Şimdi sözünü geçiren kimin sesi, şairin sesi mi yoksa bilim adamının sesi mi? Ne kadar dokunaklı olsa da hâlâ güzelliği mi düşünüyoruz, yoksa atom enerjisini mi düşünüyoruz? Ve büyük keşifler esas olarak ne gibi duygular uyandırıyorlar? Korku! Bilgimiz var bilgeliksiz, rahatımız var güvenliksiz ve kanaatimiz var inançsız. Yaşamın şiirselliği salt matematiksel, fiziksel, kimyasal kavramlarla dile-getiriliyor. Şair bir parya, bir anormallik. Bir ayağı çukurda. Şairin kendini nasıl bir ucube haline getirmiş olduğuyla artık kim ilgileniyor? Ucube ortalıkta serbestçe dolaşıyor, dünyayı geziyor.   Laboratuvardan dışarı kaçtı; onu çalıştırmaya cesareti olan herkesin hizmetinde. Dünya gerçekten de bir sayıya dönüştü. Tüm bölünmeler gibi o zihinsel bölünme de sona erdi. Bu çağda her şey nehrin akıntısına, rastlantıya bırakıldı; büyük anofor başladı.
            Ve deliler onarımlardan, araştırmalardan, zararın karşılanmasından, uyum sağlamalardan ve koalisyonlardan, serbest ticaretten, ekonominin istikrara kavuşturulmasından ve yeniden yapılanmasından söz ediyorlar. Hiç kimse,  dünyanın  dengesinin yeniden kurulacağına içtenlikle inanmıyor. Herkes o büyük olayı, bizleri gece ve gündüz meşgul eden o biricik olayı: bir sonraki savaşı bekliyor. Her şeyi düzensizliğe soktuk; olayları  nasıl tekrar denetleyebileceğimizi hiç birimiz bilmiyoruz. Frenler hâlâ mevcut, ama bakalım çalışacaklar mı? Çalışmayacaklarını   biliyoruz. Hayır, şeytan   ortalıkta   cirit  atıyor. Elektrik devri, tıpkı taş devri kadar gerimizde  kaldı. Şimdi güç çağında yaşıyoruz, katıksız güç çağında. Şimdi ya cennet ya da cehennem söz konusu; ikisinin arasında bir yer artık mümkün değil. Ve bütün belirtiler cehennemi seçeceğimizi gösteriyor. Şair   bile   kendi cehennemini yaşarsa, normal insan   ondan nasıl kurtulsun? Rimbaud'ya bir dönek mi dedim?   Biz hepimiz dönekiz. Vahşi tarih öncesinden beri dinden dönenleriz. Kader sonunda bize yetişiyor. Hepimiz "cehennemdeki mevsimimizi, "Saison en Enfer"imizi yaşayacağız:   bu kültüre dahil olan her erkek,   her kadın ve   her çocuk. Böyle olmasını kendimiz istedik ve işte zamanı geldi. Bunun karşısında Aden daha rahat bir yer olarak görünecek. Rimbaud'nun zamanında Aden'i bırakıp Harrar'a gitmek henüz mümkündü, fakat elli yıl içerisinde bütün dünya tek bir geniş krater olacak. Bilim adamları buna karşı çıksalar da, şimdi   emrimizin altında   bulunan güç, pratikte radyoaktiftir ve sürekli bir yıkıma neden olmaktadır. Gücün asla iyi olanaklanı değil, hep kötü olanaklarını düşündük. Atom enerjilerinin gizemli bir yanlan yok; gizem insanın kalbinde. Atom enerjisinin keşfedilişi,  artık birbirimize asla güvenemeyece-ğimizin  keşfedilişiyle aynı  zamanda  gerçekleşmiştir. Yazgısal olan burada yatmaktadır: hiç  bir  bombanın  yokedemeyeceği bu yedi başlı korkuda. Gerçek dönek, komşusuna inancını   yitirmiş olan insandır. Günümüzde inanç yitimi genel  bir olgudur.   Bu  durumda tanrının  kendisi de güçsüzdür. İnancımızı bombaya yönelttik ve dualarımıza yanıt verecek olan, bombadır.


5 Haziran 2011 Pazar

Yakınlama / Kemal Özer


öpüşlerimiz mi oluyor o çocuk
geliyor yaz günleri bulvara
seni şaşırırım sevmemi şaşırırım
dursa ne vakit aramıza
onun gözleri böyle karanlık

onun gözleri bitmek bilmiyor
uzaktan uzağa denizsiz bir gemi
kalkıp iniyor akşamları bulvarda
saçları da bir o kadar yalnız gözleri mi 
hazırım saçlarının da yolcusu olmaya

kırmızı bir ışıktır bizim öpüşlerimiz
delice vuran vakitli vakitsiz vuran
kırmızı bir ışıktır aydınlatan kanı
bir çocuğu kaldırır gibi uykusundan
 öğretir gibi ona paylaşılmaz olanı

Tarih Kavramı Üzerine / Walter Benjamin

VII.


Düşünün karanlığı ve acı soğuğu 
Feryatların yankılandığı bu vadide Brecht, 
Üç Kuruşluk Opera


Bir çağı yeniden yaşamak isteyen tarihçiye Fustel de Coulanges'ın öğüdü, tarihin sonraki akışı hakkında bildiklerini tümüyle bir kenara bırakmasıdır. Tarihsel maddeciliğin karşısına aldığı yöntemin bundan iyi tanımı olamaz. Bu bir duygudaşlık, bir empati yöntemidir. Kaynağını acedia'da, atalette bulur; tarihin bir an parlayıp sönen gerçek imgesini yakalayıp sahiplenme umudunu taşımaz. Ortaçağ teologları bunu hüznün ilk nedeni sayarlardı. Bu duyguyu tanımış olan Flaubert şöyle yazıyor: "Kartaca’yı yeniden canlandırma çabasının ne kadar hüzne mal olacağını çok az kişi takdir edebilir." Historisist tarihçinin aslında kiminle duygudaş olduğu sorusu ortaya atıldığında, bu hüznün niteliği daha da açığa çıkar. Cevap belli: Galip gelenle! Hükmedenlerin hepsi de, kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar. Tarihsel maddeci için bunun anlamı yeterince açıktır. Bu âna kadar hep galip gelenler, bugün hükmedenlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de alayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara. Ama tarihsel maddeci zafer alayını temkinli bakışlarla uzaktan izler. Çünkü bu kültürel zenginlikler, hiç istisnasız, dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir. Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludurlar. Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan olabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır.


VIII.


Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız "olağanüstü hal" istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir. Böylece, faşizme karşı mücadelede daha iyi bir konuma ulaşacağız. Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın "hâlâ" nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.


IX.


Hazırım kanat çırpmaya 
"Dönsem," derim, "dönsem geriye" 
Bir an daha kalırsam burada 
Korkarım hiç dönemem diye. 
Gerhard Scholem, "Meleğin Selamı"


Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatlan gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama Cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.


Görsel: Paul Klee / Angelus Novus

Kaç Zamandan / Didem Madak

Bu akşam ruhuma uygun, mavi
taftadan bir tuvalet giydim, Aylâ Abla
Sen de artık bir irmik helvası yaparsın
irmikler pembeleşince
(Sen de pembeleşirsin)
İrmikler tane tane olunca
(Sen de dağılırsın köşe bucağa)

Anlatacaklarını en rüküş kalbinle
Anlat Aylâ Abla
Ben de göğsüme kırmızı bir gül takarım.
Kaç zamandan beri saate bakıp bakıp
saçlarını tarıyorsun
Kaç zamandır şu hayata
biri oldu bitti gözüyle bakıyorsun.
Sanki aynalar sarkıyor
bu kış yine gözlerinden
Artık eve meyve de almıyorsun
Pembe kristal bir likör takımı gibi
Altı kadehinden birini hep boş tutuyorsun
Sen sanki bir denizin dibinde
bir balıkla öpüşüyorsun Aylâ Abla.
Hep bir mucizenin alt katında yaşıyorsun.

Keşke yağmura biraz daha yakın dursan
Kedilerin gıdılarına dokunsan
Keşke biraz illegal olsan Aylâ Abla.

Hayatıma kâkül kessem, cinayetler işlesem
bana yakışır mı Aylâ Abla?

3 Haziran 2011 Cuma

Tarih Kavramı Üzerine / Walter Benjamin

II.

"İnsanın en dikkate değer özelliklerinden biri," diyor Lotze", "tek tek bunca bencilliğin yanı sıra, yaşadığı ânın yarına hepten kayıtsız kal­masıdır." "Düşününce görürüz ki, mutluluk imgemiz baştan başa, ken­di varoluşumuzun bizi bir kere içine sürüklediği zamanın renklerini almıştır. Bizde imrenme duygusu uyandıracak mutluluk, sadece solu­muş olduğumuz havada vardır; bazı insanlarla konuşabilirdik, bazı ka­dınlar kendilerini bize verebilirlerdi, orada... Başka bir deyişle, mutluluk imgemiz ayrılmaz biçimde kurtarma ve kurtarılma imgemizle bir­liktedir. Tarihin konusu olan geçmiş imgemiz için de böyledir bu. Geçmiş, gizli bir zaman dizini taşır; ona kurtulma kapısını açan budur.' Eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize değip geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Kur yaptığımız kadınların tanımadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böy­leyse eğer, bizimle geçmiş kuşaklar arasında gizli bir anlaşma var de­mektir: Bu dünyada bekleniyorduk biz. Daha önceki her kuşak gibi biz de zayıf "bir Mesiyanik güçle donatılmışız, geçmişin üstünde hak iddia ettiği bir güç... Bu iddianın karşılığını vermek kolay değildir. Tarihsel maddeci bunun farkındadır.


Görsel: Mike Worrall 
Bağlantı: http://www.mikeworrall.com/gallery.html

1 Haziran 2011 Çarşamba

Kargalar / Georg Trakl

Kargalar uçuşur göğün kararan köşesinde
Keskin bir çığlıkla tam öğle vakti.
Bir dişi geyiğe dokunur gölgeleri
Bazan da dinlenirler somurtkan bir şekilde.

Ah nasıl da bozarlar esmer sessizliği, 
Esrimiş olsa da bir tarla bundan,
Tıpkı bir kadın gibi, ağır sezgiyle hayran,
Ve bazan duyulur bağırış çağrışları.

Bir leşin kokusunu aldıklarında,
Ve yönlerini ansızın kuzeye çevirirler
Ve cenaze alayı gibi yiter giderler
Şehvetle titreşen o havalarda.

Çeviren: Ahmet Necdet

İç Deney / Georges Bataille

Bir çıkmaza giriyorum. Burada her olasılık yok oluyor, olabilir gizleniyor ve olanaksız ortalığı kasıp kavuruyor. Hiçbir şeyin olanaklı olmadığı zaman, -ölçüsüz ve açık- olanaksızın karşısında olmak benim gözümde tanrısalın deneyini yapmaktır; bu işkencenin karşılığıdır.

İnsan güçsüzlüğünün beni delirttiğini hisseden ilk insan ben mi olacağım?

Mutlu olma isteğinin anlamı: Acı çekme ve kurtulma isteği. Acı çektiğimde ( örneğin: dün, romatizma, soğuk algınlığı ve özellikle "Yüz Yirmi Günü okurken hissedilen içdaralması) küçük mutluluklara bağlanıyorum. Kurtuluş özlemi belki acının artışına yanıt veriyor. ( Veya daha çok acıya dayanma yetersizliğine) Kurtuluş fikrinin acıdan dağılan kişide oluştuğunu zannediyorum. Aksine acıya ve egemen olan kişi parçalanma ve çatlağa girme gereksinimindedir.

Görsel: Stricher Gerard