2 Mart 2011 Çarşamba

Sonsuzluk ve Bir Gün-Yarın Ne Kadar Sürer? / Veysel Atayman


 "Açıklaması zor" der Fred, Ginger'e ("Ginger ve Fred", F. Fellini) "Bir süredir, nesneler bana tuhaf tu­haf bakıyormuş gibi geliyor." "Kim bakıyormuş sana tu­haf tuhaf?" diye sorar Ginger, şaşkın ve meraklı. "Nes­neler" der Fred, (Marcello Masttroianni) "Sanki be­nimle vedalaşmak istiyorlar: adieu Pippo, adieu, adieu, adieu, Pippo." Fred bunu söylerken elini kaldırıp kendisi sanki nesneymiş de kendisine veda ediyor­muş gibi el sallar: Elveda.
Bir yılbaşı eğlence programına çağrılan ve adını Fred Astaire ve Ginger Rogers'tan alan bu gösteri çif­ti, yılbaşında çılgınca eğlenmeye hazırlananlara aslın­da içler acısı, her şeyiyle bir son ve veda olan bir dans gösterisi sunarlar.
Nesneler (eşya) bizden yavaş yavaş uzaklaşabilme vedalaşa vedalaşa tek tek çekip gitme yeteneğine sa­hip olsalardı ne iyi olurdu. Böyle uzayıp giden süreçte, ölümü karşılamak bile sorun olmazdı. Anılar yazar, şi­irler kurup bozar, yüz­lerce öykü tasarlardık onlar üzerine. Ne var ki, gerçek hayatta nesne­ler yerlerinde durur; (belki tahrip edici, kıyı­cı bir müdahale çocuk­luğumuzun sokaklarını, köyümüzün, mahalle­mizin coğrafyalarını çe­kip alır bizden, ama ge­nelde kuralı bozmaz bu tahribat: nesneler kalır biz uzaklaşırız, yavaş yavaş ya da Alexander gibi birdenbire onlar­dan kopma uğrağında buluruz kendimizi.)
Ve eğer yılları arkanızda bırakmışsanız, altmışını­za merdiven dayamışsanız; yenilmiş, kaybetmişseniz; ya da parçalanmış biyografinizi toplayıp bir araya ge­tiremiyor, o biyografiyi kimin neye göre yazdığını ve yazılan oyunu niçin, nasıl oynadığınızı anlayamıyorsanız, işiniz zor demektir. Sanatı (şiiri) hayatın, gerçek­liğin yerine koymuş, bu ikameye kendinizi inandırmışsanız, hayatı değil de şiiri (estetiği) tercih etmişseniz, yarım kalmış şiirleri tamamlamaya yarı ömrü­nüzü vermiş, hatta devrime inanıp {"Arıcı") arkadaşla­rınızla çıktığınız umut yolculuğunu (anlamakta güç­lük çektiğiniz nedenlerle) getire getire sizi bir boşlu­ğun ağzına getirmişse, işiniz zor demektir. 
                                      BİRAZ DAHA SÜRE
Hayatın zarar ve ziyanını sadece hayat karşılayabi­lir. Çünkü onarım şansı gene ancak hayatın içindedir. ne bileyim, hatanızı giderirsiniz; giderme umudu ta­şırsınız; bütün o yenilgiler, yıkımlar üzerine öykü ya­zarsınız, film çekersiniz; şiir yazar, hatta niye olmasın, bol bol kafayı çekip acıları dindirirsiniz. Ukala kesilip öğüt verirsiniz: "Ben yaptım sen yapma!" yaşanılanı, yaşayacak olanların önüne yararlı bir deneyim olarak koyarsınız. İyi de zararı onaracak hayat kalmamışsa önünüzde; 'yarın' bir daha ancak morga açılan kapı­dan çıkmak üzere hastaneye yatacaksanız; kanserseniz?.. ("Arıcı"da artık bir zarar giderme fırsatına, bir telafi etme imkanına inanmayan Arıcı, kendi iradesiy­le son yolculuğuna çıkar.)
Alexander ise kendi iradesine bağlı olmayan bir zorlamanın yolculuğuna sürüklenmektedir. Yani, oyu­nu bizzat 'hayat' bozmak üzeredir. Zamanı bildik algı­lara uyan, birbirini doğrusal izleyen dilimlerin peşpeşeliği olarak anladığımızda, şairin, gerçek (reel) za­manı bitmiştir. Hayat ona artık ziyan telafisi için süre bırakmayacaktır. Bu 'bildik zaman' durdu duracak gibidir şair için.
ZAMANIN GENLEŞMESİ
Angelopoulos'un 'bire­bir zaman' kullandığı söyleniyor sinemada. Yani filmin belli bir se­kansı için sinemada akan süre ile dış fizik­sel gerçekliğin süresi­nin örtüştüğü. Bu ne anlama geliyor? Şairin vedalaşmak ve köpeği­ni bırakmak için gittiği kızıyla konuştuğu salonun tam karşı fonunda bir saat var. Fiziksel bir saat yerine bir projeksiyon bu. Gölge oyunu gibi bir şey. Seyirci tam o saatin ekranında birebir zamanı takip ederken, Alexander kendi zihninin (belleğinin) peşinde reel za­man düzlemini terk eder. Artık filmde sık sık olduğu gibi kumsalda karısının, ailesinin 'içine' karışmaya ça­lışır. Bu sekansları (geri dönüşleri) çerçeveleyen şim­diki zamandaki (örneğin), odadaki saatin (projeksiyo­nun) işlevi durmuş, sınırlayıcı gücü yok olmuştur.
Angelopoulos, salondaki fiziksel 'reel' zamanı si­nemada da verir gibi yapıp bu her iki düzlemi özdeş­leştirdikten sonra, bir başka düzleme, öznel algının, belleğin, tahayyülün, anımsamanın düzlemine geçip zamanı alabildiğine genleştirmektedir. Bu genleştir­meyle birlikte geçmiş, şimdi ve gelecek o zamansız ortamda tekleşip yok olurlar. Geçmiş ile şimdi arasın­daki ayırıcı hat silinir.
Alexander kumsaldaki anılara dönerken şimdide­ki haliyle girmeye çalışır o anıların içine; kalın, gri kış­lık paltosu yarı yarıya dökülmüş saçlarıyla. Biraz rü­yalarda olduğu gibi. Üç zaman düzlemi teklesin
İKİ DÜZLEMLİ FİLM
"Sonsuzluk ve Bir Gün" bu anlamda iki ayrı (ve tek) düzlemde hareket eden bir film olup çıkar. 'Reel' zaman duygusundan ve algısından bakıldığında ge­rek seyirci için gerekse de Alexander için 'saatler sa­yılıdır.' 'Yarın'a yarım gün vardır, hastaneye çıkma­mak üzere gideceği ana kadar. Bu düzlem dışsal ger­ginliği de kuran düzlemdir.
Öte yanda, şairin duygularıyla, anımsama ve hayal gücüyle kurduğu ikinci bir düzlem çıkar karşımıza; zamanın hükmünün ortadan kalktığı, yayıldıkça yayı­lan (geçmişteki) yaşantı parçaları arasındaki gezinti­lerin zihinde yaşanılış sürelerinin düzlemi. Bu anlam­da iki düzlem gene bir simetri ilişkisi ku­rarlar. Reel zamanın düzlemi ile yaşantılaştırılan     zamanın düzlemi de diyebili­riz buna. Ve bu iki düzlem,    başkişinin reel düzlemdeki ha­liyle öteki düzlemde ortaya çıkmasıyla bir bütünlük, birbirini ta­mamlayan iki düzlem ilişkisi kurarlar. Biri karanlık lacivert, ya­pay ışıkla aydınlan­mış, biraz meşum, ıs­lak bir reel dünyanın düzlemi, ötekisi mavi denizin, beyaz aydınlık kumsalın, uçuşan puanlı elbiselerin, bi­kinilerin anımsanan dünyası. Bir başka simetridir bu.
YARIN ANCAK "FİLMDE" UZAYABİLİR
Ve sinemanın bu her iki düzlemde de hareket et­me imkânı olduğunu düşünecek olursak başka bir de­yişle, bir sanat ve kurma aracı olarak sinemanın (is­terse) Alexander'in fragmanlaşmış hayatına yaptığı yolculuklardan birinin öznel süresini teorik olarak gönlünce genleştirebileceğini kabul edersek, bizim ve film kişilerinin reel (birebir) zaman içindeki haya­tımızla istediği gibi oynayabilir demektir. Bu duyguy­la Alexander: 'Yarın ne kadar uzundur?" diye sorar, adeta reel olanın dışında, yarına kadar olan süreyi sonsuza kadar uzatacak bir imkan aramaktadır. Ve eşi ona 'Yarın sonsuzluk ya da (ve de) bir gün kadar sü­rer" der. Çünkü yarın hatta bir hayat, sanatın olduğu gibi duygusal, zihinsel algıların düzleminde de (ve en önemlisi sinemada) uzatıldıkça uzatılabilir. (Realite­nin sanata boyun eğdiği bir uğrak bu.)
KANSER (HEM GERÇEK HEM SEMBOLİK)
Filmi 'reel' zaman düzleminde kalıp okursak, kan­ser hayatı birkaç gün sonra bitirecektir. Ama gerçekli­ğin bu gözümüze batan ödünsüz müdahalesi (kanser midir) hayatı noktalayan, yoksa şairin hayatı, geçmiş­lerde bir yerde, hiç aklına gelmeyen bir kararında, bir tercihinde, bir adımında bitmiş midir? Sakın bütün işi­ni gücünü bir şiiri tamamlamaya vakfettiği o andan iti­baren bitmiş olmasın hayatı. Bir hayat, bir biyografi şi­ire adanır mı? Ama yoksa film burada da anlamsal ça­tılar mı kuruyor? Osmanlı işgaliyle kesintiye uğramış, ta eski Atina'dan, İskender'den (Alexander) uzayıp ge­len bir uygarlığın simgesi mi yanm kalan şiir?
Bu ülke evrimi kesintiye uğramış (Osmanlı işgal süresince) oluşmuş bir tuhaflık mı? Yurtdışında yaşa­yan, bağımsızlık sa­vaşı için yurda dönen şair niçin sözcükleri parayla halkından sa­tın alıp şiirini tamam­lamaya çalışıyor? Ay­dın, sanatçı, burjuva  ülkesini unutmuşken  halkın belleğinde, ru­hunda mı korundu o kültür ve uygarlık de­mek istiyor.
PALTO
Şairin kışlık ağır pal­tosu zamansal düz­lemler ayrımını orta­dan kaldırdığı gibi, şairin o tecrit edilmişliğini, kendi kabuğuna kozasına kapanmışlığını görselleştirme ba­kımından da işlevsel. Deniz, kumsal, eşi ve annesi hep bir bütün, onu çağırıp duruyorlar, ama daha o pal­to bile onun bu aydınlık dünyada kara bir mürekkep lekesi gibi görünmesine, orada yerinin bulunmadığını düşünmemize yetiyor. Ama palto asıl 'yolculuk' de­mek. Sırtınızdan paltonuz hiç çıkmıyorsa hep yoldası­nız demek, ya da hareket etmek üzeresiniz.
"Arıcı" bir yol filmiydi. "Sonsuzluk ve Bir Gün" de bir yol filmi. Kızını evlendirip, aralarında paylaşacak­ları hiçbir şey kalmamış karısıyla vedalaşan Arıcı, alıp dağlara vuruyordu yolunu. Geçmişine değil de, geç­mişinden kalmış birkaç arkadaşına uğrayıp son kara­rını kesinleştiriyordu. O hedefine doğru giderken amacı hedefi olmayan genç bir kız (yeni kuşak) yolu­na çıkıyordu onun. Dans eden, önüne gelenle yatan, hayat projesi olmayan bir kuşak ile, yorgun, bıkkın hayalleri yıkılmış bir kuşağın kesişmesi.
"Sonsuzluk ve Bir Gün" de bir 'yolculuk' filmi. Ya­şanmış hayatın artık fragmanlaşmış parçaları arasın­da dolaşmanın filmi; ama 'yarına' sona doğru da bir yolculuk bu. Bu kez yolunun üzerine çıkan bir sığın­macı, mülteci çocuğu. Şairin yarını yok, çocuğun da. Şairin yolunu en azından görünürde kesen etmen kanser; peki ya, daha yolun başındaki çocuğun? Şa­irin de içinde yer aldığı suçlular topluluğu. Biz, hepi­miz Yugoslavya'yı, Makedonya'yı bölenler, susanlar. Bombalayanlar. Bu işin sorumlusu olmayan tek bir ki­şi var; o çocuk. Ömrünü yarım kalmış bir şiire adamış adamın karşısına belki de sırf bu adamışlığıyla bile suçlarda payı bulunan bir sanatçının karşısına gerçek­likten, somut dünyadan bir dram çıkıveriyor birden. Şairin halen ve zaten var olan insaniliği, onun çocuğa kayıtsız kalmasını önlüyor. Ama öteki gerçeklik, kan­ser (ki bu durumda hastalık da iyice sembolleşiyor) bu kuşağın çocuklara ve genç kuşağa el uzatmasını önlüyor, (iskelede Alexander'in doktoru, onun şiirle­riyle kendi hayatları­na yön vermeye çalış­tıklarını söylerken "Arıcı"nm temasını da tekrarlamış oluyor. Hayat projesini yaşlı, aydın, 68'li kuşaktan alma vehmini.) Kan­ser şairin çocuk için bir şeyler yapabilme­sini önlüyor görünüş­te. Şair, kal" diyor ço­cuğa. Çocuk, "ama sen gideceksin" diye yanıt veriyor. Kalsa ne yapacak? Çocuğu zaten kendi yalnızlığı­nın cehenneminin farkında olduğu için istiyor gibi.
Hayatının 'fragmanları' arasında dolanıp yenilgisi­nin, hatalarının nedenini arayan şairin karşısına somut hayat çarpıcı bir engel dikiyor, ona hayatın zararlarını telafi etme nrsatı vermemesi yetmiyormuş gibi kötü bir oyun oynuyor onunla. Hatta çocuğun üzerinden so­kağın, hayatın gerçeklerinden bir dilim sunuyor: çarpı­cı, berbat. Üç beş kilometre ötedeki, burnun dibindeki sınırda karşısına çıkan tüyler ürpertici manzara gibi.
Bu berbat bir trajedi değilse ne? Şair kendi kurdu­ğu estetik dünyasında hep kaçmadı mı gerçeklikten, insanlardan, eşinden, annesinden, çocuğundan, palto­su hep sırtında değil miydi? Ölmeye giderken de, nes­nelerin tek tek, yavaş yavaş ayrılacağı yanılsamasını mı taşımıştı? Nesneler insana ancak sanatta, şiirde ve­da ederler, vedalaşıp yavaş yavaş dünyamızdan çeki­lirler; gerçeklikte ise bizizdir ayrılan. Ve bu veda, her zaman öyle yavaş yavaş olmak zorunda değildir. Alexander'ın vedasında olduğu gibi. Yetmiyormuş gibi, son istasyonda o çocuk biner trene, vagonun içine fır­latılmış taş gibi. ("Hey Selim! Selim yolun burada mı bitecekti? Daha nerelere gidecektik seninle, onca mayı­nı boşuna mı aşıp geldik?") Şairin trenden inmesine bir istasyon kaldı. Bakma sen "kal" deyişine, nereye götürecek ki seni? 
                      KIRIK BİYOGRAFİ
Söze, yazıya Fellini ile başlamıştık. Onun çoğu filmi bir biyografidir. Ama onun geçmişinin fragmanları bir araya getirilince ortaya İtalya tarihi gibi bir şey de çı­kar. Bir tür panorama gibi. ("Amarcord" "Roma" "8,5") Hayat bir biyografiyse oyun yazarı kimdir? Tiyat­roda, romanda, öyküde yazar biyografileri hangi ku­rala göre yazar? Kahramanlarıyla, kişileriyle oynadığı oyunun kuralları nerede yazılır da onlara bakıp karar­lar verir. Yoksa sadece oynar mı onlarla? Benim haya­tımın biyografisini kim, kimler nerelerde yazdılar, ya­zıyorlar. Tanrıya, top­luma, kurala isyan edip kendi biyografi­mizin kurallarını ken­dimiz koyabilir miyiz? Yoksa sadece isyan mı edebiliriz bu biyogra­fiye? Oyunun kuralla­rını ihlal ederek? Ama önce bulalım bakalım kuralları varsalar. Alexander'ın bütün bir film boyunca aradığı da bu biyografinin savrulmuş parçaları  geçmişe, ana, hatta geleceğe saçılmış, da­ğılmış değil mi? Fragmanlar arasında ne diye dolaşı­yor? Şu son ana kadar 'oyunu' kendi yazmış, kendi oy­namış. Öyle sanmış. Şimdi kanser, oyunu bozuyor, ama o sanki oyunun çok daha geride bir yerde bozul­duğunu fark ediyor. ("Anne ne oldu bize, niçin çürü­dük böyle?")
"Sonsuzluk ve Bir Gün" biyografisini dağıtmış olanlara, altmış yaşlarının basamaklarında geri dönüp onu en azından nerede parçalandığını anlamak iste­yenlere yazılmış bir konçerto. Beethoven'in viyolin konçertosunun solo bölümü gibi bir şey. Bir Mozart değil bu bestenin sahibi, onun gibi, içinden hazır uçup gelmiyor notalar, bir Beethoven gibi, düşünüp, tasarlayıp duyguyla harmanlıyor Angelopulos teması­nı; dağılma ile, kaos ile uyum arasındaki ince çizgide yürüyen hayatı 'besteliyor.' Bu yüzden olacak asıl bir 'atmosfer' filmi bu. Anlamı ikinci düzleme bırakan bir atmosfer.

Bu yazı 1998 yılı Evrensel Kültür dergisinin 98. sayısında yayınlanmıştır.

1 Mart 2011 Salı

Bedensel Boşalmanın İşlevi / Wilhelm Reich


Sinir hastalığı salgını, yaşamın şu üç önemli evresinde filizlenip gelişir ana-baba ocağının sinirceli havasından ötürü, çocukluğun en er­ken çağlarında; erginlik çağında; son olarak da salt ahlaksal ölçülere dayalı zorlayıcı evlilik'te.
İlk evrede, çok sıkı ve erken başlamış bir temizlik eğitimi, «iyi çocuk» olma, kesinlikle kendine egemen gözükme ve akıllı uslu davran­ma zorunluluğu bir sonraki evrede yasaklamaların en sertine, kendi ken­dini okşamanın yasaklanmasına zemin hazırlar. Çocukluk çağındaki gelişmeyi daha başka sınırlandırmalar da etkileyebilir, ama bu saydık­larım çok belirgindir. Çocuğun cinsel etkinliğinin baskı altına alınması baba ocağına ve onun «aile» denen havasına bağlanıp kalmanın temelini atar. Günümüz bireylerinde görülen düşünce ve eylem bağımsızlığı yok­luğunun kökeni de işte bu yasaklamalardadır. Ruhsal açıdan hareketlilik ve güçlülük cinsel yönden hareketlilikle atbaşı gider, onsuz var olamaz. Aynı biçimde, ruhsal devingenliğin bastırılmış ve beceriksiz oluşu da il­kin cinsel arzulara ket vurulmasına bağlıdır.
Erginlik çağında, ruhsal yoksullaşmaya ve kişilik zırhının oluşma­sına yol açan aynı zararlı eğitim ilkesi sürüp gider. Söz konusu ilkenin uygulanması daha önceden yürürlüğe konmuş bulunan çocukluk güdü­lerinin baskı altına alınması gibi çok sağlam bir temel üzerinde yapılır. Erginlik çağında çocuğun karşısına çıkan sorunun temeli dirimsel (bi­yolojik) değil, toplumsaldır. Ruh çözümlemesi biliminin sandığı gibi, ana-baba-çocuk arasındaki çatışkıdan da doğmaz. Çünkü sahici bir cin­sel ve uğraşsal yaşamda kendi yollarını bulabilen gençler analarına ba­balarına saplanıp kalmaktan kurtulmaktadırlar. Cinsel baskı altında ezi­len öbür çocuklarsa, çocukluğun ilk yıllarındaki duruma doğru hızla iti­lirler. Bundan ötürü sinir ve ruh hastalıklarının büyük bir bölümü er­ginlik çağında gelişir. Brasch'ın, cinsel etkinliğin başladığı yaşla evlilik­lerin süresi arasındaki ilintiyi gösteren sayılamaları, cinsel perhiz istekleriyle evlilik gerekleri arasındaki sıkı bağı doğrulamaktadır: bir deli­kanlı doyurucu cinsel ilişkiye ne denli erken başlarsa, ahlakın ömür boyu tek bir eşle yetinme katı kuralına o denli az ayak uydurabilmektedir. Bu buluşun doğuracağı tepki ne olursa olsun, olgu yadsınamaz. Çocuklardan cinsel arzularına gem vurarak yaşamalarını istemenin ereği, genci kuzu gibi uslu, evlenmeye hazır bir birey haline getirmektir. Cinsel perhiz bu ereği gerçekleştirir. Ama gerçekleştirirken cinsel güç­süzlüğe yol açar, buysa kişinin birliğini bozar, evlilik sorununu içinden çıkılmaz hale getirir.

Bir gence yasal olarak, örneğin on altıncı yaş günü arifesinde evlen­me hakkını tanırken (bu, o yaşta cinsel ilişki kurmanın sağlığa zararlı olmadığını gösterir), koşullardan ötürü otuz yaşına dek evlenemediğine göre, «evlenmezden önce sıkı bir cinsel perhiz»de yaşamasını istemek ikiyüzlülüğün ta kendisidir. İkinci durumda, «erken yaşta cinsel ilişki kurmanın sağlığa zararlı ve ahlaka aykırı olduğu» yargısına varılır. Düşünmeyi bilen hiçbir kafa böyle bir akıl yürütmeyi de, onun doğu­racağı sinir hastalıklarıyla cinsel sapıklıkları da kabul edemez. Kendi kendini doyurmaya verilen cezaları hafifletmek çok kolay bir kur­nazlıktır. Asıl sorun, oluşum halindeki gençlerin ruhsal gereksinimleri­nin doyurulmasıdır. Erginlik çağı, cinsel erginliğe, olgunluğa giriş de­mektir, başka bir şey değil. Güzel duyucuların «ekinsel erginlik» adını verdikleri şey, hadi ölçülü konuşalım, hoş laftan öte bir şey değildir. Yeni yetişen gençlerin cinsel mutluluğu, sinir hastalıklarını önlemenin ana sorunudur.
Gençliğin işlevi, her çağda, uygarlığın bir sonraki adımını temsil et­mektir. Analar babalar, her çağda, gençliği kendi eğitsel düzeylerinde tutmaya çalışırlar. Burada ana-babaların gerekçeleri akıldışıdır: bir za­manlar kendileri de analarının babalarının sözünü dinlemişlerdir; oysa gençler onlara gerçekleştiremedikleri şeyleri anımsattıkları zaman sinir­lenirler. Demek ki gencin baba ocağına başkaldırması erginlik çağının sinirce belirtisi değildir. Tam tersine, erginin ilerde yerine getireceği toplumsal işleve hazırlanmasıdır. Gençlik, kendi ilerleme yeteneği için kavga vermelidir. Her yeni kuşağın yükleneceği ekinsel görevler ne olursa olsun, daha yaşlı kuşağın gençliğin cinsel etkinliği ve kafa yapısı karşısında duyduğu korkuda baskı altına alıcı etken vardır.
Tatsızlığın kapı dışarı edileceği, yalnız hazzın yer alacağı bir düş ülke tasarlamakla suçladılar beni. Bu suçlama, sık sık yinelediğim şu savla çelişir: eğitim, bugünkü haliyle, insan denen varlığı tatsız şeylere karşı zırhla donatarak, haz alamaz duruma getirmektedir. Haz ve «yaşama sevinci» insanın kendi benliğiyle kavgaya tutuşmadığı, bir­takım acı deneylerden geçmediği, tatsız çatışkılara girmediği bir dünyada var olamaz. Ruh sağlığı bütün özellikleriyle ne Nirvana'nın Buda'cı ya da yogacı kuramlarında, ne Epikuros'un hazcı felsefesinde, ne de keşişliğin dünyadan el etek çekmeciliğinde vardır; ruhsal sağlığın başlıca özelliği, tam tersine, zorlu savaşımla mutluluğun, yanılgıyla doğrunun, yanlışlıkla bu yanlışlık üzerinde düşünmenin, akılcı nefretle akılcı sevginin birbirini izlemesidir; kısacası ruhsal sağlık, yaşamın karşımıza çıkarabileceği bütün durumlarda tam bir canlılık göstere­bilmektir. Hoşa gitmeyecek bir duruma ve acıya, yanılsama geçtikten sonra, eğilip bükülmezliğe kaçmaksızın dayanabilme gücü, mutluluğu kabul edebilme ve başkalarına sevgi verebilme yeteneğiyle at başı gider. Nietzsche'nin sözcükleriyle söylersek, «sevinçten göklere uçmak» istey­en kişi «ölümün kucağına atılma»yı öğrenmelidir. Bizim Avrupa'da uy­guladığımız eğitim ve toplumsal kavramlarımız —içinde yaşadıkları toplumsal konuma bağlı— gençleri ya pamuklara sarih bebekler, ya da en küçük bir haz duyamayan, onulmaz biçimde ağlamış suratlı işleyim ya da «iş» makineleri haline getirmiştir.


Evlilik sorunu, üzerinde açık seçik düşünmemiz gereken bir sorun­dur. Evlilik kimilerinin öne sürdüğü üzere salt bir sevgi sorunu olmadığı gibi, kimilerinin dediği gibi salt iktisadi bir kuruluş da değildir. Toplum­sal süreçlerin cinsel gereksinimleri içine sıkıştırdığı bir toplumsal örgüt biçimidir evlilik. Küçük yaşta edinilen öğretiyi ve toplumun ahlak­sal baskısını hesaba katmasak bile, cinsel ve İktisadi gereksinimleri özellikle kadında, evlenme arzusu biçimini alıp kaynaşmışlardır. Bütün evlilikler, zamanla, cinsel gereksinimlerle iktisadî gereksinimler arasın­daki gittikçe artan çatışkıdan ötürü, bozulurlar. Cinsel gereksinimler tek ve aynı eşle ancak belli bir süre karşılanabilir, iktisadi bağımsızlık, ah­laksal gereklilikler ve alışkanlıksa ilişkinin sürekliliğini ister. Karı-koca yaşamının yoksulluğunda temel etken işte bu çatışkıdır. Gerdek öncesi uçkuru bağlı yaşamak, sözüm ona, kişileri evliliğe hazırlamaktadır. Oysa cinsel aksaklıklara yol açan ve evliliğin tabanını aşındıran işte bu cinsel perhizdir.
Toplumun akıl sağlığını içinde aşındıran bu engeller kendi başlarına da son derece ciddi şeylerdir, ama onları üreten dış toplumsal koşullarla iyice kötüleştirilirler. Ruhsal yaşamı saran yoksulluğu bugünkü cinsel karışıklık istemedi elbet, ruhsal yoksulluk cinsel karışıklığın ayrılmaz parçasıdır. Çünkü zorlayıcı aileyle zorlayıcı evliliktir iktisadi ve ruhsal açıdan makineleşmiş çağımızda insanın ruhsal (zihinsel) yapısını yeni­den yaratan kurumlar. Cinsel sağlık açısından bakıldığında, bu alanda her şey kötü gitmektedir. Dirimbilimsel terimlerle söylersek, sağlıklı in­san bedeni otuz kırk yıllık üretken yaşamı boyunca üç dört bin kez sevişmek ister. Soyunu sürdürme arzusu üç dört çocukla karşılanır. Ah­lakçı ve çileci öğretiler, üremeye yönelik olmadığı zaman, evlilik içersindeki cinsel hazzı bile mahkûm etmektedirler. Mantıksal sonucu­na vardırılırsa, bu kural insanın ömür boyu çok çok dört kez sevişmesine izin verir. En yetkili hekimler bu ilkeyi benimserler ve insanlar sessizce acı çeker, ya da hile yapar, ikiyüzlülüğe kayarlar. Ama böyle bir saç­malığı elinin tersiyle itmeye kimsecikler ciddi olarak kalkışmaz. Saç­malık gebeliği önleyici ilaç ve araçların resmen ya da ahlak yoluyla ya­saklanmasında, bu konuda insanlara bilgi verilmemesinde dile gelir. Sonuç, çekilen cinsel bozukluklarda ve gebelik korkusunda kendini gösterir, bunlarsa çocukluktan kalma cinsel kaygıları depreştirir, evli­liğin temelini aşındırır. Bu karışıklığı oluşturan öğeler, kaçınılmaz bir biçimde, etkilerini birleştirirler. Dölyoluna elini sürme korkusu çocuk­luktaki kendi kendini okşama yasağından gelir. Dolayısıyla kadınlar ge­beliği önleyici ilaç ve araçları kullanmaktan korkar, «yasaları çiğne­yerek çocuk aldırmak» zorunda kalırlar; buysa, sayısız sinir hastalığı be­lirtisinin kaynağıdır. Gebe kalma korkusu hem kadının, hem erkeğin cinsel doyumunu büyük ölçüde azaltır. Ergin erkeklerin yüzde altmışı yanda kesilen birleşme'ye başvurur. Bu uygulamaysa cinsel durgunluğa ve kitle halinde sinir hastalığına yol açar.

Bilim ve tıp bu konuda tek söz etmez. Hatta daha kötüsünü yapar, değinmezlikten gelerek, katı bilimcilikleri, yalan yanlış öğretileriyle, gi­derek dolaysız engellemeyle her türlü ciddi toplumsal ya da hekimsel çare araştırısının karşısına dikilirler. Cinsel perhizle yanda kesilen bir­leşmenin «ahlaksal gerekliliği»ni ve «zararsızlığını anlatan ardı arkası gelmez gevezelikleri duyunca insan haklı olarak tiksintiden kusacak gibi oluyor. Bunları Freud'un evindeki toplantılarda hiç söylemedim, ama ol­gular kendi başlarına duyduğum tiksintiyi anlattı.

Katlanmak zorunda bırakıldığımız yaşam çok ağırdır, bize müthiş yükler, umut kırıklıkları, içinden çıkılmaz işler getirir, diyor Freud. Bu ağır yaşama dayanabilmek için mutlaka ağrı kesici şeyler yutmamız ge­rekir... Bunları belki üçe ayırabiliriz: içinde bulunduğumuz yoksulluğu azımsamamıza izin veren güçlü ilgi değişiklikleri; bu yoksulluğu azaltan ve cinsel doyumun yerini tutan doyumlar; bir de, bizi acılara karşı duyarsızlaştıran uyuşturucu maddeler. Bu yollardan herhangi birine başvurmak zorundayızdır Beri yandan Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği adlı yapıtında yanılsamaların en tehlikelisini, dini elinin tersiyle itiyordu.
İnsanoğlu Tanrı'yı, alabildiğine yüceltilmiş bir babadan başka bi­çimde canlandıramaz zihninde. Ancak böyle dev gibi bir baba insan­oğlunun gereksinimlerini bilebilir, yakarmaları karşısında onu bağışlayabilir ya da pişmanlığının derecesine bakıp cezasını hafifletebilir. Bütün bunlar öylesine çocuksu, gerçek yaşamdan öylesine uzaktır ki, in­sanlığı içten seven kişi ölümlerin büyük çoğunluğunun hiçbir zaman bu anlayışın üstüne çıkamayacaklarını düşündükçe kan ağlar.
Cinsel sağlıkla uğraşmaya başlayalı beri, yaşamın asıl içeriğinin ge­nel açıdan ekinsel (kültürel), özel açıdansa cinsel mutluluk olduğuna, bütün kılgısal toplumsal girişimlerin bunu gerçekleştirmeyi erek edin­mesi gerektiğine inanmıştım. Her yandan bunun tersini savunan sözler yükseliyordu. Oysa buluşlarım bütün karşı çıkışlarla güçlüklerden daha önemliydi. En yalın romandan en yetkin şiire dek bütün yazınsal yapıt­lar benim bu görüşümü destekledi. Ekinsel ilgi (filmler, romanlar, şiirler, oyunlar, vb.) hep cinsel yaşam çevresinde döner, özlenen ülkü­nün övülmesi, bugünkü durumun yerilmesiyle gelişir. Güzellik işleyimi, moda ticareti, duyuru işleri hep bu konuya dayanır. Tüm insanlık sevgi­de mutluluğu ararken, neden bu gerçekleşemiyordu?
Amaç açıktı, insanın dirimsel yapısının derinliklerinde yatan olgular hekimlerin eyle­me geçmesini gerektiriyordu. Neden mutluluğu aramak hâlâ katı ger­çeklikle çatışan, düşsel bir şeydi? Freud, şöyle akıl yürüterek bütün umutlarını gömdü: insanoğlunun davranışı, yaşamın erekleri konusunda bize ne gös­teriyor? İnsanlar yaşamdan ne bekliyor, ne elde etmek istiyorlar? Tar­tışmalarımız bilginin dingin çalışma odasına halk yığınlarının cinsel is­teklerini sokup çetin tartışmalara yol açtıktan sonra, 1930'larda Freud'un kafasını kurcalayan sorular bunlardı işte.
Freud'un şunları kabul etmesi gerekiyordu: «Sorunun yanıtı kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortadadır, insanlar mutluluğu arıyorlar. Mut­lu olmak ve öyle kalmak istiyorlar.» Güçlü hazlar duymak istiyorlar.
Yaşamın ereği çok yalın bir şeydir: haz. Bu ilke, tâ kökeninden başla­yarak, ruhsal aygıtın bütün işlemlerine yön verir.
Haz ilkesinin yararlılığı konusunda kuşkuya yer yoktur, oysa —gerek uçsuz bucaksız acunsal evren, gerek ufacık insan evreni— bu ilkenin tasarısını aksatmaya uğraşır. Haz duyma ilkesinin tasarısı gerçek­leştirilemez; evrenin düzeni karşıttır buna; hatta «yaratma» tasarısında insanoğlunun «mutlu» olmasına yer verilmediği bile söylenebilir. Söz­cüğün en dar ve en kesin anlamıyla mutluluk, en yüksek gerilim nok­tasına erişmiş gereksinimlerin bir anda doyurulmasından doğar; dola­yısıyla, yapısı gereği ancak çok kısa anlarda gerçekleşebilir.
Freud, bunları derken, insanoğlunun mutluluğa yatkın olmadığı yargısının doğurduğu duyguyu dile getiriyordu. Doğrusunu isterseniz kanıtlama kulağa hoş geliyor, ama yanlıştır. Bu kanıtlamaya göre, çileciliğin mutluluğun önkoşulu olması gerekiyor, insanlar böyle laflar ederken, dirimsel bir gereksinimin belli bir gerilime erişmesinin de, so­nunda bu gereksinimi karşılama umudu bulunması ve gerilimin çok sürmemesi koşuluyla, kendi başına haz verdiğini görmezlikten gelmek­tedirler. Ayrıca, doyuma erme umudu bulunmadığı, haz hep ceza­landırılma korkutmacası altında kaldığı zaman, söz konusu gerilimin in­san bedenini kaskatı yaptığı, tat alamaz duruma getirdiği unutulma­malıdır. İnsanı mutlu eden en yüce yaşantı, bedensel boşalma, kendine özgü bir enerji birikimini gerektirir. Bundan, Freud'un vardığı şu sonuç çıkarılamaz: «haz ilkesi yeryüzünde uygulanamaz». Bugün elimde Fre­ud'un savının yanlışlığını gösteren deneysel bir kanıt var. 1930'lardaysa, yalnız, Freud'un bir bilimsel doğruyu cümleler arasında sakladığını sezi­yordum, insanın mutlu olabileceğini kabul etmek, saplantılı yineleme kuramıyla ölüm içgüdüsü kuramının yadsınması anlamına gelirdi. Buy­sa, yaşamdan mutluluğu kaldırıp atan toplumsal kurumların eleştiril­mesini gerektirirdi. Freud, önerdiği yazgıya boyun eğmeyi savunmak üzere, bunun kaçınılmaz ve değişmez olup olmadığını araştırmaksızın, o günkü durumdan alınmış kanıtlamalara başvurdu. Freud'un nasıl olup da çocuğun cinsel etkinliğinin bulunup ortaya çıkarılmasının dünyayı değiştirme girişimlerini etkilemeyeceğine inandığını bir türlü anlayamıyordum. Bence, kendi yapıtına müthiş haksızlık ediyor, ve bu çelişkinin acısını tâ yüreğinde duyuyordu. Çünkü kendi kanıtlamalarımı sıraladığım zaman ya yüzde yüz yanıldığımı, ya da «günün birinde ruh çözümlemesinin ağır yazgısını tek başıma taşımak zorunda kala­cağımı» söyledi. Düşüncem yanlış değildi, ikinci varsayımı tamı tamına doğru çıktı.
Freud, gerek tartışmamızda, gerek yapıtlarında dirimsel acı çekme kuramına sığınmıştı. İnsan uygarlığının sürüklendiği yıkımdan «Sevi’ nin göstereceği bir çaba»yla kurtulmayı umuyordu. 1926'da yaptığımız özel bir konuşmada, Sovyet Rusya'daki devrimci «deneme»nin başarıya ulaşacağını umduğunu söylemişti. O günlerde hiç kimsenin aklından, Lenin'in giriştiği toplumsal halk yönetimi kurma denemesinin, sonraları korkunç bir başarısızlıkla sonuçlanabileceği düşüncesi geçmiyordu. Freud, insanlığın hasta olduğunu biliyordu, ve bunu kâğıda geçirmişti. Bu genel hastalıkla önce Rusya'da, sonra Almanya'da yaşanan felaket arasındaki ortaklığı ruh hekimi de, Devlet adamı da, siyasal iktisat uz­manı da yakalayamazdı elbet. Üç yıl sonra (1933'te) Almanya ve Avusturya'daki koşullar öylesine bozulmuştu ki, hekimlik uğraşım tehlikeye girdi. Siyasal yaşamdaki akıl dışılık açıkça ortaya çıktı. Çözümleyici ruhbilim her geçen gün toplumbilimsel sorunları biraz daha derinleme­sine alıyordu. Yürüttüğüm çalışmada, ruhsal açıdan hasta «insan»la top­lumsal bir varlık olan «insan» gittikçe kaynaşıyor, tek bir varlık haline geliyordu. Sinir hastası, mutluluğa susamış insan yığınlarının kolayca siyasal korsanların kucağına düştüğünü görüyordum. Freud, insan ruh­larını saran vebayı çok iyi bildiği halde, ruh çözümlemesini siyasal karışıklığa katmaktan korkuyordu. Zihnindeki çatışkı, insanın yüreğini parçalayacak kertedeydi. Bugün, kavgadan vazgeçmesinin gerekliliğini de anlıyorum. Tam on beş yıl, son derece yalın olguların kabul edilmesi için uğraşıp didinmişti. Hekim arkadaşları ona karaçalmış, şarlatanlıkla suçlamış, hatta araştırmalarının gerekçelerinden bile kuşkulanmışlardı. Freud bir toplumsal uygulayıcı değildi elbet, ama «katıksız bir bilgin»di dolayısıyla dürüst ve titizdi. Hekim arkadaşları uzun süre yad­sıyamazlardı bilimdışı ruh dünyasının olgularını. 





T.S.Eliot / Şiir ve Şair



"...bir şiirde şairin niyeti, belki de bütün temel ve yan anlamlarıyla söz kaynaklarını ve sadasını kullanarak karan­lık dürtüyü dizelere dökmektir. İfade edilinceye kadar ne söyleyeceğini bilmez; bulacağını bulmak için çaba har­carken başkalarının anlaması için kafa yormaz... Doğum sancılarından kurtulup, rahatlayabilmek için çırpınır durur. Yazdığı sözler ve şiir, cinin dualarla def edilmesi gibi bir şeydir....sadece bu ani sıkıntıdan kurtulup rahata kavuşmak... Nihayet sözleri yerli yerine oturttuğu zaman...adeta günahlarından arınma ve bir çeşit dinginleşme gibi duyguları aynı anda yaşar. Şimdi şiirine şunu söyleyebilecek durumdadır: Git, benden uzaklaş! Kitapta ait olduğun yeri bul ve bundan böyle benden seninle bir daha ilgilenmemi isteme."

23 Şubat 2011 Çarşamba

Criminal Minds / Alıntılar



Shakespeare:
Hiçbir şey dikkat çekme isteği kadar sıradan değildir.

Nietzsche:
Bir şeyin mantıksızlığı varlığına kanıt değil aksine koşuldur.

Norman McClain:
Birlikte yaşadığımız ve sevdiğimiz kişilerin bizi yaralayacağını bilmeliyiz.

Faulkner bir keresinde;
Sadece akranlarından veya atalarından daha iyi olmak için canını sıkma. Kendinden daha iyi olmaya çalış. demişti.

Şair W.H. Auden şöyle yazmış:
Şeytan her zaman gösterişsizdir.Ve genelde insandır.Yatağımızı paylaşır ve masamızda yemek yer.

Rose Kennedy:
Zaman bütün yaraları iyileştirir derler. Katılmıyorum.Yaralar kalır. Zamanla; akıl kendini korumak için yaranın üstüne kabuk bağlar ve acı azalır ama asla tamamen kapanmaz

Chuck Jones:
Bir aslanın iş saatleri acıktığı zamanlardır. Doyduğunda avcı ve av yeniden huzurla birlikte yaşarlar.

Helen Keller:
Gerçek mutluluk için kendini tatmin etmek değil,kendini buna değecek bir şeye adaman gerekir.

Dale Turner Mused:
En iyi dersleri geçmişteki hatalarımızdan alırız...Geçmişteki hatalar, geleceğin bilgeliğidir.


James T. McCay:
Yarının farklı olacağına kendi kendine söz verirsin, ama yarın çoğu zaman bugünün tekrarı olur.

Bitik Adam / Thomas Bernhard

            Oysa Wertheimer, ben Steinvvay'imi öğretmen kızına verdikten yıllar sonra da piyano çalmıştı, çünkü daha yıllarca piyano virtüözü olabileceğine inanmıştı. Ayrıca, piyano virtüözü olarak tanınan bizim birçok piyanistimizden bin kere daha iyi de çalıyordu, ama Avrupa'daki tüm diğer piyano virtüözleri gibi olmak onu tatmin etmediğinden düşünce bilimlerine dalmıştı. Bense Wertheimer'den daha iyi çaldığıma inanıyordum, ama asla Glenn gibi iyi çalamazdım ve bu yüzden (Wertheimer'le aynı neden­den ötürü!) piyano çalmaktan bir anda vazgeçmiştim. Glenn'den daha iyi çalmak zorundaydım, ama bu olası değildi, olanaksızdı, ben de böylece piyano çalmaktan vazgeçtim. Han­gi gün olduğunu bilmediğim bir Nisan günü uyandım ve kendi kendime artık piyano çalmak yok, dedim. Enstrümana da bir da­ha dokunmadım. Hemen öğretmene gidip piyanonun nakledi­leceğinin haberini verdim. Bundan sonra kendimi felsefeye ve­receğim, diye düşündüm öğretmene giderken, oysa doğal ola­rak bu felsefenin ne olduğu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Asla bir piyano virtüözü değilim, dedim kendi kendime, yorumcu değilim, röprodüksiyoncu bir sanatçı değilim. Sanatçı da değilim. Düşüncemin bozulmuşluğu beni hemen kendine bağlamıştı. Öğretmene giden yolda durmadan şu üç sözü tek­rarlayıp durdum: Asla sanatçı değilim!. Asla sanatçı değilim!. Asla sanatçı değilim!. Glenn Gould'u tanımasaydım herhalde piyano çalmaktan vazgeçmezdim ve piyano virtüözü olabilirdim ve belki de dünyanın en iyi piyano virtüözlerinden biriydim şim­di, diye düşündüm lokantada. Birinci olana rastladığımızda vazgeçmek zorundayız, diye düşündüm. Glenn'i, garip bir bi­çimde, çocukluğumun dağı olan Mönchsberg'de tanıdım. As­lında onu daha önce Mozarteum'da görmüştüm, ama Mönchsberg'deki bu karşılaşmadan önce onunla hiç konuşmamıştım, bu dağa intihar dağı da denir, çünkü her şeyden çok intihara el­verişlidir ve her hafta en az üç ya da dört kişi kendini oradan derinliklere atar. İntiharcılar dağın içindeki asansörle tepeye çı­karlar, birkaç adım atarlar ve kendilerini aşağıdaki kente doğru fırlatırlar. Caddenin üzerinde parçalananlar beni her zaman bü­yülemiştir, ben de (ayrıca Wertheimer de) çok sık Mönchsberg'e yürümüşümdür ya da asansörle çıkmışımdır kendimi oradan aşağıya atma niyetiyle, ama kendimi aşağıya atmadım (Wert­heimer de atmadı!). Ben birçok kez (Wertheimer de!) atlama durumuna geçtim, ama ben, aynı Wertheimer gibi atlamadım. Geri döndüm. Doğaldır ki, şimdiye kadar atlayanlardan daha çok kişi geri döndü, diye düşündüm. Glenn'e Mönchsberg'de Richterhöhe denilen yerde rastladım, Almanya en iyi oradan gö­zükür. Onunla konuşmuştum, ikimiz de Horowitz'ten ders alıyo­ruz, demiştim. Evet, diye cevaplamıştı. Aşağıya Alman düzlü­ğüne baktık ve Glenn hemen Füg Sanatını tartışmaya başladı. Çok zeki bir bilim adamıyla karşılaştım, diye düşünmüştüm. Rockefeller burslusu olduğunu söyledi. Ayrıca babası da zen­gin bir adammış. Deri, kürk, dedi, Avusturya taşrasından gelen sınıf arkadaşlarımızdan daha iyi Almanca konuşuyordu, iyi ki Salzburg burada ve dört kilometre ötede, aşağıdaki Almanya'da değil, Almanya'ya gitmezdim, dedi. İlk andan başlayarak bir düşünce dostluğu oluşmuştu. En ünlü piyano çalıcılarının bile sanatlarından haberleri yok, dedi. Zaten tüm sanat dallarında durum aynı, dedim, resim de öyle, yazarlık da öyle, dedim,

31 Ocak 2011 Pazartesi

Kumru ile Kumru / Tahsin Yücel


Pehlivan kahkahalarla güldü her seferinde.
Kızacak yerde gülmesinin de gösterdiği gibi, Pehli­van çok sert bir adam değildi. Korktuğunun tersine, bıyı­ğı orasına burasına batmıyor, özellikle ilk haftadan son­ra, üstüne çıktığı zaman da koca gövde tüm ağırlığını yitiriyordu. "Pehlivan mehlivan, iyi adam doğrusu!" diyor­du içinden. Komşu kapıcılar da gözlemleriyle sürekli doğruluyorlardı izlenimini, Aygün apartmanının her iş­ten anlayan ve her şeyi bilen yaşlı kapıcısı Bilal efendi bir yana bırakılacak olursa, koca sokakta en sayılan ka­pıcı oydu. Tüm kapıcı kadınlar, ne zaman ondan söz açıl­sa, "Dünya ahret kardeşim olsun, Haydar efendi çok iyi adam; ondaki boy bos hiç kimsede yok, ama karıncayı bi­le incitmez!" diyor, başka bir şey demiyorlardı. Bu arada, apartman sahibinin hemşerisi, hatta uzaktan akrabası ol­ması, buna karşılık, bu çok zengin adamın kulu kölesi ol­maması da bayağı artırıyordu saygınlığını; hemşerisinin yanında, bir süre çok paralı bir işte çalıştıktan sonra, vur kırdan hoşlanmaması nedeniyle, bu işi adamın tüm bas­tırmalarına karşın bıraktığını, böyle bir yerde bir daha çalışmamaya büyük yemin ettiğini anlata anlata bitiremiyorlardı. Tüm bunlar göğsünü kabartıyordu Kumru’nun. Göğsünü kabartan bir başka şey de kılığıydı: eski işinden kalmış en az on çift kundurası, on takımı, otuz fırenk gömleği, bir o kadar da kravatı vardı. Kravatını her zaman takmasa bile, makineden çıkmış gibi duran koyu renk takımlarından herhangi birini giyip çıktı mı sokak­tan geçen tüm hanımlar yiyecek gibi bakıyorlardı Pehli­van'a. Ama göğsünü en çok kabartan şey geçen yıl 11 nu­marada oturan Talip beyden satın aldığı ve ondan başka hiç kimsede bulunmayan hem döner, hem yükselip alça­lır müdür koltuğuydu. Evde hep bu koltukta oturuyor, hava güzel olunca da sırtına alıp onca merdivenden yu­karı çıkararak Günay apartmanının önüne yerleştiriyor, boyunu iyice yükselterek 'müdürler gibi' üstüne kurulup Zippo çakmağıyla bir Samsun yakıyordu. Komşu kapıcı­lar ve eşleri de, onun hatırına mı, yoksa koltuğun hatırı­na mı, yoksa apartmanın tam karşısında oldukça işlek bir yokuş bulunduğundan mı, bilinmez, minderlerini ya da bodur iskemlelerini alıp onun çevresine yerleşiyor, memleketleri, havaları, işleri, yokuştan inenleri, önlerin­den geçenleri konuşuyor, Aygün apartmanının kapıcısı Bilal dayının memleketin ve dünyanın gidişine ilişkin gözlemlerini, Çandar apartmanının kapıcısı çifte karılı çember sakallı Recep efendinin her şeyi Allah'a ve Mu­hammet'e bağlayan yorumlarını, Selanik apartmanının kapıcısı Kandilli Yahya'nın şakalarını dinliyorlardı, ama Kumru, özellikle ilk haftalarda, fazla bir şey anlamıyordu bunlardan, gözlerini oturduğu müdür koltuğunu par­mağını bile oynatmadan, kıçıyla sağa sola çevirerek oya­lanan Pehlivan'a dikiyor, bu koltuğun hiç kimseye böyle yakışmayacağını düşünüyordu.
Hoşuna gitmeyen yanları da vardı. Örneğin, kendisi­ni böyle genç yaşta baba ocağından alıp buralara getirdi­ğine göre, hiç değilse akşamları biraz konuşması, hava­dan sudan da olsa bir şeyler anlatması, bir iki şaka yap­ması beklenirdi. Ama söz ağzından kerpetenle almıyor­du: iki metrelik adam utangaç çocuklar gibi susuyordu hep, birbirleriyle konuşmaları için çevrelerinde birileri­min bulunması ya da birilerinin söz konusu olması zorun­luydu sanki. Ancak en kötü yanı kokmasıyla horlamasıydı. Yatağa girdi mi, hele bir de sevişmek için anadan doğma soyunup iyice sokuldu mu öyle bir ter ve öyle bir si­gara kokuyordu ki Kumru'nun burnunun direği kırılıyor, dudaklarını dudaklarından kaçırmaya, burnunu koltuk altlarından olabildiğince uzak tutmaya çalışıyordu. Ama o yakınmalardan hiç alınmıyor, "Ne var bunda? Erkek adam kokar," diyordu. Oysa Kumru kokmadığı zamanlar da bulunduğunu bilmiyor değildi: örneğin, sevişmeden sonra, şaşmaz alışkanlığı uyarınca, kalorifer dairesinde­ki mavi leğende tepeden tırnağa yıkanıp döndüğü za­man! Birkaç kez, hiç değilse şu yıkanma evresini tersine çevirmesi, yani sevişmeden sonra değil de sevişmeden önce yıkanması için yalvardı ona. Ama Pehlivan nerdeyse kızdı, "Kız, sen dinsiz misin, nesin, beni dinden iman­dan mı çıkaracaksın? Olmaz öyle şey!" diyerek kendince kapattı konuyu. Kumru hiç değilse şu işin böyle tümden soyunulmadan yapılmasını önerince de sinirlendi. Öyle anlaşılıyordu ki sevişirken o ağır erkek kokusunu ille de duyurmak istiyordu karısına, "Erkek adam kokar da, horlar da. Sok bunu kafana! Alış artık!" diye kesip attı. Söylemesi kolaydı, hele bir de, kocasının uzunluğu nede­niyle, ancak koltuk altlarının oralarda, yani kokunun odağında soluk alabildiği düşünülünce. Belki de bu yüz­den, Kumru bu fazlasıyla bunaltıcı sevişme işleminden çok, işlemden sonra, Haydar'ın dışarıda boy aptesi aldığı sırada, bedeninin odağında hep kendini belli eden titrek boşluk duygusunu seviyordu. Ama bu da fazla uzun sür­müyordu: Haydar, çabucak üstünü giyip yanına uzana­rak şöyle bir sarıldıktan sonra, hemen arkasını dönüyor, çok geçmeden de koca apartmanın temellerini yerinden oynatmak istercesine horlamaya başlıyordu. Kumru tit­remeyi durdurmak için yastığını çekince de hiç kızma­dan, ama kararlı bir sesle, üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineliyordu:
"Erkek adam horlar. Sok bunu kafana!"
Ancak, kafasına sokmaya çalışsa da olmuyordu: hor­lama başladı mı uykuyu unutmak gerekiyordu. Öyle ki, sıkıntının doruğa çıktığı anlarda, "Şu herif ölse de bir kurtulsam!" dediği bile oluyordu. Bununla birlikte, yol iz bilmemesi bir yana, Haydar gücü ve yapısıyla böyle bir olasılığı sıfıra indirmekteydi. Küçük bahçeye çıkıp koca kentteki tek dostuna: küçük nar ağacına dert yanmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Arada bir, kısa bir süre için bile olsa, memlekete dönmenin, başını Meryem ebe­nin ya da ortanca bacısı Hürü'nün dizlerine koyup ağla­manın düşünü kurduğu, düşünden Pehlivan'a da söz et­tiği oluyordu ya o hemen kapatıyordu konuyu, "Unut bu­nu," diyordu, "elimde avcumda ne varsa, babana gitti, bir; apartmanı bırakamayız, iki; sen buraya geleli daha bir yıl bile olmadı, üç!" Kumru o zaman arkasını dönüp sessizce ağlamaya başlıyor, "Gâvurun babana mektup yazalım deyip durması bundan: buradan oraya yalnız mektubumun gidebileceğine inandırmak istiyor beni," diyordu. İstanbul'a gelişinin yılı bile dolmadan çıkagelen ikizler de Ecem sokağa iyice mıhladı onu. Üstelik, bunca acıdan sonra, kocasıyla konuşarak çocuklarına ad koyma hazzını bile tadamadı.
Çocuklar göbekleri bağlanıp kundaklandıktan ve analarının memesini ilk kez emdikten sonra, Bilal dayı­nın karısı Emine teyzeyle ebe hanım kapıdan çıkar çık­maz, yani daha sabahın köründe, Yarma Haydar, adına yaraşır biçimde, ağzında sigarasıyla, pat diye odaya girdi, önce Kumru'ya gülümsedi, sonra ikizlerin üzerine eğildi, hangisinin oğlan, hangisinin kız olduğunu küçücük yüz­lerinden çıkarmaya çalıştı, çıkaramadı, Kumru'ya da sor­madı, yatağın ucuna oturdu.
"Ben birazdan gider, adlarını da alıp gelirim," dedi.
Kumru, nerdeyse üç aydan beri, sevdiği adları bir bir usundan geçirmekteydi, ama dönüp dolaşıp Elifle Ali'ye geliyordu. Şaşırdı, hatta ürperdi.
"Adlarını mı?" diye kekeledi. "Nereden alacaksın ki?"
"İsmail abiden. Burada bizim büyüğümüz o," dedi Pehlivan.
"Benim çocuklarımın adları İsmail abinin cebinde Giymiş?"
Pehlivan kaşlarını çattı.
"İyi bildin, onun cebinde," dedi.

17 Ocak 2011 Pazartesi

İç Deney / Georges Bataille

Karşı çıkma, söylemle ve dramatik teşvikle sınırlamaydı, içimizde gerçekten güçsüz olarak kalırdı. İçine görmemek üzere gömüldüğü­müz kum, sözcüklerden oluşmuştur ve onlardan yararlanan karşı çık­ma, -eğer bir imgeden farklı bir diğerine geçersem- çırpınırken batan ve gayretleri kesinlikle batan çıkmazdaki insanı düşündürür: Ve söz­cüklerin, anlaşmazlıklarının, olabilirliklerinin tüketici büyüklükleri­nin ve en sonunda ihanetlerinin devingen kumlardan bir şeyleri oldu­ğu doğrudur.
Bize verilen ip olmadan bu kumlardan çıkamayız. Sözcüklerin hemen hemen içimizdeki tüm yaşamı kendine çekmesine karşın el konmuş, sürüklenmiş, yığılmış bu yaşamda karıncaların (sözcüklerin) işi çok kalabalığının tek bir dal parçası yoktur -içimizde suskun, giz­lenmiş, kavranamaz bir parça varlığını sürdürür. Sözcüklerin ve söyle­min bölgesinde bu parça bilinmez. Aynı şekilde genel olarak bize uzaktadır. Ancak belirli koşullarda ona ulaşır veya sahip oluruz. Bunlar hiçbir nesneye dayanmayan belirsiz içsel devinimlerdir ve amaçları yoktur. Başka durumlarda göğü, odası olan -ve bu konuda dikkati kavradığı şeye yönlendiren- dilin, yoksun kalmış olmasına, bir şey söyleyememesine, bu durumları dikkatten gizlemesine rağmen (yo­ğunlukların azlığından yararlanan dil hemen dikkati başka yöne çeki­yor) bir odanın kokusuna, göğün arılığına bağlı olan diğer durumlara benzer bu durumlar tanımlanabilir hiçbir şeyle güdülenmemişlerdir.
Eğer tartışmaksızın dilin yasası altında yaşıyorsak, bu durumlar içimizde sanki yokmuş gibi vardırlar. Ama eğer bu yasaya çarpıyorsak, geçerken bilinci bu durumların birinde durdurabilir ve içimizdeki söylemi susturarak bize verdiği sürprize takılabiliriz. O halde en iyisi kendi içine kapanmak, geceyi gerçekleştirmek, içinde bir çocuğun -uykusunu bulduğumuz askıya alınmış bu sessizlikte kalmaktır. Biraz Şansla, bu durumda dönüşü kamçılayan ve şiddeti arttıran şeyi fark ediyoruz. Ve kuşkusuz bundan dolayı, bir annenin çocuğunun yanında hastalıklı bir tutkuyla gece boyunca kalması aşırı bir şey değildir.
Ama zorluk, kolaylıkla tam olarak susmaya ulaşamamaktan ve tam da bir annenin sabrıyla kendine karşı savaşmak gerektiğinden ile­ri gelmektedir: Sözsel köleliklerin korumasında varlığını sürdüren şe­yi kavramaya çalışıyoruz ve kavradığımız şey belki de gücümüz (sonra onun başarısızlığı) konusunda tümceler dizen, sayıklayan bizzat kendimizdir, ama tümceler var ve başka bir şeyi kavrama güçsüzlüğü için­deyiz. Genel olarak gizli ama tam ışığın içine düşen güçsüz bir aptal­lıkla içli dışlı olarak -direnmeliyiz: Oldukça hızlı olarak durumların şiddeti artıyor ve bundan sonra bu durumlar içine alıyor ve hatta ken­dinden geçirtiyor. Düşünebileceğimiz, yeniden susmadan sözcükleri sıralayabileceğimiz an geliyor: Bu kez kulise (arka plana) ve aldırmaksızın seslerini kayboluşa bırakıyoruz.
Ancak en içsel devinimlerimizden edinebileceğimiz bu egemen­lik iyi bilinmektedir: Bu yogadır. Ama yoga bize bilgiçlikle süslenmiş kaba yollar ve tuhaf anlatımlar şeklinde verilmiştir. Ve kendi için uy­gulanan yoga, bir estetik veya bir sağlık bilgisinden öteye gidememektedir. Buna karşın ben aynı araçlara (açığa çıkarılmış olarak) bir umutsuzluk içinde başvuruyorum.
Hıristiyanlar bu araçları kullanıyorlardı ama deney onlar için uzun bir çilenin son bölümüydü (Hindular, deneylerine, kendilerinde eksik olan dinsel dramın bir eşdeğerini sağlayan çileciliğe kendiliğinden ka­pılıyorlardı). Ama çileciliğe başvuruyu yapamadığımdan ve istemedi­ğimden, karşı çıkmayı egemenliğin kendisi olan sözcüklerin gücünün özgürleşmesine bağlamak zorundayım. Ve, Hinduların tersine bu araçları oldukları seviyeye indirgedim, sonra araçların içinde esine ay­rılması gereken kısmı belirttim, ve bu araçları yeniden yaratabilmenin olanaksızlığını da söylemekten geri durmadım. Gelenekle ağırlaşan uygulamalar, en özgür şairlerin vazgeçemediği bayağı kültürün benze­ridir (ikincil araştırmalar yapmamış hiçbir büyük şair yoktur).
Kendi hesabıma ele aldığım şey yoganın okulsal havasından çıka­rabildiğim şeyden uzaktadır. Söz konusu araçlar ikilidir; bulmak gere­kir: Alışkanlığı besleyen, ama tamamının bizi dizginde tuttuğu bu nesnelerden uzaklaştıran sözcükler, -bizi dışsal (nesnel) düzlemden öznenin içelliğine kaydıran nesneler.
         Kaydıran sözcüğüne sadece bir örnek vermekle yetineceğim. Sözcük diyorum: bu aslında içine sözcüğün yerleştirildiği bir tümce olabilir ama ben kendimi sessizlik sözcüğüyle sınırlıyorum. Söylemiş­tim, sözcük olarak sessizlik daha önceden sözcüğün kendisi olan gü­rültüyü yok eder; sessizlik sözcüğü, sözcüklerin tümünün içinde en sapığı ve en şiirselidir: Sessizliğin kendisi, ölümün güvencesidir.
Sessizlik, kalbin hastalıklı temiz sevgisinin içinde verilmiştir. Bir çiçek kokusu anılarla yüklü olduğu zaman, bir anki yumuşaklığının bizi kendisinden kurtaracağı gizin korkusu içinde çiçeği solumayı sür­dürürüz: Bu giz içsel, sessiz, kavranamaz ve çıplak bir var olmadan başka bir şey değildir. Giz, sözcüklere (nesnelere) her zaman verilen dikkatin bizi gizlemesinden ve eğer dikkatimizi nesnelerin en say­damlarına çevirirsek dikkatin bizi kesinliğe götürmesinden başka bir şey değildir. Ama dikkat kesinliği ancak, onu sonunda bu ayrık nesne­lerden ayırabilmemiz durumunda, tam olarak sağlar: Bu nesneler için, onların artık hiçbir şey olmayan sessizliği sona erdirdikleri yeri bir dinlenme yeri olarak seçerken yapabildiğimiz şey budur.
Hinduların seçtiği dinlenme yeri daha az içsel değildir: Bu yer, soluktur. Ve kayan bir sözcüğün önceden sözcüklere verilen dikkati yakalama gücü olduğu gibi, soluğun, jestlerin yararlandığı dikkatin, nesnelere yönelen eylemlerin de bu gücü vardır: Ama bu eylemlerden sadece soluk içselliğe götürür. Bu yüzden -belki de sessizlik içinde-uzun uzun yumuşakça soluk alıp veren Hindular, soluğa, zannettikleri güç olmayan ve kalbin gizlerini daha az açmayan bir gücü haksız yere vermemişlerdir.
          Sessizlik bir sözcük olmayan bir sözcüktür ve soluk bir nesne ol­mayan nesnedir...

16 Ocak 2011 Pazar

Arthur Schopenhauer / Pelin Özgür



            
           Paranoyaktı... Geceleri bir gürültü duyduğunda yatağından fırlayıp tabancasıyla kılıcını eline alıyor, her gün berberine o gün usturasıyla boğazını keseceği korkusuyla titreyerek gidiyor, yarattığı hayali hastalıkların gerçekleşmesi ihtimalini düşünerek günlerce kendine işkence ediyordu.

Cimriydi... Altın paralarını mürekkep hokkasının altına, hisse senetlerini günlüklerinin arasına saklıyor, yüklü miktardaki parasının faizini her hafta isteği üzerine bankasının evine gönderdiği güvenilir bir memurla birkaç kez üst üste sayıyordu. Kırılır veya bozulur endişesiyle dokunulmasını istemediği değerli eşyalarının 'kazayla' tozunun alındığını fark ettiğinde ise kıyameti koparıyor, hizmetçilerine ağza alınmayacak küfürler yağdırıyordu.
Kadın düşmanıydı... "Kadınlar çocukluğumuzun hemşireleri ve öğretmenleri olmaya uygundurlar" diyor, onları çocuksu, aptal ve basiretsiz buluyor, sanattan tat alma duygularının olmadığını söylediği kadınları çocukla erkek arasındaki yaratıklar olarak görüyordu. Belki de annesi yüzünden kadınlardan bu kadar nefret ediyordu. Issız kırlar arasındaki malikânelerinde kocası tarafından sadece hafta sonları ziyaret edilen annesi marazi duygular içinde, yakınlarına 'oyuncak bebekleriyle oynadığını' yazan, ne Arthur'a ne de kızı Adele'e sevgi gösteren bir kadındı. Sevmeden evlendiği tüccar kocasının yokluğunda düzenlediği balolara davet ettiği kişilerse, edebî çalışmalarını onaylatmak istediği yazarlarla sanatçılardı.
Arthur bu sıralarda on beş yaşındaydı, Latin ve Yunan dillerini öğrenmek istiyordu. Aile işini devralmasını isteyen babası iki seçenek sundu ona. Ya Britanya ve Fransa'ya yapacakları iki yıllık gezide ailesine eşlik edecek ve bu arada tüccarlığa adım atacaktı, ya da üniversiteye girmek için tek başına çabalayacaktı. Ailesiyle birlikte yola çıktı çaresiz.
İki yılın sonunda "bu dünyanın her şeyiyle iyi olan bir varlığın değil, çektikleri ıstırabı seyredip zevk almak için yaratıklar var eden bir iblisin eseri olabileceği" sonucuna varmıştı. Almanya'ya döndüklerinde sıkıcı bir muhasebe bürosunda çalışmaya başladı. Babasının beklenmedik ölümüyle sarsılırken, bütün işleri devredip evlerini sattı annesi. Bağımsız bir dukalık olan VVeimar'da yaşayacaklardı artık.
Arthur şimdi babasına sağlığında olduğundan daha çok hayrandı. Güçlü karakterini ondan aldığına inanıyordu. Bu anlaşılabilir bir şeydi ama her fırsatta kadınları aptal bulduğunu tekrarlarken zekâsını annesinden aldığını söylemesi biraz tuhaftı.
Aslında hiç istememesine rağmen onun anısına olan saygısından, biraz da babasından miras aldığı melankoliyi bir yana bırakmasını isteyen annesine duyduğu öfkeden muhasebe bürosuna gitmeyi sürdürdü. Ama bir yıl dayanabildi. Sonra gramer okuluna başladı. Annesinin saygıdeğer dostu ve evlerinin daimi konuğu Goethe'yle de bu . dönemde tanıştı, lleriki yıllarda büyük hayranlık duyduğu şairle ilişkisini, kendisini fikirlerini yayması için kullandığını fark ettiğinde kesecekti.
Yalnız bir adamdı Schopenhauer... Sabah yedide kalkıyor, duş aldıktan sonra kahvaltı etmeden yazı masasına oturuyor, ardından flüt çalıyor ve genellikle en iyi otellerde tek başına uzun süren öğle yemekleri yiyor, akşamüstleri ise küçük kanisiyle birlikte kendi kendine bir şeyler mırıldanarak yürüyüşe çıkıyordu. Eğer gün içinde isteği dışında birkaç kişiyle görüşmüşse akşam davetsiz misafirleri geri çeviriyor, saat on olmadan da
yatağa giriyordu.
Göttingen Üniversitesi'nde tıp ve ardından felsefe eğitimi aldığı, sevgililerinden kıskandığı annesiyle ilk kavgalarını ettiği ve pansiyonlarda kaldığı dönemde, niçin böyle para kazanamayacağı yararsız işlere kafa yorduğunu soran bir akrabasına şöyle demişti:
"Yaşam lanet bir iş... Onu,anlamaya çalışarak harcamaya karar verdim."
Yaşamı anlamaya çalışırken yazdığı ilk kitabını kendi şiir kitabıyla kıyaslayarak alay eden annesine verdiği yanıt ise hayli sertti.
"Senin ıvır zıvırların unutulup gittiğinde benim yapıtlarım hâlâ satılıyor olacak.'
Schopenhauer haklıydı. Ama beklediği üne kavuşana kadar hayli hırpalanacaktı. Kimse onunla ilgilenmeyince fikirlerini yaymak için Berlin'de öğretmenliğe başlayacak, öğrencilerinin karşısına üniforma giyerek çıkan Hegel'le aynı saatte verdiği derslerine çok az öğrenci girecek ve bu durum onu derin ümitsizliklere sürükleyecekti.
Hırslı olduğu kadar acımasızdı da... Tanınmayı ve takdir görmeyi beklediği sırada otuzlarının ilk yarısındaydı. Evlenmemişti. Sevgilisi veya metresi yoktu. Canı sevişmek istediği zaman hizmetçilerini yanına çağırıyordu. "Kadınlardan çok hoşlanıyorum. Keşke beni arzu etmiş olsalardı" diyen ünsüz ve huzursuz düşünür bir gün on dokuz yaşındaki Berlinli aktris Caroline Richter'e âşık oldu. Ne var ki Caroline çok sayıda âşığı olan sadakatsiz bir kadındı. Schopenhauer kendisinden sandığı çocuğun babasının aslında bir başka erkek olduğunu öğrendiğinde büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Üstüne üstlük o kaçtığı hastalık, genç kadının ciğerlerine yayılmaktaydı.
Ama bunların hiçbiri kolera salgınından kaçarken yanında onu da götürmek istemesini engellemedi. Ancak yola çıkarken çocuğunu birilerine bırakması gerektiğini söylemesi Caroline'i öfkelendirdi. Schopenhauer yola yalnız çıktı ve bir ara düşündüğü evlenme fikri de ebediyen uçtu gitti aklından.
Kendisini görmezden gelen entelektüel çevrelere küskün de olsa çalışmalarını yalnız başına sürdürdü. Altmışına geldiğinde artık ünlü bir düşünürdü. İsviçre'deki ve Almanya'daki üniversitelerde istenç ve Tasarım Olarak Dünya, Aşkın Metafiziği gibi iki asır sonra da konuşulacak yapıtları üzerine dersler veriliyor, İtalya'da ve Fransa'da fikirleri üzerine incelemeler yayımlanıyor, doğum günlerinde tanımadığı kimselerden pahalı hediyeler alıyordu. Haklı ününün keyfini sürüyordu Schopenhauer.
Hayatı boyunca dünyanın hiç dinmeyen bir kederin yaşandığı bir yer olduğunu savunmuş, insanların birbirine başka bir biçimde değil sadece 'ıstırap arkadaşım' şeklinde hitap etmesi gerektiğini söylemiş, cinsel arzuların bütün diğer arzulardan daha güçlü olduğunu ve bu uğurda insanların da hayvanların da her tehlikeyi ve çatışmayı göze aldığını ileri sürmüştü.
1860 yılında yetmiş ikinci yaşında durmaya hazırlanırken hasta kalbi, modern psikolojinin kurucusu ilan edileceğinden, bir zamanlar Kant'a duyduğu hayranlığı, geleceğin Nietzsche'sinin, Wittgenstein'ının, Proust'unun kendisine duyacağından habersizdi.

14 Ocak 2011 Cuma

Alaaddin / Cemil Yüksel


Bizde her şey sıcak alaaddin
Suyumuz sıcak demli bir mutfakta
Parklarda kıpkırmızı bir salıncak o da sıcak
Karpuzumuz avluya vurmuş bir güneş gibi
Meyveleri ve hazzı dolaşmış bir ağızla
Aralanıp kapanır en ücra körfezlerde
Dokunduk mu alaaddin
Sıcak kadınlar gibi annedir neyi tutsak
Öyle sıcak öyle sıcak ki araları
Gitmek geldi aklıma hem de nasıl
Sal mı yapsak bir bahçıvanın eliylen
Marangoz gözüyle tutkuların hacmi
Nedir alaaddin iyi ateş alan odunlar gibi

Ben yok demeyi bilmem alaaddin
Taş yontuların karşısında duramam
Bilmem üstelik camiler neden var
Kadın eli neden hep minarenin üstünde
Sen yine bir sigara yak anlaşılsın
Ne güzel bir halka bıraktığın boşluğa

Son kez söylüyorum bunu alaaddin
Diğer her şey gibi son kez
Ray değiştirecek güçlü bir tren
Seni de tutacak senden işitilecek
Büyütüp olgunlaştırdığın mutsuzluk da

Bak nasılda geliyor üstüne gökyüzü
Yakanı düzeltmeye yönelmiş
Bir kadın kadar ilgili.




Reich Freud'u Anlatıyor / Wilhelm Reich


Dr. E. — Freud'la görüşmelerinizde dine ve Kilise' ye değindiniz mi?
Dr. Reich — Böyle bir anı yok belleğimde! Kentte sık sık tartıştığımız bir konuydu bu. Ama belki Freud bundan da sözaçmıştır. Bilemiyorum. Freud için sorun bambaşka bir biçimde kendini göstermekteydi. Freud özünden tam bir aydındı. Anlağın, anlama yeteneğinin her şeye egemen olan gücüne, coşkulara, duygulara oran­la çok önde geldiğine inanırdı. Sakın yanlış anlamayın, coşkulara kötü gözle bakmazdı, ama bir şeyin bunlar­dan kurtulması gerektiğine inanırdı. İnsanoğlunun her şeyi denetim altında tutması gerekirdi. Anlakla us coş­kulara, duygulara egemen olmalıydı. Bu tutumsa, üret­ken cinsel yaşam üzerinde yaptığım, «coşkuları», dirim­sel «akım»ı, vücuttaki duyumları kapsayan araştırma­larımla yüzde yüz çelişiyordu. Freud hani şu «okyanu-sumsu duyumlar» ın («ozeanische Gefühle»nin) varlı­ğını yadsırdı. Böyle duyumların varlığına inanmazdı. Neden olduğunu hiçbir zaman pek iyi anlayamadım. Hastalıklı ya da çarpık olmadıkları sürece, bu «ozeanis­che Gefühle»nin, okyanusumsu duyumların, insanın kendi varlığıyla ilkbahar ve Tanrı ya da insanların Tan­rı adını verdikleri şeyle Doğa arasındaki birliği duy­manın bütün dinlerin, bütün dinsel duyguların temeli olduğuna kuşku yoktur. Freud'sa bütün bunları elinin tersiyle itiyordu. Üzülerek söyleyeceğim, ben Freud'un kendisinin, canlılığını, dirimsel canlılığını denetim al­tına alabilmesi için, kasılması, cinsel enerjiyi yüceltme­si, sevmediği bir yaşama biçimini benimsemesi, yazgısı­na boyun eğmesi gerektiği kanısındayım. Bana öyle ge­liyordu ki, bir bakıma, bütün iyi dinlerin temelinde ya­tan bir kavramı kabul edemiyordu. İyi anladınız mı? Bütün iyi dinlerin. Bunu derken, vücudunuzun, Evren'in bir parçası olan vücudunuzun dirimsel etkinliğini anlatmak istiyorum. Freud'sa buna inanmıyordu. Ve bu kavramı sevmediğini de biliyordum. Yapıtımsa işte bu yana yönelmişti. Örneğin bir usu yarılmış, zihni karış­mış kişide (şizofrende) duyduğu dirimsel «akım», coş­kular son derece gerçek şeylerdir. Freud, bir anlamda, bu yolda beni izleyecek güçten yoksundu. Etkinliği git­tikçe daha aydınca, salt anlağa dönük bir nitelik ka­zanıyordu. Bence bu, yavaş yavaş belirmekte olan kötü evrimin belirleyici öğelerinden biriydi. Freud, gün geç­tikçe bir sözcük çıkmazına dalıp saplanıyordu.
Dr. E. — Doktor, az önce bana, sırası gelince Federn'den sözedeceğinizi söylemiştiniz. Bu konuda bana gösterecek bir belgeniz mi vardı acaba? Anımsadınız mı?
Dr. Reich — Evet, Federn hakkında bir yazı yaza­cağım. O konuda söyleyecek iki çift sözüm var. Ama şim­di bu konuya ayrıntılarıyla girmek istemiyorum. Yazıya dökeceğim diyeceklerimi, sonra da belgeyi size gönde­receğim. Bu belgenin tarihe kalmasını istiyorum. Özel yaşamımla, çok özel yaşamımla ilgili çünkü. Belki mü­hürlü zarf içinde gönderirim. El altında bulunmalı. Böy­lece, günü gelince zarf açılabilmeli. Anlıyor musunuz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Günün birinde birtakım karaçalma-lar, dedikodular belirirse, yamt zarfın içinde bulunur.
Dr. E. — Çok doğru.
Dr. Reich — «Okyanusumsu duyumlar» sorunu din­le ilgili sorunuza yanıt getirdi mi?
Dr. E. — Hiç kuşkusuz.
Dr. Reich — Evet, geniş geniş yanıtlıyor sorunuzu. Freud bilinemezciydi (agnostikti). Özgür kafalıydı. Ama bu, halkın din duygusu sorununu ya da din sorununu çözmeye yetmez. Bu konuyu burada keselim mi?
Dr. E. — Keselim.
Dr. Reich — Sorunuz var mı?
Dr. E. — Belki birkaç küçük olaya, özel anıya de­ğinebilirsiniz.
Dr. Reich — Freud'la ilgili mi demek istiyorsunuz?
Dr. E. — Evet, ufak tefek şeyler, alışkanlıklar...
Dr. Reich — Doğrusunu isterseniz, bu gibi şeylere hiç dikkat etmedim. Freud'un, Rie'nin kızının kısa ke­silmiş saçlarından hoşlanmadığını biliyorum. Günün birinde, kızcağız saçları oğlan gibi kesilmiş geldi. Freud hemen karşı çıktı. Ama çekiştirmeye girer bunlar. Sür­dürmemi istiyor musunuz?
Dr. E. — Bence tarihçi sizin «çekiştirme» dediğiniz şeyleri de hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Dr. Reich — Yani benim de çorbada tuzum mu bu­lunmalı? Peki, Anna Freud'un sevisel yaşamının bu­lunup bulunmadığını merak ettik günün birinde. Büyük tartışmalara yolaçan bir konuydu bu. Pek çok Viyanalı ruhçözümcü Anna'nın tam bir cinsel perhiz içinde ya­şadığı kanısındaydı. Ve herkes buna üzülüyordu. Ben­se, cinsel perhizin eğitimle ilgili bir etkinliğe uygun ol­madığı görüşündeydim. Üretken cinsel yaşam sorunu er-geç çıkar insanın karşısına, dolayısıyla önderlerin öğ­rettiklerini ilkin kendilerinin yaşamaları gerekir. Genel kanı buydu. Ama ben, gerçekte hiçbir şey bilmem An­na Freud konusunda. Ve bir şey de söylemek istemem. Açık mı dediğim?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Başka küçük olay? Hiç bilmiyorum. Bir akşam, genç hekim Freud eve körkütük dönmüş, daha doğrusu evine taşınmış. Böyle bir söylenti dola­şırdı ortalıkta... ama kendisi bundan hiç söz etmezdi. Haa, bayılırdı çocukları ruhçözümlemesinden geçirme­ye. Çocuğun biri yatağını ıslatınca, hemen: «Neden yaptın bunu?» derdi.
Acı alaycı değildi, ama şakalanndaki sözcükler ki namak istediklerinin suratına kamçı gibi inerdi. Çok saldırgandı. Bana karşı değil. 1930'lann sonlarındaysa, müthiş kızdı, çılgınca öfkelendi bana31. Bir de Silberer vardı. Silberer'in kendi eliyle canına kıydığını bilir mi­siniz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Freud'la yaptığı bir görüşmeden son­ra, galiba Tausk da aynı yolu tuttu. Freud Helene Deutsch'ü çok severdi.
Dr. E. — Sahi mi?
Dr. Reich — Güzel kadınlara özel bir düşkünlüğü vardı. Nitekim, Prenses Bonaparte o dönemde çok gü­zeldi; Helene Deutsch de öyle. Sürdüreyim mi bu konu­yu?
Dr. E. — Elbette.
Dr. Reich — «Ruhçözümsel dedikodular» («psycho-analystischer Tratsch») alanında «uzman» kimdi bilir misiniz? Fenichel. Herkese mektup yazar kimin ne yap­tığını anlatırdı. Bilir miydiniz bunu?

Dr. E. — Hiç haberim yoktu.
Dr. Reich — Doğrudur ama. Bu mektupları görmek ister miydiniz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Ruhçözümcülerin yaptıkları her şeyi bulursunuz bu mektuplarda. Ben, kendi payıma, bu ko­nuyu daha çok deşmek istemem. Hiçbir zaman sevme dim bu gibi yöntemleri. Nitekim, sonradan ben de çe­kiştirmelerin kurbanı oldum. Bir yığın mektup var elim­de. Çok önceleri, on sekiz yıl önce yazılmışlardı bana.
Dr. E. — Yüz yıl sonra, çok değerli tarihsel belgeler olurlar!
Dr. Reich — Görmek ister miydiniz onları? Lütfen söyler misiniz bana «Sigmund Freud Belgelikleri»nden ne anlıyorsunuz? Sizce bu terim neleri kapsıyor?
Dr. E. — Sınırlandırmak zor. Başlangıçta, yalnız Freud'u düşünüyorduk; ama şimdi belli bir sınır çekme­nin olanaksızlığına inanıyorum.

Dr. Reich — Doğru. Gerçekten sınır çekilemez, et­kisi öyle geniş oldu ki. Ancak, bence, bütün o dönem son derece verimsiz geçti. Benim için çok önemliydi el­bet: Freud'la aramdaki duygusal bağlar ve evrimim. Çok severdim onu. O da beni severdi. Önemli bir şeydi bu. Ama şimdi artık hepsi birer anı oldu. Ruhçözümcüler beni hâlâ ruhçözümcü sanıyorlar. Hiç ilgisi yok! Öyle değil mi, ruhçözümcü saymıyorlar mı beni?
Dr. E. — Bunu yanıtlamak güç. Ancak, bana Öyle geliyor ki, tarihsel göreviniz ruhçözümcülük oldu.
Dr. Reich — Evet, ama yirmi yıldır değilim artık. Ruhçözümcüler arasına katılmaktan hoşlanmam. Ha­yır, yanlış anlamayın, ruhçözümlemesini küçük gördü­ğümden değil. Hayır! Tersine, çok önemlidir ruhçözüm­lemesi. Ama benim artık onunla bir ilgim yok. Bu gö­rüşme sizi doyuruyor mu?
Dr. E. — Evet. Bundan ötürü büyük bir gönül bor­cu duyuyorum size.
Dr. Reich — Umarım öyledir...
Dr. E. — Konuşmamızın kâğıda geçirilmesinden sonra, okurken belleğinizde yeni olayların canlanacağı­nı ummak isterim.
Dr. Reich — Olabilir. Tarihsel doğru söz konusu oldu mu mithiş sakınımlı davranırım, ve böyle davran­mamı gerektiren bir sürü neden var! İnsanların bilinç­altı kuramıyla dirimsel enerji kuramını canlı yaşama aktarabilmeleri için yüzlerce yılın geçmesi gerekeceği­ne inanıyorum. Bu süreci kazadan belâdan esirgeyebil­mek için kara çalmalardan korumak gerekir. Daha uzun süre insanlar sevdaya, üretken cinsel yaşama, yaşamın kendine kara çalacaklar — yaşamdan nefret edecekler! Çalışmamızın bir yanı da yaşamı kara çalmalardan ko­rumaya ayrılmıştır. Buysa, ruhçözümlemesini kat kat aşan bir görevdir. Ruhçözümlemesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ruhçözümlemesinin dışında yeralır.