Pehlivan kahkahalarla güldü her seferinde.
Kızacak yerde gülmesinin de gösterdiği gibi, Pehlivan çok sert bir adam değildi. Korktuğunun tersine, bıyığı orasına burasına batmıyor, özellikle ilk haftadan sonra, üstüne çıktığı zaman da koca gövde tüm ağırlığını yitiriyordu. "Pehlivan mehlivan, iyi adam doğrusu!" diyordu içinden. Komşu kapıcılar da gözlemleriyle sürekli doğruluyorlardı izlenimini, Aygün apartmanının her işten anlayan ve her şeyi bilen yaşlı kapıcısı Bilal efendi bir yana bırakılacak olursa, koca sokakta en sayılan kapıcı oydu. Tüm kapıcı kadınlar, ne zaman ondan söz açılsa, "Dünya ahret kardeşim olsun, Haydar efendi çok iyi adam; ondaki boy bos hiç kimsede yok, ama karıncayı bile incitmez!" diyor, başka bir şey demiyorlardı. Bu arada, apartman sahibinin hemşerisi, hatta uzaktan akrabası olması, buna karşılık, bu çok zengin adamın kulu kölesi olmaması da bayağı artırıyordu saygınlığını; hemşerisinin yanında, bir süre çok paralı bir işte çalıştıktan sonra, vur kırdan hoşlanmaması nedeniyle, bu işi adamın tüm bastırmalarına karşın bıraktığını, böyle bir yerde bir daha çalışmamaya büyük yemin ettiğini anlata anlata bitiremiyorlardı. Tüm bunlar göğsünü kabartıyordu Kumru’nun. Göğsünü kabartan bir başka şey de kılığıydı: eski işinden kalmış en az on çift kundurası, on takımı, otuz fırenk gömleği, bir o kadar da kravatı vardı. Kravatını her zaman takmasa bile, makineden çıkmış gibi duran koyu renk takımlarından herhangi birini giyip çıktı mı sokaktan geçen tüm hanımlar yiyecek gibi bakıyorlardı Pehlivan'a. Ama göğsünü en çok kabartan şey geçen yıl 11 numarada oturan Talip beyden satın aldığı ve ondan başka hiç kimsede bulunmayan hem döner, hem yükselip alçalır müdür koltuğuydu. Evde hep bu koltukta oturuyor, hava güzel olunca da sırtına alıp onca merdivenden yukarı çıkararak Günay apartmanının önüne yerleştiriyor, boyunu iyice yükselterek 'müdürler gibi' üstüne kurulup Zippo çakmağıyla bir Samsun yakıyordu. Komşu kapıcılar ve eşleri de, onun hatırına mı, yoksa koltuğun hatırına mı, yoksa apartmanın tam karşısında oldukça işlek bir yokuş bulunduğundan mı, bilinmez, minderlerini ya da bodur iskemlelerini alıp onun çevresine yerleşiyor, memleketleri, havaları, işleri, yokuştan inenleri, önlerinden geçenleri konuşuyor, Aygün apartmanının kapıcısı Bilal dayının memleketin ve dünyanın gidişine ilişkin gözlemlerini, Çandar apartmanının kapıcısı çifte karılı çember sakallı Recep efendinin her şeyi Allah'a ve Muhammet'e bağlayan yorumlarını, Selanik apartmanının kapıcısı Kandilli Yahya'nın şakalarını dinliyorlardı, ama Kumru, özellikle ilk haftalarda, fazla bir şey anlamıyordu bunlardan, gözlerini oturduğu müdür koltuğunu parmağını bile oynatmadan, kıçıyla sağa sola çevirerek oyalanan Pehlivan'a dikiyor, bu koltuğun hiç kimseye böyle yakışmayacağını düşünüyordu.
Hoşuna gitmeyen yanları da vardı. Örneğin, kendisini böyle genç yaşta baba ocağından alıp buralara getirdiğine göre, hiç değilse akşamları biraz konuşması, havadan sudan da olsa bir şeyler anlatması, bir iki şaka yapması beklenirdi. Ama söz ağzından kerpetenle almıyordu: iki metrelik adam utangaç çocuklar gibi susuyordu hep, birbirleriyle konuşmaları için çevrelerinde birilerimin bulunması ya da birilerinin söz konusu olması zorunluydu sanki. Ancak en kötü yanı kokmasıyla horlamasıydı. Yatağa girdi mi, hele bir de sevişmek için anadan doğma soyunup iyice sokuldu mu öyle bir ter ve öyle bir sigara kokuyordu ki Kumru'nun burnunun direği kırılıyor, dudaklarını dudaklarından kaçırmaya, burnunu koltuk altlarından olabildiğince uzak tutmaya çalışıyordu. Ama o yakınmalardan hiç alınmıyor, "Ne var bunda? Erkek adam kokar," diyordu. Oysa Kumru kokmadığı zamanlar da bulunduğunu bilmiyor değildi: örneğin, sevişmeden sonra, şaşmaz alışkanlığı uyarınca, kalorifer dairesindeki mavi leğende tepeden tırnağa yıkanıp döndüğü zaman! Birkaç kez, hiç değilse şu yıkanma evresini tersine çevirmesi, yani sevişmeden sonra değil de sevişmeden önce yıkanması için yalvardı ona. Ama Pehlivan nerdeyse kızdı, "Kız, sen dinsiz misin, nesin, beni dinden imandan mı çıkaracaksın? Olmaz öyle şey!" diyerek kendince kapattı konuyu. Kumru hiç değilse şu işin böyle tümden soyunulmadan yapılmasını önerince de sinirlendi. Öyle anlaşılıyordu ki sevişirken o ağır erkek kokusunu ille de duyurmak istiyordu karısına, "Erkek adam kokar da, horlar da. Sok bunu kafana! Alış artık!" diye kesip attı. Söylemesi kolaydı, hele bir de, kocasının uzunluğu nedeniyle, ancak koltuk altlarının oralarda, yani kokunun odağında soluk alabildiği düşünülünce. Belki de bu yüzden, Kumru bu fazlasıyla bunaltıcı sevişme işleminden çok, işlemden sonra, Haydar'ın dışarıda boy aptesi aldığı sırada, bedeninin odağında hep kendini belli eden titrek boşluk duygusunu seviyordu. Ama bu da fazla uzun sürmüyordu: Haydar, çabucak üstünü giyip yanına uzanarak şöyle bir sarıldıktan sonra, hemen arkasını dönüyor, çok geçmeden de koca apartmanın temellerini yerinden oynatmak istercesine horlamaya başlıyordu. Kumru titremeyi durdurmak için yastığını çekince de hiç kızmadan, ama kararlı bir sesle, üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineliyordu:
"Erkek adam horlar. Sok bunu kafana!"
Ancak, kafasına sokmaya çalışsa da olmuyordu: horlama başladı mı uykuyu unutmak gerekiyordu. Öyle ki, sıkıntının doruğa çıktığı anlarda, "Şu herif ölse de bir kurtulsam!" dediği bile oluyordu. Bununla birlikte, yol iz bilmemesi bir yana, Haydar gücü ve yapısıyla böyle bir olasılığı sıfıra indirmekteydi. Küçük bahçeye çıkıp koca kentteki tek dostuna: küçük nar ağacına dert yanmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Arada bir, kısa bir süre için bile olsa, memlekete dönmenin, başını Meryem ebenin ya da ortanca bacısı Hürü'nün dizlerine koyup ağlamanın düşünü kurduğu, düşünden Pehlivan'a da söz ettiği oluyordu ya o hemen kapatıyordu konuyu, "Unut bunu," diyordu, "elimde avcumda ne varsa, babana gitti, bir; apartmanı bırakamayız, iki; sen buraya geleli daha bir yıl bile olmadı, üç!" Kumru o zaman arkasını dönüp sessizce ağlamaya başlıyor, "Gâvurun babana mektup yazalım deyip durması bundan: buradan oraya yalnız mektubumun gidebileceğine inandırmak istiyor beni," diyordu. İstanbul'a gelişinin yılı bile dolmadan çıkagelen ikizler de Ecem sokağa iyice mıhladı onu. Üstelik, bunca acıdan sonra, kocasıyla konuşarak çocuklarına ad koyma hazzını bile tadamadı.
Çocuklar göbekleri bağlanıp kundaklandıktan ve analarının memesini ilk kez emdikten sonra, Bilal dayının karısı Emine teyzeyle ebe hanım kapıdan çıkar çıkmaz, yani daha sabahın köründe, Yarma Haydar, adına yaraşır biçimde, ağzında sigarasıyla, pat diye odaya girdi, önce Kumru'ya gülümsedi, sonra ikizlerin üzerine eğildi, hangisinin oğlan, hangisinin kız olduğunu küçücük yüzlerinden çıkarmaya çalıştı, çıkaramadı, Kumru'ya da sormadı, yatağın ucuna oturdu.
"Ben birazdan gider, adlarını da alıp gelirim," dedi.
Kumru, nerdeyse üç aydan beri, sevdiği adları bir bir usundan geçirmekteydi, ama dönüp dolaşıp Elifle Ali'ye geliyordu. Şaşırdı, hatta ürperdi.
"Adlarını mı?" diye kekeledi. "Nereden alacaksın ki?"
"İsmail abiden. Burada bizim büyüğümüz o," dedi Pehlivan.
"Benim çocuklarımın adları İsmail abinin cebinde Giymiş?"
Pehlivan kaşlarını çattı.
"İyi bildin, onun cebinde," dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder