25 Mayıs 2011 Çarşamba

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur F.Nietzsche

Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum
I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. -Burada onların kendilerin­den söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna deği­neyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. Benim zamanım da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. -Günün birin­de, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belki de Zerdüşt'ün yorumlanma­sı için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getir­diğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi kendimle hepten çelişmek olurdu: Bugün beni duymamalarını, verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ay­rıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştır­malarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bu­nun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşı­laşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık de­lilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek payedir; bunu ya­parken umarım ayakkabılarını -çizmeleriniyse haydi haydi- çı­karıyordun.. Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındı­ğında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmalarını bile isteyebilir miyim hiç? Be­nim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersinedir, -ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerin-deki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılma­sın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baş­tanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniver­sitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. -Bunun en aşırı iki örneği sonunda Al­manya'da  değil  de  İsviçre'de  çıktı.  Dr.  V.  Widmann'ın46 "Bund" dergisinde, İyi ve Kötünün Ötesinde üzerine "Nietzsche'nin  Tehlikeli   Kitabı"   başlığıyla  çıkan  yazısı  ve  gene "Bund"da Bay Kari Spitteler'in genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruğu olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncu­su, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş alıştırması" olarak inceliyor, bun­dan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a gelice, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gös­terdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cil­vesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istedikleri­min hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. -Şu da var ki, hiç kimse bir şeyden -kitaplar da giriyor bunun içine- zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Bir şey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşan­tılardan, -bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu du­rumda kimse bir şey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Bir şey duyulmayan yerde, bir şey yoktur da... Benim karşılaş­tıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden bir şey anladıklarını sananlar, kendi boylarına göre ke­sip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bı­rakmadılar. -"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanla­rın ve öbür "nihilist" lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneği­ni gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'ün ağzın­da düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "er­miş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine bir Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulakları­na.- Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir se­fer, tek bir kitaba karşı -ki "İyi ve Kötünün Ötesinde" idi- işle­nen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söyle­mezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" -yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Debats okurum -evet o gazete, bütün ciddiğiyle, kitabımı "çağın bir belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...

II

Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, -hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek deha­lar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felse­fe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyva sa­tan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonya­lılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, -elimden her şey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma ya­zılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlarmışım, -yani saçma­lık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces etfinesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, -bu deyim Monsieur Taine'in-dir—. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek her şeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprimden katışmıştır... Başka türlü yapa­mam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. -Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böy­lelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıy­la -yalnız Yunanca da değil- deccal’ım (antichristos) ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim ya­zılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üs­tüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, -Almanlıkla hiç ilgisi ol­mamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi hak etmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekli­ğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yüksekler­den, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, -uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, -on­lar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla el­de edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuk­lukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye bir şey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır ha­vası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsi­ce öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çe­şit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bu­nu başardığım için kutlarlar beni, -hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bile­mezler bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden aşağı gö­rürler: İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasın­daki büyük baş hayvanlar da -yalnız Almanlar bunlar, hoş gö­rün- demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de Zerdüşt üstüne söyle­diklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü "feminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir za­man o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, her şeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısa­cası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, —ve her kim kurnaz­ca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, - sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
- Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek is­temezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiniz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim bu­rada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, -budur deyişin anlamı. İç du­rumlarımın o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu gerçekten bildiren, im­ler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan -bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi- her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz be­nim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkü­cülük yalnız, ''kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini açabilece­ği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! -Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapı­labilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmi­yordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümleler­le büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucunun ilk edine­ceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler -herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söy­lemek gerekmez-, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramları­nın birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka bir şey değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, yani töre, bütün Psikolojiyi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saç­malığa, sevginin "çıkar gözetmez" bir şey olması gerektiğine va­rıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vız gelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın ulu­sunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu. Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler. -Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın er­kekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tü­münün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır, -hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Ger­çek kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onun­dur zaten doğal olarak. -Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye kinidir birbirleri­ne. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim ya­nıtı biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktiktir yalnızca. Kendile­rini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın" diye yük­seltmekle, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kö­tüsünden bir tür "ülkücülük" vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gi­bi, -bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayı­şım üstüne hiç şüpheniz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkü­cülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne va­az vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavra­mıyla lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, -ya­şamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötü­nün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, -şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak iste­nen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçların o sınayıcı tan­rısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha gö­nülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kala­balığını, kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğ­reten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek tattı­ran, -derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere durak­lamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın bu­zun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gö­mülü yatan her altın kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, ken­disi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır, belki daha bir kırılmış, ama daha adı bile ol­mayan umutlarla dolu, yeni istemlerle, akıntılarla dolu, yeni di­renişlerle, ters akıntılarla dolu..."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Toplumsal Suçluluk Bireysel Sorumluluk /Richard Porton / Haneke İle Söyleşi

İki yıl önce, Piyanist filminin ABD gösterimi ile bağlantılı olarak, Christopher Sharrett'in Michael Haneke ile yaptığı ve politik ve estetik konuların konuşulduğu bir söyleşi Cineaste dergisinde (Vol. XXVIII, No. 3) yayımlanmıştı. Bu söyleşide Haneke, 9/11 sonrası politik ortam ile ilgili korkularından bahsetmişti. Son filmi Cache (Saklı), Fransa'da Cezayir savaşının mirası üzerine eğilse de, günümüzün korkularına dair bir alegori olarak da yorumlanabilir. New York Film Festivali'nde Cache filminin galası sırasında Haneke, Cineaste ile bir söyleşiye katıldı. Söyleşi, 2005 yılında Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü aldığı filmi üzerine gerçekleştirildi.

Cache filmindeki unsurlar, senaryo yazım sürecinde nasıl bir araya geldi? Cezayir sorunu, özellikle de Ekim 1961 olayları, senaryonun başlangıç noktası mıydı? Ya da başka başlangıç noktaları mı vardı ?


Başlangıç noktası, birlikte çalışmamızı öneren Daniel Auteuil için bir proje bulmaktı. Aynı zamanda, çocukluğunda işlediği bir suçla yüz yüze gelen birisi üzerine bir senaryo yazmak istiyordum. Bu travmaya karşı karakterin reaksiyonlarını araştırmak istiyordum. Tesadüf eseri, ARTE (Fransız sanat kanalı. R.P.) kanalında, Ekim 1961 gösterileri üzerine bir belgesel izledim. Belgeseli izledikten sonra, tüm unsurlar bir araya geldi.

Şu günlerde, Fransa'da, Cezayir savaşının mirası ile ilgili birçok filmin çekilmiş olması ilginç bir durum. Cache dışında, Alain Tasma'nın Ekim 17,1961 ve Philippe Faucon'un Le Trahison filmleri var.

Tüm bu filmlerin, 40 yıllık sessizlikten sonra yayımlanan ARTE'deki belgeselden ilham almaları mümkün. Ben tamamen tesadüf eseri, bir akşam Avusturya'da televizyon izlerken belgeseli gördüm ve bu olay hakkında daha önce hiçbir şey duymamış olmam beni şoke etti. Fransa gibi, basın özgürlüğü ile gurur duyan bir ülkede, böyle bir olayın kırk yıl boyunca bastırılmış olması oldukça şaşırtıcı. Şimdi tarihin bu döneminin açıklığa çıkmasının büyük bir olay olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda, filmimin özellikle bu Fransız problemiyle ilgili olarak görülmesini de istemiyorum. Bana öyle geliyor ki, her ülkede, toplumsal suçlulukla ilgili sorunların önemli olduğu, böyle karanlık köşeler var. Eminim ki, Amerika Birleşik Devletleri'nde de toplumsal bilinçsizlik üzerinde bu tarz kara lekeler bulunuyor.

Bu olayın neden Fransa'ya özgü bir problem olmadığını gösteren bir neden var. İlk filmim Yedinci Kıta'nın Cannes'da gösterime girmesinden sonra, basın toplantısı sırasında gazetecilerden birisi, "Avusturya'da durum bu kadar kötü mü? Durum bu mu?" sorusunu sordu. İnsanların belirli problemlerin farkına varması konusundaki isteğime karşı bu soru klasik bir savunma durumunu anlatıyor. İstenmeyen elemanların kilimin altına süpürülmesi gibi. Filmin milliyetiyle ilgisi yok bunun. Bu film Fransa'da çekildi, fakat ufak tefek değişikliklerle bu filmi Avusturya - eminim ki Amerika da olabilir - ortamına uydurabilirdim. Geçenlerde Lyon'da filmin gösterimi vardı ve film üzerine yapılan tartışma sırasında izleyicilerden genç bir adam ayağa kalktı ve benim mutsuz bir çocukluk geçirip geçirmediğimi sordu. Ben bu durumu, filmin ele aldığı gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak olarak yorumluyorum.


Film, belli ölçülerde, bastırılmış tarihsel hafıza ve bunun bastırılmış kişisel anılar ile ilişkisi üzerine. Bu metafor, Cezayir savaşının hafızalardan silinmesi, diğer ülkelere genişletebilirken, aslında Fransa ortamına çok fazla uyuyor.

Evet, fakat, Avusturya'da hala "Hiçbirimiz Nazi değildik" diyen insanları duyuyorsunuz. Hiç kimse Nazi olduğunu kabul etmiyor, Nazizmin bir kurbanı olarak görüyorlar kendilerini.

Georges'u bir medya figürü, bir kitap programının sunucusu, yapmanın anlamı ne? Karısı, Anne de, elbette, edebiyatla ilgili gözüküyor, fakat daha çok yüzeysel bir ilgi bu. Ayrıca filmde bir sahne var. Bu sahnede Georges, Rimbaud üzerine olan bir programı kurgularken, programın "fazla teorik" olduğuna inanıyor. Bu yorumlar, ülkemizde söylendiği gibi medyanın "aptallaştırması" üzerine mi?


Georges'i, bir televizyon sunucusu yapmanın birkaç nedeni var. İlk olarak, karakterimin tanınmış birisi olmasını ve böylelikle Macid'in onu kolaylıkla tanımasını sağlamak istedim. Televizyon sunucuları, günümüz dünyasında en ünlü olan insanlar. Edebiyatla ilgili olduğunu göstermekteki amacım, onun akıllı olduğunu, fakat aklın, korkak olmayı ya da zayıf bir karakter durumuna gelmeyi engelleyemediğini göstermekti.

Rimbaud programının değiştirilmesi aslında bir şakaydı, seyirciye göz kırpmaydı. Kişisel tecrübelerime göre, televizyonda çalışırken, üzerinizde baskının boyutlarını çok iyi biliyorum. Artık televizyonda çalışmıyorum, fakat televizyona senaryo yazan arkadaşlarımdan sürekli olarak kendilerine söylenenleri duyuyorum: "Senaryo fazlasıyla karmaşık. Senaryoyu basit tutmalısınız, çünkü izleyiciler aptal. Bu şekilde reklamlardan daha çok para kazanırsınız."

Georges, bu tarz manipülasyonlara oldukça itaatkar davranıyor. Bu açıdan da Macid karakteri ile tam bir kontrast oluşturuyor. Çünkü Macid karakteri güçsüzlere karşı güçlülerin kendini beğenmişliğini kanıtlıyor.
Durumun bu kadar siyah ve beyaz olduğundan emin değilim. Georges'in doğruyu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz ve aynı şekilde Macid'in de doğruyu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz. Tam olarak hangi karakterin yalan söylediğini bilmiyoruz, aynen gerçek hayatta bilemediğimiz gibi. Yoksulların sadece yoksul ve iyi, zenginlerin sadece zengin ve şeytan olduğunu söylemezsiniz. Yaşam, bundan daha karmaşıktır ve bir yönetmen ve sanatçı olarak, yaşamın karmaşıklıklarını ve çelişkilerini araştırmaya çalışıyorum. Umarım ki, bu sebepten dolayı, temelde nasıl davranmamız gerektiğini bilemememizden, film tedirgin ve rahatsız edici.

Macid'in intihar sahnesi izleyiciler için fazlasıyla tedirgin edici. Fıınny Games (Ölümcül Oyunlar) filminiz ile bağlantılı olarak, filmlerinizdeki şiddet sahneleri, şiddetin kurbanları nasıl etkilediğini ve "diğerlerinin şiddeti" ile sonuçlandığını gösteriyor.
Macid'in intihan birkaç noktayı vurguluyor. Her şeyden önce, kendini yok etmeye yönelik umutsuz bir eylem. Fakat aynı zamanda, Georges'e karşı yönelen bir saldırganlık anlamına geliyor. Tanıdığım birisi, filmi izledikten sonra, duyduğu bir öyküyü anlattı bana. Karısını terk eden bir adam, karısı tarafından metro istasyonunda buluşmaya çağrılıyor. Buluşuyorlar ve karısı kocasının gözleri önünde kendisini trenin altına atıyor. Bunun filmim üzerine ilginç bir yorum olduğunu düşünüyorum.

Cache filminde, kameranın gerçeği açığa çıkarmak yerine, aldatma sürecine suç ortaklığı yaptığı birçok sekans var. Godard'ın film, "saniyede 24 kare gerçektir" aforizmasının tam tersi bir durum aslında.

Benim bakış açım, Godard'ın yaklaşımını biraz uyarlarsak, "Film, gerçeğin hizmetinde, saniyede 24 kare yalandır". Ya da gerçeğin hizmetinde olma olasılığı olan bir yalandır. Film, yapay bir yapıdır. Gerçekliği yeniden inşa ediyormuş gibi yapar. Fakat böyle olmaz, manipülatif bir yapı sunar. Gerçeği açığa çıkarabilen bir yalandır. Fakat, film bir sanat eseri değilse, sadece manipülasyon sürecinin suç ortağı olarak kalır.

Önceki filmlerinizden bazılarında, müzik oldukça yaratıcı bir rol üstleniyordu, özellikle de klasik müzik. Bu durum, özellikle Piyanist filminde belirgindi. Cache'de neredeyse müziğin hiç kullanılmaması neden kaynaklanıyor'?


Filmde, müzik genelde bazı zayıflıkları örtmek için kullanılıyor. Gerçekçi filmde müziğin hiç yeri yok. Günlük yaşamda, davranışlarınıza eşlik eden bir müzik olmaz. Gerçekçi olmaya çalışmayan ya da bunu iddia etmeyen bir tür filminde bu durum tamamen farklıdır. Fakat gerçekçi bir filmde, eğer müzik belirli bir sahnede çalınmıyorsa, müziği eklememelisiniz ve müziğe bir yer yoktur.

Önceki filmlerinizin bazıları, örneğin, Funny Games, Benny'nin Videosu, video teknolojisi, gözetim altında olma ve izleyicinin "manipülasyonu" arasındaki ilişkileri ele alıyor. Bu filmler ile Cache arasında, kullanılan motifler açısından bir devamlılık olduğunu düşünüyor musunuz?

Sizin sorunuz, filmlerime yönelik dışsal bir perspektif ile içsel bir perspektif arasındaki farklılıkların altını çiziyor. Ben hiçbir zaman bu tarz şeyler hakkında düşünmüyorum ve eski filmlerimi seyretmiyorum. Eleştirmenlerin konusu olan bu tarz soruları yanıtlamak benim için çok zor. Fakat, tüm bu filmlerde ortaya çıkan konular tek bir kafadan çıkıyor.

Filmleriniz konusundaki yorumları empoze etmek istemeyen bir yönetmen olarak biliniyorsunuz. Bunun nedeni, izleyicilerin kendilerine söylenenleri düşünmeye eğilimli olmaları mı?

Tüm filmlerim, ortalama (mainstream) sinemaya karşı bir tepki aslında. Tüm ciddi sanat biçimleri, alıcıyı algılama sürecinde bir ortak olarak görürler. Gerçekte, bu durum, insancıl düşüncenin ön koşullarından. Sinemada, bu gerçek, ortamına ticari koşulları tarafından değiştiriliyor.

Cache filminde, izleyicilerinin bir bölümünün bir sonuç beklediği ve filmin açık-uçlu doğasından pek hoşlanmadıkları görülüyor. Belki de sizin filmlerinizle, izleyiciler çalışmayla anlaşmak ve ortalama sinemanın ötesinde beklentiler oluşturmak zorundalar.
Sanırım benim önerdiğim oldukça eski bir anlaşma şekli: Bir sanat yapıtında hem yapımcı hem de alıcılar birbirlerini ciddiye almak durumundalar. Diğer yandan, günümüzün basmakalıp sineması ya da kitle sineması, alıcıları bir ortak olarak ciddiye almıyor. Bu sinema, izleyicileri, işlevi sadece para vermek olan bir banka makinesi olarak görüyor. İzleyicilerin gereksinimlerini karşılıyor gözüküyor, ancak bunu yapmayı reddediyor. Benim önerdiğim ise binlerce yıllık sanat tarihi içinde kanıtlanmış durumda. Örneğin tiyatronun ilk yıllarını ele alın. Yaratıcı ve izleyici arasında bir yüzleşme, ama aynı zamanda bir saygı, bulunuyordu.

Resnais ve Tarkovsky gibi yönetmenlerde olduğu gibi, filmin anlamının oluşturulmasında izleyicilerin katkıları olması gerektiğine inanıyorsunuz.


Eğer film bir sanat yapıtıysa, örneğin sizin bahsettiğiniz yönetmenlerin filmlerinde olduğu gibi, durum aynen dediğiniz gibi olur. Aynı şey herhangi bir sanatsal yaratım için de geçerlidir. Ben sadece bir film yönetmeni olarak çalışmıyorum, aynı zamanda sanatsal geleneğe katkı yapmaya çalışıyorum.

Birçok filminizde, Cache da bunlar arasında, medyaya, özellikle de televizyona yönelik eleştiriler içeriyor. Kariyerinize Avusturya televizyonunda başladınız. Bu medyaya yönelik eleştirileriniz kendi deneyimlerinizden mi kaynaklanıyor?

Kesinlikle. Medyaya yönelik eleştirilerimin kaynağında, onu çok iyi tanımam yatıyor. Fakat önemli bir nokta daha var, o da ben Avusturya televizyonuna son birkaç yıla kadar film yapıyordum. O dönemler, televizyon için hala ciddi şeylerin yapılabildiği bir dönemdi. Şu anda bu neredeyse olanaksız, en azından kaldığım oteldeki televizyondan izlediğim filmler bunu kanıtlıyor. Televizyonda gördükleriniz sizi depresif yapmaya yetiyor.

1997 yılında Kafka'nın Şato'sunu televiyon için uyarladınız.

Kafka uyarlaması gibi bir filmi televizyona yapmak, ancak sinema alanında yakaladığım uluslararası başarının ertesinde mümkün olabilirdi. Ben onlar için bir çeşit mazeret işlevi görüyorum. Şato filmi, onlara sırtlarını yaslayıp, "bakın yapımlarımız ne kadar güzel" dedirtiyor (gülüyor).

* Cineaste, Vol. XXXI No. 1, Kış 2005
Çeviren A. Ufuk

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İÇ SAVAŞ ÜZERİNE
Klopstock'un melekleri kadar güzel,
Millon'ın şeytanları kadar korkunç.
DİDEROT

DÜŞÜNCELER XXIII

Manifestolar

LXXXII
Aşık bir kadından her şey beklenir, olmayacak davranışlarda bulunacağı varsayılabilir.
LXXXIII
Kocasını aldatmayı kafasına koymuş bir kadının davranışları iyi kötü her zaman gözlenebilir, ama bunları mantığa vurmanın olanağı yoktur.
LXXXIV
Çoğu kadın, pireler gibi, aykırı hoplamalarla, zıplamalarla ha­reket eder. Başlangıçtaki düşüncelerinin yükseklik ve derinlik ola­rak dışına düşer hep; bunu böyle kılan, düşüncelerinin kesik kesik olmasıdır. Oysa bir koca için, hareket ettiği alanı çevirmek çok basittir; üstelik bir de soğukkanlıysa, bu ateşi eninde sonunda söndü­rür.
LXXXV
Bir kadın, aile inancına ihanet etmeye karar verdiği anda, ko­cası onun gözünde ya her şeydir ya da bir hiç. Buradan yola çıkılabilir.
(...)
LXXXXVII
Bir kadın ya aklıyla ya kalbiyle ya da tutkusuyla yaşar. Karısı yaşamı hakkında bir karara vardığı yaşta, kocasının, uğradığı sa­dakatsizliğe yol açan şeyin böbürlenme mi, duygu mu, yoksa mi­zaç mı olduğunu kestirmesi gerekir. Mizaç, iyileştirilebilir bir has­talıktır; duygu, bir kocaya başarılı olmada büyük şans verebilir; ama böbürlenmeyi engellemeye olanak yoktur. Aklıyla yaşayan kadın korkunç bir beladır. Tutkuyla yaşayan ve seven kadının kö­tü yanlarını benliğinde toplar, hoşgörüyle karşılanacak yanlarınıysa dışlar. Acımasız, sevgisiz, erdemsiz ve cinsiyetsizdir.
LXXXVIII
Aklıyla yaşayan bir kadın, kocasını kendisine karşı ilgisiz kıl­maya; kalbiyle yaşayan kadın, onun nefretini çekmeye; tutkuyla yaşayan kadınsa, tiksinti uyandırmaya çalışır.
LXXXIX
Bir koca, karısının kendisine sadık olduğuna inanmakla, ona karşı sabırlı davranmakla ya da suskunluğunu korumakla hiçbir şey yitirmez. Özellikle, suskun kalmak kadınları olağanüstü tedir­gin eder.
XC
Karısının kendisini kaptırdığı tutkudan haberi varmış gibi gö­rünmek salaklara özgüdür; kafası çalışan biri, bilmiyormuş gibi davranır; yapılabilecek başka bir şey de yoktur. Fransızlara 'kafası çalışır' denmesinin nedeni de bu olsa gerek. (...)


DÜŞÜNCELER XXV
 (...)

II. Kaynana Üzerine

Otuz yaşına kadar bir kadının yüzü, yabancı dilde yazılmış bir kitap gibidir; içerdiği deyimlerin olanca çetrefilliğine karşın yine de başka dile çevrilebilir bir kitap; kırkını aştığındaysa, çözülmesi olanaksız bir büyü kitabından farkı kalmaz; yaşlı bir kadına gelin­ce, onu anlasa anlasa ancak bir başka yaşlı kadın anlar.
Bazı diplomat kocaların zaman zaman, kaynanalarının kendi çıkarlarına karşı kullandığı dulluk gelirlerine el koymaya çalışmak gibi şeytanca girişimlerde bulundukları görülmüştür; ne var ki bunların elde ettikleri başarı, kendilerine çok büyük özverilere mal olmuştur; ayrıca bu kişilerin hepsi anasının gözüdürler; dolayısıyla onların sundukları reçeteleri sizin kendi kaynananıza uygulayabi­leceğinizi hiç mi hiç düşünmüyoruz. Durum böyle olunca, kayna­nanız, size karşı karınızın en yakın hık deyicisi olacaktır, çünkü kı­zının tarafını tutmayan ananın bir hilkat garibesinden farkı yoktur; hilkat garibelerine de pek ender rastlanır.
Bir erkek, mihrabı yerinde kalmış bir kaynanaya sahip olma mutluluğunu yakalamışsa, cüretli birkaç genç adamla da tanışıklı­ğı varsa, kaynanasını belirli bir süre etkisiz kılabilir. Ama genelde, evlilik konusunda biraz dehaya sahip kocalar, kanlarıyla kaynana­ları arasına nifak sokmayı becerirler, böylelikle her ikisi de oldukça doğal bir yöntemle birbirlerini etkisiz kılar.
Paris'te oturup da kaynanası taşrada olmak ya da bunun tersi durum, pek ender rastlanan bir talihtir.
Anayla kızını birbirine düşürmek?... Bakın bu olabilir, ama bu­nu başarmak için insanın kendini, bir anayla bir kızı birbirine düş­man eden Richelieu kadar taş yürekli hissetmesi gerekir. Öte yan­dan, kıskanç bir kocanın yapamayacağı şey yoktur; karısının, aziz­lere değil de yalnızca azizelere dua etmesini isteyen bir kocanın bi­le karısının, her istediğinde anasını görmesine izin verdiğinden kuşkuluyum.
Damatların çoğu, her şeye çözüm getiren şiddet yolunu, kaynanalarıyla sürekli kavga halinde olma yolunu seçmişlerdir. Bu düşmanlık, günün birinde anayla kızının arasındaki bağları daha da güçlendirmeye yol açmasaydı, doğru bir politika sayılabilirdi.
Ailenizin üzerine çöken kaynana etkisiyle savaşabilmek için başvuracağınız yöntemler yaklaşık olarak bunlardan ibaret. Karını­zın, anasından isteyebileceği yardımlara gelince, bunları sayıyla ifade etmenin olanağı yok; sizin aleyhinize olanlarsa hiç de yabana atılacak sayıda değil. İşin burasında, bilim yaya kalıyor, çünkü kar­şılaştığınız her durum esrar perdesiyle örtülü.
Bir ananın kızına sağlayabileceği destekler o kadar farklılık gösterir ve koşullara göre o kadar değişir ki bunların bir listesini çıkarmaya çalışmak çılgınlıktan başka bir şey değildir. Yalnız, aile­ye özgü İncil'in en sağaltıcı öğütleri arasından aşağıdaki şu aksi­yomları bir köşeye kaydetmenizde yarar var:
Bir koca, karısının, anasını yalnız başına görmeye gitmesine hiçbir zaman izin vermemelidir.
Bir koca, çevresinde her zaman rastladığı, kırk yaşının altında, kaynanasıyla dostluk kurmuş bütün bekâr erkeklerin, kurdukları bu ilişkinin nedenlerini dikkatle incelemelidir, çünkü bir kızın her ne kadar anasının âşığına âşık olmasına ender rastlansa da, bir ananın, kızının âşığına az da olsa her zaman zaaf duyduğu bilinen bir şeydir.
(...)


DÜŞÜNCELER XXVII
(...)
Minotaııros 'çu Gözlemler

(...)
V
Uyuşuk bir kadın harekete gelirse, öğrenimden nefret eden bir kadın, bir yabancı dili söktürürse, sonuç olarak bir kadının yapı­sında ne türde olursa olsun büyük bir değişme meydana gelirse, bu, kesin bir belirtidir.
VI
Kalbi mutsuzluk dolu bir kadın, insan içine pek karışmaz.
VII
Aşığı olan bir kadın, cömert mi cömerttir.
IX
Karı koca aynı yatağı paylaşıyorlardı, hanım sürekli rahatsız­dı; yataklarını ayırdılar, kadıncağızın migreni falan kalmadı, her zamankinden çok daha sağlıklı görünüyor: Ürkütücü belirti!
(...)
XIV
Erdemliliğinden söz eden kadından çekinin.
(...)
XVIII
Bir kadın, bir erkeğin adını günde iki kez ağzına alıyorsa, ona olan duygusunun niteliği konusunda belki belirsizlik vardır; aynı ad ağzından üç kez çıkıyorsa!... Oh! Oh!
XIX
Bir kadın, avukat ya da bakan olmayan bir erkeği evinin kapı­larına kadar geçiriyorsa, çok tedbirsiz demektir.
(...)
XXI
Bir erkekle basılmamayı beceremeyen kadın, başına gelecekle­ri hak etmiştir. (...)

Son Aksiyomlar
XCIII
Karısıyla âşığını bastırmanın, onları birbirlerinin kolları ara­sında öldürmenin öç almakla falan ilgisi yoktur: Bu, onlara yapabi­leceğiniz en büyük hizmettir.
XCIV
Bir kocanın öcünü karısından en iyi alacak kişi, karısının âşığıdır.
(...)
Fransızca'dan çeviren: Aykut Derman

19 Mayıs 2011 Perşembe

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur F.Nietzsche

Bu kusursuz gün -herşey olgunlaşmakta, yalnız üzüm değil altın rengini alan-, bir güneş ışını vurdu yaşamı­mın üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok, bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırk dördüncü yaşımı; gömebildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz oldu. "Tüm değerleri yenileyiş"in ilk kitabı; Zerdüşt'ün Türküleri; Putların Batışı, çekiçle felsefe yapma dene­mem, -hepsi de bu yılın, hem de son çeyreğinin armağanları! Nasıl minnet duymazdım yaşamımın bütünü­ne? İşte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.

Neden Böyle Akıllıyım
III
Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, -her ne olursa olsun yanılmamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla be­ni kendi kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlar­da gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı ça­lışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: Bir kim­seyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, ge­beliğin düşünceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan el­den geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdü­nün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?... Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba? Victor Brochard'ın, benim Laertiana'mdan da iyi yararlandığı pek güzel bir incelemesi, Les Sceptiques Grecs.(Yunan Şüphecileri) Şüpheciler, her dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek saygıdeğer örnek! Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve çeşitli okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çe­şitli şeyleri sevmek de bana göre değildir. Yeni kitaplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık benim içgüdüme "hoşgörü" den, "largeurdu coeuf den (geniş yüreklilik), "yardımseverlikten"ten daha bir uygun düşer... Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç eski Fransızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek. Avrupa'da "ekin" adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman eki­nine gelince, sözü edilmeğe değmez... Almanya'da karşılaştığım birkaç yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği Bayan Cosima Wagner başta olmak üzere, hepsi de Fransız soyundan gelmeydiler. Pascal'ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak -canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak -sevişim; düşüncemde, kimbilir belki bedenimde de Montaigne'in kabına sığmazlığından bir şeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliere, Corneille, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir ya­ban dehaya karşı savunuşu... Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir topluluk saymama engel değil bütün bunlar. Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris'de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bil­miyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, -çünkü sayıları hiç de az değil: Paul Bourget, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Le-maftre ve -özellikle sevdiğim gerçek bir Latin'i, güçlü soydan birini anmış olmak için- Guy de Maupassant. Söz aramızda, bu kuşağı, hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden bile üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine bü­yük insanları, büyük çağları yanlış anlayışını Hegel'e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş "kurtardı" Fransız düşüncesini... Stendhal yaşamımın en güzel rastlantıla­rından biridir, -yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıy­la önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle değil.- Paha biçil­mez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan -ex ungue Napoleonem- (Pençesinden belli olur Napoleon) olguları kavrama yetisi ve sonunda -ki az erdem değil bu da- dürüst bir tanrısız oluşu: Fransa'da kırk yılda bir rastlanan, nerdeyse hiç bulunmayan bir tür,- Prosper Merimee'yi say­gıyla analım... Belki de Stendhal'i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: "Tanrının tek özürü var olmayışıdır"... Ben de bir yerde şöyle demiştim: "Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi? Tanrı..."
IV
Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi binyıllar ara­sında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinli­ği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir'i zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona ba­karım. - Ya Heine'nin Almanca'yı kullanışı! Bir gün Heine'yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecek­ler. -Byron'un Manfred'iyle derin bir yakınlığım olmalı: O uçu­rumların hepsini buldum içimde; onüç yaşımda olgundum bu yapıt için. Manfred'in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoksundur Almanlar büyüklük kavramından: Kanıt Schumann. O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir Manfred açılışı (ouverture) da ben yazdım; Hans von Bülow nota kâğıdı üstünde hiç böyle bir şey görmediğini söylemişti: Euter-pe'nin ırzına geçmekmiş bu. Shakespeare'ı anlatacak en yük­sek düşüncemi aradığımda, hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle bir şeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öy­ledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden besle­nir, öyle ki sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik... Zer­düşt'üme şöyle bir göz atayım yeter, dayanılmaz bir hıçkırık nö­beti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım saat bir aşağı bir yukarı gezinirim. - Hiç kimseyi okurken Shakespeare'de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bul­mak için nasıl acı çekmiş olmalıdır bir insan! -Hamlet'i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı... Doğrudan korkarız hepimiz... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon'dır; ne düşün­düklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak geve­zeliklerinden bana ne? Görüm'leri (vision) en yaman gerçeklik­le verme yetisi, en yaman eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm gücüyle yanyana bulunmakla kalmaz yalnız, üstelik onları gerektirir de... Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord Bacon'ın neler yaptığını, ne istediğini, kendi kendisiy­le ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince tanımaktan çok uzağız daha... Hepinizin canı cehenneme, bay eleştirmenler! Tutun ki Zerdüşt'ümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner adıyla vaftiz ettim; İnsanca, Pek İnsanca yazarının Zerdüşt'ün bi­licisi olduğunu çıkarmaya ikibin yıllık uzgörü yetmezdi...
V
Yaşamımın dinlenmelerinden söz açmışken, hepsinin öte­sinde beni en derinden, en içten dinlendiren şeye karşı minnet borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor. Bu da hiç şüphesiz Richard Wagner'le yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsan­larla kurduğum öbür ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen'de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven, sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun yaşamımdan silmek istemem... Başkaları Wagner'le neler yaşamıştır; bilmem; bizim göğümüzden bir tek bu­lut bile geçmedi. -Burada bir kez daha Fransa konusuna dönü­yorum. Wagner'i kendilerine benzer bulmakla onu saydıklarını sanan Wagner'ciler ulusuna karşı ağzımı bile açmam, dudak bü­kerim yalnız... Ben ki Alman olan her şeye en derin içgüdüle­rimle yabancıyım, öyle ki bir Alman'ın yakınımda olması bile sindirim gecikmesi yapar, ben Wagner'le ilk karşılaştığım za­man yaşamımda ilk kez derin bir nefes aldım: Wagner'i dış ülke olarak, "Alman" erdemlerine bir karşıt, bir canlı karşı koyma olarak duyup saydım. -Bizler, çocuklukları 1850 yıllarında ge­çenler "Alman" kavramına karşı çaresiz kötümseriz; bizler an­cak devrimci olabiliriz, -düzmece softaların başta olduğu bir dü­zene göz yumamayız. Ama şimdi renkleri değişmişmiş, artık kı­zıllara bürünüyorlar, binici üniforması kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir... Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi, Alman­lardan kaçmıştı... Sanatçı olarak insanın Avrupa'da Paris'den başka yeri yurdu olamaz: Wagner sanatını anlamanın koşulu, o beş sanat duyusunun delicatesse'i (incelik), o ayrımları sezen parmaklar, psikolojik sayrıllık, hepsi Paris'te bulunur. Biçim sorunlarında bu tutku, mise en scene'ı (sahneye koyuş) böylesine önemseme Paris'ten başka hiçbir yerde yoktur, -tam Parisli önemseyişidir işte bu. Parisli bir sanatçının ne düşler beslediğini, gözü nasıl yükseklerde ol­duğunu Almanya'dakiler düşünemezler bile. Alman kuzu gibi­dir, -Wagner'se hiç öyle değildi... Neyse, Wagner'in asıl yerini, yakın akrabalarının kimler olduğunu daha önce uzun uzadıya anlattım ("İyi ve Kötünün Ötesinde", 256. Bölüm): Geç Fransız romantikleri, Delacroix'ların, Berlioz'ların o yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan onmazlar, hepsi de an­latım bağnazları, tepeden tırnağa virtüozlar... Kimdi zaten Wagner'in ilk zeki savunucusu? Charles Baudelaire, Delacroix'yı da ilk kez anlayan, koskoca bir sanatçı kuşağının babası, o örnek decadent, -belki en son savunucusu da oydu... Nedir Wagner'de hiç bağışlamadığım? Almanlara dek inmiş olması, Alman yurttaşı olması... Almanya nereye girse, ekini berbadeder.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

İKİNCİ BÖLÜM

İÇERDE VE DIŞARDA SAVUNMA YOLLARI
To be or not to be...
Olmak ya da olmamak...
SHAKESPEARE, Hamlet.


DÜŞÜNCELER X

Kocalık Politikası Üstüne İnceleme

Bir erkek, bu kitabın birinci bölümünün onu tanımladığı duru­ma gelirse, sanırız, karısının bir başkası tarafından elde edildiğini öğrenmesi yine de kalbinin hızlı çarpmasına yol açabilir, tutkusu yeniden alevlenebilir vs bunu, ya kendine olan özsaygısı, ya guru­ru, ya da çıkarı yüzünden yapar, çünkü aksine davranması, karısı­nı artık sevmese bile, onu erkeklerin en ahmağı durumuna düşüre­bilir, böylece, başına geleni de hak etmiş olur.
Uzun sürecek bu kriz döneminde bir kocanın hata yapmaması çok zordur, çünkü kocaların çoğu, kadın seçmeyi bilmez; onu yö­netmeyi ise hiç bilmez. Bununla birlikte kocalık politikası, davra­nışlarımızın ruhunu oluşturması gereken üç ilkenin her zaman uy­gulanmasından ibarettir. Birincisi, bir kadının söylediklerine hiçbir zaman inanmamak; ikincisi, ağzından çıkanları dinlemekle yetin­meyip, bunları ona söyleten düşünceyi her zaman araştırmak; üçüncüsüyse, bir kadının en çok gevezeliği, suskunlaştığı zaman­larda yaptığını; durgunlaştığındaysa davranışlarının, içindeki en yüksek enerjiyle yüklenmiş olacağını bilmektir.
O andan başlayarak, huysuz ata binmiş bir biniciden farkınız yoktur ve kendinizi yerde bulmamak için, atın iki kulağı arasından gözünüzü ayırmamanız gerekir.
Ne var ki iş, ilkeleri bilmekten çok, onları uygulamaktadır: Bu ilkeleri cahillere açıklamanın, bir maymunun eline tıraş makinası vermekten farkı yoktur. Bu nedenle, ilk ve en yaşamsal görevleri­nizden biri, duygu ve düşüncelerinizi sürekli gizlemektir ki çoğu koca bunu yapmaz. Bir kadında, Minotauros canavarına özgü ol­dukça belirgin belirtiler gördüklerinde erkeklerin çoğu önce onu hor gören davranışlar içine girer. İçlerinde uyanan terslik, sözlerin­den ya da davranışlarından yansır; ve ruhlarını saran korku, bir deney tüpünün altında yanan alev gibidir; davranışlarını açıkladı­ğı gibi, yüzlerini de güçlü bir şekilde aydınlatır.
Oysa, günde on iki saat sizi gözleyip düşünme olanağına sa­hip bir kadın, alnınızda beliren kaygı çizgilerini, oluştukları anda okuyabilecek yetenektedir. Bu haksız hor görmeyi ise hiçbir zaman bağışlamayacaktır. Bu durumu iyileştirecek ilaç yoktur; her şey söylenmiş, ok yaydan çıkmıştır: Karınız, gerektiğine inanıyorsa, er­tesi gün tutarsız kadınların safına katılıverir.
Öyleyse, savaş halindeki iki taraf arasında beliren bu durum karşısında yapacağınız ilk şey, vaktiyle size karşı duyduğu sınırsız güveni yeniden kazanabilmek için elinizden geleni ardınıza koy­mamaktır. Ağzınızdan bal damlayarak onu idare etme yanlışlığına düşerseniz, kayıptasınız demektir; size inanmayacaktır, çünkü si­zin gibi, onun da kendi politikası vardır. Şu halde, size kulak ver­mesini sağlayacak, duruma göre dizginleri germenize ya da gev­şetmenize izin verecek o değerli güven duygusunu, sezdirmeden onda yeniden uyandırabilmek için, açık yüreklilikle olduğu kadar, kurnazlıkla da davranmanız gerekir.


DÜŞÜNCELER XIX

Âşık Üzerine

Aşağıdaki özlü sözleri düşüncenize sunuyoruz.
Bunlar 1830'da kaleme alınmamış olsalardı insan soyundan umudu kesmek gerekirdi; ne var ki sizinle karınız ve bir âşık ara­sındaki ilişkileri ve benzersizlikleri oldukça kategorik biçimde or­taya koyuyorlar; kaleme alan kişi kendi özsaygısından o ölçüde öz­veride bulundu ki bunların tutacağınız yolu pırıl pırıl aydınlatması ve düşmanınızın gücünü tartmanızı sağlaması gerekiyor; içlerinde bir rastlantı sonucu yeni fikirler bulacak olursanız, bunları size bu kitabı salık veren şeytanın hesabına yazın.
LXV
Aşktan söz etmek, aşk yapmaktır.
LXV1
Bir âşık, en bayağı isteğini bile, ciddi bir hayranlık atılımı biçi­minde sunar.
LXVII
Bir âşık, bir kocanın sahip olmadığı tüm iyi ve kötü niteliklere sahiptir.
LXVIII
Bir âşık, her şeye yaşam katmakla kalmaz, âşığına yaşamı unutturur da: Koca ise, hiçbir şeye yaşam katmaz.
LXIX
Bir kadının duygusallıkla ilgili tüm soytarılıkları bir âşığı her zaman kandırır; bir kocanın doğal olarak omuz silktiği her şey, bir âşığı kendinden geçirir.
LXX
Bir âşık, takındığı tavırla, evli bir kadınla ulaştığı senli benlilik derecesini ele verir.
LXXI
Bir kadın, neden sevdiğini her zaman bilmez. Bir erkeğinse, aşkından çıkar beklememesi ender rastlanan bir şeydir. Bir koca, bu bencilliğin nedenini keşfetmek zorundadır, çünkü bu onun için, Arkhimedes kaldıracının görevini görecektir.
LXXI1
Akıllı bir koca, karısının bir âşığı olduğunu hiçbir zaman açık açık düşünmez.
LXXIII
Bir âşık, bir kadının kaprislerine her zaman baş eğer; bir erkek, metresinin kollarındayken onun gözüne hiçbir zaman değersiz görünmeyeceğinden, onun hoşuna gitmek için, bir kocayı çoğu kez tiksindiren her şeyi yapar.
LXXIV
Bir âşık, bir kadına, kocasının ona öğretmediği her şeyi öğre­tir.
LXXV
Bir kadının, âşığında uyandırdığı tüm duyguların altında bir değiş tokuş yatar; verdiklerini her zaman fazlasıyla geri alır; aldık­ları, en azından, verdikleri kadar zengindir. Bu öyle bir ticarettir ki, sonunda kocaların çoğuna topu attırır.
LXXVI
Bir âşık, bir kadına yalnızca onu yüceltecek şeylerden söz eder; oysa bir koca karısına, onu sevse bile, her zaman kınayıcı öğütler vermekten kendini alamaz.
LXXVII
Bir âşık, her zaman sevimli görünmek ister. Bu duyguda, insa­nı sonunda gülünç duruma düşürecek şeyin ilkesi yatar; bundan yararlanmayı bilmek gerekir.
(...)
LXXIX
Bir cinayet işlendiğinde, sorgu yargıcı (...) suçu yükleyebileceği kişilerin sayısının beşi aşmayacağını bilir. Varsayımlarını oluş­turmak için temel aldığı düşünce budur. Bir koca da, tıpkı bir yar­gıç gibi akıl yürütmelidir; karısının âşığının kim olduğunu araştır­maya kalktığında, çevresinde kuşkulanabileceği kişilerin sayısı üçü geçmez.
LXXX
Bir âşık, her zaman haklıdır.
(...)
LXXXI
Kısacası, evli bir kadının bir erkekte uyandırdığı aşk ya da kendisinin o erkeğe duyduğu aşk, duyulabilecek duyguların en az gurur okşayanıdır: Bu duygu kadında, sınırsız bir övünmeye, âşığındaysa bencilliğe dönüşür. Evli bir kadının âşığı öylesine büyük yükümlülükler altına girer ki bunların altından kalkabilecek baba­yiğitlerin sayısı koca bir yüzyılda üçü geçmez: Yaşamını tümüyle metresine adaması gerekir, oysa sonunda onu her zaman terk eder: Bunun böyle olacağını ikisi de bilir; ve dünya kurulalı beri âşıklar­dan biri ne kadar verici olmuşsa, öteki de o ölçüde nankörlük et­miştir.
Büyük bir tutku, onu yargılayanlarda kimi zaman acıma duy­gusu uyandırabilir: Ama böylesine gerçek ve sürekli tutkular nere­de? Büyüleyici etkisi bir kadını bu hallere düşüren bir erkekle mü­cadele edip başarılı olabilmesi için bir kocanın ne denli güçlü ol­ması gerektiğini varın bir düşünün!
Bize göre, genel kural olarak bir koca, şimdiye kadar açıkladı­ğımız savunma araçlarını iyi kullanmak koşuluyla karısını, kendi­sine karşı büyük bir suç işlemeden yirmi yedi yaşına kadar idare edebilir -tabii bu, onun bir âşık seçmediği anlamına gelmez. Sağda solda, aile yönetiminde büyük deha sahibi erkeklerin çıkıp, karıla­rını otuz ya da otuz beş yaşına kadar ruhça ve bedence yalnızca kendilerine saklamayı başardıkları da görülmüştür; ne var ki bu is­tisnalar ötekilerde bir tür utanmaya ve korkuya yol açar. Bu duru­ma ayrıca yalnız taşrada rastlanır; orada yaşam yarı saydam, evler de bol pencereli olduğundan, erkekler kendilerini sonsuz bir güçle donatılmış bulurlar. Ama öteki erkeklerin ve bu durumun kocalara sağladığı avantaj, nüfusu iki yüz elli bin ademoğluna ulaşan bir kentte buharlaşıp gider.
Demek ki yaklaşık olarak otuz yaş, bir kadının erdemli oldu­ğu yaştır. Bu kritik yaştan başlayarak bir kadının zaptı raptı o ka­dar güçleşir ki onu aile cennetinin içinde tutmayı başarabilmek için, elimizde kalan son savunma araçlarını devreye sokmamız ge­rekir.
(...)