Tarihsel
materyalizm ile Friedrich Nietzsche'nin düşüncesi arasında belli genel
koşutluklar saptamak güç değildir. Çünkü Nietzsche, kendi tarzında safkan bir
materyalisttir, emek sürecini ve bu sürecin toplumsal bağıntılarını pek gözönün de, bulundurmasa da. Denebilir ki, Nietzsche için tüm kültürün kökeni, insan bedenidir; ona göre, bedenin kendisi, güç isteminin sadece sonlu bir
ifadesi değildir. Nietzsche, The Gay Science (Şen Bilim) adlı eserinde,
felsefenin "sadece bedene ilişkin bir yorum ve bedene ilişkin bir yanlış
anlama olup olmadığını” sorusunu kendisine sorar; Putların Alacakaranlığında,
henüz hiçbir filozofun insan burnundan derin bir saygı ve minnettarlıkla söz
etmediğini gülünç bir ciddi edayla belirtir. Nietzsche'de kaba Schopenhauercı
fizyolojizmin bir çeşnisinden daha fazlası vardır; Budizmin yayılmasının,
Hintlilere özgü pirinç rejiminin sonucu olan bir kuvvet yitimine
dayandırılabileceğini tasarlaması, buna tanıklık eder. Gelgelim Nietzsche, bedeni,
tüm geleneksel felsefenin devasa kör noktası olarak saptamakta haklıdır:
'Felsefe beden'e, varolan, çürütülen, hatta imkansız olan tüm mantık hatalarına
bulaşmış, duyuların bu sefil idee fixe" ne (saplantısına çn.) Defol
!" der, öte yandan adeta kendisi gerçek imiş gibi bir eda takınacak kadar
da küstahtır felsefe! Nietzsche, karşıt yönde, bedene geri dönecek ve tarihi,
sanatı ve aklı bedenin ihtiyaçlarının ve dürtülerinin değişken ürünleri olarak
kavramak suretiyle, her şeyi, baştan sona tekrar, beden açısından düşünmeye
girişecektir. Bu şekilde, Nietzsche'nin çalışmaları, estetiğin başlangıçtaki
tasarısını devrimci bir uç noktaya doğru iteler. Çünkü Nietzsche'de beden, ilgiden bağımsız tüm spekülasyonu yakıp yıkan bir öfkeyle geri döner. Nietzsche,
"Estetik-olan," diye yazmaktadır Nietzsche Wagner Karşı'da, 'uygulamalı
fizyoloji'dir.
Nietzsche
için, erişebileceğimiz her hakikati beden üretir. Dünya'nın var olduğu tarzda
var olması, yalnızca duyularımızın özel yapısından ötürüdür ve farklı bir
biyoloji de, bize bütünüyle farklı bir evren verir. Hakikat, türün maddi
evriminin bir işlevidir: O çevremizle duyusal etkileşimimizin gelip geçici sonucudur,
hayatta kalmak ve gelişmek için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin neticesidir.
Hakikat istemi, insanın güçlerinin en iyi şekilde serpilebileceği ve
dürtülerinin de en özgür şekilde işleyebileceği türden bir dünya kurmayı
amaçlar. Bilme arzusu, bir fethetme içtepisidir, şeylerin zenginlik dolu
belirsiz anlamlılığını, onları mülk edinebileceğimiz şekilde basitleştirmenin
ve yanlışlamanın bir aygıtıdır. Hakikat, sadece pratik ihtiyaçlarımız
tarafından uysallaştırılmış ve dökümü yapılmış gerçekliktir; mantık ise,
hayatta kalmanın çıkarlarına eşdeğer kılınan bir yalandır. Eğer Kant'daki
tamalgının transendental birliğinin bir anlamı varsa, bu birlik, zihnin
hayaletimsi formlarına değil, fakat bedenin geçici birliğine gönderimde bulunur.
Nasıl düşünüyorsak öyle düşünüyor olmamız, sahip olduğumuz bedenlerden ve
gerçeklikle bu bedenlerin gerektirdiği karmaşık bağıntılardan ötürüdür. Dünyayı
yorumlayan, onu yönetilebilir parçalar halinde doğrayan ve ona yaklaşık anlamlar
tayin eden, zihinden çok bedendir. 'Bilen', bizim çok çeşitli duyusal
güçlerimizdir; bu güçler, yalnızca kendilerinden İnsan-ürünleri -karmakarışık
bir tarihin ürünleri- olmakla kalmayıp, insan-ürünlerinin kaynaklarıdır da;
kendileriyle gelişip büyüyebileceğimiz, yaşama yaşam katan kurgular bu kaynaklar»
dan doğar. Düşünce, kuşku yok ki, salt bir biyolojik tepkeden fazla bir şeydir;
dürtülerimizin uzmanlaşmış bir işlevidir; bu uzmanlaşmış işlev, dürtülerimizi
zamanla inceltip tinselleştirebilir. Fakat şu durum değişmeden kalır:
Düşündüğümüz, hissettiğimiz ve yaptığımız her şey, "tür varlık'ımız içinde
kök salan bir çıkarlar çerçevesi içerisinde olup biter ve bundan bağımsız
hiçbir gerçekliğe sahip olamaz. Marx için olduğu gibi, Nietzsche için de bilinç
ile fiili olarak eşanlamlı olan iletişim, hayatta kalmaya yönelik maddi
mücadelenin bir yönü olarak, ancak baskı altında gelişir, daha sonra kendinde
bir etkinlik olarak iletişimden ne kadar haz duymaya başlasak da. Bilinçten
"daha zengin, daha açık, daha elle tutulur bir fenomen* olan beden,
aslında Nietzsche'ye bilinçdışı olarak, yani çok ince bir şekilde düşünücü olan
tüm hayatımızın sulara gömülmüş bir alt-metni olarak görünmektedir, Düşünce,
bu yüzden, maddi kaba kuvvetin belirtkesidir ve 'psikoloji'de, düşünceyi
zorlayan aşağı düzeyden güdüleri açığa vuran kuşkucu yorumsamadır. Kimse,
insanlığın açlık çekmesinin izlerinin İdeler içerisine kazınmış olduğunu fark
edecek kadar idelere meydan okumaz. Bu yüzden düşünme, özünde 'ideolojlk'tir, artık
düşünmenin altında silik bir şekilde yatan bir şiddetin göstergesel
belirtisidir. Nietzsche'yi büyüleyen şey, alın çekirdeğinde yatan dur durak
bilmez özlemdir, aklı sürükleyen kin, hınç veya esrimedir, içgüdünün
bastırılması adına içgüdünün safa geçmesidir; Nietzsche'nin bir söylemde kulak
kesildiği tüm açgözlülüğü veya suçluluğu içerisinde, bedenin konulmasının
alçak perdeden homurtusudur. Marx gibi, Nietzsche de, düşüncenin kendi
otonomisine duyduğu safiyane güveni ve her şeyden önce ideleri edimsel olarak
doğuran kan ve didinmeyi dehşet içinde göz ardı eden tüm bu (adı bilim olsun,
din ya da felsefe olsun) çileci tinselliği yerle bir etmeyi tasarlamaktadır. Bu
kan ve didinme, 'tarih' hakkındaki avuntu verici evrimciliğe karşı olarak,
Nietzsche'nin 'soykütük' diye adlandırdığı şeydir, (Nietzsche, İyi ve Kötünün
Ötesinde' de, ' Tarih denen, saçmanın ve rastlantının şu tüyler ürpertici tahakkümü'
diye dalga geçmektedir.) Soykütük, tüm düşüncenin kalıba döküldüğü izbe
atölyeyi aydınlatmakla, soylu kavramların soysuz kökenlerini, bu kavramların
işlevlerinin gelişi-güzelliğini açığa çıkarır. Zarif ahlâki değerler, barbarlık
dolu bir borç, işkence, yükümlülük, intikam tarihinin -insani hayvanı,
sivilleşmiş topluma uyumlu kılmak için sistematik olarak hazımsız bırakıp
kuvvetten düşüren bütün bu dehşet verici sürecin - kana bulanmış meyveleridir.
Tarih, sadece, insanlığın kendi içgüdülerinden utanç duymayı öğrendiği
hastalıklı bir ahlâkileşmedir; 'yeryüzünde atılan en küçük her adımın bedeli,
tinsel ve fiziksel işkence ile ödenmiştir... tüm "İyi şeyler"in
altında o kadar çok kan ve zulüm yatıyor ki! Marx için olduğu gibi, Nietzsche
için de, 'ahlâk', hiç de bir sorunlar yığını değil, tam da kendinde bir
sorundur; filozoflar, şu ya da bu ahlâki değeri sorgulamış olabilirler, fakat
onlar henüz ahlâk kavramının kendisini sorunsallaştırmamışlardır - ki Nietzsche'ye
göre ahlâk, 'sadece duygulanımlara ilişkin bir gösterge dilidir.
Dahası,
nasıl ki Marx'a göre üretici güçler bir toplumsal ilişkiler kümesi tarafından
zincire vurulup kısıtlanmış hale geliyorsa, aynı şekilde Nietzsche'ye göre de,
üretici yaşam-içgüdüleri, bizim ahlâki tâbiyet olarak, geleneksel toplumun midesiz,
soyut 'sürü' ahlâkı olarak bildiğimiz şey içerisinde zayii düşürülür ve
çürütülür. Bu, özünde, zorlama'dan hegemonyaya doğru yönelen bir harekettir;
'Ahlâk, zor kullanma'dan sonra gelir;
aslında ahlâkın kendisi, bir süre zor kullanma olarak kalır, hoş olmayan
sonuçlardan kaçınmak için ona boyun eğilir. Ahlâk sonradan görenek haline
gelir, daha sonra özgürce itaat ve sonunda neredeyse içgüdü olur: o zaman, uzun
süredir göreneksel ve doğal olan her şey gibi ahlâk, memnuniyet ile bir araya
bağlanır - ve artık erdem diye adlandırılır.' Rousseau'da ve diğer orta-sınıf
ahlâkçılarda, yasadan kendiliğindenliğe, çıplak güçten hoşlanma uyandırıcı
alışkanlığa en yüksek derecede olumlu 'estetik' geçiş olarak görmüş olduğumuz
şey, Nietzsche'ye göre, kendini - baskılandırmanın son sözüdür. Eski barbarlık
yasası, 'özgür' öznenin Yahudi-Hıristiyan geleneğine özgü icadına teslim olur,
otoritenin mazoşistçe içeyansıtılmasının, kimilerinin 'öznellik' diye adlandırmaktan
hoşlandığı, suç, hastalık ve kötü vicdanın iç uzamına açılması gibi. Toplumsal
kopuş korkusundan kendilerini kurtamayan sağlıklı dirimsel içgüdüler, 'ruh'u,
her bir bireyin içindeki bu polisi doğurmak için içeriye bükülürler. Bu iç dünya.
yoğunlaşıp genişler, derinlik ve önem kazanır, böylelikle kaygısızca zarar
verilen ve sömürülen 'vahşi, özgür, çevrede sinsice dolaşan adamlar'ın ölümünü
müjdeler. Yeni ahlâki yaratık, 'estetik-kılınmış' bir öznedir, öyle ki erk
artık hoşlanma haline gelmiştir; fakat bu yaratık, aynı zamanda, görkemli bir kısıtlanmamışlık
içerisinde güzel barbarca içgüdüleriyle yaşam süren eski tarzdaki estetik,
insani hayvanın ölümünün işaretlerini verir.
Nietzsche'ye
göre, ta en başta, çekiçle dövülüp şekillendirilmeyi ezile büzüle bekleyen bir
halka, zorbaca erklerini dayatan savaşçılar böyleydiler. 'Onların işi,
biçimlerin içgüdüsel bir yaratımı ve dayatımıdır; onlar, var olan en isteksiz,
en bilinçsiz sanatçılardır... Bu doğuştan örgütçüler, suçun, sorumluluğun ya
da saygının ne olduğunu bilmezler; tunç bakışlı ve tıpkı bir annenin kendi
çocuğunda gördüğü gibi, kendini kendi "eser"inde tüm sonsuzluğa karşı
haklı çıkarmış gören dehşetli sanatçıların egoizminin örneğidirler.' Bilimin,
dinin, çileciliğin kendinden - tiksinen yaşamını yaratmakla, boyun eğdirdiklerinin
özgür içgüdülerini yeraltına süren, işte bu hayvani, yöneten-sınıf
tahakkümüdür. Fakat böyle hastalıklı bir tâbiyet, bu yüzden göz kamaştırıcı bir
sanatçılığın ürünüdür ve irinle dolu mazoşizminde bu biçim - verici disiplini
yansıtır:
Bu
gizli gizli kendinin-ırzına geçme; sanatçıların bu zalimliği; sert, direngen,
fakat acı çeken bir malzeme olarak kendine bir biçim empoze etmekten ve bu malzemeye
kızgın demirle bir irade, bir eleştiri, bir çelişki, bir horgörü, bir “hayır!” damgası
basmaktan alınan bu haz; acı çektirmekten duyduğu keyif yüzünden kendine acı
çektiren, bile isteye kendisiyle kavgalı bir ruhun bu tekin olmayan, bu
dehşetli biçimde keyifli çabası; nihayet - evet doğru tahmin ettiniz - tüm
ideal ve hayali fenomenlerin ana rahmi olarak işte bu bütünüyle etkin 'kötü
vicdan'; (tüm bunlar çn.) aynı zamanda, görülmemiş yeni bir güzellik ve
onaylama bolluğunu ve belki de güzelliğin kendisini aydınlığa çıkardı...
Çeviren:Hakkı Hünler
Çeviren:Hakkı Hünler