Güler yüzle söylenen bir yalanı, bir anda yuttuğumuz halde
Gerçeği ancak damla damla yutarız.
Bakınız : BBC Darwins Dangerous Idea
29 Ekim 2011 Cumartesi
26 Ekim 2011 Çarşamba
Parmak İzi / Alıntılar
Haksızlık olduğunu düşündüğü bir şeyi kabul etmesinin kendi haklarını tanımayı reddetmesi gerçeğinden kaynaklandığını ona göstermeye çalıştım. Irvin Yalom
Bazı insanın gülüşü bile kendini tamamen ele verir, birden bütün geçmişini öğreniverirsiniz. Gülüş her şeyden önce içtenlik ister. Oysa insanlar çoğu zaman öfkeyle gülerler. İnsanın neşesi onu en çok ele veren özelliğidir. Delikanlı/Dostoyevski
Etkinliğimi arttırmadan ya da doğrudan doğruya canlandırıp bana bir şey katmadan yalnızca bilgi veren her şeyden tiksiniyorum. Goethe
Doğaya, insanlığın tarihine ya da kendi eylemlerimize bakıp düşündüğümüzde önce, sonsuz bir ilişkiler, tepkiler, alışverişler, birleşmeler ağı görüyoruz; bu ağın içinde hiçbir şey olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu biçimde kalmıyor; her şey hareket ediyor, değişiyor, var oluyor ve sonra ölüyor. Bu yüzden, önce ağın bütünü çarpıyor gözümüze; içindeki tek tek parçalar yarı gölgede kalıyor; hareket eden, birleşen ya da birbirine bağlanan şeyleri değil de hareketleri, geçişleri, bağlantıları görüyoruz. Dünyanın böyle ilkel, naif, ama ta içinden, doğru biçimde algılanması Yunan felsefesinden gelmiştir. Bunu, ilk kez açık olarak söyleyen Heraclitus'tur; Her şey hem vardır hem de yoktur; çünkü her şey akıcıdır, hiç durmadan değişir, hiç durmadan var olur, sonra da yok olur. Friedrich ENGELS
25 Ekim 2011 Salı
Proust / Bir Başka Dünya
Ahlakçıların
kuşkulandıkları gibi, aşk, sevilen varlığın gerçekte varolan kusursuzluklarının
tanınması değil de imgelemin, niteliklerini kendinden yola çıkarak yansıttığı
sevilen bir varlık yaratmaksa eğer, aşk gizildir, "muğlak"tır ve
ortaya çıkan ilk nesneye yansıtılabilir. Kerubi'nin durumu da budur.
Bir
gizilgüçse eğer, "sahipsiz", "nesnesiz aşktan sarhoşa
dönmüş" (Rousseau, İtiraflar, VI), "henüz hiçbirini bireyselleştirmemiş"
(Proust) kalbin belirsiz bir arzusuysa, neden bir nesneye yöneltir kendinde
olanı? Saplantının, yeğlemenin sorunsalıdır bu.
Kerubi,
kurnaz olduğu kadar masum bir çocuksulukla art arda bütün kadınlarda, (Suzanne,
Kontes, Barberine...) bir kelebek gibi takılıp kalır. Kayıp Zamanın izinde'nin
anlatıcısı da Kerubi gibi bütün genç kızlara âşıktır ama aynı zamanda,
ödleklikten ya da nasıl davranacağını bilememekten kaçırdığı, gelip geçici
aşkları düşleyen gelgeç hevesli ve yumuşak başlı bir yeniyetmedir.
Proust
aşkın doğuşunu, bireylerin "küçük sürü"ye göre giderek, kimi zaman da
belli belirsiz bir biçimde benzersizleşmesi olarak çözümler: "Kızların
her biri diğerlerin den çok farklı bir tip olduğu halde, hepsinde bir güzellik
vardı; ama {...) henüz hiçbiri belirginlik kazanmamıştı. Biri hariç."
"Dikkafalı ve gülen bakışlar"la karşılaşan anlatıcı, bilinmeyen,
düşsel, "varlığın, tanıdığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu
düşüncelerin" dışında bir dünya bulur karşısında, gözlere yansıyan bir iç
evrendir bu. Dolayısıyla aşk, "mutluluk denen fazladan süreyi, kendini
çoğaltma imkânını" sunar. Bütün bir grubun yarattığı toplu ve toptan
çekimde yavaş yavaş belirginleşen seçimin, eşsiz bir bireyi öne çıkaran şu ya
da bu özelliğin çözümlemesi, imgelemin ürettiği eğretilemeler ve düzdeğişmeceler
arasındaki oyuna dayanır.
Eğretilemeler
ve karşılaştırmalar, Güzelliğin algılanışına doğru atılırlar ama ilk başta
grupla ilgilidirler (martılar örneğin). Sonra yavaş yavaş anlatının aktardığı,
önemsiz herhangi bir olgunun yarattığı düzdeğişmecesel çağrışım yoluyla bir
araya gelir ve ayrılırlar, Proust imgelemin belirsizliğini serbest bırakıp bu
parçayı, sanki genç kızlardan birine karşı duyulan çekimde bireylerin gruptaki
çoğulluğunun payı varmışçasına, birçok imgenin, çiçeklerin, denizin, geminin,
kelebeğin iç içe geçtiği göz kamaştırıcı bir hayalle noktalayana kadar sürer
bu. İmgelem, aşkı yapar ve bozar, bir araya getirir ve ayırır, sevilen birini
eğretileme demetine; iç içe geçen, gizlenen ve birbirlerini karşılıklı olarak
belirginleştiren saptırılmış imgelerin çağrışımlarından bir demete dönüştürür.
Öyle ki Proust'un savına göre aşk, imgeleminin arzularına göre, belli belirsizce
bir bireye yansıttığı eğretilemelerle ustalıkla oynayan bir ben'in ben-merkezci
oyunudur, eğretilemeler öylesine muğlaktır, "onca nüans, onca
belirsizlikle doludur, öyle ki seçilmiş birey aslında gruba yeniden katılır;
eğretilemeler çağrışım yoluyla grubun diğer üyeleriyle karıştırır onu. Aşkta,
arzusunu, yansıtma yoluyla, gizemli ve hayal meyal seçilen, kendi uzantısı
olsa da yabancılığıyla büyüleyen bir dünyaya sabitlemeyi seçer insan. Bu nedenle,
aşk Öteki'ne, uzak, hür, kaprisli ve donuk olduğundan her an elden gidebilecek
ve bağımsızlığıyla, neden olduğu kuşkular ve kıskançlıklarla çekici
yabancılığını, onca nüans ve onca belirsizliği pahalıya ödetecek birine
bağımlı olmanın yol açtığı bütün o mutluluğu, bütün o acıları da beraberinde
getirecektir.
* "Gençliğin, özel bir aşktan
yoksun, boş, her yerde -bir âşığın tutkun olduğu kadını bulması gibi—
Güzelliğin arzulandığı, arandığı, görüldüğü dönemlerinden birini geçirmekteydim.
Bir tek gerçek çizgi -uzaktan veya arkadan görülen bir kadında seçilebilen
küçücük bir çizgi- Güzelliği gözümüzün önüne getirmemize yeter; onu görüp
tanıdığımızı düşünürüz, kalbimiz çarpar, adımlarımızı sıklaştırırız, kadın gözden
kaybolduğu takdirde, sonsuza dek, aradığımızın o olduğuna yarı yarıya
inanırız; çünkü ancak yetişebildiğimiz takdirde hatamızı anlarız.
Zaten rahatsızlıklarım
giderek arttığından, en basit zevkleri bile, sırf onlara ulaşmanın zorluğu
yüzünden, fazlasıyla abartmak eğilimindeydim. Her yerde güzel ve zarif kadınlar
görür gibi oluyordum; çünkü plajda aşırı yorgun, Casino'da veya bir pastanede
aşırı çekingen olduğumdan, hiçbir yerde kendilerine yaklaşamıyordum. Oysa
yakında öleceksem, sunulandan ben değil bir başkası yararlanacak veya kimse
yararlanmayarak olsa bile, hayatın sunabileceği en güzel genç kızların, yakınılan,
gerçekte nasıl olduklarını öğrenmek isterdim (aslında bu merakımın kaynağında
bir sahip olma arzusu bulunduğunu fark etmiyordum). Saint-Loup yanımda olsa,
balo salonuna girmeye cesaret edebilirdim. Ama tek başıma, Grand-Hötel'in
önünde durup büyükannemle buluşacağım saati beklemekten başka bir şey
yapamıyordum. O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin
hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız, görünüşleri
ve tavırlarıyla Balbec'te alışkın olduğumuz insanlardan o kadar farklıydılar
ki, nereden geldikleri belli olmayan, plajda, ölçülü adımlarla -gecikenlerin
uçuşarak ötekilere yetiştiği- amacı, görmezmiş gibi davrandıkları insanlar için
tamamen belirsiz, onların kuş zihinleri içinse son derece açık ve belirgin olan
bir gezintiye çıkmış bir martı sürüsüne benziyorlardı. {...!
Kızların her biri diğerlerinden çok
farklı bir tip olduğu halde, hepsinde bir güzellik vardı; ama doğruyu söylemek
gerekirse, onları birkaç saniyedir görüyordum ve gözlerimi dikip bakmaya
cesaret edemediğim için, henüz hiçbiri belirginlik kazanmamıştı. Biri, sadece
bir Rönesans resmindeki Arap tipli Müneccim Kral gibi, diğerlerine zıtlık
teşkil eden düz burnu ve esmer teniyle bireyselleşmişti zihnimde; bir başkası
sert, dikkafalı ve gülen bakışlarıyla, bir diğeri yanağının sardunyayı akla
getiren pembe-bakır rengiyle; hatta bu özelliklerin bile genç kızlardan
hangisine ait olduğunu kesin olarak saptayamamıştım henüz. Birbirinden son
derece farklı özelliklerin yan yana bulunduğu, bütün renk dizilerinin birbirine
yaklaştığı, ama cümlelerini seçtiğim fakat hemen unuttuğum için geçtikleri anda
ayırt edemediğim, tanıyamadığım bir müzik gibi birbirine karıştığı bu harikulade
bütünün ilerleyiş sırasına göre, beyaz bir oval, siyah gözler, yeşil gözler
ortaya çıktığında, bunların biraz önce beni büyüleyenlerle aynı mı olduklarını
bilemiyor, diğerlerinden ayırıp tanıyabileceğim tek bir genç kıza atfedemiyordum.
Yakında aralarında yapacağım ayrımların şimdi kafamda bulunmaması, bu
topluluğa uyumlu bir dalgalanma kazandırıyor, akışkan, kolektif ve hareketli
bir güzelliğin devamlı aktarımını sağlıyordu.
Genç kızların her biri belirginleşmiş,
bireyselleşmişti artık; bununla birlikte, yeterlilikle, dostluk ruhuyla
ışıldayan, arkadaşları veya gelip geçenlerle ilgili olarak kâh ilgiyle, kâh
küstah bir ilgisizlikle parlayan bakışlarının birbirlerine ilettikleri mesajlar
ve ayrıca birbirlerini, her zaman birlikte, "sürüden ayrı" gezinecek
kadar yakından tanıyor olmanın bilinci, ağır ağır
ilerledikleri sırada, birbirinden bağımsız ve ayrı bedenlerini, görünmez bir
bağla birleştiriyordu; tek bir ılık gölge, tek bir atmosfer gibi uyumlu olan
bu bağ, onları kendi içinde homojen olduğu kadar, ortasında ağır bir kortej
halinde ilerlediği kalabalıktan farklı bir bütün haline getiriyordu.
Bir an, bisikletini iten iri
yanaklı, esmer kızın yanından geçtiğim sırada, yandan, gülen bakışlarıyla
karşılaştım; bu küçük kabilenin hayatını içinde barındıran acımasız dünyadan,
benim kimliğimin kesinlikle ne ulaşabileceği, ne de kendine bir yer
bulabileceği erişilmez meçhulden bana yönelen bakışlarla. Beresi iyice aşağı
çekilmiş bu genç kız, arkadaşlarının söyledikleriyle meşgul olduğu halde,
gözlerinden yayılan siyah ışın benimle karşılaştığında, beni görmüş müydü?
Gördüyse, ne ifade edebilmiştim acaba ona? Beni hangi evrenin içinden görüyordu?
Bunu tahmin etmem, komşu yıldızlardan birinin özelliklerini teleskop sayesinde
görebildiğimiz zaman, bundan, orada insanların yaşadığı, bizi gördükleri ve bu
görüntünün onlarda ne gibi düşünceler uyandırmış olabileceği sonuçlarını
çıkarmak ne kadar zorsa, o kadar zordu.
Böyle bir kızın gözlerinin sadece
parlak, mikadan halkalar olduğunu düşünseydik, onun hayatını öğrenmek ve
kendimizle birleştirmek için yanıp tutuşmazdık. Ama o yansıtıcı yuvarlağın
içinde parlayan şeyin, sadece maddi yapısından kaynaklanmadığını hissederiz; o
varlığın, tanıdığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu düşüncelerin, bizim
tarafımızdan bilinmeyen kara gölgeleridir parlayan -benim için İran cennetinin
perilerinden daha çekici olan bu küçük perinin beni tarlalarda, ormanlarda
pedal çevirerek götüreceği hipodromların çimi, yolların kumudur-; ayrıca
döneceği evinin, kendisinin veya başkalarının onun için yaptığı ileriye yönelik
tasarıların da gölgesidir; hepsinden önemlisi de, arzularıyla, hoşlandıkları
ve hoşlanmadıklarıyla,
karanlık ve sürekli iradesiyle, kendisidir. Gözlerindeki şeye sahip olmadığım
sürece, bu genç bisikletçi kıza sahip olamayacağımı biliyordum. Dolayısıyla
bütün hayatı, bende arzu yaratıyordu; gerçekleşmesinin mümkün olmadığını
hissettiğim için sancılı bir arzuydu, ama baş döndürücüydü aynı zamanda; çünkü
o ana kadarki hayatım, bir anda bütün hayatım olmaktan çıkmıştı; önümde uzanan,
kat etmeye can attığım ve bu genç kızların hayatından oluşan mesafenin sadece
küçük bir parçasıydı artık; bana mutluluk denen fazladan süreyi, kendini
çoğaltma imkânını sunuyordu. Hiçbir ortak alışkanlığımızın -ve hiçbir ortak
fikrimizin- bulunmaması da, kuşkusuz onlarla ilişkiye girmemi, onların hoşuna
gitmemi zorlaştıracaktı. Ama belki de bu farklılıklar sayesinde, bu kızların
yapısının, davranışlarının bileşiminde benim bildiğim veya sahip olduğum bir
tek unsur bile bulunmadığının bilinci sayesinde, bende doygunluğun ardından -
kuru bir toprağı yakan susuzluğa benzer - bir susuzluk baş göstermişti; bu
hayata susamış olan ruhum, o ana kadar tek bir damlasını bile tatmadığı için
açgözlülükle, kana kana, sonuna kadar soğuracak, içip bitirecekti hepsini.
{...}
Yani bu genç kızları tanıma
mutluluğu gerçekleşemeyecek bir şey miydi? Kuşkusuz, vazgeçmek zorunda kaldığım
bu türden ilk mutluluk olmayacaktı. Balbec'te bile hızla uzaklaşan araba
yüzünden temelli ayrılmak zorunda kaldığım sayısız yabancıyı hatırlamam
yeterliydi. Yunanlı bakirelerden oluşmuşçasına soylu olan küçük topluluğun
bana verdiği haz da, yoldan geçenler gibi, kaçıp giden bir yanı olmasından
kaynaklanıyordu. Tanımadığımız, bizi alışılmış hayattan, görüştüğümüz kadınların
kusurlarını eninde sonunda ortaya koydukları hayattan vazgeçmeye zorlayan
varlıkların kaçıcılığı, hayalgücünü hiçbir şeyin durduramadığı bir arayış
haline sokar bizi. Hazlarımızı hayalgücünden arıtmaksa, onları kendilerine,
yani sıfıra indirgemektir. Daha önce küçümsemediğimi gördüğümüz randevu
evlerinden birinde bana sunulmuş olsalar, kendilerine onca nüans, onca
belirsizlik kazandıran unsurdan kopuk halde, bu genç kızlar beni bu kadar
büyülemezdi. Hedefine ulaşabilme belirsizliğinin uyandırdığı hayalgücünün, ilk
hedefi bizden gizleyecek ikinci bir hedef yaratması ve tensel hazzın yerine bir
hayatın içine girme fikrini koyarak, bu hazzı tanımamızı, gerçek tadını
almamızı, onu kendi önemiyle sınırlamamızı engellemesi şarttır. {...}
{...) şu anda gözümün önünde ufuk çizgisini bir çit gibi
bölen bu taze çiçekler kadar nadir türleri başka yerde bir arada bulmanın
mümkün olmadığını düşündüm; falezin tepesindeki bir bahçeyi süsleyen bir
Pennsylvania gülü fidanı gibiydiler: bir buharlı geminin denizde seyri, bu
güllerin arasında gerçekleşir; gemi, mavi ufuk çizgisinde bir daldan ötekine o
kadar yavaş kayar ki, geminin gövdesinin çoktan geçmiş olduğu bir çiçeğin
laçyaprakları arasında oyalanan tembel bir kelebek, geminin yolundaki ilk
çiçeğe ondan önce varacağından hiç şüphesi olmadan, uçmak için, geminin
pruvasıyla ilk taçyaprağı arasında incecik mavi bir şerit kalmasını
bekleyebilir rahatlıkla."
*Kayıp Zamanın İzinde / Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
*Kayıp Zamanın İzinde / Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
YKY / Aşk / Eric Blondel
21 Ekim 2011 Cuma
Moliere / Dom Juan: Fetih ve Sadakatsizliğe Övgü
Dom
Juan: Hadi bakalım! Benimle konuşup duygularını anlatmakta serbestsin.
Sganarelle: O zaman
Mösyö, yönteminizi hiç mi hiç onaylamadığımı ve sizin yaptığınız gibi, her
gördüğünü sevme işini pek bayağı bulduğumu açık açık söyleyeceğim.
Dom
Juan: Ne? Bizi etkileyen ilk nesneye sonsuza dek bağlanmamızı, onun
için dünyadan vazgeçip her şeye gözlerimizi kapamamızı mı isterdin? Sadakati
sahte bir onur sorunu yapalım, sonsuza dek tek bir tutkuya gömülüp kalalım ve
henüz gencecikken, gözlerimizi yuvalarından uğratabilecek öteki bütün
güzellikleri kaçıralım, oh ne âlâ! Hayır efendim: İstikrar zavallılara iyi
gelir ancak; bütün güzelliklerin bizi ayartmaya hakkı vardır, ve ilkine
rastlamış olmanın sağladığı elverişli durum, geri kalan hepsinin gönüllerimizi
fethetme konusundaki haklı iddialarına hiç mi hiç engel olmamalıdır. Bana
gelince, güzellik, onu bulduğum her yerde kendimden geçirir beni ve onun o
uysal hiddetine rahatça bırakıveririm kendimi. İstediğim kadar bağlanmayı deneyeyim,
bir güzele duyduğum aşk, ötekilere haksızlık etmek üzere bağlayamaz ruhumu; her
güzelin hak ettiğini görmek için korurum gözlerimi ve her birine doğanın
zorunlu kıldığı saygıyı gösterir, hak ettiği bedeli öderim. Ne olursa olsun,
sevimli bulduğum herhangi bir şeyi kalbimden yoksun bırakamam; ve güzel bir
yüz benden kalbimi istediği anda, on bin kalbim olsa, hepsini veririm ona.
Hepsi bir
yana, yeni yeni filizlenen aşkların dile gelmez bir büyüsü vardır ve aşkın
bütün hazzı değişikliktedir. Yüzlerce övgüyle gencecik bir
güzelliğin gönlünü çelmenin, günbegün kaydettiğiniz ilerlemeleri izlemenin,
taşkınlıklar, gözyaşları ve iç çekişlerle, silahlarını indirmekte zorlanan bir
ruhun masum edebini alt etmenin, o güzelliğin karşımıza getirdiği bütün o ufak
tefek direnişleri azar azar zorlamanın, onur
sorunu yaptığı kuruntuların üstesinden gelip onu usul usul arzu ettiğimiz
noktaya getirmenin verdiği o sonsuz rehavetin tadını çıkarır insan. Ama bir
kez efendisi oldunuz mu onun, ne söylenecek ne de ümit edilecek bir şey
kalmıştır; tutkunun bütün güzelliği bitmiştir ve yeni bir nesne gelip de
arzularımızı uyandırmadıkça ve kalbimize yeni bir fethin gönül çelen
cazibesini sunmadıkça, böylesi bir aşkın huzuru içinde uyuyakalırız. Sonuçta,
güzel bir kadının direnişini alt etmek kadar tatlı bir şey yoktur ve bu konuda
başarıdan başarıya koşan ve isteklerine bir türlü gem vuramayan hükümdarların
hırsı var bende. Arzularımın taşkınlığını durdurabilecek hiçbir şey yok: Bütün
dünyayı kucaklayabilecek bir kalbim var sanki; ve tıpkı İskender gibi, aşk dolu
fetihlerimi genişletebileceğim başka dünyalar isterim ben de.
19 Ekim 2011 Çarşamba
Su ve Ateş / Cemil Yüksel
kuyruğun nerede
kuyruğum yok kuyruğum yok
yüzerim derede"
yalnızız be Katrin,
doğmuş çocuğumuzdan fazla,
doğmamışından daha koyu.
ellerim nerene dokunsa senin, bu dünya
ağacından suyuna, bulutundan park direklerine
kaşıklardan ve oyuncak pinokyodan bile
yığıyor üstümüze, pinpon toplarından zıplayarak
koca bir gökyüzünü, denizleri boşaltıyor aynen öyle
hatırlatmak için sudaki büyük geçmişi
her şey incelikle daldırıyor keskinliğini
olmanın yani durmadan küçük bir kafeste
dolaşan serçenin uyuşuk kanatları gibi
insan soyundan gösterilmenin yarasında
bekledin sende aksak bir atın sonunu
bekledin ölümünü tam görünmeyen içinin
dibin ağır harfleri yükseldi yine
birden ve hep birlikte çıkardılar seni öykünden
bir biçim icadı durmadan ruh çizgilerine
aranır bir terzi oldun çıktın en sonunda Katrin
bir bıçağı tutuşundaki hünerle mi
-makasta konuşan iki bıçaktı ya hani -
kumaşın tiz çığlıkları mı doldurmuştu bu ilgiyi
açık bir kapısı vardı yalnızlığının işte
korkmazdın asılı bulunurdu oracıkta her şey
kalın etlerinden asılı düşmemeye
hüzünler avunmak için duruyor sevinçler de
biraz deniz havası biraz da yere düşmeye istekli
yağmuru birikmiş kara bir bulut duruyor
kendiyle boyuna yarışan sarmaşık o da
bir sergi haline getirilmiş her şeyin kokusu
kim çektiyse kaçardı korka korka
vuruldu vurulacak aksak bir atın sonunu
vuruldu vurulacak aksak bir atın sonunu
bir bıçak tekrarlıyor durduğu yerleri
kesiyle sapla bırakılmış tezgahlarda
üst üste sıyrılıyor gövdesi kanla
yan yana ayrılık ve şiddet kelimeleri
yan yana ayrılık ve şiddet kelimeleri
rüzgar ateşi üflüyor ve sabah en çok kırların sabahı
karanlığı gündüz gündüz kuşanıyor hava
bir sezgi tekrarlıyor adını hiç olmamışlığından
kopmuş bir arp teli ve bir söylenti halinde
anılacaksın durmadan hani nerdeyse
sessizliği bozan o meydana gelmelerden
gösterecekler fenalık işaretlerini
II
-Marcel
bir sezgi tekrarlıyor adını hiç olmamışlığından
hani nerdeyse dörtnala gidip değecek göğüne
anılacaksın durmadan hani nerdeyse
sessizliği bozan o meydana gelmelerden
gösterecekler fenalık işaretlerini
II
-Marcel
-Hoşgeldin!
Bir marangoz üflemesinden yeni talaşlara,
Bir marangoz üflemesinden yeni talaşlara,
unutulmuş bir zaman var mıdır ağaç olmuşluktan
bir isimle kendin aranda
ya hep birlikte söylenmiş unutulmuş bir şarkı
öpücükle kalkmaya bekleyen bu hayatta
bir merak ellerini ceplerinden çıkarmış bile olsa
var mıdır koca koca gözlerini açmışlığı
hayretler maksatlar kınalar yakmadan
vardır durduğu yerle fırlatılmış kravat
fiyonklar süslü kol düğmeleri sutyenler
göz ucuyla bakan koltuk altları,
ev içleri, ev kuşkusu, dar resimler
kendi gürültüsüne bağıran bir ayaklanma
yalnızlığından sıyrılmış uzaklık vardır
en güçlü en köklü kenarlarıyla yine bağıran
avcumda koparılmış gül bulmuş da içine
doğru yayılarak işliyor görünmezliğin şeklini
ben ne yaptıysam az az anlıyorum
yüzümde ne buldularsa vardır
dinozorları bekleyen o küçücük sonda
Marcel dedi sevmeye alıştırıyorum kendimi
uzamış bir boy daha gibi yeni boynuma
görmek için o el sallamasını bir kalabalıktan
kirazların çekirdeklerini ayıklayan dil hareketlerine
görmek için o el sallamasını bir kalabalıktan
kirazların çekirdeklerini ayıklayan dil hareketlerine
alıştırıyorum sevmeye ölümlülüğü
elimin gitmesi gibi savruk yönlerine
çekinip istememek gibi her türlü benzerliği
alıştırıyorum işte yeni bir dilde çağrılmamı
ağzın sözcükle öpüyor yeni görünüşü
tek başına çok konuştuğumuz o göz hizasında
ağzın sözcükle öpüyor yeni görünüşü
tek başına çok konuştuğumuz o göz hizasında
tanıdığımı söylüyorum durup durup kendime
tanıdığımı
tanıdığımı
uzanmış iki sözcük dudak dudağa
birbirlerine çengellerini bırakır gibi
evet? evet?
-Hoşgeldin
12 Ekim 2011 Çarşamba
Arzunun Ölümü / A.Schopenhauer / T.Eagleton
...ten, insanoğlunu bir tür yürüyen felsefi bilmeceye dönüştürerek, irade ve temsilin, içerisi ve dışarısının esrarengiz ve inanılmaz biçimde bir araya getirildiği gölgeli sınırdır. Kendi mevcudiyetimizin dolaysız bilgisi ile diğer her şeyin dolaylı ve temsili bilgisi arasında kapanmaz bir uçurum vardır. Bu elbette Romantik ikilemlerin en banalidir; fakat Schopenhauer ona özgü bir vurgu yapar. İçeride olanı Romantik bir tarzda ayrıcalıklı tutsa da onu kahramanlaştırmayı reddeder. Kendi kendimizin bu kısa süren, dolaysız bilgisi ideal bir doğruyu göstermekten uzak olup, bizim istek dolu iradeyi kederle kavrayışımızdan başka bir şey değildir.
“Schopenhauer için bu tantanalı, kerameti kendinden menkul soyun karşısında histerik bir kahkaha patlamasını tutmak çok zordur. Kayıtsız ve acımasız bir yaşama-iradesi tarafından ele geçirilmiş olan bu insanlar, kendilerinin üstün değerine dindarca inandırılarak bir anda bir hiçe dönüşecek samimi amaçlar peşinde birbirleriyle kapışıp durmaktadırlar. Dünya dev bir pazar yeridir, ancak birbirlerini yiyip yutarak bir süre direnen, istek ve telaşla varlıklarını aktaran ve en sonunda ölümün kollarına düşene kadar çoğunlukla korkunç kederlere katlanan sürekli muhtaç yaratıkların dünyası.”
Dört Güneş / Edip Cansever
Her şey o kadar anlamsızdı ki, yaz
Bunu bir daha pekiştirirdi
Avuçlarımı sıcak tutar, bulundururdum
Sevgisiz ve gereksiz kalmak için
Öyle, kendime yorgun hazırlamışlar beni.
Şehir ki aydınlıktan görünmeyen birini
Açılmış iskambiller gibi bilerken
Orada, içimde şimdi
Dört güneş bir arada
Gözlerimde hiç bitmeyen bir deli.
8 Ekim 2011 Cumartesi
Uçurum / Edip Cansever
Bir
ağaç sürüsünün üstünden
Çok
ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş
limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka
bardağımın içine
Benim
olmayan bir sevinç duyuyorum.
Kesiyorum
durduğumuz yeri ortasından
Ey
görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum
Dibinde
değil ayaklarımın, damarlarında
Derinliğini
orda tutan, ordan harcayan
Uçsuz
bucaksız bir uçurum.
Zamanla
değil, bir yerde
Benim
olmayan bir şeyle yaşlanıyorum
Geçiyorum
ilk şeklimi tüketerekten
Ağır
ağır yanan bir tuğla harmanını
Billurdan
sarkaçlarıyla.
Kalbim,
serseriliğim benim..
3 Ekim 2011 Pazartesi
Tragedyalar I / Edip Cansever
KORO
Çünkü bir bir yıkılmakta açsanız
radyoları
Sokaklar, köpekler, tanrının bütün
eşyaları.
EPİSODE
Biter elimizdeki şey, biter her şey
Kalırız, kan gibiyiz, donarız bir
tanrısalda
Seslerle ve kırık tırnaklarla
Ve donar çılgınlığımız: gemilerde
hiçbir kaptan yok
Yok, çünkü denizler kocaman, ölüler
büyük
Bir soğuk ay soğuk ve tenha
Duyulur. Yalnızlık mevsim olur
Ki çiçekler kendilerini toplar orada
Ve zamanlar boğuşur, sırasız, biri bir
ötekinden kalınlaşır
Düşer çay saatleri, anılar kalır
Sızar ölüler burdan bembeyaz masalara
Kahvelerde bilardolar hem solar
Silinir ve güneş gözlükleri takılır
bir daha
Yazılar durur, telefonlar susar, son
pullar yapıştırılır
Bir
şeyler eksik kalır usul ve bakır.
KORO
Biz ki bir güz artığı, erkeğiz hem de
kadınız
Doldurulmuş bir geyiğiz, korkarız,
açıklanırız.
EPİSODE
Ve kalır yılgınlığımız: gök bırakılmaktan doğan bir yaratıktır
İçer içkisini, geriler
Bardağında bir ölü; hem
ölümsüz hem ölü
Onca bir alışılmadık. Daha
çok özgürlüğü
İle kararsız, yalnız,
mumyalanmış bir öykü
Bu ölü.
Bir de var ölü değil. Değilse
Çünkü her gün ve böyle bir şeyler
gerekirse
Aramızda bir şeyler, ürperten
sürgünlüğü
Bizlerden bizlere doğru ne gitsin bu
vakitlerde?
KORO
Yenilmek olunca korku, suyunu
Sindiren, sindiren kayaların renginde
Aramızda bir şeyler, bir sessizlik
sözlüğü.
EPİSODE
Bu odur ki, biraz kin
Kayalaşmış saçlarla o taştan
çiçeklerin
İçinde kayalaşmış, boyası kesin
Kin
Ağrısız, sonsuz, bütünü sevgilerin.
Bir gün ki tanrısız ve bavullarsız
çıkagelmenin
Gölgeli, ama hiç anlaşılmadık bir
istasyonunda
Olmakla
ve soğuk hormonlarla
Birinin bir ötekinden anlamsız
güzelleştiğinin
Çağrısıyla çoğalan her günkü
gazetelerin
Hep aynı yürekten atılıp yorgun
Doğasız, bungun, bir gidip bir
gelmelerin
Ardında ve kırık tırnaklarla
Ansızın kurduğumuz bir imge, bir
efsanenin
Bizi
tam böyle tutan yasalarında..
KORO
Ölüyüz. Ölüler kendilerini toplar
orada
Çağlar ki kalınlaşır, gerilir,
eylemler hazırlanır
Düşer kan saatleri, çarşılar kalır.
EPİSODE
Kan! acısıyla oluşan bu sonsuz
nedirliğin
Kanı ve serin
Akşamları seslerimizin değiştiği saatlerde
Her şeyin bir türlü kaldığı,
içimizdeki bir şeyin
Durmadan bir türlü kaldığı ve böceklerin
Kaygısız benek
değiştirdiği. İşte o saatlerde
Azıcık olmak için
Kan!
Çamuruyla buluşan sayısız eylemlerin
Utkunun, aşkın ve yenilginin
Sonra her şeyin artık, birden her
şeyin
Yıllanmış isteklerin, ateşsiz cehennemlerin
O ölüm günlerinde, o süssüz törenlerde
Alanlarda dirilen korkusuz, yeğin
Kan..
KORO
Bile bile, öykü öykü, gibi gibi
Bir kenti aradığımız, bir başka kentin
Adıyla aradığımız ve asıl bulmaktaki
Çözülmez güzelliğin..
Kan!
Hem
sonu hem doğuşu en gerçek ilkelliğin.
EPİSODE
Oysa hep böyle avuçlarsız ve
bavullarsız çıkagelmenin
Gölgeli, ama hiç anlaşılmadık bir istasyonunda
Her gün bir yerlere doğru sayısız tren
biletlerinin
Gişeler, soğuk su ve güneş
gözlüklerinin
Kayarak sallantısında
Kayarak, bilmeyerek, ve asıl hiç
aldırmayarak
Boyutsuz, dingin, çaresiz bir geyiğin
Doldurulmuş bir geyiğin koşarak korkak
İçkiler, içkiler, o tekrar içkilerin
Yeni açmış yapraklarına
Kurarak
yapısını hem aşkın hem ilgisizliğin.
KORO
Bozulduk. Ve bozuldu alınyazımız.
Yalnız
Kuşandık yastutmaz giysilerini SENİN
KORO BAŞI
Hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum
demesin.
1 Ekim 2011 Cumartesi
Aşk " Karşı Konulmaz" Efendi / Sophokles

İşte bunları söyler Antigone'nin korosu, Klasik Yunan'ın beylik
deyişleriyle dünya düzeninin bir betimini sunar. Sophokles (İ.Ö. 496-406)
Klasik Antik dönemin en büyük üç tragedya şairinden biridir. Sophokles
tragedyaları insanın yazgı karşısındaki yetersizliği, bir başka deyişle,
insanlara çözümsüz çatışmalar dayatan ve onları üstesinden gelemeyecekleri çelişkili
durumlarla karşı karşıya getiren tanrıların istenci üzerinde durur. Antigone tragedyası, şairin, Antigone'nin
amcası Kreon'un simgelediği devlet bilinciyle çatışmasını sahneler; amcası,
Devlet'in yasalarına uygun bir biçimde, Antigone'nin suçlu ve kanun kaçağı
kabul edilen erkek kardeşini saklamasını yasaklayacaktır. Bu siyasal ve toplumsal
yasanın karşısına, Antigone şiddetle aşkın yasalarını, aile bağlarını ve
kişisel vicdanının sesini koyacak ve böylelikle amcasıyla ve toplumla kökten
bir çatışma içine girecektir. Bunun üzerine iki görev, iki yazgı ve iki farklı
yasa, çıkışı olmayan bir çatışma içinde karşı karşıya gelir. Antigone'nin korosu aşkın tanrısallığını, tanrı
Eros'un mutlak gücünü bu bağlamda dile getirir. Euripides de, Racine'in Phedre'ine esin kaynağı oluşturan Hippolytos adlı yapıtında bu konuyu kendine
özgü bir biçimde, metafizik olmaktan çok psikolojik açıdan ele alacaktır.
Lucretius, Doğa
Üstüne adlı
şiirinin I. Kitabının başında, Venüs'e giriş yakarısında aşka övgüler
düzerken aynı kaynaktan esinlenmiştir.
*Eros, karşı konulmaz
oyuncu, Eros,
hiçbir şey duramaz
önünde, ne bolluk,
ne de uykularında senin
ateşinle
yanakları kızaran
genç kızların iffeti
sen ki dalgaları,
tarlaları aşar, ıssız kulübelere uğrarsın,
seni yüreğinde
taşıyan
hiçbir ölümlü
kurtulamaz elinden,
fanilerin hiçbiri
kaçamayıp senden
boyun eğer yazgısına!
Adil olanı bile,
yoldan çıkarır,
haksızlığa sürüklersin
Bu iki adamın da
arasına girip
düşman etmedin mi birbirine aynı
kandan gelenleri?
İşin galibi de sevgilinin gözlerindeki
o çekici parıltı oldu;
dünyaya
egemen olan
büyük
Yasalar arasında
yerini
alır arzu da,
tanrıça Aphrodite kavgasız
dövüşsüz
dilediğini yaptırır bize.
*Sophokles, Antigone 781-800 dizeler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)