
Karım Vera konuşuyor:
“Fransa’da her elli dakikada bir insan ölüyor yollarda. Şunlara bak, hepsi deli
bunların, nasıl sürüyorlar. Sokak ortasında yaşlı bir kadını soyarlarken
gıkları çıkmayan, tedbiri elden bırakmayan insanlar bunlar. Direksiyona geçince
korku morku vız geliyor, unutuyorlar, nasıl oluyor bu?”
Yanıtı ne bu sorunun?
Belki de şu: Motosikletinin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir
saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman
parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle,
esrime durumundadır; bu durumda yaşı, karısı, çocukları, kaygıları umurunda
bile değildir, unutmuştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkusunun kaynağı
gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur.
Teknoloji devriminin
insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız. Motosiklet sürücüsünün tersine,
koşucu, kendi bedeninin varlığını her zaman duyumsar, ilaç ampullerini, soluk
durumunu hiç aklından çıkarmamak zorundadır; gövdesinin ağırlığını ve yaşını
hisseder koşarken, kendi kendinin ve yaşamının zamanının her zamankinden daha
fazla bilincindedir. İnsan hız yeteneğini bir makineye devredince her şey
değişir: Artık kendi gövdesi oyunun dışındadır ve bir hıza teslim eder kendini,
cisimsiz, maddesiz bir hıza, katıksız hıza, hızın hızlılığına, esrime hıza.
Tuhaf bağlaşım: tekniğin
kişiliksiz soğukluğu ve esrimenin yalımları. Bundan otuz yıl önce, cinsel
özgürlük konusunda bana bir ders (dondurucu bir kuramsal ders) veren,
erotizmin parti komiserine benzeyen, ciddi ve coşkun görünüşlü şu Amerikalı
kadını anımsıyorum; çektiği söylevde ikide bir cinsel doyum sözcüğünü
kullanıyordu, orgazm deyip duruyordu; saydım: tam kırk üç kez. Cinsel doyum
tapıncı: cinsel yaşamda hayal edilen, cinsel yaşama yansıtılan katı ilkeci
yararcılık; yararsızlığa karşı verimlilik; aşkın ve evrenin biricik gerçek
amacı olan coşkun bir patlamaya erişmek için, olabildiğince çabuk aşılması
gereken bir engele indirgenmiş çiftleşme.
Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti
böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları
neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta
uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Kır yollarıyla, çayırlarıyla,
harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle nereye gittiler? Bir Çek atasözü
onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın
pencerelerini seyrediyorlar. Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı
hiç sıkılmaz; mutludur. Günümüz dünyasında işsizlik’e dönüştü aylaklık; aynı
şey değil kuşkusuz: îşe yaramaz hisseder kendini işsiz insan, canı sıkılır,
yoksun kaldığı devinimi arar durmadan.
Dikiz aynasına bakıyorum:
Karşı yönden gelen arabalar yüzünden bir türlü beni sollayıp geçemeyen aynı
araba. Sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler
anlatmıyor acaba? Elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu yapacağına, önündeki
arabayı yeterince hızlı sürmeyen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince;
o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmiyor, kafasının içinde onunla
birlikte araba kullanıyor ve o da beni lanetleyip duruyor.
Bana gelince; ben
Paris’ten bir kır şatosuna yapılan bir başka yolculuğu, Madame de T. ile ona
refakat eden genç Şövalye’nin bundan iki yüz yılı aşkın bir süre önce
yaptıkları yolculuğu düşünüyorum. Birbirlerinin ilk kez bu kadar yakınında
duruyorlar, hızın yavaşlığının yarattığı o dile gelmez kösnül hava onları
içine alıyor: Arabanın devinimlerine uygun olarak sallanan iki vücut birbirine
dokunuyor, önce rastlantıyla, sonra bile bile ve oluyor olacak olan, öykü başlıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder