Annemin
iki kişiliği arasında çok büyük farklar vardı. Bu nedenle, çocukken düşlerimde
onunla uğraşırdım. Gündüzleri sevecen bir anneydi, geceleriyse ürkütücü. Öyle
olduğunda, ayı ininde yaşayan, hem bir rahibe hem de garip bir hayvan olan bir
kâhini anımsatırdı. Çok eskilere dönük ve acımasız; doğa ve gerçek kadar
acımasız. Öyle anlarda benim "doğal zihin" dediğim olguyu yaşardı.
Kendimde
de, bu arkaik yapıdan izler buluyorum. Üstelik her zaman hoş bir şey olmasa da
bunun bir parçası olarak insanları ve her şeyi oldukları gibi görme yeteneğim
var. Görmek istemediğim zamanlar aydınlığı örtüp kendimi sonsuza dek
aldatabilirim ama gene de işin gerçek yüzünü her zaman bilerek. Bir süre
aldatılabi- len ama sonunda koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir
köpeğe benzerim. Bu "gerçeği görebilme" yeteneği içgüdüsel ya da
başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel
olmayan bir algılamayla gören "gözlerin arkasındaki gözler"dir
bunlar sanki.
Bunu
çok sonraları, bana garip şeyler olmaya başladığında anladım. Örneğin, bir kez
tanımadığım bir adamın yaşamöyküsünü anlattım. Karımın bir arkadaşının
düğünündeydik. Ne gelini ne de ailesinden kimseyi tanıyordum. Yemekte, bana
avukat diye tanıştırılan uzun sakallı hoş bir bey vardı. Suçlu psikolojisiyle
ilgili hararetli bir konuşmaya dalmıştık. Bir sorusunu daha iyi
yanıtlayabilmek için tüm ayrıntılarını kattığım bir öykü uydurdum. Öyküyü
anlatırken, adamın yüzündeki ifadenin değiştiğini ve masaya sessizlik
çöktüğünü fark ettim ve ne yapacağımı bilemediğim için sustum. Allahtan, o
sırada sıra tatlıya gelmiş olduğu için kısa bir süre sonra masadan kalkıp
otelin lobisine gidebildim ve orada, bir köşeye çekilip olanları düşünmeye
çalıştım. O sırada, konuklardan biri yanıma geldi ve, "Böyle bir
patavatsızlığı nasıl yaparsın!" diye beni kınadı. "Patavatsızlık
mı?" diye sordum. "Evet, o anlattığın neydi öyle?" dedi.
"Tümünü uydurdum," dedim.
Karşımda
oturan adamın öyküsünü tüm ayrıntısına dek anlattığımı öğrendiğimde hem çok
şaşırdım hem de dehşete düştüm. O anda anlattıklarımın tek bir sözcüğünü bile
anımsayamıyordum. Bugüne dek de, bir daha anımsayamadım. Heinrich Zschokke, Kendine Bakış'ta buna benzer bir olay
anlatır: Bir handa hırsızlık olayını içsel gözüyle gördüğü için kimsenin
tanımadığı bir gencin hırsız olduğunu anlamış.
Yaşamım
boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu
bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu.
Ne
söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp
gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.
Annem
yaşıma göre zihinsel açıdan çok ileri olduğumu düşündüğü için benimle her
zaman bir yetişkinle konuşur gibi konuşurdu. Beni sırdaşı gördüğü ve babama
söyleyemediği sorunlarını bana anlattığı belliydi. Beni çok kaygılandıran, babamla
ilgili bir konuyu bana açtığında on bir yaşındaydım. Uzun bir süre ne yapacağımı
bilemedim. Sonunda, çok etkin bir insan olduğunu duyduğum babamın arkadaşlarından
birine danışmaya karar verdim. Anneme haber vermeden bir gün okul çıkışı kente
inip adamın evine gittim. Kapıyı açan hizmetçi evde olmadığını söyledi. Canım
çok sıkıldı ama çaresiz eve döndüm. Allahtan da evde değilmiş çünkü bir süre
sonra annem o konuya bir kez daha değindi, ama çok daha değişik ve ılımlı bir
yaklaşımla. Böylece, konu önemini yitirmiş oldu. Bu beni çok etkiledi.
"Amma da aptalmışsın! Aptalca ciddiyetin yüzünden neredeyse bir felakete
neden oluyordun," diye düşündüm. O günden sonra, annemin söylediği her
şeyin ancak yarısını ciddiye almaya karar verdim. Bu da düşündüklerimi ona
açmamı engelledi.
Oysa,
arada sırada ikinci kişiliği ansızın ortaya çıktığında söyledikleri öylesine
doğru ve isabetli oluyordu ki çok sarsılıyordum. Annem o durumunu
sürdürebilsey- di olağanüstü bir sırdaş edinebilirdim.
Babamla
durum farklıydı. Dinle ilgili açmazlarımı ona anlatıp önerilerini almak
isterdim ama bulunduğu mevkiye saygısından, bana vermek zorunda kalacağı yanıtları
zaten bildiğimi düşünüyordum. Varsayımlarım da kısa bir süre sonra doğrulandı.
Hıristiyanlığa kabul edilme törenim için sahip olmam gerekli bilgileri bana babam
veriyordu ve sıkıntıdan patlıyordum. Bir gün, Hazreti İsa'yla ilgili verilen
duygu yüklü, sıkıcı ve genelde çok da anlaşılamayan bilgilerin arasında işe
yarar bir şeyler bulur muyum diye İlmihal'i karıştırırken, Tanrı, İsa ve
Kutsal Ruh üçlemesinden söz edilen yeri buldum. O bölüm ilgimi çekti çünkü aynı
zamanda üçlü olan bir bütünden söz ediliyordu. Çelişkinin yarattığı sorun
ilgimi öylesine artırdı ki bu sorunsala geleceğimiz ânı iple çeker oldum.
Oysa, sırası geldiğinde babam, "Burasını atlıyoruz çünkü bundan hiçbir
şey anlamıyorum," dedi. Babamın dürüstlüğüne hayran kaldım ama büyük bir
düş kırıklığını da önleyemedim. "Bak işte! Bu konuda hiçbir şey
bilmiyorlar, sorgulamak zahmetine de girmiyorlar. Bu durumda onlara gizimi
nasıl açarım?" diye düşündüm.
Düşünmeye
yatkın birkaç okul arkadaşımı yokladım ama boşuna. Yanıt alamadığım gibi beni
uyaran bir tepkisizlikle de karşılaştım.
Çok
sıkılmama karşın, babamın tutumuna benzer bir tutumla, anlamadan inanmaya çaba
göstererek son umudum olan Hıristiyanlığa kabul edilme törenine hazırlanmayı
sürdürdüm. Bu tören benim gözümde bundan, yani, 1890-30=1860 yıl önce ölen Hazreti
İsa'yı anma amacıyla yenen bir yemekten öte bir şey değildi. "Alın, bunu
yiyin! Bu benim bedenimdir," gibi sözler etmişti. Demek ki, törensel
ekmeği onun aslında insan etinden oluşan bedeni niyetine yiyecek, aslında kan
ulan şarabı da içecektik.Bunun onu kendimizin bir parçasına dönüştürmek
anlamına geldiğini anlayabiliyordum ama bu bana öylesine olanakdışı geliyordu
ki! Gene de, babamın çok değer verdiği törende çok büyük bir gizem olduğunu ve
benim de ancak törene katılmakla bu gizemin bir parçası olabileceğimden kuşku
duymuyordum.
…
Tanrı'nın
doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmasını anlayamıyordum. En azından bundan çok
ciddi kuşku duyuyordum. Anlaşılan, bu da mantık yürütülmemesi, yalnızca
inanılması gereken noktalardan biriydi. Tanrı en yüce iyilikse, O'nun yarattığı
bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? "Büyük bir
olasılıkla şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş," diye
düşünüyordum. İyi de şeytan da Tanrı'nın bir yaratığıydı. Şeytanla ilgili
şeyler okumalıydım. Çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Bu yakıcı sorunu çözmek
için yeniden Biedermann'm Hıristiyanlık dogmalarıyla ilgili kitabına başvurdum.
Acı çekmenin, kusurlu olmanın ve kötülüğün nedenleri nelerdi? Hiçbir şey
bulamadım. Bu iş orada bitti. Anlaşılan bu dogmalar, güzel sözlerden başka bir
şey değildiler. Daha da kötüsü, tek amacı gerçeği bulandırmak olan bir
aldatmaca ve eşi benzeri olmayan bir aptallık örneğiydiler. Düş kırıklığına
uğramıştım. Öfkelenmiştim bile. Babama bir kez daha acıdım; bu üçkâğıda kurban
oldu diye.
Oysa,
başka yerlerde ve başka zamanlarda, benim gibi gerçeği arayan, mantıklı
düşünebilen, kendilerini ve başkalarını kandırmak istemeyen ve dünyanın acı
gerçeğini yadsımayan birileri olmuştu kuşkusuz. İşte tam o günlerde, annem,
daha doğrusu annemin iki numaralı kişiliği durup dururken, "Bir ara,
Goethe'nin Faust'unu okumalısın," dedi. Goethe'nin bütün yapıtları vardı
bizde. Faust'u seçip okumaya başladım. Ruhuma mucizevi bir merhem gibi geldi.
"Sonunda, şeytanı ciddiye alan birini buldum," diye düşündüm.
Üstelik, Tanrı'nın dünyayı kusursuz yapmak isteyen planına karşı olan biriyle
ölümüne bir antlaşma yapıyor. Faust'un tutumuna üzüldüm, çünkü bence o denli
tek yönlü olmamalı ve çabucak kanmamalıydı. Daha zekice ve daha namuslu
davranabilirdi. Ruhu üzerine aldırmadan kumar oynarken ne kadar da çocuksu
davranmıştı! Faust'un biraz palavracı olduğuna kuşku yoktu. Trajedinin
ağırlığının ve öneminin Mefisto'nun üzerinde yoğunlaştığını düşünüyordum.
Faust'un ruhunun cehenneme gitmesi beni hiç üzmezdi. Hak etmişti çünkü. Sonunda
Mefisto'nun "aldatılmış şeytan" olması hiç hoşuma gitmedi. Her şey
olabilirdi ama aptal olamazdı. Ayrıca, küçük aptal meleklerin onu
kandırabilmesi de hiç mantıklı gelmiyordu. Mefisto çok farklı bir bağlamda
kandırılmış, o kişiliksiz geveze Faust, dalaveresini öbür dünyaya da taşıdığı
için söz verilen haklarını alamamıştı. Gerçi saflığı orada ortaya çıkıyordu
ama bence, aslında büyük gizemlerin derinliğine inme hakkını kazanmaya değer
bir şey de yapmamıştı. Ben olsam, ona, biraz cehennem ateşini tattırırdım.
Bence ana sorun, beni çok etkileyen Mefisto'ydu. Çok belirgin olmasa da
annelere özgü gizemle bir bağlantısı olduğunu sezinliyordum. Uzun lafın kısası,
Mefisto ve sondaki, aydınlanmaya başlama bölümü, bilinç dünyamı ucundan
kenarından etkileyen gizem dolu, olağanüstü bir deneyim olarak kaldı.
Sonunda,
kötülüğü ve onun evrensel gücünü görebilen insanların olduğunun kanıtını
bulmuş, daha da önemlisi, insanları karanlıktan ve acıdan kurtarmada oynadığı
gizemli rolü keşfetmiştim. Bu bağlamda, Goethe gözüme bir peygamber gibi gözüktü
ama Mefisto'yu basit bir üçkâğıtla başından savmasını da bağışlayamıyordum.
…
Zihnimde
bunu evirip çevirirken, aşağıda anlatacağım olayla başıma yumruk yemiş gibi
oldum: Nasıl olduysa beni ilgilendiren bir konuda bir kompozisyon yazmamız
istendi. Coşkuyla işe koyuldum ve özenle yazılmış ve başarılı varsaydığım bir
yazı yazdım. Beni çok ortaya çıkaracağı için en yüksek notu istemiyordum ama en
azından en yüksek notlardan birini alacağımı umuyordum.
Öğretmenimiz
kompozisyonları başarı sırasına göre sınıfta değerlendirirdi. İlk önce, sınıfın
birincisi olana döndü. Bu da doğaldı. Onunkini öbür öğrencilerin kompozisyonları
izledi. Sıramın gelmesini bekliyordum ama boşuna. "Bu zayıf öğrenci-
lerinkinden daha da kötü olamaz yazdıklarım. Nasıl olur? Acaba, "hors
corıcours" (yarışın dışında) muyum?" diye düşünüyordum. Bu
öbürlerinden iyice ayrı olmak ve çok kötü bir biçimde ilgi çekmek demek olurdu.
Bütün
kompozisyonlar bittiğinde, öğretmen, "Bir kompozisyon daha var. O da
Jung'un," dedi. "Tümünden iyi. Onu ilk okumam gerekirdi ama ne yazık
ki sahtekârlık yapmış. Bunları nereden çektin? Gerçeği itiraf et."
Öfke
ve dehşetle ayağa fırladım. "Kopya çekmedim. İyi bir kompozisyon yazabilmek
için çok uğraştım," diye haykırdım ama öğretmen, "Yalan söylüyorsun!
Böyle bir kompozisyonu dünyada sen yazamazsın. Kimseyi kandıramazsın. Şimdi
söyle bakalım. Bunu nereden buldun?" diye bağırdı.
Boş
yere suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalıştım ama öğretmen inadından vazgeçmedi.
Tehdit edercesine, "Bak, nereden kopya çektiğini bilsem, okuldan
atılırsın," dedi ve sırtını döndü. Sınıf arkadaşlarım bana garip bakışlar
fırlatıyorlardı. Dehşet içinde, "Ya, demek böyle!" diye
düşündüklerini anladım. Karşı çıkmalarıma kimse aldırmadı.
O
andan sonra, mimlendiğimi ve garip varsayılmamamdan kurtulmaya yarayacak tüm
yolların kapandığını anladım. Yüreğimden yaralandığım ve gururum çok kötü
kırıldığı için öğretmenden intikam almaya yemin ettim. Elime bir fırsat geçseydi
orman kanunlarını aratmayacak bir şeyler de olabilirdi. Kompozisyonu bir yerlerden
çekmediğimi ona nasıl kanıtlayabilirdim acaba?
Günlerce,
zihnimde sürekli buna yanıt aradım, ama hep buna gücümün yetmeyeceği sonucuna
varıyordum. Bana yalancı ve hırsız damgasını vuran saçma sapan, kör bir talihin
oyununa kurban gitmiştim. O güne dek anlayamadığım bazı şeyleri anladım,
örneğin, okuldaki durumumu öğrenmek isteyen babama, öğretmenlerden birinin neden,
"Orta bir öğrenci, ama çok gayret ediyor," demesini de. Oldukça aptal
ve yüzeysel buluyorlardı beni. Buna aldırmıyordum aslında. Kızdığım, kopya çekebileceğimi
düşünerek moralimi sıfıra indirmeleriydi.
Öfkem
ve üzüntüm denetlenemeyecek bir duruma geldi. Sonra, daha önceleri birkaç kez
kendimde fark ettiğim bir şey oldu. Gürültülü bir yerin üzerine ses geçirmez
bir kapı kapanmışçasına, ansızın içimde bir sessizlik oldu. Bir sorunun
yanıtını merak ediyordum ama artık soğukkanlılıkla. Kendime, "Ne oluyor?
Gerginsin anladık ama öğretmen aslında senin yapını anlayamayan aptalın biri.
Daha doğrusu, onu, senden de az anlayabiliyor. Bu nedenle, o da senin kadar
başkalarına güvenmiyor. Sen kendine ve başkalarına güvenmiyorsun ve bu nedenle,
zayıf, basit ve kolayca anlaşılan insanların tarafını tutuyorsun. İnsan
anlamadığı zaman telaşlanır," dedim.
Bunları
düşününce, ansızın, sine ira et studio,
o yasak düşünceye dalmak istemediğim zamanlarda, zorla düşünmeye itildiğim
birbiri ardına gelen düşüncelerle, bu düşüncenin benzeştiğini fark ettim. O
zamanlar henüz, birinci ve ikinci kişiliklerim arasında bir ayrım olabileceğini
düşünemiyordum. İkinci kişiliğimin dünyasını da, kişisel dünyamın bir parçası
görmeme karşın, çok derinlerde, arka planda bir yerlerde, benden başka bir
şeyin de bu işle bir bağlantısı olduğu duygusu beni hiçbir zaman bırakmadı.
Sanki bana, sonsuz evrenin ve büyük yıldız dünyasının soluğu dokunmuş ya da
çok uzun süre önce ölen ama zamana bağlı olmadığı için bugün de, çok uzak
gelecekte de var olacak bir ruh görünmeden odaya girmişti. Bu tür dönüm
noktalan, bir numenin başının üzerindeki ışık saçan halelere benzerler.
O
zamanlar, kuşkusuz, kendimi böyle ifade edebilmem olanaksızdı. Bilinç durumumda
o zamanlar olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek amacında değilim. Amacım o
zamanki duygularımı anlatabilmek ve şu andaki bilgimin yardımıyla, o yarı
karanlık dünyaya ışık tutabilmek.
Bir
süre önce anlattığım olaydan birkaç ay sonra, okul arkadaşlarım bana "Abraham
Baba" takma adını uygun gördüler. Birinci kişiliğimin bunu saçma ve gülünç
bulmasına ve nedenini hiç anlayamamasına karşın, çok derinlerde bu takma adın,
nedense çok uygun olduğunu sezinliyordum.
….
Bu
kaygılar benim, çok merak ettiğim için onun kitaplarım okumaya karar vermemi
önleyemediler. Elime geçirdiğim ilk yapıtı, "Zamansız Düşünceler"di.
Bu kitap beni çok heyecanlandırdı. Onun üzerine, “Böyle Buyurdu Zerdüşt"ü
okudum. Goethe'nin "Faust"u denli etkileyici bir deneyim oldu benim
için. Zerdüşt, Nietzsche' nin Faust'u ve 2 no'lu kişiliğiydi ve dağla pireyi
karşılaştırmak gibi olsa da, benim 2 numaram, Zerdüşt'ün yerini tutuyordu.
Zerdüşt ürkütücü ve maraziydi. Benim 2 numaram da mı öyleydi? Bu düşüncenin
bana verdiği dehşeti uzun bir süre itiraf etmemeye çalıştım fakat ikide bir,
durup dururken ortaya çıkıp soğuk terler dökmeme neden olduğu için sonunda beni
kendimle yüzleşmek zorunda bıraktı. Nietzsche 2 no'lu kişiliği, yaşamının
sonuna doğru, orta yaşı geride bıraktığında keşfetmişti. Oysa ben,
çocukluğumdan beri biliyordum. Nietzsche ad verilmemesi gerekli olan bu
şeyden, yani Arrheton'dan, doğalmışçasına, biraz bilinçsizce ve fazla dikkat
etmeden söz ediyordu. Bu durumun sorunlara yol açacağını zamanında sezinlemiştim.
Nietzsche öylesine parlak biriydi ki, neler olabileceğini hiç hesaba katmadan
henüz gençken bir profesör olarak Basel'e gelmişti. Üstün zekâsıyla, bir şeylerin
eksik olduğunu zamanında fark etmesi gerekirdi. Ürkütücü yanılgısı, 2 no'yu,
hiç kuşku duymadan, böyle şeylerden hiç haberi olmayan ve hiç anlayamayacak bir
dünyaya korkusuzca salıvermesiydi. Çocukça bir umutla, güçlü heyecanlarını
paylaşabilecek ve tüm değer yargılarının ötesine geçtiğini kavrayabilecek
insanlar arıyordu. Oysa, düşündüğünden şaşmayan iyi eğitim görmüş insanlar
buldu. İşin trajikomik yönüyse, onun da onlardan biri olmasıydı. Öbürleri gibi
o da, söze dökülemeyecek gizeme balıklama atıldığında kendini anlayamadı ve
Tanrı'nın terk ettiği coşkusuz bir topluluğa, bu deneyiminin övgülerini
yağdırdı. Sözcüklerin bombardımanı, mecazların üst üste yığılması ve bir
ilahiyi dinlercesine kendinden geçmeleri, tümü, birbirleriyle bağlantısı
olmayan gerçekler uğruna ruhunu satmış bir dünyanın kendisine kulak vermesini
sağlamak içindi ve kendi deyimiyle "ip cambazı", başa çıkamayacağı
denli derin bir uçuruma yuvarlandı. Bu dünyanın acemisiydi ve saplantıları
olduğu için ancak çok dikkatli davranılarak başa çıkılabilen bir insana
benziyordu. Tanıdıklarım ve arkadaşlarım arasında Nietzsche'nin düşüncelerini
onayladıklarını açıkça söyleyen yalnızca iki kişi biliyorum. İkisi de
eşcinseldi. Biri sonunda intihar etti, öbürü de anlaşılamamış bir dâhi olarak
yitti gitti. Öbür arkadaşlarımsa, zaten bağışıklıkları olduğu için Zerdüşt
konusunda hiç şaşkınlığa uğramadılar.
Faust
bana bir kapıyı açtıysa, Zerdüşt de başka bir kapıyı kapattı ve bu kapı uzun
süre kapalı kaldı. İki ineğinin de büyü yüzünden aynı yulara girişini gören yaşlı
köylüye dönmüştüm.
İnsanların
bildiği şeylerden söz etmedikçe bir yere varılamayağını anlamıştım. Zayıf bir
insan, karşısındakilere bilmedikleri bir konuyu anlatmanın ne denli büyük bir
hakaret olduğunu anlayamaz. Bu insanlar, böyle bir şeyi yalnızca yazarlar, gazeteciler
ve ozanlar yaparsa hoş görebilirler. Yeni bir düşüncenin ya da eskisine oranla
değişik olan bir yaklaşımın ancak gerçeklerle iletilebileceğinin farkına
varmıştım. Gerçekler kalıcıdır, silip atılamazlar ve er geç biri onlarla
karşılaşır ve ne bulduğunun bilincine varır. Daha iyi bir şeylerin
gereksinmesi nedeniyle konuştuğumu ve sahip olmadığım kanıtları ortaya
koymamam gerektiğini biliyordum. Elimde somut hiçbir şey yoktu. Giderek
deneyimin gerekliliğine inanıyor, filozofları deneyimi göz önünde bulundurmadan
çene yordukları için suçluyordum. Kanıtlarla yanıt verecekleri yerde
susuyorlardı. Bu bağlamda, tümü sulandırılmış dinbilimcilere benziyorlardı.
Bana, öyle ya da böyle, elmas vadisinden geçip hiç kimseyi, kendim de dahil olmak
üzere, aldığım örneklerin çakıl taşlarından öte şeyler olduklarına inandıramazmışım
gibi geliyordu.
Bunlar
1898 yılında, tıp adamı olarak mesleğimi daha ciddi bir biçimde düşünmeye
başladığım döneme rastlıyor. Kısa bir süre sonra, ihtisas yapmak gerektiğine
karar verdim. Ya cerrah ya da dahiliyeci olacaktım. Anatomide özel bir eğitimim
olduğu ve patolojiyi tercih ettiğim için cerrahiye daha yatkındım ve büyük bir
olasılıkla parasal sorunlarım olmasaydı cerrah olurdum. Baştan beri,
okuyabilmek için borçlanmak zorunda kalmam beni çok üzüyordu. Bitirme
sınavları biter bitmez ekmek paramı çıkarmak zorunda olduğumu biliyor ve bir
kliniğe oranla daha kolay, maaş alabileceğim bir asistanlık bulabileceğim taşra
hastanelerinden birinde çalışmayı umut ediyordum. Üstelik, kliniklerde iş
bulabilmek genelde klinik şefinin desteği ve sana duyduğu kişisel ilgiye
bağlıydı. Popülaritemin tartışılabilirliği ve insanlarla sık sık yabancılaşma
yaşadığım için bu konuda şansın bana güleceğini düşünmeye bile cesaretim yoktu.
Bu nedenle yerel bir hastanede mütevazı bir işe çoktan razıydım. Ondan sonrası,
çok çalışmama, yeteneklerime ve becerime bağlıydı.
Oysa,
o yaz tatilinde, kader beni çok etkileyecek bir oyun oynadı. Bir gün odamda
ders çalışıyordum. Kapı aralıktı. Annemin örgü ördüğü yandaki yemek odasında,
babamın büyükannesinin çeyizinden kalma yuvarlak bir ceviz masa vardı. O tarihlerde,
aşağı yukarı yetmiş yıllık olmalıydı. Annem, masadan aşağı yukarı bir metre
ötede, pencerenin kenarında oturuyordu. Kardeşim okuldaydı. Hizmetçi de mutfakta.
Ansızın silah sesine benzer bir ses duydum. Yerimden fırlayıp patlama sesinin
geldiği yan odaya koştum. Annemi neye uğradığını şaşırmış, koltukta oturur buldum.
Örgüsü yere düşmüştü. "Ne, ne oldu?" diye kekeleyerek sordu.
"Gürültü tam yanımda oldu." Masaya bakıyordu. Baktığımda ne olduğunu
gördüm. Masa ortasından kenarına doğru çatlamıştı. Ek yerlerinden birinden
değil de, tahtanın tam ortasından. Şaşırıp kaldım. Böyle bir şey nasıl oluyordu?
Yetmiş yıldır kuruyan ağaç, oranın iklimsel özelliği olan oldukça nemli havada
nasıl çatlamıştı? Soğuk ve kuru bir kış gününde, ancak yanan bir sobanın
yanında dursaydı bu olabilirdi. Böyle bir patlamanın nedeni neydi? "Bazen
çok garip kazalar olabiliyor," diye düşündüm. Annem karanlık bir ifadeyle
başını salladı. 2 no'lu sesiyle, "Bunun bir anlamı var," dedi.
İstemediğim halde etkilendim. Söyleyecek bir şey bulamamam beni rahatsız etti.