14 Mayıs 2011 Cumartesi

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER III

(...)

Aforizmalar

I
Namuslu bir kadın, esas olarak evli bir kadındır.
II
Namuslu bir kadın, kırkının altındadır.
III
Verdiklerinin karşılığını alan evli bir kadın, namuslu değildir.
(...)         
VI
Yirmi bin liralık gelir elde etmiş bir adamın karısı namusludur; adam, bu serveti hangi yoldan elde etmiş olursa olsun.
(...)
VIII
Namuslu bir kadın, para konusunda âşığına hiçbir şekilde yük olmayacağını davranışlarıyla sezdirmelidir.
(...)
X
Bir bankacının karısı, her zaman namuslu bir kadındır; ama bir tezgâhın arkasına geçmiş olan bir kadın, kocası çok para kazan­dığı ölçüde ve dükkânın üstündeki katta oturmamak koşuluyla na­musludur.
XI
Bir piskoposun evli olmayan kız yeğeni, onunla birlikte oturuyorsa, namuslu bir kadın olarak kabul edilebilir, çünkü bir dolap çevirecek olursa, amcasına kül yutturmak zorundadır.
XII
Namuslu bir kadın, saygınlığının zedelenmesinden çekinilen kadındır.
XIII
Bir sanatçının karısı her zaman namusludur.
(...)


DÜŞÜNCELER IV

Erdemli Kadın Üzerine

Sorun belki de ne kadar erdemli kadın bulunduğunu bilmek­ten çok, namuslu bir kadının erdemini koruyup koruyamayacağını bilmektir.
Bu kadar önemli bir noktayı daha iyi aydınlatabilmek için, er­kek milletine kısaca bir göz atalım.
Bu milleti oluşturan on beş milyon erkekten, önce omurgasın­da otuz iki omur bulunan dokuz milyon İkielli'yi çıkarıp fizyolojik çözümlememize konu altı milyon erkeğin var olduğunu kabul ede­lim. Marceau'lar, Massena'lar, Rousseau'lar, Diderot'lar ve Rollin'ler, mayalanma halindeki toplumsal küspe içinde çoğu kez bir­denbire filizleniverirler; ama biz burada bile bile bazı hatalar yapa­cağız. Bu hesap hataları bütün ağırlığıyla sonucu etkileyeceği gibi, halkımıza özgü tutkuların mekanizmasının perdesini aralayacak olan korkunç sonuçları da destekleyecek.
Altı milyon ayrıcalıklı erkekten, üç milyon yaşlı ile çocukları çıkaracağız.
Bu eksiltme, kadınlarda dört milyonu bulmuştu, diyeceksiniz. Bu fark ilk bakışta size garip gelebilir, ne var ki doğrulanması da zor değil.
Kadınların ortalama evlenme yaşı yirmi birdir; kırk yaşına gel­diklerinde de aşktan meşkten ellerini eteklerini çekerler.
Oysa on yedi yaşında bir delikanlı, evlilik sözleşmelerinin par­şömenlerine, özellikle en eski olanlarına çakısıyla böbürlene böbürlene delikler açabilir; rezaletlerin kayıtlarını tutanlar böyle söy­lüyorlar.
Elli iki yaşına gelmiş bir erkekse, o yaşında, daha önce oldu­ğundan çok daha tehlikelidir. Yaşamının o güzel çağında, kendisi­ne o zamana kadar pahalıya mal olmuş deneyimini ve elde ettiği serveti kullanmaya bir anda kalkabilir. Kendisini kıskacına alan tutkular, yaşayabileceği son tutkular olduğu için acımasızdır, güç­lü bir akıntıyla sürüklenen birinden farkı yoktur ve önüne çıkan yeni filiz vermiş ilk yeşil, körpe söğüt dalına yapışır.

XIV
Fiziksel olarak, erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından daha uzun sürer.
Evlilik açısından, erkeğin aşk yaşamıyla kadınınki arasında demek ki on beş yıllık bir fark vardır. Bu süre, bir kadının sadakatsizlikleriyle kocasını kahretme süresinin dörtte üçüne denk düşer. Bu arada, erkek milletinden yaptığımız eksiltmeden geriye kalan bölüm, kadın milletinden yaptığımız eksiltmeye oranlandığında, en çok altıda birlik bir fark oluşturur.
Yaptığımız hesaplarda büyük bir alçakgönüllülükle davrandı­ğımız açık. Nedenlerinin de, yalnızca doğrulan sergilemek ve her türlü eleştiriyi göğüslemek olduğu meydanda.
Dolayısıyla Fransa'da yaşları en az on yedi, en çok elli iki ara­sında üç milyon yüzer gezer bir erkek kitlesi bulunduğunu, bunla­rın hepsinin kanlı canlı, sağlam dişli, dişlemekte kararlı, dişleyen ve cennete giden yolda sağlam ve kararlı adımlarla ilerlemek iste­yen insanlar olduğunu hesabı kitabı en zayıf filozoflara bile kanıt­lamış bulunuyoruz.
Daha önce yaptığımız gözlemler, bir milyon kocayı bu kitle­den düşme hakkını bize veriyor. Bunların bir an için, daha önce betimlediğimiz örnek-koca gibi doyum içinde ve her zaman mutlu olduklarını, karılarının kendilerine verdikleri aşkla yetindiklerini varsayalım.
Ama geriye kalan iki milyonluk bekâr kitlesinin, aşk yapmak için üç kuruşluk gelire hiç de gereksemesi yoktur.
Bir erkeğin, kocanın resmini duvardan indirtebilmesi için, sağ­lıklı olması yeterlidir.
Yakışıklı, yapılı olması da gerekmez.
Bir erkek espriliyse, kibar görünüşlüyse, işini de biliyorsa, ka­dınlar onun nereden çıktığını değil, nereye varmak istediğini so­rarlar yalnızca.
(...)
XV
Moral olarak, bir erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından da­ha uzun sürer.
(...)
XVI
Töreler, ulusların ikiyüzlülüğüdür; bu ikiyüzlülük az ya da çok yetkin olabilir.
XVII
Erdem, belki de bir ruh inceliğidir yalnızca.
Fiziksel aşk, açlığa benzer bir gereksemedir, şu farkla ki erkek durmadan tıkınır; aşk konusundaki iştahı da, masa başındaki işta­hı kadar sürekli ve düzenli değildir.
Bir parça kuru ekmek, bir testi su bütün insanların açlığını bastırır; ne var ki uygarlığımız bir de gastronomi denen şeyi yarat­mıştır.
Kuru ekmekle su aşkta da vardır, öte yandan sevme sanatı de­nen şey de vardır ki biz onu, bu bilim dalının doğduğu yer olan Fransa'da konuşulan dilde kullanılan o sevimli sözcükle, "coquet , terie" (cilve, işve, gönül avcılığı) sözcüğüyle tanımlıyoruz.
Ne var yani, insanın, yaradılışında bulunan değişik yiyecekler tatma gereksemesinin ne ölçüde tutsağı olduğunu, en ilkel ülkelere gittiklerinde bile yolcuların alkollü içecekler ve tadılacak yemekler keşfettiklerini şöyle bir düşünecek olsalar, bütün kocaların beti benzi atmaz mı?
Ama mide açlığı, aşk açlığı kadar şiddetli değildir; ruhun kap­risleri, gastronomininkilerden çok daha fazla, daha rahatsız edici, yol açtığı taşkınlıklarsa daha az rastlanır cinstendir; şairler ve tanık olduğumuz olaylar, bekâr insanlarımızı aşkın korkunç bir güçle donattığını gözler önüne sermiştir: Onların, kendilerine parçalaya­cak av arayan İncil aslanlarından farkı yoktur.
Burada, herkes kendi bilincini sorgulasın, anılarını tazelesin ve kendi kendine, tek bir kadının aşkıyla yetinmiş bir erkeğe şimdiye kadar rastlayıp rastlamadığını sorsun!
XIX
Kadınların erdemliliği belki de bir mizaç sorunudur
XX
En erdemli kadınlarda bile, dürüst olmayan bir yan vardır.
XXI
"Zeki bir erkeğin metresinden kuşkulanması anlaşılır bir şey­dir; ama karısından!... Bunu yapmak için çok akılsız olmak gere­kir."
XXII
"Erkekler, bir kadınla birlikte olduklarında, onlar hakkında ez­bere bildikleri şeylerin en azını bile anımsayacak olsalar, çok mut­suz olurlardı."

Boyalı Kuş / Jerzy Kosinski

Değirmencinin karısı, kocasına saldırdı. Bağırıp hıçkırıyordu. Fırının üstünde içi geçen dişi kedi sıçrayarak uyanmış, korkan erkek kedi masanın altına kaçmıştı. Bir tekmede karısını yuvarlayan değirmenci bıçakla patatesin çürüklerini ayıklarcasına kaşığını genç çocuğun gözüne soktu, yuvasında çevirdi.
Kabuğundan çıkan yumurta sarısı gibi dışarı fırladı göz, parmaklarının arasından kayıp tahtaların üzerine yuvarlandı. Genç yanaşma haykırıyor, ama değirmenci gırtlağını bırakmıyordu. Kanlı kaşığı öbür göze de sokup onu da çıkardı aynı şekilde. Göz, bir an, incecik bir sinirle zavallının yanağı üstünde asılı kaldı. Sonunda, gömleğiyle pantolonunun üstünden yuvarlanıp yere düştü.
Bu inanılmayacak olay birkaç saniye sürmüştü. Birden gözlerin hemen yuvalarına yerleştirilebileceği umudu doğdu içime. Değirmencinin karısı korkunç bir çığlıkla çocuklarının uyuduğu yan odaya koştu. Çocuklar da uyanmış haykırıyorlardı.
Yanaşma susuyordu şimdi. Elleriyle kapadı yüzünü. Parmaklarının arasından oluk gibi kan akıyor, kollarından süzülüp gömleğiyle pantolonuna iniyordu. Yerinden kımıldamayan köylü, onu ne hale soktuğunu bile düşünmeden pencereye itti. Zavallı çocuk tökezledi, masaya çarparak bağırdı. Değirmenci onu omuzlarından yakalamıştı. Kapıyı açtı ve avluya yuvarladı. Köpekler havlamaya başladılar. Oynamayan bakışlarıyla beni çeken, yuvalarından sökülüp alınmış yerdeki gözlere yaklaştım. Çekingen adımlarla kediler de yaklaşmışlardı gözlerin yanına. Yerdekileri bilyeye benzetip oynamaya başladılar iki et parçasıyla. Gaz lambasının ışığında, kendi gözlerinin bebekleri bile ufalmıştı. Ölü gözleri itiyor, kokluyor, yalıyor, birbirlerine dostça yuvarlıyorlardı. Yepyeni bir hayat kazanmıştı sanki bu gözler.
Değirmenci olmasa dayanamaz alırdım gözleri. Hâlâ gördüklerinden emindim. Onları cebimde gizler, zaman zaman çıkarıp kendiminkilerin üzerine koyup iki kez daha iyi görürdüm. Belki bu gözleri başımın arkasına da bağlayabilirdim. Bilmem nasıl, ardımda olup bitenleri bir yol bulup gösterirlerdi herhalde bana. Daha iyisi gözleri evde bırakırdım bir yere giderken. Dönüşümde, evde olup bitenleri anlatırlardı bana.
Kimbilir, belki kimseye yararlı olmak istemiyorlardı. İsteseler kedilerin pençesinden kurtulup kapının altından kaçabilirlerdi. Tarlalarda, ormanlarda, göllerde gezer, kuşlar gibi özgür, çevrelerinde olup bitenlere bakarlardı. Özgür olduklarından hiç ölmeyecek, kolayca gizlenip insanları gözleyebileceklerdi.
Kapıyı yavaşça kapatıp gözleri ele geçirmeye karar verdim. Ama değirmenci iki kedinin oyununa kızmıştı. Onları tekmeyle kovup iki gözü de ayaklarıyla ezdi. Kaim tabanın altında bir şey çıtırdadı. Yerde beyazımsı bir pelte kalmıştı şimdi. Bir hazine yitirmenin üzüntüsü içindeydim. Bana dikkat bile etmeyen değirmenci iskemlesine çöktü, yavaş yavaş, sallanarak uyudu.
Gürültüsüz kalktım, kanlı kaşığı yerden aldım, safrayı toplayıp odayı düzene koydum. Değirmencinin evinde yapmam gereken işlerden biri de buydu. Yeri süpürürken ezik gözlere dokunmadım. Onları ne yapacağımı bilemiyordum. Sonunda onları da faraşa itip sobanın içine attım.
Ertesi sabah erkenden uyandım. Alt kattan değirmenciyle karısının horultuları geliyordu. Bir torba yiyecek hazırladım kendime. Komef'ime korları doldurdum, köpeği de bir parça sosisle atlatıp değirmenden kaçtım.

13 Mayıs 2011 Cuma

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER II

Evlilikle İlgili İstatistik

(...)

Gerek bizim, gerekse bu kitabın ulaşmayı amaçladığı kişiler için kadın, insan soyunun nadide bir türüdür. İşte size bu türün belli başlı fizyolojik özellikleri:
Bu tür, altının sağladığı güç ile uygarlığın moral sıcaklığı saye­sinde erkeklerin özel özenle yetiştirip geliştirdiği bir türdür. Cildi­nin akça pakçalığı, duyarlılığı ve yumuşaklığıyla önceki türden ayırt edilir. Doğal eğilimi onu hayranlık uyandıran bir temizliğe iter. Parmakları, tatlı, yumuşak ve güzel kokulu olmayan şeylere do­kunmaktan tiksinir. Beyaz kürkünün lekelendiğini görecek olsa, kakım gibi, üzüntüden kahrolup ölebilir. Saçlarını parlatmaya, on­ların çevreye, insanları kendinden geçiren kokular yaymasını sağ­lamaya, pembe tırnaklarını fırçalamaya, onları hilal biçiminde kes­meye, nazik uzuvlarını sık sık temizlemeye bayılır. Geceleri, en yu­muşak tüylü kumaşların üstünde olmaktan hoşlanır yalnız; gündüzleriyse, sert tüylü divanların üstüne yayılmayı sever; yatay ko­numa geçmek en çok hoşlandığı şeylerden biridir. Sesi, insanın içi­ne işleyen yumuşaklıkta, zarifliktedir. İnanılmaz bir rahatlıkla ko­nuşur. Zahmetli hiçbir işe girişmez; yine de, gözle görülür zayıflı­ğına karşın, bazı yükleri mucizevi bir kolaylıkla yerinden oynatmayı, taşımayı başarır. Güneşin parlak ışınlarından fellik fellik ka­çar, dahice yöntemler kullanarak kendini bu ışınlardan korur. Yü­rümek, onun için yorucu bir iştir; yemek yer mi? Bu bir gizdir. Öte­ki türlerin gereksemelerini paylaşır mı? Bu da soru işaretidir. Aşırı meraklı olduğundan, kendisinden en küçük bir gizi saklayan kişi­nin bile tuzağına düşebilir, çünkü aklı sürekli olarak bilmediği şey­lerdedir. Sevgiye tapar, sevdiğinin hoşuna gitmeyi düşünür yalnız­ca. Sevilmek tüm davranışlarının, arzu uyandırmak tüm hareketle­rinin amacıdır. Aklı fikri, çevresinde ışıl ışıl parlamakta olduğu için ancak zarif ve ince çevrelerde hareket eder. Hintli genç kızlar, Tibet keçisinin yumuşak tüylerini, Tarare, incecik tüllerini onun için dokur; Brüksel, mekiklerini en saf ve en ince keten iplikler ara­sında koşturup durur; Visapour, onun için dünyanın öbür ucunda­ki parlak taşları elde etmeye çalışır; Sevres, beyaz kilini altın yal­dızla onun için kaplar. Gece gündüz demez, yeni süsler, takılar dü­şünür; yaşamını giysilerini kolalamakla, söküklerini dikmekle geçi­rir. Doğruluğuna inanmasa da, övgüleri gururunu okşayan, duy­dukları arzu kendisine çekici gelen yabancılara parlak ve taze gö­rünmeye bayılır. Kendi bakımına ayırdığı, kendini zevke bıraktığı saatleri, en tatlı ezgileri söyleyerek geçirir; Fransa ve İtalya, nefis konçertolarını onun için yaratır; Napoli, yaylı sazlarına o uyumlu ruhu onun için verir. Sonuçta bu tür, dünyanın kraliçesi, arzuların kölesidir. Evliliğe, sonunda güzel bedenini bozacağından korksa da, mutluluk vaat ettiği için razı olur. Çocuk sahibi olursa, bunu yalnızca rastlantıyla yapar; büyüdüklerinde de onları gözlerden saklar.

(...)

Kadının yaşamında, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan üç dö­nem vardır: Bunlardan ilki beşikte başlayıp evlenme çağında biter; ikincisi, kendini evliliğe verdiği süreyi kapsar; üçüncüsüyse, kritik yaşa gelmesiyle başlar ki bu dönemde Doğa, tutkularının sona er­mesi gerektiğini oldukça kaba biçimde ona ihtar eder. Bu üç yaşam çevresi süre bakımından çok az farklarla eşit uzunlukta olduğun­dan, belirli sayıdaki kadın topluluğunu eşit olarak böler. Böylelik­le, altı milyonluk bir kadın topluluğu içinde, araştırılıp ortaya çıka­rılması bilginlere düşen bazı küçük gruplar dışında, bir-on sekiz yaş arasında iki milyon kız, on sekiz yaşın üzerinde, kırk yaşın altında iki milyon kadın, bunların dışında da iki milyon yaşlı kadın vardır. Dolayısıyla, evlenme çağında bulunan iki milyon kadın; Toplumsal Durum'un kaprislerine bağlı olarak üç büyük kategoriye ayrılır. Bunlar, yukarıda açıkladığımız nedenlerle kızlıklarını koruyan kategori; erdemli olup olmadıklarına kocalarının pek al­dırmadığı kategori ve bizim üzerinde duracağımız, toplum içinde yasal konumda bulunan bir milyon kadının oluşturduğu kategori­dir.
Kadın milletinin bu oldukça doğru bölümlenmesi sonuçla bi­ze, Fransa'da yaklaşık bir milyon beyaz kuzucuktan oluşan bir sü­rü bulunduğunu gösteriyor ki bu ayrıcalıklı ağıla bütün kurtlar göz dikmiş durumda.
Tülbentten süzülmüş bu iki milyon kadını bir başka elekten daha geçirelim.
Bir kocanın, karısına duyması gereken güveni daha iyi değer­lendirebilmek amacıyla, bu kadınların hepsinin kocalarını aldata­cağını bir an için düşünelim.
Bu varsayımda, yukarıda sayıca belirtilmiş kadınların yaklaşık yirmide biri kadarını, yeni evlenmiş ve yaptıkları evlilik sözleşme­sine belirli bir süre sadık kalacak genç kadınları düşmemiz uygun olacaktır.
Yirmide birlik bir başka bölümü de hasta kabul edeceğiz. Bu oran aslında, insanların çektikleri hastalık acılarını hafife almak olacaktır, ama neyse.
Söylendiğine göre, sağlık dışı kabul edilebilecek bazı durum­lar, örneğin çirkinlik, rahatsızlıklar, gebelikler, erkeğin kadın kal­binde kurduğu tahta zarar verirmiş; bu gibi durumların da yirmi­de birlik bir bölüm oluşturduğunu düşünelim.
Evli bir kadının kalbinde, kocasını aldatma düşüncesi, sıkılmış bir tabanca kurşunu gibi bir anda uyanmaz. Yine de ilk görüşte duyulan sempatinin kadınlarda duygular uyandırdığı, ailelerde görülen sadakatsizliklerin toplam sayısının, bu duygulanmanın yol açtığı çekişmeler sonunda kocanın ne ölçüde gözden düştüğü­ne bağlı olduğu varsayılabilir. Bu çekişmeyi sürdüren kadınların sayısını, doğuştan savaşçı olan bir ülkede, toplam kadın sayısının yirmide biri olarak kabul etmek, Fransa'daki edepli kesime nere­deyse kara çalmak olur; öyleyse bazı hasta kadınların âşıklarını yatıştırıcı ilaçlarla ellerinde tuttuklarını, öte yandan, gebelikleri iki yüzlü bazı bekâr erkekleri gülümseten kadınların da bulunduğunu varsayacağız. Böylelikle de erdemleri için savaşan kadınların ede­bini kurtarmış olacağız.
Yine aynı düşünceyle, âşığı tarafından terk edilen bir kadının hemen bir yenisini bulduğunu düşünmeye kalkışmayacağız; bu ne­denle gözden dilden erkeklerin sayısı zorunlu olarak bir öncekin­den daha düşük olduğundan, bu durumdaki kadınların sayısını kırkta bir olarak kabul edeceğiz.
Bu eksiltmeler, evlilik inancına saygısızlık eden kadınların sa­yısını belirlemek köz konusu olduğunda, bu kitleyi sekiz yüz bine düşürecektir.
Bu durumda, bu kadınlarımızın erdemli oldukları düşüncesini kim korumak istemez ki? Ülkemizin çiçekleri değil midir bu kadın­lar? Hepsi taptaze, çekici, akıl karıştıracak güzellikte, gençlikte, canlılıkla, aşk dolu değiller mi? Onların erdemliliğine inanmanın, bir tür toplumsal dine inanmaktan farkı yoktur; çünkü onlar dünyanın süsü, Fransa'nın medarı iftiharıdırlar.
Demek ki,
kocalarına sadık kadınların sayısını, erdemli kadınların sayısını
bu bir milyon kadın arasında aramamız gerekiyor.
Bu araştırma ve bu iki kategori, uzun Düşünceler'in kaleme alınmasını gerektiriyor ki bunlar bu araştırmanın eklerini oluştura­cak.
(...)

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena



XXXVII
Hıristiyanların Allahı çarmı­ha gerildi ve öldü. Dirileceği zamana kadar, Allahsız kalan onlar, bir başka Allah aradılar, ve onun yerine ilim ve medeni­yeti buldular; Museviler, Allahlarını yalnız kendilerine malederek, başka milletleri Allahsız bı­raktılar. Ve bu Allahın inayetile Allahsız beşeriyeti soymıya mu­vaffak oldular. Zavallı Müslüman­lar ise, Allahlarını kâinata tak­sim ettiler; ve bu cömertlikten kendileri de Allahsız ve kuvvet­siz kaldılar. İşlerini, hareketle­rini bu ne olduğu belli olmıyan kuvvete bağlıyanlar da o Müslü­manlar gibi, işsiz ve hareketsiz­dirler. Kari, sana, Allahını mil­let, ibadetini inkılâp teşkil eden bir din sunuyorum. Bu din, öte­kiler gibi hareketsiz değildir, öte­kiler gibi, mükâfat ve mücazatını ölümden sonra değil bu dün­yada gözlerimiz açık ve kafamız işlerken veren bir dindir. Bu di­nin havarileri etrafındadır. Bu yolun yolcularına karışabildi­ğin gün, caddeler senin ismin­le anılacak, şehirlere senin adın takılacak, anneler yavrılarına, sana  benzesin diye senin ismini verecek... Her ağızda sen, her gönülde sen yaşıyacaksın, işte o vakit sen bütün bir millet ola­caksın ve bütün bir millet sen olacaktır...

XXXVIII
Buda, Musa, İsa ve Muham­met... Hep insanların ıztırabını kaldırmak ve onları kardeş yap­mak için uğraştılar. Onlar mak­satlarını iyi anlatamadılar, ve on­ların maksatlarını iyi anlayamıyanlar, bu kardeşliğin boğuşu­larak elde edileceğini sandılar. Peygamberler avama hitabettikleri için, esrarlı bir dil kullandılar; . zira, insanlar anlattıkları şeyler­den ziyade anlıyamadıklarına hayran olurlar. Ve meçhulün ar­kasından koşmaktan hoşlanırlar. İnkılâpçının, insanlığa yeni bir ülkü getirenin anlaşılmıyacak tarafları  vardır diye düşünenler sonuna kadar papazlıktan ve kâ­hinlikten kurtulamıyacaklardır. Dahiler ve inkılâpçılar güneş gibi aydınlık, ışık gibi vazıhtırlar. Onlar bir billur gibi her taraftan aynı parlaklıkla kendilerini gös­terirler. Kehanete kalkışan zaval­lılar, inkılâpçının, dehanın bu şa­şaasından gözleri kamaşan zaif ruhlu  insanlardır.

CIII
Bana ilmin ve sanatın takdir edilmediğinden bahsediyor; ve bu takdirsizlik yüzünden çalışamadığını ve yeis içinde olduğunu söylüyor­sun. Genç okuyucul Etrafımızdaki insanlar, bizi takdir etmek, beğen­mek için yaratılmış değildirler. Sen beğenilecek bir iş yaptığın gün bile alkıştan ve aferinden mahrum kalabilirsin. Ne kadar büyük ilim ve sanat dehaları, nankör, ve ku­rak devirlerde yetiştiler ve ne bü­yük açlık ve hakaret içinde mahvoldular. Onları zamanları değil biz takdir ediyoruz. Fakat onlar yine çalıştılar. Kısır ve kurak alan­lara hayat vermek için, bu günü ve kendini değil yarını ve bizimki­leri düşüneceksin!

CIV
Bir çocuk, evvelce içine et konmuş bir kâğıt parçasını paket yapmış ve sokağa atmıştı. Oradan bir köpek geçti. Kokuyu alır almaz, paketi açmak için uğraştı. Fakat içinde bir şey bulamadı ve bir az ileride uludu. Çocuk pencereden bu hale gülüyor ve köpek emekle­rinin  boşa gittiğine ağlıyordu. Bir
çok işler karşısında   âciz  adamın, hazır lokma   arayan adamın   hali, bu köpeğinkinden farklı değildir.

CV
İnsan kendinden kuvvetlilerinin zencirlerile bağlanan bir hayvandır. Bir toprakta bu zencire katlanama­yanlar, ne kadar çoksa, üstün in­sanlarda o kadar çoktur. Köle ruhlu insanlar için, kendi canlarını ve mevkilerini, efendilerinin arzu­suna itaatle muhafaza edenler için her emreden şey tabiatten ve in­sandan üstünmüş gibi görünür

CVI
Bir kadının ve bir kedinin yü­züne ve saçlarına yaptığı gibi, sen de ruhunu temizleyeceksen, güzelleştireceksen; vücudunun lezzetlerini sevdiğine damla damla ve parça parça tattıran bir kadın gibi, sen de, yerinde ve lâyık olanlara eyilik ve temizlik cevherlerinden dağıta­caksın. Fakat sakın hepisini birden bağışlama. Sonra cazibenin bütün hazinelerini boşaltmış bir kadın gibi terkedilirsin ve başkalarına sunacak bir hediyen kalmaz...

CVII
Sükûtu altın sananlar, nasıl ve nerde haykırmak gerekli oldu­ğunu bilmeyenlerdir. Sükût, âciz ve korkakların müdafaa vasıtasıdır. Bunun gayesi merhamet dilenmek­ten ibarettir. Bir toprakta sükût edenler çoğaldıkça, kanuna, ahlâka ve haklara tecâvüz edenler çoğalır. Dilinin belasına uğrayanlar, dilsiz­ler tarafından şehit edilmiş demek­tir.

CVIII
Yeni ve büyük işler hazırlamak için inzivaya çekilmek iyidir. Fakat münzevi insan, daima korkunçtur" Zira bunlar ya bizi beğenmiyorlar veya bizden değildirler.

CIX
İki cihanda sükûn ve asayişi temin etmek isteyenlerin düsturu " dostlarımıza mürüvvette bulun­mayı ve düşmanlarımıza müdarayı, tavsiye ederler. Bu ancak kuvvetli düşman ve zaif dostlar için doğru­dur. Düşman ezilmesi gerekli olan ve dost elimizi uzatmamız icap eden kimselerdir. Elverir ki dostla­rımızı ve düşmanlarımızı iyi ayırt edelim.

CX
Güzelim, zenginim ve sıhhatli­yim, diyorsun. Bunlardan hangisi senin eserindir? Taşıdığın eyi kabi­liyetler bile senin değildir. Bunlar daha evvelkilerin sana bıraktıkları miraslardır. Çirkin, sıhhatsiz. kabi­liyetsiz ve fakir de doğabilirdin. Ördeğin tavuk doğmadığı için kü­mes hayvanları içinde öğünmeye hakkı yoktur. Öyle bir şeyle öğün ki, o senin alın terin ve senin göz ışığının eseri olsun.

CXI
Bazan, oturdukları sandayalarla öğünen insanlara acıyorum. Onların oturduğu yerlerden kaç uşak ruhlu insan daha gelip geçmiştir. Masa­lar, lâyık oldukları insanları bulmadıkça imrenilen değil iğrenilen bir şey olurlar.

CXII
Kadın, su ve ateş gibi bir ni­met, su ve ateş gibi bir âfettir Su ve ateş iyi ve kötü işlerinin nasıl farkında değillerse kadınlarda yap­tıkları tesirin öylece farkında de­ğildirler. Dişiliklerini öğrenmiş olan kadınlar ise, bir üçüncü cinsten­dirler.

CXIII
Yalancı anlatmaya başlarken çekingen ve korkaktır. Bizim sabır ve nezaketimiz ona bir az daha cesaret verir ve kendisini anlaya­madığımızı zannederek yalanlarını küstahlık derecesine kadar yüksel­tir. O, kendi izzeti nefsi için duy­duğumuz saygının da farkında de­ğildir. Anlaşılıyor ki yalancıların muvaffakiyeti bizim sabır ve nezaketimizdendir.

CXIV
Tanıdığımız biri öldüğü zaman içimizde garip bir korku uyanır. Onun sağlığındaki ihtiraslarını, iyi­lik ve fenalıklarını hatırlayarak kendimize, bir hikmet dersi çıkarı­rız. Ve işte nihayet, her şeyin so­nunda bize kalan şeyin iyi bir ha­tıradan ibaret olduğunu söyliyerek zavallı ölünün sağlığındaki hum­malı faaliyetlerine acır ve onların boşa gittiğine inanırız. Şarkı dol­duran milyonlarca insan, bir ölü önünde duydukları bu uğursuz imanı, bütün hayatları boyunca devam ettir­di ve bu sebepten ölmeden evvel öldüler. Genç okuyucum, mademki, her şeyin sonu ölümdür. Ölmeden evvel, her şeyi tatmaya, her şeyi görmeğe ve her yerde bir iz bı­rakmaya çalışacaksın. Bir daha dönülmesine imkân bulunmıyan bu âlemde yanlış fikirlerimizin kur­banı olmaya değil, yaşamaya ve yaşatmaya geldiğimizi unutmıyacaksın !

Varlık Dergisi Arşivinden.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

Çözümleyici İncelemeler

(...)

BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL GÖZLEMLER

Usa aykırı yasalara, düzeltilinceye kadar karşı çıkacağız; bu arada da söz konusu yasalara körü körüne itaat edeceğiz. (Diderot)

DÜŞÜNCELER I

Konu

Fizyoloji, nedir benden istediğin?
Amacın şunları kanıtlamak mı bize?
Evliliğin, birbirini tanımayan iki insanı yaşam boyu birlikte olacak şekildi'birleştirdiği mi?
Yaşamın tutkudan başka bir şey olmadığı, oysa tutkuyu törpülemeyen bir evliliğin de var olmadığı mı?
Evliliğin, toplumları ayakta tutan, ancak doğa yasalarına da aykırı bir kurum olduğu mu?
Evliliğin yol açtığı dertlere karşı pek güzel bir önlem olan bo­şanmaya herkesin her zaman can atacağı mı?
Bütün sakıncalarına karşın, evliliğin mülkün tek kaynağı oldu­ğu mu?
Hükümetlere sonsuz güvence sağladığı mı?
İki insanın, yaşamın dertlerini sırtlanmak için beraberlik kur­malarının çok dokunaklı bir şey olduğu mu?
Tek bir düşüncenin, ayrı iki iradeyi yönetmesini istemekte gü­lünç bir yan bulunduğu mu?
Kadına köle gibi davranıldığı mı?
Her yönüyle mutlu evliliklerin bulunmadığı mı?
Evliliğin, cinayetlerin en büyüğü olduğu, herkesçe bilinen öte­ki cinayetleri gölgede bıraktığı mı?
Sadık kalmaya, en azından erkek için, olanak bulunmadığı mı?
(...)
Zinanın, insanın başına evliliğin sağladığı iyiliklerden daha büyük dertler açtığı mı?
Kadının sadakatsizliğinin, toplumların ilk kurulduğu döneme kadar uzandığını, evliliğinse, süregelen bu aldatmalara direndiğini mi?
Aşkın yasalarının iki insanı birbirine, insanların insanların yaptığı hiçbir yasanın ayıramayacağı şekilde bağladığı mı?
Kütüklere yazılmış evlilikler bulunduğu gibi, doğanın itkisiyle, tatlı bir uyum içinde, ya da kafalar hiç uyuşmadığı halde, ten uyumunun sağladığı çekimle, gökyüzüyle yeryüzünün bir karşıtlık içinde bulunmaları örneği evlilikler de bulunduğu mu?
Boylu poslu, akıllı kocalar bulunduğu gibi, karılarının çok çir­kin, kısacık ya da salak mı salak âşıklar tuttuğu evlilikler ile bulun­duğu mu?
Bütün bu soruların cevapları ciltlerle kitap yazılmasına yol açabilir; ne var ki bu kitapların hepsi şimdiye kadar yazılmış, orta­ya çıkardıkları sorunlara da her dönemde sürekli çözümler üretilmiş.
(...)

Dolayısıyla, on dokuzuncu yüzyılda kalkıp da Evliliğin Fizyolojisi'ni yazmak, değersiz bir derlemeden ya da bir bönün başka bön­ler için kaleme aldığı bir yapıttan başka bir şey değil: Vaktiyle bil­ge papazlar, altından terazilerini ellerine alıp her şeyi en ince ay­rıntılarına varıncaya kadar tartmışlar; üstat hukukçular gözlükleri­ni takıp evlilik türlerinin tümünü birbirinden ayırmışlar; yaşlı başlı hekimler, skalpellerini ellerine alıp tüm yaraların,üzerinde gezdir­mişler; deneyimli yargıçlar, kürsülerine çıkıp evlilik sözleşmesinin, bozulmasını gerektiren tüm durumlar üzerinde karar vermişler; sevinçten ya da acıdan çığlıklar atan kuşaklar gelip geçmiş; her yüzyıl, bu konuda kendi oyunu sandığa atmış; Kutsal Ruh, şairler, yazarlar, Havva Anamız'dan Troya savaşına kadar, Helena'dan Madame de Maintenon'a, Louis XIV'ün karısından çağdaş kadına kadar yazılacak her şeyi yazıp çizmişler.
Fizyoloji, nedir öyleyse benden istediğin?
Örneğin bir erkeğin evliliğe aklının yatmasını sağlamak için oldukça iyi çizilmiş tablolar mı sunmak istiyorsun bize?
Şu nedenlerle mi evlenmeli bir erkek?
Aklına taktığı için... bunu herkes bilir;
İyilikten; bir kızcağızı anasının boyunduruğundan kurtarmak için;
Öfkeden; kızın yakınlarını mirastan yoksun bırakmak için;
Hor görülen sadakatsiz bir metrese inat olsun diye;
Tatlı delikanlılık yaşamından sıkılmak yüzünden;
Çılgınlıktan, ki her zaman bir çılgınlıktır;
Bahis yüzünden, Lord Byron'ın başına geldiği gibi;
Onurlu davranmış olmak için, Georges Dandin gibi;
Çıkar yüzünden, çoğu evliliğin nedeni budur;
Gençlik yüzünden, okulu bitirir bitirmez, o şapşallıkla;
Çirkinlik yüzünden, ileride kadın bulamama korkusuyla;
Makyavelcilik yüzünden, yaşlı bir kadının mirasına hemen konmak için;
Gerekseme yüzünden, oğlumuza toplum içinde onurlu bir yer kazandırmak için;
Zorunluluk yüzünden, genç bayan zayıf bir yapıya sahip olduğu için;
Tutku yüzünden, ve o tutkuyu daha güvenli bir ortamda iyi­leştirmek için;
Süren bir kavga yüzünden, bir davayı sona erdirmek için;
Şükran duygusuyla, aldığından fazlasını verebilmek için;
Bilgelikten, öğreti sahibi kimselerin hâlâ başına gelen bir şeydir bu;
Vasiyet yüzünden, amca ya da dayılarınızdan biri mirasını size, kendi seçtiği bir kızla evlenmek koşuluyla bıraktığında;
Yaşlılıktan, kendine bir son hazırlamak için;
Alışkanlık yüzünden, atalarımızın izinden gitmiş olmak için;

(...)

Gayretkeşlik yüzünden, günah, işlemek istemeyen Saint-Aignan dükünün yaptığı gibi.
Ne var ki sıraladığımız bu evlilik kazaları şimdiye kadar otuz bin komedinin, yüz bin romanın konusunu oluşturmuş.

(...)

— Evet, çılgın usta. Evliliği limon gibi sıkıp dur bakalım; ne kadar sıkarsan sık, çocuklar için eğlenceden, kocalar içinse sıkıntı­dan başka bir şey çıkartamazsın. Çıkacak olan, hiç sonu gelmeyen bir ahlak dersidir. Oturup bir milyon sayfa doldursan, çıkarabile­ceğin yalnızca budur.
Bu arada, işte size sunacağım ilk önerme: Evlilik, karı kocanın tanrıdan kutsanmayı diledikten sonra giriştikleri, ölçüsü kaçırılmış bir kavgadır, çünkü birbirini sürekli sevme girişimi, girişimlerin en süreksizidir; çok geçmeden hır çıkar; zaferi kazanana gelince -yani özgürlük-, en becerikli kim davranırsa, onundur.

(...)

10 Mayıs 2011 Salı

Buluşma / Charles Bukowski

RAMPART durağında otobüsten inip Coronado'ya yürüdüm, sonra yo­kuşu tırmanıp evimin ön kapısının önünde durdum. Kollarımı ısıtan güneşin altında öylece durdum bir süre. Sonra anahtarı bulup kapıyı açtım ve üst kata çıkmaya başladım.
"Kim o?" diye sordu Madge.
Cevap vermedim. Ağır ağır çıkmayı sürdürdüm. Çok solgun ve güçsüzdüm.
"Kim o? Kim var orada?"
"Telaşlanma benim Madge."
Merdivenin üst basamağında durdum. Yeşil, ipekten yapılmış es­ki bir elbise giymiş, kanepeye oturmuştu. Elinde bir bardak şarap, buzlu, öyle severdi.
"Canım!" diye üstüme atıldı. Sevinmiş görünüyordu, öptü beni.
"Oh Harry gerçekten sen misin?"
"Belki. Dayanabilirsem. Yatak odasında kimse var mı?"
"Saçmalama! İçki ister misin?"
"İçemezsin dediler. Haşlanmış tavuk, rafadan yumurta yemem gerek. Liste verdiler."
"Orospu çocukları. Otur. Banyo yapmak ister misin? Bir şeyler ye."
"Hayır, dur biraz oturayım."
Koltuğa çöktüm.
"Ne kadar para kaldı?" diye sordum.
"On beş dolar."
"Çabuk harcamışsın."
"Şey-"
"Kira durumu nedir?"
"İki hafta. İş bulamadım Harry."
"Biliyorum. Arabayı göremedim. Araba nerde?"
"Kötü haber. Birine ödünç verdim, önünü çarpmışlar. Sen dön­meden yaptırtmayı düşünmüştüm. Köşedeki tamircide."
"Araba çalışıyor mu?"
"Evet, önünü düzeltsinler istedim."
"Önü çarpık olsun. Radyatöre ve farlara bir şey olmamışsa öyle kullanırsın."
"Allahaşkına Harry! Doğru olanı yapmaya çalışıyordum!"
"Şimdi dönerim."
"Harry, nereye gidiyorsun?"
"Arabaya bakacağım."
"Yarın bakarsın. İyi görünmüyorsun Harry. Otur konuşalım."
"Şimdi dönerim. Beni bilirsin. Yarım kalan işlerden hoşlan­mam."
"Of Harry!"
Merdivenlerden inmeye başladım. Sonra tekrar yukarı çıktım.
"On beş doları ver."
"Of Harry. Off!"
"İkimizden biri bu gemiyi batmaktan kurtarmalı. Bu sen olmaya­cağına göre!"
"Yemin ederim Harry. Her sabah yataktan kalkıp iş aramaya git­tim. Hiçbir şey yok."
"On beş doları ver."
Madge çantasını alıp karıştırmaya başladı.
"Bu akşam için bir şişe şarap alacak kadar para bırak bana, bu şi­şe bitmek üzere. Senin dönüşünü kutlamak istiyorum."
"Biliyorum Madge."
Çantasından bir onluk dört birlik çıkarıp uzattı. Çantayı elinden kapıp ters yüz ettim. İçinde ne varsa yatağa saçıldı. Bozuk paralar, küçük bir şişe porto, bir birlik bir de beşlik. Beşliğe uzandı ama on­dan hızlı davrandım. Doğrulup yüzünü tokatladım.
"Orospu çocuğu! Hiç değişmemişsin. Pis herifin birisin hâlâ."
"O yüzden ölmedim ya."
"Bir daha bana vurursan giderim.
"Sana vurmaktan hoşlanmadığımı bilirsin güzelim." "Bana vurmak kolay, gidip bir erkeğe vursana, vuramazsın değil mi?"
"Ne ilgisi var şimdi?" Beşliği alıp aşağı indim.
Tamirci köşedeydi. Ben içeri girerken Japon bir herif arabaya ye­ni takılmış ön kafese yaldız boya sürüyordu. Başına dikildim.
"Tanrım, gerçek bir Rembrandt olmuş bu," dedim.
"Araba sizin mi bayım?"
"Evet. Borcum ne?"
"Yetmiş beş dolar."
"Ne?"
"Yetmiş beş dolar. Bir bayan getirdi arabayı buraya."
"Orospunun biri getirdi onu buraya. Bana bak, arabanın kendi yetmiş beş dolar etmezdi, hâlâ etmez. Bu kafesi hurdacıdan beş do­lara kaptın."
"Bakın bayım, bayan dedi ki-"
"Kim?"
"Şey, kadın dedi ki-"
"Ben ondan sorumlu değilim. Hastaneden yeni çıktım. Sana ara­da sırada ödeyebilirim, ancak henüz bir işim yok ve arabaya ihtiya­cım var. Şimdi hemen ihtiyacım var. İş bulursam sana ödeme yapa­bilirim. Bulamazsam yapamam. Bana güvenmiyorsan araba sende kalsın. Gidip ruhsatını getiririm. Nerde oturduğumu biliyorsun. İster­sen ruhsatı getireyim."
"Şimdi ne verebilirsin?"
"Beş dolar."
"Çok az."
"Söyledim ya! Hastaneden yeni çıktım. İş bulunca öderim, ya kabul edersin ya da arabayı sana bırakırım."
"Peki," dedi. "Sana güveniyorum. Beşliği ver."
"Bu beşliği ne kadar zor kazandığımı bir bilsen."
"Nasıl?"
"Boşver."
O beşliği aldı ben de arabayı. Çalıştı. Yarım depo benzin bile vardı. Yağını, suyunu dert etmedim. Tekrar araba kullanmak nasıl olacak diyerek biraz turladım. İyi bir duyguydu. Sonra içki satan dükkânın önüne çektim.
"Harry!" dedi pis önlüklü yaşlı adam.
"Oh, Harry!" dedi karısı.
"Nerelerdeydin?" diye sordu pis önlüklü yaşlı adam..
"Arizona. Toprak işleri ile ilgili."
"Gördün mü Sol," dedi kadın, "zeki biri olduğunu söylemiştim sana. Kafası çalışan adam belli olur."
"Tamam," dedim, "iki altılık Miller şişe bira istiyorum, hesaba yazın."
"Bir dakika," dedi yaşlı adam.
"Problem ne? Hesabımı her zaman ödemedim mi? Canımı sık­mayın."
"Senden şikâyetçi değiliz Harry. Senin kadın. 13,75'lik alışveriş yaptı."
"13,75 mi? Lafı bile edilmez. Ben daha önce hesabı yirmi sekiz dolara çıkarıp sonra kapatmadım mı?"
"Evet Harry, ama-"
"Ama ne? Alışverişimi başka yerden mi yapayım? Bu hesabı ta­kayım mı? Allanın cezası iki altılık için değer mi?"
"Peki Harry, tamam," dedi yaşlı adam.
"İyi, poşete koy. Bir paket Pall Mail iki de Dutch Masters."
"Tamam Harry, tamam..."
Sonra tekrar basamakları çıkıyordum. Üst kata vardım. "Oh Harry, bira almışsın! İçme Harry. Ölmeni istemiyorum yav­rum!"
"Biliyorum Madge, istemezsin. Ama bu doktorlar bir boktan an­lamazlar. Şimdi bana bir bira aç. Yorgunum. Çok koşturdum. Allahın cezası hastaneden çıkalı daha iki saat oldu."
Madge bir şişe bira ve bir bardak şarap ile döndü. Topukluları ayağındaydı ve bacak bacak üstüne atınca donu göründü. Sıkı hatun­du. Yüzünü hesaba katmazsan.
"Arabayı aldın mı?"
"Evet."
"O ufak tefek Japon iyi bir çocuk değil mi?"
"İyi olmak zorundaydı."
"Ne demek istiyorsun? Arabayı tamir etmemiş mi?"
"Tamam, tamam, iyi çocuk. Buraya getirdin mi onu?"
"Harry, mesele çıkarma. Ben o Japonlarla düzüşmem!"
Ayağa kalktı. Karnı hâlâ düzdü. Kalçaları, bacakları, kıçı tam sevdiğim gibiydi. Ne kancık! Yarım şişe birayı başıma diktim, ona doğru yürüdüm.
"Senin için çıldırdığımı biliyorsun Madge, bebeğim. Senin için katil olurum, biliyorsun değil mi?"
İyice yaklaşmıştım ona. Hafifçe tebessüm etti. Bira şişesini fırla­tıp ayağa kalktım, elindeki şarap bardağını aldığım gibi bir dikişte iç­tim. Haftalardır ilk kez kendimi iyi hissediyordum. Birbirimize yak­laştık. Kırmızı, vahşi dudaklarını yaladı. Sonra iki elimle sertçe ittim onu. Kanepeye yığıldı.
"Seni orospu! Goldbarth'da 13,75'lik bir hesap açtın, değil mi?"
"Bilmiyorum."
Elbisesi kalçalarına çıkmıştı.
"Seni orospu!"
"Bana orospu deme!"
"13,75!"
"Benim bir şeyden haberim yok!"
Üstüne çıktım, yüzünü yakalayıp dudaklarından öpmeye başla­dım. Göğüslerini, kalçalarını, bacaklarını okşadım. Ağlıyordu.
"Bana... orospu... deme... deme, deme... Seni sevdiğimi biliyor­sun Harry!"
Sonra ayağa fırlayıp halının ortasında durdum.
"Seni parçalayacağım yavrum!"
Madge güldü.
Onu kaldırıp doğru yatak odasına taşıdım, yatağa fırlattım.
"Harry, hastaneden daha yeni çıktın!"
"İyi ya! İki haftalık sperm birikimimi sana nakledeceğim demektir."
"Ağzını bozma!"
"Siktir!"
Yatağa sıçradım, elbiselerimi sıyırmıştım.
Elbisesini yukarı kaldırdım, bir yandan onu öpüp okşayarak. Et­li kadındı.
Kilotunu çıkardım sonra. Eskiden olduğu gibi, içerdeydim.
Sekiz, on kere, ağır, yumuşak vurdum. Sonra "O pis Japonla düzüştüğümü düşünmüyorsun değil mi?" diye sordu.
"Sen pis olan her şeyi düzersin diye düşünüyorum."
Kendini geriye çekip beni dışarı attı.
"Ağzına sıçayım!" diye bağırdım.
"Seni seviyorum, Harry, seni sevdiğimi biliyorsun; böyle konuş­tuğun zaman beni üzüyorsun!"
"Tamam, yavrum, pis bir Japonu düzmeyeceğini biliyorum. Şa­ka ediyordum."
Madge bacaklarını açtı, tekrar içeri girdim. "Oh! Erkeğim, çok uzun zaman oldu!" "Emin misin?"
"Ne demek bu? Yine mesele mi çıkarmaya çalışıyorsun!"
"Hayır, hayır! Seni seviyorum güzelim."
Dudaklarından öptüm, alttan çalışmayı sürdürüyordum.
"Harry," dedi.
"Madge," dedim.
Haklıydı.
Çok uzun zaman olmuştu.
İhtiyara 13,75 artı iki altılık artı sigara artı puro borcum vardı. Los Angeles hastanesine 225 dolar ve o pis Japona da 70 dolar ayrı­ca ufak tefek gaz, elektrik, su faturaları ve birbirimize kenetlendik ve duvarlar üstümüze kapandı. Oradaydık.

Çevirmen: Avi Pardo

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Balad / İlhan Berk

Ben böyle deniz görmedim ne kadar seni düşündüm
Gittim ne kadar bilemezsiniz ne türlü karanlık
Baktım biri yok o kentlerin hiç olmamışlar gördüm
S bir kadın balkonunda baksam ne zaman olurdu
E sesinde yüzlerce trenler yürürdü Galile'de
Sizi bilmem ben galiba olmadım o dünyalarda
Salt bir it karanlık akşamüstü denizlere doğru
Durmuş nasıl bu gökle bu yalnızlıklar yaşamada
Ne yaşanmışsa görmemişiz yaşanmış o kentlerde
Gittik gittik bizi bu surlar tuttu böyle kaldık

Böyle güneşlere bayılıyorum çok güneşlere
Hafif otlar yürüyor evlere pis İstanbullara
Şey ile şeysiz geçiyorum o kapanık güneşlerde
Siz bir durma benim karanlığımı yadsıyorsunuz
Sokağa çıkmayın diyorum çıkmayın duymuyorsunuz
Benimle gelen o büyük sıkıntıdan gelenlerdi
Ta Galile içlerinden yürüyerek gelmişlerdi
Biriniz beni görmediniz ne kadar bağırdımsa
Denizler baktığın tüm o denizler gösterdi bana
Bir yalnızlık yeryüzündeki kapılar bir o gördüm

Sunu

Ben bütün çizgilerde oldum bütün o çizgilerde
Her sefer böyle geldi vurdu yaşamama bir deniz
Aldı bir yaşamadan bir yaşamaya kodu nasıl
Al bir çocuk vardı o korkularda o gecelerde
Büyük ulu sular yudu beni çokum artık nasıl
Bir deniz size de gelir vurur elbet anlarsınız

F

Siz o gökleri görmediniz Asur'da
Kral yazıtı sularla Herodotos vakti, milat soğuna durur nasıl,
nasıl Met Kralı Urikos'a ırmak ötesi valiler getirir gösterirler,
kim bilir ne güzel gösterirler, durur sonra nasıl güzel Asur'lar
da özel evlerde Akadca, kim bilir. İngiliz nesrinde kim bilir ne
güzelsinizdir, oyma put dökme put gibilerde o küçük harf hali­niz
Het Dağları'na dedi
nasıl korkun
ben burda kalıp çay dağıtacağım yazıcı Ezra'ya siz ne
ya­pacaksınız ey falan

Siz o gökleri görmediniz, milat göklerini
Nasıl İstanbul defterde nerden bileceksiniz.

Virgül

Bu karanlık böyle yalnız kalmayalım.
Ur alfabesine vuran yüzünüz Mısır'da en çok Mısır'da
bi­zim en çok olduğumuz sabah şeydiniz öyle güzeldiniz.
Duyduk Got Denizi'nden geliyormuşsunuz, Mısır'da pa­rasız
yediğimiz balığı, hıyarları, karpuzları kralın önünde tarih­ler
kitabına yazdık çünkü Met, Fars kralları çünkü başkaları
güzeldi.
Siz benim konsüllüğümde geldiniz sabahtan şimdiye de­ğin
kaldınız, birtakım küçük denizleri taşladık birtakım deniz­lere aktık

Bu sokaklar ne güzel böyle bu sokaklara çıktık.

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena

XXV
Bir zaman vardı ki, hayvan insandan korkmuyor; Allah bile ondan çekinmiyordu. Fakat son­ra bir devir geldi, hayvanlar "nebatlar ve cansız maddeler, hatta Allah bile insandan korkma­ya başladı. Zira, eskiden, Allah yaratıcılığını, hayvanlar kuvvetli olduklarını ve tabiat kanunlarını biliyordu. İnsan düşünmeye baş­ladığı günden itibaren, eşyanın şeklini ve maddenin ataletini bozdu. Nebatların hassasını; ve Allahın emirlerini değiştirdi. De­mek ki insan, tabiatın bir hatası­dır. Eğer tabiat böyle bin bir şek­le girerek kendisine hükmede­cek bir mahlûk olacağını hesap etseydi insanı yaratmaz, kuvvet­lerini insan şekline istihale ettir­mezdi. Bunun içindir ki, kari, her şey seni bu âleme niçin geldi­ğini ve neler yapabileceğini dü­şünmeye davet ediyor.

XXVI
Kari, deha bir ıstıraptır; da­hî bir mustariptir; ve acılar, bi­zi kendinden kurtarmak için ne­lere başvurdurur pek iyi bilirsin! Büyüklerin acıları, kimselerinkine benzemez: onlar, acının birin­den kurtulurken daha büyüğüne tutulurlar. Ve ıstırap büyüdükçe iradeleri ve mukavemetleri geniş­ler. Dehanın acısı dinmiyecektir. Çünkü kendisi acıdır. Ve dâhi herkesin, her şeyin bir yeri acı­yor zanneder. Zira, kendisi acılı­dır. İşte onların ölüme kadar da­yanan iradeleri, insanı ve tabiatı böyle gördüklerinden ve içinde yaşadıkları cemiyetin ıstırabını böyle hissettiklerindendir kari!

XXVII
Ateşten fışkıran kıvılcımlar, boşlukta bir yıldız gibi dayana­cak yer bulamadan, şaşkınlık içinde uçar; ve nihayet bir kü­çük kömür zerresi halinde yere düşerler. İnsanlığın ve milletin büyük ocağından ayrılan fertle­rin de öylece fışkırdıkları, titre­şerek düşüp söndükleri görülür. Anlaşılıyor ki: büyüklüğümüz , kudret ve muvaffakiyetimiz, kit­leyle olan alâkamızın derecesine bağlıdır.

XXVIII
Fikirler vardır ki, yıldırımlar kadar kuvvetlidir. İtikatlar var­dır ki, semalar kadar yüksektir. Fakat daima fikir itikadı kamçılar; ve itikatlar, birer bulut gibi fikir­lerimizin kamçısı önünde yuvar­lanır giderler. Ancak ahlâk kah­ramanları, bütün için, hep için, cemiyet ve insan için çalışan­lar fikir ve itikatlarının kar­deşliği içinde yaşarlar.

XXIX
Çok defa faziletimiz, aczimi­zin bir maskesidir kari. İçimizde meşru olmıyan binbir emel var­dır. Fırsat bulamadığımız için, fırsat bulup arzularını tatmin edenlere düşman oluyoruz. Biz, yavrularını, karnının torbasında saklayan bir Kanguru gibi çirkin ruhumuzda sakladığımız sefil emelleri, ayaklanacakları zama­na kadar taşımağa mahkûmuz!

XXX
Toprağa hangi tohum atılmıştır ki, çiçek ve meyve vermiş ol­masın! Elverir ki toprak, kurtlu ve güneşsiz bulunmasın! Kari senin ruhun da böyledir. Temiz ve ışık­lı bir ruhta bilgi, fazilet ve iyili­ğin çiçek ve meyveleri kolayca inkişaf eder. Bir çiçek ölür, top­rak onun tohumlarına annelik ya­par! İnsan ölür; tabiat onun yer yüzünde yaptığı işlere mukabil cesedinden intikam alır. Ancak iyi eserlerimiz, temiz insan ruh­larında ısınır; ve bunların yavru­ları, nesilden nesile, ruhtan ruha, intikal eder.

Varlık Dergisi Arşivinden.