18 Mayıs 2011 Çarşamba

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

İKİNCİ BÖLÜM

İÇERDE VE DIŞARDA SAVUNMA YOLLARI
To be or not to be...
Olmak ya da olmamak...
SHAKESPEARE, Hamlet.


DÜŞÜNCELER X

Kocalık Politikası Üstüne İnceleme

Bir erkek, bu kitabın birinci bölümünün onu tanımladığı duru­ma gelirse, sanırız, karısının bir başkası tarafından elde edildiğini öğrenmesi yine de kalbinin hızlı çarpmasına yol açabilir, tutkusu yeniden alevlenebilir vs bunu, ya kendine olan özsaygısı, ya guru­ru, ya da çıkarı yüzünden yapar, çünkü aksine davranması, karısı­nı artık sevmese bile, onu erkeklerin en ahmağı durumuna düşüre­bilir, böylece, başına geleni de hak etmiş olur.
Uzun sürecek bu kriz döneminde bir kocanın hata yapmaması çok zordur, çünkü kocaların çoğu, kadın seçmeyi bilmez; onu yö­netmeyi ise hiç bilmez. Bununla birlikte kocalık politikası, davra­nışlarımızın ruhunu oluşturması gereken üç ilkenin her zaman uy­gulanmasından ibarettir. Birincisi, bir kadının söylediklerine hiçbir zaman inanmamak; ikincisi, ağzından çıkanları dinlemekle yetin­meyip, bunları ona söyleten düşünceyi her zaman araştırmak; üçüncüsüyse, bir kadının en çok gevezeliği, suskunlaştığı zaman­larda yaptığını; durgunlaştığındaysa davranışlarının, içindeki en yüksek enerjiyle yüklenmiş olacağını bilmektir.
O andan başlayarak, huysuz ata binmiş bir biniciden farkınız yoktur ve kendinizi yerde bulmamak için, atın iki kulağı arasından gözünüzü ayırmamanız gerekir.
Ne var ki iş, ilkeleri bilmekten çok, onları uygulamaktadır: Bu ilkeleri cahillere açıklamanın, bir maymunun eline tıraş makinası vermekten farkı yoktur. Bu nedenle, ilk ve en yaşamsal görevleri­nizden biri, duygu ve düşüncelerinizi sürekli gizlemektir ki çoğu koca bunu yapmaz. Bir kadında, Minotauros canavarına özgü ol­dukça belirgin belirtiler gördüklerinde erkeklerin çoğu önce onu hor gören davranışlar içine girer. İçlerinde uyanan terslik, sözlerin­den ya da davranışlarından yansır; ve ruhlarını saran korku, bir deney tüpünün altında yanan alev gibidir; davranışlarını açıkladı­ğı gibi, yüzlerini de güçlü bir şekilde aydınlatır.
Oysa, günde on iki saat sizi gözleyip düşünme olanağına sa­hip bir kadın, alnınızda beliren kaygı çizgilerini, oluştukları anda okuyabilecek yetenektedir. Bu haksız hor görmeyi ise hiçbir zaman bağışlamayacaktır. Bu durumu iyileştirecek ilaç yoktur; her şey söylenmiş, ok yaydan çıkmıştır: Karınız, gerektiğine inanıyorsa, er­tesi gün tutarsız kadınların safına katılıverir.
Öyleyse, savaş halindeki iki taraf arasında beliren bu durum karşısında yapacağınız ilk şey, vaktiyle size karşı duyduğu sınırsız güveni yeniden kazanabilmek için elinizden geleni ardınıza koy­mamaktır. Ağzınızdan bal damlayarak onu idare etme yanlışlığına düşerseniz, kayıptasınız demektir; size inanmayacaktır, çünkü si­zin gibi, onun da kendi politikası vardır. Şu halde, size kulak ver­mesini sağlayacak, duruma göre dizginleri germenize ya da gev­şetmenize izin verecek o değerli güven duygusunu, sezdirmeden onda yeniden uyandırabilmek için, açık yüreklilikle olduğu kadar, kurnazlıkla da davranmanız gerekir.


DÜŞÜNCELER XIX

Âşık Üzerine

Aşağıdaki özlü sözleri düşüncenize sunuyoruz.
Bunlar 1830'da kaleme alınmamış olsalardı insan soyundan umudu kesmek gerekirdi; ne var ki sizinle karınız ve bir âşık ara­sındaki ilişkileri ve benzersizlikleri oldukça kategorik biçimde or­taya koyuyorlar; kaleme alan kişi kendi özsaygısından o ölçüde öz­veride bulundu ki bunların tutacağınız yolu pırıl pırıl aydınlatması ve düşmanınızın gücünü tartmanızı sağlaması gerekiyor; içlerinde bir rastlantı sonucu yeni fikirler bulacak olursanız, bunları size bu kitabı salık veren şeytanın hesabına yazın.
LXV
Aşktan söz etmek, aşk yapmaktır.
LXV1
Bir âşık, en bayağı isteğini bile, ciddi bir hayranlık atılımı biçi­minde sunar.
LXVII
Bir âşık, bir kocanın sahip olmadığı tüm iyi ve kötü niteliklere sahiptir.
LXVIII
Bir âşık, her şeye yaşam katmakla kalmaz, âşığına yaşamı unutturur da: Koca ise, hiçbir şeye yaşam katmaz.
LXIX
Bir kadının duygusallıkla ilgili tüm soytarılıkları bir âşığı her zaman kandırır; bir kocanın doğal olarak omuz silktiği her şey, bir âşığı kendinden geçirir.
LXX
Bir âşık, takındığı tavırla, evli bir kadınla ulaştığı senli benlilik derecesini ele verir.
LXXI
Bir kadın, neden sevdiğini her zaman bilmez. Bir erkeğinse, aşkından çıkar beklememesi ender rastlanan bir şeydir. Bir koca, bu bencilliğin nedenini keşfetmek zorundadır, çünkü bu onun için, Arkhimedes kaldıracının görevini görecektir.
LXXI1
Akıllı bir koca, karısının bir âşığı olduğunu hiçbir zaman açık açık düşünmez.
LXXIII
Bir âşık, bir kadının kaprislerine her zaman baş eğer; bir erkek, metresinin kollarındayken onun gözüne hiçbir zaman değersiz görünmeyeceğinden, onun hoşuna gitmek için, bir kocayı çoğu kez tiksindiren her şeyi yapar.
LXXIV
Bir âşık, bir kadına, kocasının ona öğretmediği her şeyi öğre­tir.
LXXV
Bir kadının, âşığında uyandırdığı tüm duyguların altında bir değiş tokuş yatar; verdiklerini her zaman fazlasıyla geri alır; aldık­ları, en azından, verdikleri kadar zengindir. Bu öyle bir ticarettir ki, sonunda kocaların çoğuna topu attırır.
LXXVI
Bir âşık, bir kadına yalnızca onu yüceltecek şeylerden söz eder; oysa bir koca karısına, onu sevse bile, her zaman kınayıcı öğütler vermekten kendini alamaz.
LXXVII
Bir âşık, her zaman sevimli görünmek ister. Bu duyguda, insa­nı sonunda gülünç duruma düşürecek şeyin ilkesi yatar; bundan yararlanmayı bilmek gerekir.
(...)
LXXIX
Bir cinayet işlendiğinde, sorgu yargıcı (...) suçu yükleyebileceği kişilerin sayısının beşi aşmayacağını bilir. Varsayımlarını oluş­turmak için temel aldığı düşünce budur. Bir koca da, tıpkı bir yar­gıç gibi akıl yürütmelidir; karısının âşığının kim olduğunu araştır­maya kalktığında, çevresinde kuşkulanabileceği kişilerin sayısı üçü geçmez.
LXXX
Bir âşık, her zaman haklıdır.
(...)
LXXXI
Kısacası, evli bir kadının bir erkekte uyandırdığı aşk ya da kendisinin o erkeğe duyduğu aşk, duyulabilecek duyguların en az gurur okşayanıdır: Bu duygu kadında, sınırsız bir övünmeye, âşığındaysa bencilliğe dönüşür. Evli bir kadının âşığı öylesine büyük yükümlülükler altına girer ki bunların altından kalkabilecek baba­yiğitlerin sayısı koca bir yüzyılda üçü geçmez: Yaşamını tümüyle metresine adaması gerekir, oysa sonunda onu her zaman terk eder: Bunun böyle olacağını ikisi de bilir; ve dünya kurulalı beri âşıklar­dan biri ne kadar verici olmuşsa, öteki de o ölçüde nankörlük et­miştir.
Büyük bir tutku, onu yargılayanlarda kimi zaman acıma duy­gusu uyandırabilir: Ama böylesine gerçek ve sürekli tutkular nere­de? Büyüleyici etkisi bir kadını bu hallere düşüren bir erkekle mü­cadele edip başarılı olabilmesi için bir kocanın ne denli güçlü ol­ması gerektiğini varın bir düşünün!
Bize göre, genel kural olarak bir koca, şimdiye kadar açıkladı­ğımız savunma araçlarını iyi kullanmak koşuluyla karısını, kendi­sine karşı büyük bir suç işlemeden yirmi yedi yaşına kadar idare edebilir -tabii bu, onun bir âşık seçmediği anlamına gelmez. Sağda solda, aile yönetiminde büyük deha sahibi erkeklerin çıkıp, karıla­rını otuz ya da otuz beş yaşına kadar ruhça ve bedence yalnızca kendilerine saklamayı başardıkları da görülmüştür; ne var ki bu is­tisnalar ötekilerde bir tür utanmaya ve korkuya yol açar. Bu duru­ma ayrıca yalnız taşrada rastlanır; orada yaşam yarı saydam, evler de bol pencereli olduğundan, erkekler kendilerini sonsuz bir güçle donatılmış bulurlar. Ama öteki erkeklerin ve bu durumun kocalara sağladığı avantaj, nüfusu iki yüz elli bin ademoğluna ulaşan bir kentte buharlaşıp gider.
Demek ki yaklaşık olarak otuz yaş, bir kadının erdemli oldu­ğu yaştır. Bu kritik yaştan başlayarak bir kadının zaptı raptı o ka­dar güçleşir ki onu aile cennetinin içinde tutmayı başarabilmek için, elimizde kalan son savunma araçlarını devreye sokmamız ge­rekir.
(...)

17 Mayıs 2011 Salı

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur / Friedrich Nietzsche

ÖNSÖZ
I
Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltil­miş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim oldu­ğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: "Kimliğimi saklamış" değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca? Yaşamadı­ğıma kendimi inandırmam için, yazları Ober-Engadin'e* gelen "aydınlar"dan bir tekiyle konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım. Başkasıyla karıştırmayın beni her şeyden önce!
*İsviçre’de İnn Irmağı vadisi Nietzsche 1880 yılından sonra çoğunlukla yazları bu böl­gede, Sils Maria köyünde geçirmişti.
II
Örneğin, hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı deği­lim. Üstelik şimdiye dek erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz aramızda, bana öyle geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof Dionysos'un çömeziyim ben; ermiş olmaktansa, satir olmayı yeğ tutarım. Neyse, bu ya­zıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçim de ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bu­nu dile getirebilmişimdir. İnsanlığı "düzeltmek", herhalde be­nim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu. Yeni putlar dikmiyo­rum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne de­mekmiş. Putları (ki benim için "ülküler" demektir) devirmek -zanaatım asıl bu benim. İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. "Gerçek dünya" ile "görünüşte dünya", -açıkçası: Uydurma dünya ile gerçek... Ülkü denen yalan şimdiye dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı, yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı ters değerlere taptı giderek.
III
Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer ha­vası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Buz yakındır, yalnızlık yaman, -ama her şey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, -varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre'nin yargıladığı her şeyi arayıştır. Yasaklar için­de böylesine uzun bir gezginlikten edindiğim görgümle, bugü­ne dek yapılan töreleştirmenin, ülküleştirmenin nedenlerini, is­tendiğinden başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofların gizli öyküsü, taktıkları büyük adların psikolojisi aydınlığa çıktı benim için. Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu gö­ze alabilir? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendi­ne karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum?** Felsefem bu parolayla üstün gelecek bir gün; çünkü şimdi­ye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.
**Yasaklanmış olana erişmektir amacımız.
IV
Yazılarım içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, in­sanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yük­sekler kitabı olduğu gibi -insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır- hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acı­nacak bir yanılmaya düşmemek için, her şeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir! "Fısılda­nan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşün­celer yönetir dünyayı-"
İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Dü­şerken soyuluyor kızıl kabukları. Olgun incirler için bir kuzey yeliyim ben.
Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu-
Bağnazın biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutluluk de­rinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, -bir nazlı yavaşlık­tır bu konuşmaların tempo'su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinle­rin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıca­lıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt'ü duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir "bilge"nin, bir "ermiş"in, bir "mesih"in, başka bir decadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler... Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de baş­ka türlü...
Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gi­din artık, tek başınıza gidin! Böyle istiyorum.
Benden uzaklaşın, Zerdüşt'ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki sizi aldatmıştır.
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.
Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödü­yor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birin­de? Bir yontunun altında kalmaktan sakının!
Zerdüşt'e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt'ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm ina­nanların!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyle­dir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...
Friedrich Nietzsche

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena

CXV
Bazı teşebbüsler vardır ki, sa­hibine servet ve mevki verir. Ve bazı teşebbüsler, sahiplerini tekmil umduklarından mahrum eder. Birinin muvaffakiyeti, ve diğerinin hezimetini hazırlıyan, teşebbüsün cins ve nev'i değil belki, görüş ve işleyiş tarzımız, irade ve tesir kuvvetimizdir. Bir çok insanlar, daha işlerine başlamadan talihsizliklerini öne sürerler. Ve kendi zavallı­lıklarını bu meçhul talie isnat eder­ler. " insan düşünür ve takdir ona güler, diyen arap hakimine, bunun içindir ki ben de gülmek istiyorum.

CXVI
Bir yurdun neresi aziz değil­dir ki...Bir yurdun her şehrini, hususî bir sempati hiyerarşisine tâbi kılmak ne kadar iptidaî ve âdî bir görüştür. Yalancılık ve sah­tekârlık gibi, fena itiyatlarımızın yanında, aynı manzaraları görmek, aynı sesleri işitmek, aynı sefalete katlanmak, gibi itiyatlarımız da vardır. Bir yurdun bazı yerlerini; sevip, bazı yerlerini sevmemek, bazı doğru fikirleri beğenmek veya: beğenmemek gibi delice ve buda­laca bir duygusuzluk itiyadının neticesidir.

CXVII
Kuşlar vardır ki, büyük hay­vanların kurtlanmış sırtlarındaki yaralan gagalıyarak geçinirler. Bundan büyük hayvanlar da mem­nundur. Kurtları toplıyan kuşlarda memnundur. Sarmaşıklar, büyük ağaçlara sarılır. Bazan onların artığı ile bazan de en temiz kanlarını eme­rek yücelirler. Büyük ağaç yine kalın yine kuvvetlidir. Meyvesini kuşlar yer; usaresini sarmaşıklar kemirir. Gölgesinde yolcular dinlenir. Öyle iken ağaç yine dallı budaklı, yine gölgeli ve meyvelidir. İnsan vardır ki eserlerinden, serve­tinden karga ruhlu ve sarmaşık yüzlü insanlar istifade eder. İnsan vardır ki, yaralı ruhu, bu yaralardan zevk alanlar için daha çok derin­leşmiş ve kanamıştır. Büyük hayvan yaralarının derinleşmesinden, koca ağaç yaralarının ve dallarının ağır­laşmasından bir gün temamen yıkı­labilir. O vakit kargalarla sarma­şıkların ne hale gireceğini düşünebilirsiniz.

CXVIII
Bir şey yeni iken harikadır. Şaşırtıcıdır. Fakat onun bunun ağzına ve eline düştükten sonra temamen bayağılaşır. Fakat bundan her yeni ve tazenin değerli olduğunu zannetmiyeceksin. İnsan   ve   eşya   vardır ki, değeri, şarap gibi eskidikçe artar. Bunları onun bunun eline dü­şürmemeye çalışacaksın!

CXIX
Taliin bazı nimet ve muvaffa­kiyetler kazandırdığı adamlar, hiç olmazsa talilerinin kölesidirler. Kudretlerile yeni muvaffakiyetler yaratmış olanlar ise talie de efendilik ederler.
Halka ve tarihe karşı yenmiş ve üstün gelmiş görünenler, kendi­lerini bilgili insanlara da tanıtmak ve beğendirmek, onları da kendile­rine inandırmak ihtiyacındadırlar. Bu sebepten esersiz inkılâpçı ola­maz, inkılâpçılar eserini, yalnız kâ­ğıtlara değil, bütün bir yurdun ve ulusun dimağ ve vicdanına yazarlar. Bunun içindir ki, inkılâbın man­tığı cildlerde değil, bütün bir dev­letin yöneldiği ve hız aldığı ülkü yollarında kavranabilir. Cildler, an­cak bu savaşın romanını veya ta­rihini yazar. Bu sebeptendir ki, çok defa inkılâba ilmin aklı ermez ve çok defa inkılâpçı, âlimin aklile yü­rümekten çekinir. Bir inkılâb, kendi kendine ve başlı başına bir ilimdir. Bunu böyle anlamayanlar, karakaplı kitaplarda yerini bula­cağım diye boş yere titizlenecek­lerdir.

CXX
Bir iş yapmalısın ki arkandan gelen, onu düzeltmiye mecbur kal­masın. Ve yapacağın işler, ne ol­duğunu bir türlü kavrayamadığın emirlere boyun bükmeden doğma­sın. Bir insan, ödevini, boyun bü­kerek değil, inanarak; anlamadan değil, bilerek, kavrayarak ve iste­yerek yapmalıdır. Eskiler, gelen gidene rahmet okutur! derlerdi. - Sen daima gideni unutturacak ve kendinden sonra bir başkasını bek­lemekten kurtaracaksın. Bu ulusa ve insanlığa yeni ve eşsiz bir iş yapmalıyız ve işlerimizde ismimiz ve hatıramız ebedîleşmiş demektir.

CXXI
İnsan, kafasından ziyade kulak veya gözile düşünen bir hayvandır. Yalnız, kulak fenalıklara, göz iyi liklere inanır. Bir başkasının büyüklük ve erdemliğine inanmak için, işitmek değil görmek ve fakat fenalıklarına inanmak için yalnız işitmek kâfidir. Seni bu çeşit insanlar arasında görmek istemiyorum.


SON

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER V

Yargılılar

Yargılı, önceden mutluluğa ya da mutsuzluğa yazgılı kişi anla­mına geliyor.
XXVI
(...)
Şiirin, müziğin, resmin sonsuz anlatım olanakları varsa, aşkın onlardan çok daha fazlasına sahip olması gerekir, çünkü gerçekli­ğin analoji yoluyla -belki de verimsiz- araştırılması peşinde koş­mamızı sağlayan bu üç sanat dalında insan kendi imgelemiyle baş-başa kalır, oysa aşk, iki bedenin, iki ruhun birleşmesidir. Tanrının şair, müzikçi ya da ressam olarak yarattığı kişilerin insan düşünce­sini anlatmada var olan belli başlı bu üç yoldan yararlanmak için nasıl bazı ön çalışmalar yapmaları gerekiyorsa, mutlu olabilmek için de zevk aleminin gizlerine ulaşabilmek gerekmez mi? İnsanla­rın tümü, üreme gereksemesi duyar; acıkmak, susamak gibi bir şeydir bu; ne var ki duydukları bu gerekseme onların iyi birer âşık, birer damak düşkünü olduklarını göstermez. Bugünkü uygarlığı­mız zevkin bir bilim olduğunu, yemeyi içmeyi bilmenin yalnızca bazı ayrıcalıklı kişilerin ulaşabildikleri bir şey olduğunu kanıtladı. Bir sanat olarak kabul ettiğimize göre, zevk de kendi fizyologunu beklemekte. Bize gelince, mutluluğun yalnızca kurucu öğelerinin bilinmesinin bütün yargılıları bekleyen bir talihsizlik olduğunu göstermiş olmak bile yeter bize.
Burada, tıpkı kireçli katmanların yer şekillerini oluşturması gi­bi, bu yeni sanatın oluşmasına yol açabilecek bazı aforizmaları ya­yımlamaya büyük bir çekingenlikle cesaret edecek, bunları filozof­ların, evlenecek gençlerin ve yargılıların düşüncesine sunacağız.

Evliliğin Temel Bilgileri

XXVII
Evlilik bir bilimdir.
XXVIII
Bir erkek, anatomi öğrenmeden ve en az bir kadını açımlama­dan evlenmemelidir.
XXIX
Bir evliliğin geleceği, ilk gecenin sabahında belli olur.
XXX
Özgür seçimden yoksun bırakılmış bir kadın, hiçbir zaman hiçbir özveride bulunmaz.
XXXI
Aşk konusunda kadın, ruhu bir yana, gizlerini ancak onu çal­masını iyi beceren kişiye sunan bir lirdir.
XXXII
Bütün kadınların ruhunda, bir davranış karşısında gösterdik­leri itici tepkiden bağımsız olarak, tutkudan yoksun zevkleri er ya da geç dışlamaya eğilimli bir duygu vardır.
(...)
XL
Evli kadınların en soğuk görüneni, aynı zamanda en şehvetlisi olabilir.
XLI
Kadınların en erdemlisi, kendi de farkında olmadan patavat­sızlık yapabilir.'
(...)
XI,III
İnsanları güçlü kılan, kuvvetli ya da sık sık vurmak değil, ye­rinde ve zamanında vurmaktır.
XI,IV
Bir arzuyu uyandırmak, onu beslemek, geliştirmek, büyütmek, uyarmak, doyurmak başlı başına bir şiirdir.
XLV
Zevkler sırasıyla beyitten dörtlüğe, dörtlükten soneye, sone­den balada, baladdan oda, oddan kantata, kantattan ditiramba doğru yol alır. İşe ditirambla başlayan koca, salağın tekidir.
XLVI
Her gecenin özel bir mönüsü olmalıdır.
XLVII
Evliliğin, her şeyi kemiren bir canavarla bıkıp usanmadan bo­ğuşması gerekir: alışkanlık.
XLVI1I
Art arda gelen iki gecenin verdiği zevkler arasındaki farkı an­lamayan bir erkek, çok erken evlenmiş demektir.
XL1X
Aşıklık, kocalıktan daha kolaydır, çünkü her gün güzel sözler bulmak, ara sıra iltifat etmekten çok daha zordur.
L
Bir koca, karısından ne daha önce uyumalı, ne de ondan daha geç uyanmalıdır.
LI
Karısının banyo-tuvaletine dalan koca, ya filozoftur ya salak.
LII
Hiçbir arzu uyandırmayan koca, yitik bir adamdır.
LI1I
Evli kadın, bir köledir; oturtulacak taht bulunması gereken bir köle.
LIV
Bir erkek, karısı sık sık gelip dizlerine oturmuyorsa onu tanı­makla, mutlu etmekle böbürlenmemelidir. (...)


DÜŞÜNCELER VII

Balayı Üzerine

Bundan önceki Düşüncelerimiz, Fransa'da, evli bir kadının er­demini korumasının neredeyse olanaksız olduğunu kanıtlıyorsa da, bekâr erkeklerin ve yargılıların sayısı, kızlarımızın eğitimi üze­rinde kısaca belirttiğimiz düşüncelerimiz ve bir kadının eş olarak seçiminde ortaya çıkan güçlükler hakkındaki kısa incelememiz, sa­hip olduğumuz bu ulusal kırılganlığı bir noktaya kadar açıklamak­ta. Böylece, toplumsal durumun içine düştüğü bu ağır hastalığı açık yüreklilikle ortaya koyduktan sonra, bunun nedenlerim yasa­larda, törelerin tutarsızlığında, kafaların çapsızlığında, alışkanlık­larımızın çelişikliğinde aramıştık. İncelenmesi gereken tek bir olgu kalıyor geriye: Toplumumuzu kuşatan kötülük.
Balayının içerdiği önemli sorunları ele almakla, bu ilk ilkeye gelmiş oluyoruz; ayrıca balayında, aileye özgü tüm olayların çıkış noktasını bulacağımızdan, gevezelikten geçilmeyen Düşünceler'imizin dolup taştığı bilgece deliliklerin arasına amaçlı olarak serpiştirdiğimiz gözlemlerimiz, aksiyomlarımız, sorunlarımız bu düşüncelere eklenen halkalar olarak o parlak zinciri oluşturacak. Balayı, bir bakıma, düşsel iki kahramanımızı birbiriyle kapıştırma­dan önce yapmamız gereken çözümlemenin doruk noktasını oluş­turuyor.
Bu deyim, yani Balayı* dilimize (Fransızca'ya) İngilizce'den gelmiş ve evliliğin tatlılık ve zevkten başka bir şey olmayan kaçıcı o ilk günlerini incelikle tanımladığı için öteki dillere de geçecek ve sonuçlarına katlandığımız yanılgılarımız ve hatalarımız gibi, yaşa­mımız boyunca taşıyacağımız bir olgudur; çünkü yalanların en kötüsüdür. Bize kendini taze çiçeklerle taçlanmış bir peri, okşayan bir denizkızı gibi göstermesi, felaketin ta kendisi olmasından kaynak­lanmaktadır; felaketse çoğu kez güle oynaya gelir.
Birbirlerini tüm yaşamları boyunca sevmeye söz veren karı ko­ca, Balayı'nın ne olduğunu kavrayamaz; onlar için balayı diye bir şey yoktur ya da daha doğrusu, sürekli bir balayı vardır: Ölüm ol­gusunu bir türlü kavrayamayan ölümsüzlerden farkları yoktur. Ama bu tür bir mutluluk, bizim kitabımızın kapsamı dışında kalıyor; bizim okurlarımız için evlilik, iki ayrı ayın etkisi altındadır: Bal Ayı ve Kızıl Ay. Bu sonuncusu, gökyüzündeki devinimi sonu­cu hilale dönüşür; ve bu haliyle şavkı bir ailenin üzerine düştüğün­deyse, orada sonsuza dek kalır.
Balayı, birbirlerini sonuna kadar sevmelerine olanak bulunma­yan iki varlığı nasıl aydınlatabilir ki?
Bir kez doğarsa, bir daha nasıl batar?...
Her evliliğin balayı var mıdır?
Bu üç soruyu çözümlemek için, bunları sırasıyla ele alalım.
Kızlarımıza verdiğimiz hayranlık uyandıran eğitim ve erkekle­rin evlenirken tabi oldukları yasaların koyduğu önlem dolu kural­lar burada bütün meyvalarını sunacak bize. En az mutsuzlukla yü­rüyen evliliklerin nasıl yürüdüklerini ve karşılaştıkları durumları inceleyelim.
Törelerimiz, eş olarak aldığımız genç kızda, doğal olarak aşırı­ya kaçmış bir merak geliştirir; öte yandan,
Fransa'da anneler her Allahın günü kızlarını, canlarının yanacağına aldırmadan ateşe iterler; dolayısıyla bu merakın sınırı yoktur.
Naif olduğu kadar kurnaz da olan bu varlığın içinde bulundu­ğu derin bilgisizlik, kendisini tehdit eden tehlikeleri onun gözün­den saklar; ve evlilik ona sürekli biçimde hem katlanılması gere­ken bir tiranlık, hem de özgürlük, hem zevk, hem de egemenlik dönemi olarak sunulduğundan, doyuma ulaştırması gereken varlı­ğıyla ilgili istekleri sürekli artar: Bu genç kız için evlenmek, hiçlik­ten yaşama çağrılmak gibi bir şeydir.
Mutluluk, din, ahlak, yasalar gibi duygulara sahipse bu, anne­sinin ona bin kez, mutluluğun kendisine ancak sizden gelebileceği­ni yinelemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Boyun eğme onda, erdem olmasa da, her zaman bir gereklilik­tir, çünkü her şeyi sizden bekler. Toplumlar, kadınların öncelikle köle durumuna indirgenmesini dayatırlar, ama onlar, bu durum­dan kurtulmayı özlemezler bile, çünkü kendilerini zayıf, çekingen ve bilgisiz olarak duyumsarlar.
Rastlantıyla yapılmış bir hata ya da bağışlanmayacak bir istek­sizliği farkında olmadan göstermenizle ortaya çıkacak durum dı­şında, sizin hoşunuza gidecek şekilde davranmak zorundadır; sizi henüz tanımıyordur.
Sonuçla, güzel zaferinizi kolaylaştırmak amacıyla, kaynağı siz de bulunan zevklerden tat alması için doğanın güçlü kıldığı bir dö­neminde onu eş olarak alıyorsunuz. Aziz Petrus gibi, Cennet'in anahtarları sizin elinizdeyken.
(...)
İşin içine toplum ve doğa yasalarının karıştığı bu garip du­rumda bir genç kız, çıkarını korumak için itaat eder, kendini teslim eder, acı çeker ve susar. İtaat etmesi hesaplılık, hoşnut görünmesi umut, bağlılığı, sizin yararlandığınız bir tür yönelim, sessiz kalmasıysa cömertliktir. Anlamadığı sürece sizin kaprislerinizin kurbanı olacaktır; davranışlarınızla ona verdiğiniz acılara, kafasına dank edinceye kadar katlanacaktır; istekli olmasa da kendini feda ede­cektir; sahip olduğunuz ilk anda ona gösterdiğiniz sözümona tut­kuya inanmaktadır; özverilerinin boşunalığını anladığı andan baş­layarak da çenesi artık hiç durmayacaktır.
Böylece bir sabah, bu birlikteliğin üzerinde baskı yapan bütün yanlış anlamalar, üzerine çöken ağırlığın kalkması sonucu doğru­lan dal örneği kal ki verir.
(...)

LVI
Evlilik yaşamında, iki kalbin birbiriyle anlaşabilecekleri an, bir şimşeğin çakışı kadar kısa sürer; kaçırıldığı zaman da bir daha geri dönmez.
Bu ilk ikili yaşam deneyine, kadının mutlu olma umuduyla henüz törpülenmemiş karılık görevleri duygusuyla, hoşa gitme is­teğiyle, aşkıyla görevini uyum içinde gördüğü andaki o çok inan­dırıcı erdemiyle kendini yüreklendirdiği bu süreye Balayı adı veri­lir: Bu dönem, tüm yaşamları boyunca sürecek bir birliktelik için çiftler birbirlerini tam olarak tanımadan nasıl uzun sürer? Hayret edilmesi gereken bir şey varsa o da törelerimizin, evlilik yatağı çevresine yığdığı bir sürü kahredici saçmalığın nasıl olup da bu ka­dar az kinlenmeye yol açtığıdır!...
Ne var ki gördükleri ayrıcalıklı eğitim sonucu belirli bir dü­şünce gücüyle donatılmış, politikada, edebiyatta, güzel sanatlarda, ticarette ya da özel yaşamda parlamak için derinlikli çözümlere sa­hip kılınmış erkeklerin hepsi mutlu olmak için, bir kadını sevgiyle ya da yetkeyle yönetmek için evleniyor ve hepsi aynı tuzağa düşü­yor, belirli süre belirli mutluluğu tattıktan sonra birer ahmağa dö­nüşüyorsa, bu işte bir sorun var demektir ve bu sorunun çözümü, insan ruhunun bilinmeyen derinliklerinde, bazılarını yukarıda açıklamaya çalıştığımız olaylarla gözler önüne sermeyi denediği­miz fiziksel gerçeklik türlerinde yatıyor demektir.
Ahmaklar, açıklamakta ne kadar zorluk çektiklerini ileri sürer­lerse sürsünler, aşkın, geometrininki kadar kesin ilkeleri vardır; ne var ki her birimiz bunları kendi keyfimize göre değiştirdiğimiz­den, kendi yarattığımız bu sayısız düzenlerin kaprislerinden şika­yet edip dururuz.
(...)
LVIII
Bir şeye, ona gösterdiğimiz özenin, çabanın ya da isteğin yo­ğunluğu ölçüsünde sürekli bağlanırız.
Düşüncelerimizin, aşkların bu ilk yasasının nedenleri üzerinde gözlerimizin önüne serdikleri, aşağıdaki aksiyoma indirgeniyor: Bu aksiyom, söz konusu yasanın hem ilkesini, hem de sonucunu oluşturuyor.
LIX
İnsanın elde ettikleri, verdikleriyle orantılıdır.
(...)

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER III

(...)

Aforizmalar

I
Namuslu bir kadın, esas olarak evli bir kadındır.
II
Namuslu bir kadın, kırkının altındadır.
III
Verdiklerinin karşılığını alan evli bir kadın, namuslu değildir.
(...)         
VI
Yirmi bin liralık gelir elde etmiş bir adamın karısı namusludur; adam, bu serveti hangi yoldan elde etmiş olursa olsun.
(...)
VIII
Namuslu bir kadın, para konusunda âşığına hiçbir şekilde yük olmayacağını davranışlarıyla sezdirmelidir.
(...)
X
Bir bankacının karısı, her zaman namuslu bir kadındır; ama bir tezgâhın arkasına geçmiş olan bir kadın, kocası çok para kazan­dığı ölçüde ve dükkânın üstündeki katta oturmamak koşuluyla na­musludur.
XI
Bir piskoposun evli olmayan kız yeğeni, onunla birlikte oturuyorsa, namuslu bir kadın olarak kabul edilebilir, çünkü bir dolap çevirecek olursa, amcasına kül yutturmak zorundadır.
XII
Namuslu bir kadın, saygınlığının zedelenmesinden çekinilen kadındır.
XIII
Bir sanatçının karısı her zaman namusludur.
(...)


DÜŞÜNCELER IV

Erdemli Kadın Üzerine

Sorun belki de ne kadar erdemli kadın bulunduğunu bilmek­ten çok, namuslu bir kadının erdemini koruyup koruyamayacağını bilmektir.
Bu kadar önemli bir noktayı daha iyi aydınlatabilmek için, er­kek milletine kısaca bir göz atalım.
Bu milleti oluşturan on beş milyon erkekten, önce omurgasın­da otuz iki omur bulunan dokuz milyon İkielli'yi çıkarıp fizyolojik çözümlememize konu altı milyon erkeğin var olduğunu kabul ede­lim. Marceau'lar, Massena'lar, Rousseau'lar, Diderot'lar ve Rollin'ler, mayalanma halindeki toplumsal küspe içinde çoğu kez bir­denbire filizleniverirler; ama biz burada bile bile bazı hatalar yapa­cağız. Bu hesap hataları bütün ağırlığıyla sonucu etkileyeceği gibi, halkımıza özgü tutkuların mekanizmasının perdesini aralayacak olan korkunç sonuçları da destekleyecek.
Altı milyon ayrıcalıklı erkekten, üç milyon yaşlı ile çocukları çıkaracağız.
Bu eksiltme, kadınlarda dört milyonu bulmuştu, diyeceksiniz. Bu fark ilk bakışta size garip gelebilir, ne var ki doğrulanması da zor değil.
Kadınların ortalama evlenme yaşı yirmi birdir; kırk yaşına gel­diklerinde de aşktan meşkten ellerini eteklerini çekerler.
Oysa on yedi yaşında bir delikanlı, evlilik sözleşmelerinin par­şömenlerine, özellikle en eski olanlarına çakısıyla böbürlene böbürlene delikler açabilir; rezaletlerin kayıtlarını tutanlar böyle söy­lüyorlar.
Elli iki yaşına gelmiş bir erkekse, o yaşında, daha önce oldu­ğundan çok daha tehlikelidir. Yaşamının o güzel çağında, kendisi­ne o zamana kadar pahalıya mal olmuş deneyimini ve elde ettiği serveti kullanmaya bir anda kalkabilir. Kendisini kıskacına alan tutkular, yaşayabileceği son tutkular olduğu için acımasızdır, güç­lü bir akıntıyla sürüklenen birinden farkı yoktur ve önüne çıkan yeni filiz vermiş ilk yeşil, körpe söğüt dalına yapışır.

XIV
Fiziksel olarak, erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından daha uzun sürer.
Evlilik açısından, erkeğin aşk yaşamıyla kadınınki arasında demek ki on beş yıllık bir fark vardır. Bu süre, bir kadının sadakatsizlikleriyle kocasını kahretme süresinin dörtte üçüne denk düşer. Bu arada, erkek milletinden yaptığımız eksiltmeden geriye kalan bölüm, kadın milletinden yaptığımız eksiltmeye oranlandığında, en çok altıda birlik bir fark oluşturur.
Yaptığımız hesaplarda büyük bir alçakgönüllülükle davrandı­ğımız açık. Nedenlerinin de, yalnızca doğrulan sergilemek ve her türlü eleştiriyi göğüslemek olduğu meydanda.
Dolayısıyla Fransa'da yaşları en az on yedi, en çok elli iki ara­sında üç milyon yüzer gezer bir erkek kitlesi bulunduğunu, bunla­rın hepsinin kanlı canlı, sağlam dişli, dişlemekte kararlı, dişleyen ve cennete giden yolda sağlam ve kararlı adımlarla ilerlemek iste­yen insanlar olduğunu hesabı kitabı en zayıf filozoflara bile kanıt­lamış bulunuyoruz.
Daha önce yaptığımız gözlemler, bir milyon kocayı bu kitle­den düşme hakkını bize veriyor. Bunların bir an için, daha önce betimlediğimiz örnek-koca gibi doyum içinde ve her zaman mutlu olduklarını, karılarının kendilerine verdikleri aşkla yetindiklerini varsayalım.
Ama geriye kalan iki milyonluk bekâr kitlesinin, aşk yapmak için üç kuruşluk gelire hiç de gereksemesi yoktur.
Bir erkeğin, kocanın resmini duvardan indirtebilmesi için, sağ­lıklı olması yeterlidir.
Yakışıklı, yapılı olması da gerekmez.
Bir erkek espriliyse, kibar görünüşlüyse, işini de biliyorsa, ka­dınlar onun nereden çıktığını değil, nereye varmak istediğini so­rarlar yalnızca.
(...)
XV
Moral olarak, bir erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından da­ha uzun sürer.
(...)
XVI
Töreler, ulusların ikiyüzlülüğüdür; bu ikiyüzlülük az ya da çok yetkin olabilir.
XVII
Erdem, belki de bir ruh inceliğidir yalnızca.
Fiziksel aşk, açlığa benzer bir gereksemedir, şu farkla ki erkek durmadan tıkınır; aşk konusundaki iştahı da, masa başındaki işta­hı kadar sürekli ve düzenli değildir.
Bir parça kuru ekmek, bir testi su bütün insanların açlığını bastırır; ne var ki uygarlığımız bir de gastronomi denen şeyi yarat­mıştır.
Kuru ekmekle su aşkta da vardır, öte yandan sevme sanatı de­nen şey de vardır ki biz onu, bu bilim dalının doğduğu yer olan Fransa'da konuşulan dilde kullanılan o sevimli sözcükle, "coquet , terie" (cilve, işve, gönül avcılığı) sözcüğüyle tanımlıyoruz.
Ne var yani, insanın, yaradılışında bulunan değişik yiyecekler tatma gereksemesinin ne ölçüde tutsağı olduğunu, en ilkel ülkelere gittiklerinde bile yolcuların alkollü içecekler ve tadılacak yemekler keşfettiklerini şöyle bir düşünecek olsalar, bütün kocaların beti benzi atmaz mı?
Ama mide açlığı, aşk açlığı kadar şiddetli değildir; ruhun kap­risleri, gastronomininkilerden çok daha fazla, daha rahatsız edici, yol açtığı taşkınlıklarsa daha az rastlanır cinstendir; şairler ve tanık olduğumuz olaylar, bekâr insanlarımızı aşkın korkunç bir güçle donattığını gözler önüne sermiştir: Onların, kendilerine parçalaya­cak av arayan İncil aslanlarından farkı yoktur.
Burada, herkes kendi bilincini sorgulasın, anılarını tazelesin ve kendi kendine, tek bir kadının aşkıyla yetinmiş bir erkeğe şimdiye kadar rastlayıp rastlamadığını sorsun!
XIX
Kadınların erdemliliği belki de bir mizaç sorunudur
XX
En erdemli kadınlarda bile, dürüst olmayan bir yan vardır.
XXI
"Zeki bir erkeğin metresinden kuşkulanması anlaşılır bir şey­dir; ama karısından!... Bunu yapmak için çok akılsız olmak gere­kir."
XXII
"Erkekler, bir kadınla birlikte olduklarında, onlar hakkında ez­bere bildikleri şeylerin en azını bile anımsayacak olsalar, çok mut­suz olurlardı."

Boyalı Kuş / Jerzy Kosinski

Değirmencinin karısı, kocasına saldırdı. Bağırıp hıçkırıyordu. Fırının üstünde içi geçen dişi kedi sıçrayarak uyanmış, korkan erkek kedi masanın altına kaçmıştı. Bir tekmede karısını yuvarlayan değirmenci bıçakla patatesin çürüklerini ayıklarcasına kaşığını genç çocuğun gözüne soktu, yuvasında çevirdi.
Kabuğundan çıkan yumurta sarısı gibi dışarı fırladı göz, parmaklarının arasından kayıp tahtaların üzerine yuvarlandı. Genç yanaşma haykırıyor, ama değirmenci gırtlağını bırakmıyordu. Kanlı kaşığı öbür göze de sokup onu da çıkardı aynı şekilde. Göz, bir an, incecik bir sinirle zavallının yanağı üstünde asılı kaldı. Sonunda, gömleğiyle pantolonunun üstünden yuvarlanıp yere düştü.
Bu inanılmayacak olay birkaç saniye sürmüştü. Birden gözlerin hemen yuvalarına yerleştirilebileceği umudu doğdu içime. Değirmencinin karısı korkunç bir çığlıkla çocuklarının uyuduğu yan odaya koştu. Çocuklar da uyanmış haykırıyorlardı.
Yanaşma susuyordu şimdi. Elleriyle kapadı yüzünü. Parmaklarının arasından oluk gibi kan akıyor, kollarından süzülüp gömleğiyle pantolonuna iniyordu. Yerinden kımıldamayan köylü, onu ne hale soktuğunu bile düşünmeden pencereye itti. Zavallı çocuk tökezledi, masaya çarparak bağırdı. Değirmenci onu omuzlarından yakalamıştı. Kapıyı açtı ve avluya yuvarladı. Köpekler havlamaya başladılar. Oynamayan bakışlarıyla beni çeken, yuvalarından sökülüp alınmış yerdeki gözlere yaklaştım. Çekingen adımlarla kediler de yaklaşmışlardı gözlerin yanına. Yerdekileri bilyeye benzetip oynamaya başladılar iki et parçasıyla. Gaz lambasının ışığında, kendi gözlerinin bebekleri bile ufalmıştı. Ölü gözleri itiyor, kokluyor, yalıyor, birbirlerine dostça yuvarlıyorlardı. Yepyeni bir hayat kazanmıştı sanki bu gözler.
Değirmenci olmasa dayanamaz alırdım gözleri. Hâlâ gördüklerinden emindim. Onları cebimde gizler, zaman zaman çıkarıp kendiminkilerin üzerine koyup iki kez daha iyi görürdüm. Belki bu gözleri başımın arkasına da bağlayabilirdim. Bilmem nasıl, ardımda olup bitenleri bir yol bulup gösterirlerdi herhalde bana. Daha iyisi gözleri evde bırakırdım bir yere giderken. Dönüşümde, evde olup bitenleri anlatırlardı bana.
Kimbilir, belki kimseye yararlı olmak istemiyorlardı. İsteseler kedilerin pençesinden kurtulup kapının altından kaçabilirlerdi. Tarlalarda, ormanlarda, göllerde gezer, kuşlar gibi özgür, çevrelerinde olup bitenlere bakarlardı. Özgür olduklarından hiç ölmeyecek, kolayca gizlenip insanları gözleyebileceklerdi.
Kapıyı yavaşça kapatıp gözleri ele geçirmeye karar verdim. Ama değirmenci iki kedinin oyununa kızmıştı. Onları tekmeyle kovup iki gözü de ayaklarıyla ezdi. Kaim tabanın altında bir şey çıtırdadı. Yerde beyazımsı bir pelte kalmıştı şimdi. Bir hazine yitirmenin üzüntüsü içindeydim. Bana dikkat bile etmeyen değirmenci iskemlesine çöktü, yavaş yavaş, sallanarak uyudu.
Gürültüsüz kalktım, kanlı kaşığı yerden aldım, safrayı toplayıp odayı düzene koydum. Değirmencinin evinde yapmam gereken işlerden biri de buydu. Yeri süpürürken ezik gözlere dokunmadım. Onları ne yapacağımı bilemiyordum. Sonunda onları da faraşa itip sobanın içine attım.
Ertesi sabah erkenden uyandım. Alt kattan değirmenciyle karısının horultuları geliyordu. Bir torba yiyecek hazırladım kendime. Komef'ime korları doldurdum, köpeği de bir parça sosisle atlatıp değirmenden kaçtım.

13 Mayıs 2011 Cuma

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER II

Evlilikle İlgili İstatistik

(...)

Gerek bizim, gerekse bu kitabın ulaşmayı amaçladığı kişiler için kadın, insan soyunun nadide bir türüdür. İşte size bu türün belli başlı fizyolojik özellikleri:
Bu tür, altının sağladığı güç ile uygarlığın moral sıcaklığı saye­sinde erkeklerin özel özenle yetiştirip geliştirdiği bir türdür. Cildi­nin akça pakçalığı, duyarlılığı ve yumuşaklığıyla önceki türden ayırt edilir. Doğal eğilimi onu hayranlık uyandıran bir temizliğe iter. Parmakları, tatlı, yumuşak ve güzel kokulu olmayan şeylere do­kunmaktan tiksinir. Beyaz kürkünün lekelendiğini görecek olsa, kakım gibi, üzüntüden kahrolup ölebilir. Saçlarını parlatmaya, on­ların çevreye, insanları kendinden geçiren kokular yaymasını sağ­lamaya, pembe tırnaklarını fırçalamaya, onları hilal biçiminde kes­meye, nazik uzuvlarını sık sık temizlemeye bayılır. Geceleri, en yu­muşak tüylü kumaşların üstünde olmaktan hoşlanır yalnız; gündüzleriyse, sert tüylü divanların üstüne yayılmayı sever; yatay ko­numa geçmek en çok hoşlandığı şeylerden biridir. Sesi, insanın içi­ne işleyen yumuşaklıkta, zarifliktedir. İnanılmaz bir rahatlıkla ko­nuşur. Zahmetli hiçbir işe girişmez; yine de, gözle görülür zayıflı­ğına karşın, bazı yükleri mucizevi bir kolaylıkla yerinden oynatmayı, taşımayı başarır. Güneşin parlak ışınlarından fellik fellik ka­çar, dahice yöntemler kullanarak kendini bu ışınlardan korur. Yü­rümek, onun için yorucu bir iştir; yemek yer mi? Bu bir gizdir. Öte­ki türlerin gereksemelerini paylaşır mı? Bu da soru işaretidir. Aşırı meraklı olduğundan, kendisinden en küçük bir gizi saklayan kişi­nin bile tuzağına düşebilir, çünkü aklı sürekli olarak bilmediği şey­lerdedir. Sevgiye tapar, sevdiğinin hoşuna gitmeyi düşünür yalnız­ca. Sevilmek tüm davranışlarının, arzu uyandırmak tüm hareketle­rinin amacıdır. Aklı fikri, çevresinde ışıl ışıl parlamakta olduğu için ancak zarif ve ince çevrelerde hareket eder. Hintli genç kızlar, Tibet keçisinin yumuşak tüylerini, Tarare, incecik tüllerini onun için dokur; Brüksel, mekiklerini en saf ve en ince keten iplikler ara­sında koşturup durur; Visapour, onun için dünyanın öbür ucunda­ki parlak taşları elde etmeye çalışır; Sevres, beyaz kilini altın yal­dızla onun için kaplar. Gece gündüz demez, yeni süsler, takılar dü­şünür; yaşamını giysilerini kolalamakla, söküklerini dikmekle geçi­rir. Doğruluğuna inanmasa da, övgüleri gururunu okşayan, duy­dukları arzu kendisine çekici gelen yabancılara parlak ve taze gö­rünmeye bayılır. Kendi bakımına ayırdığı, kendini zevke bıraktığı saatleri, en tatlı ezgileri söyleyerek geçirir; Fransa ve İtalya, nefis konçertolarını onun için yaratır; Napoli, yaylı sazlarına o uyumlu ruhu onun için verir. Sonuçta bu tür, dünyanın kraliçesi, arzuların kölesidir. Evliliğe, sonunda güzel bedenini bozacağından korksa da, mutluluk vaat ettiği için razı olur. Çocuk sahibi olursa, bunu yalnızca rastlantıyla yapar; büyüdüklerinde de onları gözlerden saklar.

(...)

Kadının yaşamında, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan üç dö­nem vardır: Bunlardan ilki beşikte başlayıp evlenme çağında biter; ikincisi, kendini evliliğe verdiği süreyi kapsar; üçüncüsüyse, kritik yaşa gelmesiyle başlar ki bu dönemde Doğa, tutkularının sona er­mesi gerektiğini oldukça kaba biçimde ona ihtar eder. Bu üç yaşam çevresi süre bakımından çok az farklarla eşit uzunlukta olduğun­dan, belirli sayıdaki kadın topluluğunu eşit olarak böler. Böylelik­le, altı milyonluk bir kadın topluluğu içinde, araştırılıp ortaya çıka­rılması bilginlere düşen bazı küçük gruplar dışında, bir-on sekiz yaş arasında iki milyon kız, on sekiz yaşın üzerinde, kırk yaşın altında iki milyon kadın, bunların dışında da iki milyon yaşlı kadın vardır. Dolayısıyla, evlenme çağında bulunan iki milyon kadın; Toplumsal Durum'un kaprislerine bağlı olarak üç büyük kategoriye ayrılır. Bunlar, yukarıda açıkladığımız nedenlerle kızlıklarını koruyan kategori; erdemli olup olmadıklarına kocalarının pek al­dırmadığı kategori ve bizim üzerinde duracağımız, toplum içinde yasal konumda bulunan bir milyon kadının oluşturduğu kategori­dir.
Kadın milletinin bu oldukça doğru bölümlenmesi sonuçla bi­ze, Fransa'da yaklaşık bir milyon beyaz kuzucuktan oluşan bir sü­rü bulunduğunu gösteriyor ki bu ayrıcalıklı ağıla bütün kurtlar göz dikmiş durumda.
Tülbentten süzülmüş bu iki milyon kadını bir başka elekten daha geçirelim.
Bir kocanın, karısına duyması gereken güveni daha iyi değer­lendirebilmek amacıyla, bu kadınların hepsinin kocalarını aldata­cağını bir an için düşünelim.
Bu varsayımda, yukarıda sayıca belirtilmiş kadınların yaklaşık yirmide biri kadarını, yeni evlenmiş ve yaptıkları evlilik sözleşme­sine belirli bir süre sadık kalacak genç kadınları düşmemiz uygun olacaktır.
Yirmide birlik bir başka bölümü de hasta kabul edeceğiz. Bu oran aslında, insanların çektikleri hastalık acılarını hafife almak olacaktır, ama neyse.
Söylendiğine göre, sağlık dışı kabul edilebilecek bazı durum­lar, örneğin çirkinlik, rahatsızlıklar, gebelikler, erkeğin kadın kal­binde kurduğu tahta zarar verirmiş; bu gibi durumların da yirmi­de birlik bir bölüm oluşturduğunu düşünelim.
Evli bir kadının kalbinde, kocasını aldatma düşüncesi, sıkılmış bir tabanca kurşunu gibi bir anda uyanmaz. Yine de ilk görüşte duyulan sempatinin kadınlarda duygular uyandırdığı, ailelerde görülen sadakatsizliklerin toplam sayısının, bu duygulanmanın yol açtığı çekişmeler sonunda kocanın ne ölçüde gözden düştüğü­ne bağlı olduğu varsayılabilir. Bu çekişmeyi sürdüren kadınların sayısını, doğuştan savaşçı olan bir ülkede, toplam kadın sayısının yirmide biri olarak kabul etmek, Fransa'daki edepli kesime nere­deyse kara çalmak olur; öyleyse bazı hasta kadınların âşıklarını yatıştırıcı ilaçlarla ellerinde tuttuklarını, öte yandan, gebelikleri iki yüzlü bazı bekâr erkekleri gülümseten kadınların da bulunduğunu varsayacağız. Böylelikle de erdemleri için savaşan kadınların ede­bini kurtarmış olacağız.
Yine aynı düşünceyle, âşığı tarafından terk edilen bir kadının hemen bir yenisini bulduğunu düşünmeye kalkışmayacağız; bu ne­denle gözden dilden erkeklerin sayısı zorunlu olarak bir öncekin­den daha düşük olduğundan, bu durumdaki kadınların sayısını kırkta bir olarak kabul edeceğiz.
Bu eksiltmeler, evlilik inancına saygısızlık eden kadınların sa­yısını belirlemek köz konusu olduğunda, bu kitleyi sekiz yüz bine düşürecektir.
Bu durumda, bu kadınlarımızın erdemli oldukları düşüncesini kim korumak istemez ki? Ülkemizin çiçekleri değil midir bu kadın­lar? Hepsi taptaze, çekici, akıl karıştıracak güzellikte, gençlikte, canlılıkla, aşk dolu değiller mi? Onların erdemliliğine inanmanın, bir tür toplumsal dine inanmaktan farkı yoktur; çünkü onlar dünyanın süsü, Fransa'nın medarı iftiharıdırlar.
Demek ki,
kocalarına sadık kadınların sayısını, erdemli kadınların sayısını
bu bir milyon kadın arasında aramamız gerekiyor.
Bu araştırma ve bu iki kategori, uzun Düşünceler'in kaleme alınmasını gerektiriyor ki bunlar bu araştırmanın eklerini oluştura­cak.
(...)