14 Aralık 2012 Cuma

Seni Nasıl Buldumsa / Cemil Yüksel


seni nasıl buldumsa öyle bıraktım
aynanın, kirin ve bütün tanımların karşısında
alışkanlık bahçesinin mideye kadar kesen kokusunda
uzunluğuna doğru ağaçların, sözlerin uzaklığına doğru
uzamış tüm bitkileri öylece sararmış gövdende
yüzündeki dağınıklığa sebep kum fırtınasında
öyle bıraktım nasıl buldumsa değmeden

bir tekrarı çağrıştıran her türlü hatırlanmışlıkta
sezgileri durmadan bir çocuk susturulmasıyla emziren
geceyi ve aşkı dirilten parmak uçlarında
bağıra bağıra kendi sesini kıstıran
bütün kendini çağırmalarda
olanca yenik, olanca umutlu, olanca genişlikte
kanatları daha hiç uçmayla denenmemiş kuşların
tedirgin, seğirten farklı yönlerine doğru
buldum da öyle bıraktım bozmadan uzayan çizgileri

seni binlerce mavi sürahiyle içtim gözlerimden
eksiksiz susamışlıkla kurudum da bitirdim
yaprağın ve zorlukların karşısında
aynı şarkı sözleriyle değiştirdim çağrılışını
demeyi istedim de; biliyorsun bıraktım
gölgeni ve yargıları bir sırtlamış hayallerde.

sorular buldum.
tam yerinde, güzel ağzında
derin alıyordum tam nefesi; çıkageldi.
kocaman balona yaklaşan selamlı bir iğne.

Aralık 2012
Görsel : 

          

10 Aralık 2012 Pazartesi

Hayranlık / Arno Gruen


    Hayranlık bağımlılığı, yani insanın kendisine hayran olunmasına duyduğu büyük ihtiyaç, o çok özlenen "gü­cü" vaat eder gibi gözükür. Erkek "güçlü" olduğu için etrafındaki insanların ona hayran olmasını ister. Bu hayranlığa da sevgi denir, oysa sadece gerçek sevgiyi boğmaya yarar. Bilinçli olarak amaçlanan çoğunlukla bu olmamakla birlikte, etkisi hep aynıdır.
Başarılarımız ve kahramanlıklarımız için, ki bunla­rın temelinde gerçekten zayıf olabileceğimiz korkusu yatar, sevilmek istediğimizde, aslında hem kendimizi hem de bizi bunlar için "sevenleri" aşağılamış oluruz. Kendi şüphelerimizi örtbas etmek için de daha çok hay­ran olunmak ve sevilmek isteriz. Ama, aslında hepimi­zin istediği gerçek sevgi elimizden kaçmaktadır. Dü­rüstlük ve gerçek duygular gerektirdiği için korktuğu­muz, ama eksikliğini duymadan da edemediğimiz iç­tenlik de öyle. "Erkek" metafiziği yalanında hapsolmuş bazı erkekler, içtenlik ile karşılaştıklarında dahi kendi­lerini bulmayı asla başaramazlar. Böylece kendileri ol­mamaya devam ederler. Bir erkeğe veya bir kadına, al­tında kendini kandırış yatan bir şey için nasıl hayranlık duyulabilir? Bunun arkasında, kendimize itiraf edeme­diğimiz çaresizlik korkusu olduğu sürece, hayranlık duyan kişi kendi çaresizliğini inkâr etmek zorundadır.
Ama bunu yaptığında kendiliğini kaybetmiş olur. Geri­ye belki sadece içlen pazarlık ve islediğini yaptırma ka­lır, ki bunlar da sahteliktir, insan bunlarda ne kadar ba­şarılı olursa olsun, bu davranış sevgiye aykırıdır!
Kadın hastalarımdan biri, hayranlığın bu türü hak­kında fikir edinmemi sağladı. Bir seans sırasında şöyle haykırdı: "Başvurduğum son çare, annemin bir parçası olmak, tıpkı ona benzemekti. Ne kandırmaca! Ona öyle hayrandım ki, o artık beni bulamıyordu. Ben artık yok­tum!" Bu dikkate değer bir tespittir. Kendimizi, kusur­suz bulduğumuz güçlü bir insanla özdeşleştirdiğimiz­de hiç kimse bizi bulamaz. Çünkü yok oluruz! Hepimi­zin ödediği bedel, kendiliğimizin ve bunun sonucu ola­rak birbirimize olan yakınlığımızın kaybıdır.
Hayranlığın son derece karışık bir yönü daha vardır: Hayranlık duyan kişi, hayranlık duyulan kişi üstünde iktidarını kurabilir! Bu gücü ona, hayranlık duyulmak isteyen kişi verir. Bu bir çelişki gibi görünse de, değil­dir! Hayranlığı ve putlaştırmayı, kusursuz bulduğu­muz kişileri alaşağı etmek için kullanırız. Bu ezilenin intikamıdır: "Vaat ettiğin gibi değilsin!" O âna kadar inandığımız, desteklediğimiz birini bir çırpıda devirip yok edebiliriz. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Peki, o kişiye neden inandık?
İnsanlar, yeterli zekâ ve bilgiye sahip değil midir? Bu olayı böyle açıklamak, bence bazı şeyleri örtbas et­mek olur. Böyle bir yaklaşım, kendiliğimizi kaybetmek için bizi ezenlere teslim olduğumuz ve günün birinde intikamımızı acı bir şekilde alabilmek için, gizlice onla­rı iddia ettikleri tanrısal görüntüde sabitlediğimiz ger­çeğinden bizi uzaklaştırmaktadır. Söz konusu zorbalar ve diktatörler olunca, bunu ancak devrilmek üzere ol­duklarında itiraf ederiz. Ama, daha az tehlikeli insan­larla ilişkilerimizde bunu her gün uygulamaklayız. Eşimizi veya sevgilimizi ilahlaştırırız. Böylece, karşımızdaki gerçek insana asla yaklaşmak zorunda kalmayız, yaklaştığımız sadece hayalimizdeki görüntüsüdür. Bir gün hayranlığımızı kaybettiğimizde şöyle deriz: "Beni hayal kırıklığına uğrattı." Bu asla sıkı bir bağ kurmamak için, çocukluğumuzda öğrendiğimiz bir kandırmacadır. O zamanlar çaresizliğimizi kabul etmekten korkmazdık, ama başkaları bu yönümüzden istifade ederdi. Sevgi ve yakınlığa duyduğumuz gerçek ihtiyaçtan kaçmamızın nedeni, bu tecrübenin sebep olduğu acı ve açtığı yaradır. Bunun bilincine varmamız, güce kitlenmiş kendiliğimizle karşı karşıya gelmemiz demek olurdu. Bunun yerine, karşımızdakini ilahlaştırarak, bize besle­diği hayranlık ve sözde sevgiyle avunur, böylece kendimizi ondan uzak tutarız.
Başkalarının bize hayranlık duymasına izin verdiğimiz ölçüde onların üzerimizde güç kullanmasına izin vermiş oluruz. Kadınlar erkeklerle, erkekler de kadınlarla işte böyle oynamaktadır. Herkes karşısındakinin gücünün hakemi haline gelmektedir. Herkes, kendini kendi hayatını yaşamaktan aciz hissettiği halde, güç sahibidir. Karşımızdaki görüntü, hayali bir gücü ele geçir­mek adına kadınların erkeklerin, erkeklerin de kadınların peşinde koştuğu bir av sahnesidir. Herkes kendini diğerinin egemenliği altında hissettiği için de herkes birbirinden nefret etmektedir.

Kendine İhanet / Arno Gruen Kitabından alıntıdır.
Resim: Echo and Narcissus
J. W. Waterhouse 1903

6 Aralık 2012 Perşembe

Kırklara Karışmak / Cemil Yüksel


                                                                                                                 Kenan Taşpınar’a

kelimelerin huzuruna gece ışıklarıyla
çıkmayı alışkanlık etmiş yürüyüşlerin
sesi vardı sende
sende karanlığı delip geçen çocukluk pırlantası
yarım yamalak bir anlatımla da olsa
büyülü ve itaatsiz bir sevmenin akışı
daha neler mi var
‘Mutlaka bunu da bilmeliyim’ dediğin bir uslanmama
altından kalkılamayacak bin mısra karası ömrün
kendini erkenden derin derin susması
‘Senle yola çıkılmaz!’ diye tutturmuş bir söylenişe inat
bir kolunda aşkla öbür kolunda ayrılığı
bir arada koşturmak
var da var babam
gözlerimle görmesem inanmazdım
buna denir işte kırkından sonra kudurmak

yine de ben söylemiş olayım
yoksa kan kusturur doğmuş olmamın açıklığı
ah yaşamak tekmeğiyle çarpan kalbi uçurumlu
köpüklenerek sabrı ve telaşı aralanmış bu dünyanın
köküne dinamitleri yer gözetmeksizin soksan da
kimseler ırgalamaz senin yalnızlığını
anlatılası zor bir çağla buluşuyoruz ki
heyhat
yalnızlıkta artık bir gürültüdür
kulaklarımızı tıkayarak kaçamadığımız.
kanser eden soruları saplı bir bıçak
dururken beynimin içindekiler
anladım bunu
o gün bugün selamlaşmıyorum
yeltenişi ölüm çağıran buluşmalarla.

çıkıp gelmeni bekliyorum
ilk ışıklarıyla omuz vermenin
bir an önce çarpılmalara tutmanı
içindeki geç kalmışlık duygusunu
gitmenin bile şiirlik bir yorumu kalmadı
bu dokunuyor insana
şimdi usulca kalsak eski toprak bir ‘hayır”da
biraz nefes alsak bir içimlik
sesimizi de yetiştirebiliriz vurulan arkadaşlara
ve zehriyle yeniden tanışabiliriz gazete kupürlerinin.

bozguncu bir merhabaya
gömüp alnımı yineliyorum
bu sabah uyanmazsa martılar
vah halimize
vaaaay  halimize.

                                                                            2005

30 Kasım 2012 Cuma

Parmak İzi / Marcel Proust


“Acının, bize acıyı verenler tarafından dindirilmesi gerekliliği yalanı tarafından kışkırtılan bir sevginin var olduğu bir dünyada yaşama cesaretini nasıl gösteriyoruz?” Marcel Proust

Görsel:Jonathan Bartlett

24 Kasım 2012 Cumartesi

Kendine İhanet / Arno Gruen


ABD'li psikanaliz uzmanı ve Frieda Fromm-Reichmann'ın çalışma arkadaşı Leslie Färber, Die Wege des Willens (1966) adlı kitabında, klinikte yatan şizofren bir hastayla terapistinin saptırılmış özerklik eğilimini yansıtan karşılaşmasını anlatmaktadır. Aynı zamanda bu tür hastaların nasıl bizi toplumsal gerçekliğin aksaklığı hakkında bilgilendirmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Söz konusu terapistin, babasının hediyesi olan ve kendisi için manevi değer taşıyan bir dolmakalemi vardır  Bir terapi seansı sırasında bu dolmakalem o ana ka­dar pek de ilgili olmayan hastanın dikkatini çeker. Terapist bunu fark eder ve kalemi hastaya vererek denemesini önerir. Hastanın tepkisinden cesaretlenen terapist  kalemin ertesi güne kadar onda kalabileceğini söyler  Sonraki seanslarda kalemin bahsi geçmez. Birkaç hafta sonra terapist kalemi sorarak, onu geri almak istediğini söyler. Hasta cevap vermez. Yaklaşık altı hafta sonra terapist, hastaya o kalemin babasının hediyesi ol­duğunu, onun için çok önem taşıdığını ve geri istediğini söyler. Hastadan bu konu hakkında konuşmasını is­ter. Hasta, dolmakalemin kaybolduğuna dair bir şeyler mırıldanır ve seansın geri kalanında ağzını açmaz. Terapist gittikçe sinirlenir ve sonunda hastaya bağırır. Bu nedenle seans tatsız biter ve hasta odasına geri döner. Hemen sonra terapist ve iki hastabakıcı odasına dalar. Hastabakıcılardan biri hastayı yere yatırırken, diğeri kalemi aramaya koyulur. Dolmakalem tabii ki bulunur ve terapisti odayı terk ederken yere yatırılan hasta ona şöyle bağırır: "Tanrım, burası ne biçim bir tımarhane! Küçücük bir kalem için bu kadar tantana!"
Farber'ın bize burada aktarmak istediği şey şudur:
Terapist, kibar ve uygar bir adam olmasına rağmen, kendi davranışının bilinen psikanalitik bir olay olan ak­tarıma mal ederek, şiddet içeren davranışında kendi güdüsünü görmeyi başaramamıştır. Bunun anlamı şu­dur: Karşılıklı aktarım, terapistin hastayı iyileştirmek amacıyla ona annelik etmesi, ama ondan olumlu bir tepki alamayınca sinirlenmesi ile oluşmuştur. Farber, bu karşılaşmayı iki iradenin çarpışması şeklinde yo­rumlayarak, ona başka bir anlam katmaktadır. Benim düşünceme göre ne bu yorum, ne de aktarım bu karşılaşmayı gerçek anlamda açıklayabilmektedir.
Hastanın davranışları tahrik ediciydi, bu doğru. Ama terapistin ondan beklentisi, sıkı ama açıklanma­yan kuralları olan yerleşik bir oyunda rol alması değil miydi? Hastanın, kendi açısından "nazik" davranarak, terapistin sevimli insan imajını doğrulaması gerekirdi; iyi niyetli, yumuşak ve sevgi dolu bir adamın görüntü­sünü desteklemeliydi, öyle değil mi? Terapist, erdemle­rinin tasvip edildiğini görmek için hastayı kullanmadı mı, sürekli birbirimizi kullandığımız gibi? Görünüşe bakılırsa, amacı sadece iyi anne rolü oynamak değildi; bu cömertlik aynı zamanda karşılıklı tasvip oyunuydu: Bu oyunda biri kendini güçlü ve önemli hisseder, diğe­ri ise ne kadar itaatkâr olabileceğini kanıtlar.
Hasta buna iştirak etseydi, "doğru düzgün" davran­saydı, ne kadar iyi, yani iyileşme yolunda bir hasta ol­duğunu kanıtlamış olmaz mıydı? Oysa o bütün bunları anladı ve "hayır" dedi. Şizofren kişi, "çaresizliği" ile rolleri belli bu oyunun maskesini düşürdüğü için çoğu zaman işbirliğine yanaşmaz. Çaresizlik aracılığıyla bu oyundaki riyakârlığa karşı gelir. Kendi oyunumuzda tutsak olduğumuz için rahatsız oluruz. Böyle bir çare­sizliğe rol gereği sadece iyilikle cevap vermemiz gerekirken, kim açıkça öfkelenebilir? Hastanın tavrı bizi kendi oyunumuzda boğulmaya zorlar. Bunun intikamı­nı, ona "yardım" etmekte ısrar ederek alırız. Bu yardım da işe yaramazsa, yardım etmeye çalışan kişide, kendi­ni migren gibi psikosomatik belirtilerle ortaya koyan ciddi bir ruhsal kriz görülür.
Bu hastanın kendini terapistin insani yönüne, dosta­ne ve cesaretlendirici girişimlerine kapattığı doğrudur. Yine de bu tür hastaların, kısıtlayıcı sevginin maskesini düşürüp riyakârlığını ortaya çıkarmaktaki istisnasız ba­şarıları bizi her gün kaçtığımız bir gerçekle bir an için karşı karşıya getirir. Hepimiz temelinde iktidar olan imaj sistemlerini korumaya yarayan çeşitli roller oyna­rız. Bu sistemlerin sağlamlaştırılmasına katkıda bulu­narak, farkında olmadan, iktidar ideolojisine ne kadar az itiraz edildiğini kanıtlarız. (İktidar, başkaldırıya ne­den olabilir, ama ideolojisi olmaz.) Bu, kendi devamlılı­ğını sağlayan bir döngüdür. Böylece gittikçe kendimize yabancılaşarak, kendimize ve başkalarına yaptıklarımı­zın farkına varmayız. Bu sahte gerçeğe en iyi uyum sağ­layanlar, toplumumuzda en başarılı kişiler olarak kabul edilmektedir. En iyi uyum sağlayanlar, aynı zamanda kendi duygularına en uzak olanlardır. Bu çelişkili yöntemle başarı, bastırılmış bir duygu dünyası saçmalığını örtbas etmektedir.
Bunun sonucu, Marcel Proust'un şöyle anlattığı bir gerçektir: "Acının, bize acıyı verenler tarafından dindirilmesi gerekliliği yalanı tarafından kışkırtılan bir sev­ginin var olduğu bir dünyada yaşama cesaretini nasıl gösteriyoruz?" Hastanın inadı, hem bir kıstas hem de bu ortak yalanda yer almayı reddedişti. Çaresiz bir şi­zofrenin böyle bir lüksü vardır! Ama, ne yazık ki bu, ki­şisel ve toplumsal ilişkilerin toplu olarak kaybına ve ruhsal intihara neden olmaktadır, çünkü toplumsal ge­lenekler iştirak etmemeyi sosyal ihanet olarak damgala­maktadır.
Hastanın bu oyunda yer almak istememesi, genelde bilincimizden uzak tutulanı aydınlatmaktadır. Hükme­den ve hükmedilen ile ezen ve ezilen, toplumsal ilginin gerçek özgürlüğü kısıtladığı bir güç alışverişinde ortak­laşa yer almakta, buna da sevgi denmektedir. Gerekti­ğinde gösterilen bütün başkaldırılara rağmen, bu sisteme uyumun bedelini kendi özgürlüğümüz ve canlılığımız­dan korkarak öderiz. Çünkü bir toplumun normlarına karşı gelebilmek için bu korkunun bilincinde olmak ge­rekmez. Bir bakıyoruz, farkında olmadan teslim olmu­şuz. Farkında olmadığımız ve bilmediğimiz yerde kendi­mizi güçle özdeşleştirmişiz. Kendi özerklik korkumuz ve onun-neden olduğu yaşama korkusu, hayatımızın farkı­na varamadığımız bir düğüm noktası oluvermiş. Özerk­lik olanaklarımızın parçalanması o denli geniş kapsam­lı ki, bunun farkına bile varamıyoruz.

23 Kasım 2012 Cuma

Yoksul / Cemil Yüksel


ne zaman usulca bir şarkıya başlasan
sadece kendine söylenmiş kısık bir sesle
en çok ekmeğe aç bir sofra gibidir yüzün
annenin uykusunda bulduğu ninni
pamuğa, boyun atkılarına, durmaksızın yıkanmaya
taşınmış beyaza dolmuştur günlerce
yanaklarına açmış çiçek sapları gibi gömülmüştür gülmek
ne zaman konuşsan kurtarmak için tüm gürültüleri
bilirim güneşe döndüğünü

tarçın dökülmüş çıkmayan bir gün üstünden
oluşur kuşların gökteki en güzel matematiği
karga en güzel seslidir renklerden
yok artık göğü aralayan itiş kakışları
koklaması bile yetebilir şimdi
bir rüzgarın arkadan iteleye iteleye
her yerine kum gibi doldurduğu karanlığı

bulamadın diyelim,
bulamamak ne büyük yeryüzü
sütten kesilmiş gibi kesil sözcükten.
sulardan gelmiş acına doğru eğilmekse eğil
dökülmüş, devrilmiş ne varsa 
boş yere durmamıştır inat etmesi

ne zaman usulca bir şarkıya başlasan
sözcükleri kısık bir anne 
öpmeye öpmeye
öper kendini ellerinden.


Görsel: Clothed Woman Reclining -Egon Schiele

-Mayıs 2012-

İzafi Dergisinin 7. sayısında yayınlamıştır.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Duygusal Zırhlanma / Morton Herskowitz


Başlangıçtaki sorgulamamıza dönecek olursak: Hastalık, hastanın algıladığı belirli ya da yanındaki kişilerin gözlemlediği davranış değildir. Bunlar altta yatan bir kişilik bozukluğunun görülebilir etkileri, zırhlanmanın fiziksel sonucudur. Belirtiler ve davranış çeşitli biçimlerde —kimyasal, fiziksel ruhbilimsel— değiştirilebilir ama yaşamın kısıtlı olarak yaşanmasını belirleyen alttaki bozukluk devam eder. Hissetme, düşünme, eyleme, ilişkilendirme üzerinde kısıtlamalar olacak ve bu kısıtlamalar o yaşama niteliksel bir damga vuracaktır. Korkularımız karşısında kendimizi zırhla kuşatırız ve çelik zırhlarımız yaşamlarımız üzerinde dar bir ceket haline gelir.
Duygusal işlevsizlik belirtilerin ve davranışsal sapmaların öte­sine geçer; dünyamıza tam anlamıyla tepki vermedeki sınırla­malarımızı kuşatır. Zırhlanmış insanlar yaşamı metabolize etme kusuru nedeniyle sıkıntı çeker.
"Sessiz çaresizliğimiz" içinde yaşadığımızdan çoğunlukla nasıl bağlı olduğumuzu fark etmeyiz. Kendimizi yalnızca dar alanda düşünmekle kısıtladığımızı hiç akla getirmeksizin konuşma özgür­lüğü gösterisine katılırız. Varoluşun gizeminde yüzmekten o kadar korkarız ki anksiyetemizi örgütlenmiş dinin hazır yanıtlarıyla yatıştırmada acele eder ya da miras olarak aldığımız bilimsel for­müllerle cesur bir gösteri sergileriz. Kızdığımızda kavga etme korkumuzu ussallaştırırız. Sevecen duygular yaşama tehlikesi baş gösterdiğinde sertleşiriz. Sevme tehdidi altında olduğumuzda düzüşürüz.
Psikiyatrik orgon sağaltımı tam anlamıyla bir tedavi değildir. Bir miktar fiziksel ve sıklıkla da büyük miktarda duygusal rahatsızlık gerektiren zahmetli bir sağaltım sistemidir. Pek çok has­tanın yaşamında tatmin edici değişiklikler yaratmayı başarmıştır.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Boş Versene Sen Niye Beklemeli / Edip Cansever



‘‘Yürek yalnız bir kez görür,
sonra gözler görür. ”
Howard Fast
Boşversene sen niye beklemeli
Sıktı artık bu kent beni
Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
Bulmalıyım aradığım o yeri
Şiirmiş, bilgelikmiş, her neyse
Ne varsa benden kalsın geride
Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.

Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım
Oteller, genelevler, nar ağaçları
Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
Ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz
Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
Sopasını düşürdüğü bir dilencinin
Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
Yokuş aşağı, yokuş aşağı!
İner gibi ben de
Örgüsünden başını kaldıran bir kadının
Gözlerinde
Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
Bulacağım elbette aradığım o yeri
Yıllar yılı tuttuğum aklımda
Hani salkımlar içinde bir ev vardı
Eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
Yerini dilimle oynaya oynaya
Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara.

Geçerim kurduğum hayallerin altından
Bir gökkuşağının altından geçer gibi
Budakları kalın ellerimi andıran
Asmaların yanıbaşından
Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
O geçimsiz akşamla
Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan
Göğün mavi yapamadığı bir şahin
Başımın üstünde tek başına.

Kırmızı dallar, göğe uzanan çitler
Yıldızları birbirinden ayıran
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
Ey gün batımı! Benden duymuş olma bu yakınmayı
Bir gül bana kendini kopardı verdi
Daha dün akşam, daha dün akşam.

Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan
Çözüldü artık o büyü, yanımda
Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
Tam yedi kez doğan güneşlerin altında
Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından.

Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
Dişleri tenime geçse yaz rüzgârlarının
İzine pek rastlamasam
Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
Bunu bir daha sorsam
Ne çıkar bir daha sorsam
Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam.

27 Eylül 2012 Perşembe

Empatinin Yitimi / Arno Gruen


KİMLİĞİMİZ
Duygudaşlığımızın yitimini nasıl telafi ediyoruz?
Eğer bir zamanlar yaşadığımız kurban durumunda oluşun yaralarını bastırmak zorunda kalırsak başkalarının acısını hissetme yetimizi de kurban etmiş oluyoruz. Bunun yeri­ni, bizi insan oluşumuzun felce uğramasından kurtaraca­ğını sandığımız bir kendine acıma alıyor. Kendine acıma duygusu bize iki şekilde yardım ediyor: Birincisi, bizi ger­çek yaramızı ve gerçek acımızı algılamaktan "koruyor", bunun yerine, oynadığımız rol yeterince takdir görmediği için kendimize acıyoruz. Diğer yandan kendimize acıyışımız bizi yine sevilmemenin acısından "koruyan" bir tür özseverlik, bir narsisizm oluşturuyor. Klinik literatürde yanlış yorumlanan ve onursuzca bir özseverlik olarak kü­çümsenen bu narsisizm aslında psikolojik bakımdan ha­yatta kalmamızı sağlıyor: Çünkü bir çocuk kendisine veri­len acıya ve yaralara ancak bunları tersine çevirerek, yani inkâr ederek ve dünya düzgünmüş gibi davranarak katla­nabilir. Narsisizm, uyum sağlamış kişi rolünü ne kadar iyi oynadığımıza, ne kadar "doğru" davrandığımıza yönelik bir özseverlik biçiminde, sevilmeyi mümkün kılıyor.
Çocukluğun tarihi bu yüzden sadece çocuklarımızın ki­şiliklerinin yok sayılmasının, inkârının tarihi değil, aynı zamanda kendi acımıza ve bizi değersiz hale getiren kendi içimizdeki kurbana duyduğumuz nefretin kuşaktan kuşa­ğa devredilmesinin de tarihidir. Varlığımız esasen kendi içimizdeki kurbana duyduğumuz nefretle belirlendiği için, geçen altı bin yıl boyunca insan oluşumuzun tarihi aslında empatinin bastırılmasının tarihidir. Ancak empatinin bastırılmasıyla şiddet ve yıkımı meşrulaştıran bir bi­linç gelişmektedir.
Kendilik sınırları dışında kalanın ele geçirilmesi, canlıla­rın veya eşyaların mülkleştirilmesi yaşamın amacı haline gelmektedir. Bu dışa yönelik tutum, yaralanmış kendiliği­mizle yüzleşmekten kaçmak için bir yardımcı işlevi görür. İnsanın kendine tam olarak sahip olmasının yerini başka şeylere veya başka insanlara sahip olmak alır; bu arada sa­hip olma isteği bir rahatlama getirdiği için kendi iç dinami­ğini de geliştirir. Amerikalı oyun yazarı ve Nobel ödülü sa­hibi Eugene O'Neill Amerikalılara yönelttiği eleştiriyi aynı paydaya getiriyor: Amerikalıların kendi ruhlarına sahip olabilmek için her zaman kendilerinin dışındaki bir şeye sa­hip olmaya yönelik yaşadıklarını söylüyor. O'Neill,bu sap­tamayla, kendiliğin değersizleşmesinden oluşan ve insanın dış objelere sahip olmak suretiyle boşu boşuna kapatmaya çalıştığı açığı gözler önüne sermiş oluyor (Gruen, 1989).
Hem kendi kurban durumunda oluşumuzu hem de ele geçirdiğimiz insanın kurban durumunda oluşunu inkâr ederek kendimizi iyicil, anlayışlı ve duygudaş hissedebili­yoruz. Ama böyle bir kendilik değerlendirmesi yalnızca, gerçek duygularla bir tuttuğumuz bir hissetme pozu ta­kınmaktır. Çoğu insan farazi duygularla gerçek duygular arasındaki uyuşmazlığın farkında değildir. İnsan barıştan yana olduğuna inanıp barış için savaşmak üzere savaşa katılabilir. Burada eylemle niyet örtüşmez.
Ama çoğu insan bunu görmez. Kimliklerini daha güçlü biriyle özdeşleşmeye dayandırırlar, çünkü bu onları yaralı kendilikleriyle yüzleşmekten korur, onlara dış düşmanlar sağlar. Böylece nefret ve saldırganlığın hedefi dışa yönelir ve iç "düşman"dan duyulan korku böylece değiş tokuş edilir. Böyle bir boyun eğiş diğer yandan da iktidar, ele ge­çirme ve şiddeti güçlendirir.
Kendi içimizdeki düşmanı aramak yerine farklı görü­nen, farklı davranan insanlarda "dışarıdaki" düşmanı arı­yoruz. Bu farklı insanlar sonra "kötü düşman"a dönüşüyor; Nietzsche'nin (1980) yazdığı gibi "Onlar 'kötü'leşiyorlar, hem de suçlunun, sureti ve zıttı olarak içinden bir de 'iyi' tasav­vuru -kendisini!- çıkarttığı bir temel kavram olarak."

Niçin düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz?
Henry Miller (1946) düşman üzerine şunları yazmıştı: "Evet, kimdir düşman? Korkunç bir canavardır mutlaka, yoksa onun yüzünden savaş alanlarına çıkmazdık." Düş­manlara, kendilik nefretimizin hedef taşı olarak ihtiyaç duyarız. Anne-babalarımızın bizde aşağıladıkları veya reddettikleri şeyler için cezalandırmak üzere düşmanlar ararız.
Düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar. İnsan başkalarını cezalandırabildiği, aşağıla­yabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz. Zaten yüzleştiği an kendi kurban durumunda oluşuyla göz göze gelecektir. Sayfa 23'te değinilen hastada söz konusu olduğu gibi, insan ken­di çaresizliğini algılamak istemiyorsa veya buna izin veril­miyorsa, bu yüzden çaresiz durumda olan bir başkasını ce­zalandırıyor.
Düşmanlar bizim çaresizliğimizin yerini alırlar. Kendi­mizi güçlü, katı, hatta şiddet eğilimli göstererek kendi yü­zümüzü, kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi diğerlerin­den olduğu gibi kendimizden de saklarız.
Heinrich Böll (1984), insanın bu kendi yüzüne bakama­ması durumunu şöyle ifade ediyor: "Ama önümüzdeki on yılı suya sabuna dokunmadan atlatmayı başarırsam yü­zümden kurtulmaya çalışmam gerekir." Yeter ki insanın gerçek duyguları ve deneyimleri yansıtan bir yüzü olma­sın.
Eğer özenle kurulmuş korunma mekanizmaları yıkılır­sa, görmezlikten gelme stratejileri artık işlememeye başlar­sa, eğer tepedeki koruyucu ekonomik ve toplumsal çerçe­ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için dayatıl­mış roller artık ödüllendirilmiyorsa, insan ancak o zaman tekrar kendisiyle yüzleşmek zorunda kalır. Kendi kurban durumunda oluşumuzla yüzleşmek katlanılmaz olduğu için nefretimizi her zaman dışarıya ve başkalarına yönelti­riz. Nefret ettiğimiz kendiliğimizi, onu sonsuza kadar or­tadan kaldırabilmek için bir dış düşmana yansıtırız. Bu arada da sahte peygamberler nefret duygularımızı onaylar ve körüklerler.
Kendi uydurduğumuz düşman her yerdedir; bunu her gün yabancı düşmanlığı yapanların taşkınlıklarında, Bal­kanlardaki, Rusya'daki, Güney Amerika'daki, Afrika ve Asya'daki savaşlarda yaşıyoruz. Başkalarına yöneltilen şiddet çok farklı ideolojik renkler taşıyabilir ve zayıflara -yoksullara, hastalara, sakatlara- karşı saldırganlıktan, "ırkın saflığı" için savaştan "kutsal" savaşa kadar uzanabi­lir. Ancak bunların ardındaki nefretin kökleri her zaman kendilik nefretinde, inkâr edilmesi gereken kendi kurban oluş durumuna duyulan nefrette yatar.

Bilincin oluşumu
Geçmişimizi aramak, kendimizi açıklama ve varlığımız için bir anlam bulma çabalarının bir parçasıdır. Bu arayış kendimizi nasıl algıladığımıza, gördüğümüze ve kavradı­ğımıza bağlıdır. Arayışımız daha başından, kendi kurban durumunda oluşumuzu algılamak zorunda kalmamak için düşmanlar bulmaya yönelikse, o zaman geçmişimiz üzerinde çalışmaya yönelik çabamız da bilincimizdeki sı­nırlanmaya bağlı olarak bulanık olacaktır. Kendimizi uy­gar, diğer halkları ise ilkel, barbar ve yamyam olarak gör­memiz sadece indirgenmiş bilincimizin bir belirtisidir. Oy­sa çoğumuz geçmişin değerlendirilmesinde kendimize ve diğerlerine karşı adil olacak yetkinlikte olduğumuza ina­nırız.
Bu yüzden kendimize sormamız gereken ilk soru, in­sanlığımızın türü üzerine olmalıdır. Çünkü ancak kendisi için olağanlaşmış olanı sorgulayan ve ne kendisine ne de di­ğer insanlara yabancılaşmış biri kendisini anlayabilir. Sa­dece böyle biri kendisini ve diğerlerini anlayacak durum­da olabilir.
Bu yüzden bu noktada öncelikle bilincin gelişimi üze­rinde durmamız gerekir. Buradaki sorun bilinç anlayışıdır zaten. Bunu kendimiz yaptığımızda bile sorunlarla karşılaşıyorken, bir başkası yaptığında onu hemen düşman ilan ederiz. Çünkü düşmanlar bu tür bir bilincin adı anılmayan gereksinimidir.
Kendimizi doğru algılamayı ve anlamayı nasıl öğrene­biliriz? Kendimizi tanıma yolunda hemen ilk engelle kar­şılaşırız. Örneğin, bir çocuğa başından beri gerçekliğin öğ­retilmesi gerektiğini kabul ederiz. Yaşamımızın bu "yapıcı" mecburiyet kısmı olmazsa, Henry Bergson'un (1992) ifade ettiği gibi "eğlenceden eğlenceye koşacağımızı" sanırız. Ama burada da karşımızda bir düşman imgesi var: Küçük bir çocuğun eğlenmekten başka hiçbir şey yapmadığı var­sayımına dayanan bir düşman imgesi. Ve kendimizde he­men azimle bunun üstüne gitme hakkını görürüz. Ancak kendi aldığımız karşı tedbirleri bunlardan kabul etmeyiz. Zorlamasız öğrenmenin bir sonuç getirmeyeceğini düşü­nür, ama bu önyargımızın farkına varmayız.
Bir insanın öğrenmek için mümkün olduğunca az hata yapması gerektiğini düşünürüz. Bu yanlış varsayım ço­cuklarımızın oynayarak öğrenme olanağını ortadan kaldı­rır. Eğer bir çocuk keşif gezilerine çıkamıyorsa, algılama yeteneğini de geliştiremeyecektir (Heinrich Jackoby, 1987).
Yani çocuklar doğumlarından itibaren bir yasaklar bombardımanıyla karşılaşıyorlar. Kendi çocukluklarında yasakların acısını çekmiş olan yetişkinler şimdi yasakları kendileri koyarken bir telafi hissediyor. Çocuklarımızı, onların iyiliği adına cezalandırıyoruz ve bunun itiraf etmi­yoruz. Bilakis, kendimizi koruyucu ve iyi anne-babalar gi­bi hissediyoruz. Çocuğa "gerçekliği" öğretmek, onu itaate zorlamak bize ahlaki bir tatmin veriyor.
Böylece Bergson'un "kendimizi anne-babalarımıza ve diğer otoritelere tabi kılmak" olarak tanımladığı durum erkenden gelişiyor. Çünkü çocuk, cezalandırılmayı her za­man kendi işlediği suçun bir sonucu olarak tecrübe ediyor. Yetişkinler ve anne-babalar olarak bir yandan kendi içi­mizdeki çocuğu, diğer yandan canlılıklarıyla eski suçları yeniden hatırlatan çocuklarımızı cezalandırıyoruz. Bize yapılmış olanı, bilincine varmadan aktarmaya devam edi­yoruz.
Olağanlaşmış kendiliğimizi bu bağlam içinde sorgula­yacak olduğumuzda da, eğitimin böyle bir şey olduğunu düşünerek hemen kendimizi rahatlatıyoruz. Peki, bu noktada yaşanan nedir ve neler ters gidebilir?

17 Eylül 2012 Pazartesi

Ölü Kuşlar Tiradı / Cemil Yüksel




Çocukluğun ki boğazlandığın yer
Sıktıkça sıkılan bir nefes kaybı
Durdurulmaz bir ıkınma karnından
Doğmak için değil kurtulmak için sessizlikten.
Ha bir de baba diye bağıran bir kız çocuğunun
"Lütfen" gitme demesinin en incelikli sesinden
Oya oya kemiren o sesinden
Bilmediğin o can çekişme işte
Kurtulmak için her türlü ne yapsan da
Sevdiremez kendini kimse ellerinden.

Çocukluğun ki boğazlandığın yer
Dur! yapma! geç! her türlü emrin töreninden
Bulmuştur üzümlere konulmuş su seslerini
Bulmuştur acısını köpürte köpürte
Maviye bakınca gidilecek yerleri

Çocukluğun diyorum boğazlandığın yer
Hiç bir kadın anne olamaz celladına.
Hiç bir kadın dönemez bu yanlıştan.


Görsel: "World of Children" by Esther Bubley
2012 Eylül

13 Eylül 2012 Perşembe

Su ve Ateş III / Cemil Yüksel

III

O zaman soru kalmadı marcel
ölebiliriz kocaman cevapsızlığımızla
açmayı bekleyen kır vakitlerinde
eksiğin taşkın tomurcuklarını serpe serpe
derin derin nefeslerinde solumuş
yağmur sonralarını öpmüş kendine gelmelerde
bir postacının her kapıdan beklediği açıklık neyse
lanetli bir “ama” gibi dolaşmış içindeki öfkeyle
ölebiliriz gözleri çığlık medusa gibi
kocaman kocaman bakarak kendi korkumuza

O zaman cevap kalmadı marcel
doğrulsak bile dudaklarından açıklamalarla
sohbetlerin, kavgaların
ve penseyle zorlanmış kemiklerin içinden
dilimiz inceldi yanıtsızlığımızla
sesin bütün frekansları sayılar hepsi karanlıkta
geliyor ve geçiyor böceksi yönleriyle
sert kabukları zorlanmış bile yakınlaşmaktan
durmuyor usluluğu çekip gidiyor üzgün geçmişimize

ah marcel...
kalmadı artık uzun bir merak halinde koşan gençliğimiz.
kalmadı işte yaşlı saçları örgüler halinde.
döküldü. kaldı mı çıplaklığımız birbirine.
tekrar tekrar birbirine değen sular ve taşlar gibi
kaldı öyle arınmış tatlı sular gövdelerinde.


12 Eylül 2012 Çarşamba

Empati / Arno Gruen


Bir insanın kimliğini duygudaşlık temelinde oluşturmasıysa çok farklıdır. Andre'nin hikâyesi, anne-baba sevgisinin böyle bir gelişimi nasıl desteklediğini gösteri­yor. 1938 sonbaharıydı. Andre on iki yaşındaydı ve anne-babasıyla birlikte Almanya'nın kuzeyindeki bir kasabada yaşıyordu. Bir akşam, katıldığı bir Hitler Gençliği toplantısından sonra eve döndü. Babasına ses­lenerek, "Toplantıda bize yarın Yahudi dükkânlarını taşlayacağımızı söylediler. Benim de katılmam gerekir mi?" diye sordu. Babası ona düşünceli bir ifadeyle bak­tı: "Sen ne düşünüyorsun peki?" "Bilmiyorum. Aslında Yahudilere karşı değilim, onları tanımıyorum bile. Ama herkes taş atmaya gidecek. Ben ne yapmalıyım?" Ko­nuşmaları bu şekilde devam etti. Sonunda Andre şunla­rı söyledi: "Anladım. Kararımı kendim vereyim istiyor­sun. Biraz dolaşmaya çıkacağım, geri döndüğümde de kararımı sana söyleyeceğim." Andre kısa bir süre sonra dönerek masanın başında oturan anne-babasına katıldı. "Kararımı verdim, ama bu karar sizi de ilgilendiriyor." "Nasıl yani?" "Yahudi dükkânlarını taşlamamaya karar verdim, ama yarın herkes, X'in oğlu Andre bize katılma­dı, taş atmak istemedi, diyecek. Sonra da sana karşı bir şeyler yapacaklar. O zaman ne yapacaksın?"
Babasının iç geçirişinde rahatlamanın yanı sıra gurur hissediliyordu: "Sen dolaşırken annenle ben de konu­şup şöyle düşündük: Eğer taşlamaya katılsaydın buna karşı çıkmayacaktık, çünkü kararı senin vermeni biz is­temiştik. Ama taşlamayı reddetmen halinde Almanya'yı terk edecektik." Ettiler de.