30 Temmuz 2014 Çarşamba
26 Haziran 2014 Perşembe
1 Mayıs 2014 Perşembe
William Blake / Dadının Şarkısı
Yeşillikte
çocuk sesleri duyulduğunda
Ve
gülüşler duyulduğunda tepede,
Huzur
içindedir göğsümde kalbim
Ve
geri kalan her şey sükûnet içinde
"Artık
eve gelin çocuklarım, güneş batıyor,
Ve
yükseliyor gecenin çiyleri;
Gelin
gelin oyunu bırakın, ve rahat bırakın
Sabah
gökte görünene kadar bizi."
"Hayır
hayır oynayalım bırak da, gündüz daha
Ve
uyuyamayız henüz;
Hem
küçük kuşlar uçuyor gökte
Ve
tepeler de koyunlarla dolu."
"Peki
peki gidip oynayın ışık solana kadar
Ve
sonra eve gelin yatmaya."
Küçükler
sıçrayıp bağırır gülerdi,
Ve
bütün tepeler yankılanırdı.
Çeviri: Selahattin Özpalabıyıklar
27 Mart 2014 Perşembe
Süt Dişi / Cemil Yüksel
kişi kendi olur kurulur sofrasına kupkuru ekmeklerin
ilk tadını anımsar tahılın, aşkın ve denizin
annesini uyandırır ıslatsın diye saçlarını
annesini çıkarır zindandan şişen uçlarını ovdurur
kapkara tutmuş incirlerle bile başlanabilir dokunmaya
gövdesine dolanabilir uzayan süt dişi bir sessizliğin
can sıkıntısı bir şehir icadıdır
sabah erkenden kovulur çocukluğundan
gökten toplar hırsla tüm sevinç güvercinlerini
aç yılanları ayaklar altına salar soğuk
sıkılmak bir tanrı olur buruşukluktan
durmadan ama durmadan sallar uykular için
ipi kesilmedikçe gıcırdayan bir beşikle
kişi kendi olur kurulur sofrasında dip dibe
kemik kalp ve sinirle duyumun bahçesi
bir ağacın ruhunu doyurur dingin
hiç beklenmedik bir canlılık bağlanır naif
kişi vakti gelir kurtulur kendi olmaktan da.
22 Şubat 2014 Cumartesi
Şiir / Cemil Yüksel

(Şiire ithaf edilmiştir.)
bir ressam kararmış incir tezgahlarında
öpüşür
sırf senin gönlün olsun diye.
kirazları kullanır suya inmiş geyikleri de
ormanda yangın çıkartır üşümeni avlar
arzuyla taşınır temkinini soyunur
bir sabahlık gibi atar üstündeki her şeyi
gürül gürül avuçlarına sıkışmış kelimelerden
beyaz bir sayfayı grileştirir çabuk çabuk
birden bilmeden kullanır tüm eşyaları
senin ağzına dökülür yan yana şelalerle
bir kadın senin aynanda kendini giyinir
durmadan giyinir saçlarını
süsler alyanslar şımartan kolyeler
hepsi senin müziğinin harflerinde
nem ve sıcaklık korkusuzca
doygun bir ağızla besliyorlar seni
kuyular kadın yüzleri burun delikleri
derinliğin sarhoş meraksız tepsisinden
kesilmeden cevapsız bir varoluşla
seni ortaya çıkartmak için köklerinden
kan yürüyor orda
tam orda durulmayan bir sağnak
kalbi kasıp savuran dudaklarını çizen vadi
bir niyet bulmuş gibi sözcüklerinden
memelerine inen o kavis birden
ağzına dayanır acıkmış bir tanışmanın
çatlayan ses telleri seni çağırır
yenmiş kurabiyeler gibi
zamanın ağzında paramparça
uzaktan ta uzaktan
bu dünyada bir yerin var senin
ne çok el sabahtan akşama kadar seni yapar
salgı bezleri, çekiç ve kalkerler
enerjinin görkemli gidip gelmeleri
çamura sevgi duyan çocuk elleri
keyifle bir acının az önce bırakıldığı yerden
rüzgar azıcık esse senin denizlerinin kokusu
senin gözlerindir dolar açlığın çökeltisine
hadi kapan bir gövdeden -varsın şair
desinler-
denizaltı gibi diplere
sulardan büyür sular gibisindir öyle
bir dize midir seni kuran şimdi
bir dize midir sana kurulan
bir dize midir senden kurtulan.
19 Şubat 2014 Çarşamba
Çocuklar'a Dair / Halil Cibran
dedi:
Konuş bizlere Çocuklar’a dair.
Ve
o dedi:
Çocuklarınız
sizin çocuklarınız değildir.
Onlar
Hayat’ın kendine duyduğu hasretin
oğulları
ve kızlarıdır.
Onlar
sizin vasıtanızla gelirler fakat sizden değiller,
Ve
gerçi sizinledirler, ama size ait değiller.
Onlara
sevginizi verebilirsiniz, ama
düşüncelerinizi
değil,
Zira
onların kendi düşünceleri var.
Onların
bedenlerini barındırabilirsiniz,
ama ruhlarını
değil,
Zira
onların ruhları yarının hanesini
mesken
tutmuştur, sizin ziyaret
edemeyeceğiniz,
rüyalarınızda bile.
Onlar
gibi olmaya gayret edebilirsiniz,
ama onları
kendinize benzetmeye kalkmayın.
Zira
hayat geriye doğru gitmez, ne de
oyalanır
dünle.
Sizler
yaylarsınız, çocuklarınızın diri oklar
misali
ileriye fırlatıldığı.
Kemankeş,
sonsuzun yolu üzerindeki
nişangâhı
görür ve Kendi kudretiyle sizi gerer,
Kendi
okları gidebilsin diye hızlı ve ırağa.
Bırakın,
Kemankeş’in elinde gerilişiniz
Memnuniyetle
olsun;
Zira
O, süzülen oku sevdiği kadar
muhkem
olan yayı da sever.
31 Ocak 2014 Cuma
Halil Cibran / Osho
Halil
Cibran saf bir müziktir. Sadece şiir tarafından bazı zamanlar ama sadece bazı
zamanlar anlaşılabilecek bir gizemdir. Yüzyıllar boyunca birçok büyük insan var
oldu ama Halil Cibran kendi başına bir kategori olarak kaldı. Gelecekte bile
insan kalbinin ve bizi saran bilinmezin bu kadar derinlerine ulaşabilecek
içgörüye sahip başka bir insanın dünyaya gelme olasılığı olduğuna inanamam.
O
olanaksız şeyler başardı, insan dilinin bilmediği en az birkaç tane yeni
kavramı ortaya çıkardı. İnsanlığın dilini ve bilincini başka hiçbir insanın
yapmadığı kadar geliştirdi. Bütün mistikler, bütün şairler ve bütün yaratıcı
ruhlar bir araya geldiler ve içlerini Halil Cibran’a döktüler.
O
her ne kadar insanlara ulaşmakta son derece başarılı da olsa, bunun yine de
gerçeğin tamamı olmadığını ve ona dair çok küçük bir yansıma olduğunu
hissediyordu. Ama bu gerçeğe dair bu küçük yansımalar seni sonsuz olana, mutlak
olana ve evrensel olana yönlendiren bir hac yolculuğunun başlangıcıdır.
Bir
diğer güzel insan, Claude Bragdon da Halil Cibran ile ilgili şöyle birkaç güzel
şey söyledi: “Onun gücü ruhsal yaşama dair büyük bir kaynaktan geliyor. Eğer
böyle olmasaydı o bu kadar evrensel ve kudretli olamazdı. Ama bu kaynaktan
gelenlerin üzerine giydirdiği dilin yüceliği ve güzelliği tamamen ona
aittir." Aynı fikirde olmasam bile Bragdon’un bu ifadesini her zaman çok
beğenmişimdir.
İnsanın
güzel bir çiçekle aynı fikirde olması gerekmez, insanın yıldızlarla dolu
gökyüzüyle aynı fikirde olması gerekmez. Ama yine de ona değer verebilir.
Anlaşmak ve değer vermek arasında net bir ayrım yapıyorum. Ve bir insan eğer bu
ayrımı yapabilirse uygar sayılır. Ama eğer bu ayrımı yapamıyorsa hâlâ ilkel ve
uygarlıktan uzak bir bilinç hali içindedir.
Onunla
bir açıdan da aynı fikirdeyim. Çünkü Bragdon’un söylediği her şey güzeldir ve
bu nedenle onlara değer veririm. Ama aynı fikirde olamam çünkü onun söylediği
her şey birer tahminden ibarettir ve onun kendi deneyimi değildir.
Ne
söylemiş olduğuna dikkat ettin mi? O diyor ki, “Onun gücü ruhsal yaşama dair
büyük bir kaynaktan geliyor. Eğer böyle olmasaydı o bu kadar evrensel ve
kudretli olamazdı.” Bu akıl yürütmeye, mantığa dayanan ama deneyime dayalı
olmayan bir şey. O, Halil Cibran aracılığıyla zihin tarafından kavranamayacak
bir şeylerin geldiğini hissediyor ama emin değil ve olamaz da. Çünkü bu onun
deneyimi değil. O sadece her sözcüğü başlı başına bir şiir gibi olan güzel bir
ifade tarzından oldukça etkilenmiş durumda. Kendisi onun tadına bakmış değil.
Halil Cibran’ı seviyor ama onu yaşamış değil.
Halil
Cibran gerçekten büyük bir şair. Hatta belki de dünya üzerine gelmiş olan
şairlerin en büyüğüdür. Ama o bir mistik değil. Bir şair ile bir mistik
arasında son derece büyük bir fark vardır. Şair bir süreliğine kendini mistiğin
de içinde bulunduğu o boşlukta bulur. Bu ender anlarda üzerine gül yapraklan
dökülür. Nadiren olmakla birlikte neredeyse bir Gautama Buda gibi hisseder.
Ama unutma! "Neredeyse" diyorum.
Bu
ender anlar gelir ve giderler. Şair bu anların efendisi değildir. Onlar bir
rüzgâr gibi ya da bir koku gibi gelirler ve şair onların farkına vardığı anda
çoktan gitmiş olurlar.
Bir
şairin dehası işte bu anlarda bazı sözcükleri yakalayabilmesinde yatar. Bu anlar
senin yaşamında da ortaya çıkarlar. Onlar varoluşun bedelsiz armağanlarıdır.
Başka bir deyişle bu yansımalar seni bir arayışa çıkman için kışkırtırlar. Bu
arayış sırasında öyle bir an gelir ki bu boşluk senin yaşamının, kanının,
kemiklerinin, iliğinin bizzat kendisi olur. Onu solursun ve nabzında o atar.
İstesen bile onu yitirmeyi başaramazsın.
Şair
birkaç kısa an için mistiktir ve mistik sonsuza kadar bir şairdir.
Ama
bu durum şimdiye dek kimsenin çözememiş olduğu zor bir soruyu ortaya çıkarır.
Benim
ona mütevazı bir yanıtım var. Bu soru dünyanın her yerinde binlerce kez
soruldu: "Eğer şairler sadece belli yansımalara ulaşabilmelerine rağmen
bu kadar fazla güzellik ve şiir yaratabiliyorlarsa ve sözcükler onlar
tarafından dokunulduklarında canlı hale geliyorlarsa, mistikler neden onlara
benzer şiirler üretemiyorlar?" Bir günde yirmi dört saat var ve onlar gece
gündüz bu yaratıcı ruh halindeler ama onların sözleri aynı güzelliği
taşımıyor. Gautama Buda’nın ve Mesih İsa’nın sözleri bile Halil Cibran’ın,
Mikhail Naimy’nin ve Rabindranath Tagore’un sözlerinin karşısında sönük
kalıyorlar. Bu gerçekten çok garip. Çünkü şairler sadece belli anları
yaşamalarına rağmen bu kadar çok şey yaratabiliyorlar. Peki ya evrensel bilince
hem uyanıkken hem de uyurken sürekli açık olan mistikler? Burada olan şey
nedir? Neden onların arasından başka Halil Cibranlar çıkmıyor? Kimse buna yanıt
vermedi.
Benim
deneyimime göre, eğer bir dilenci bir altın madeni bulursa şarkı söyleyip dans
edecektir ve sevinçten çıldıracaktır. Ama bir imparator böyle yapmaz.
Şair
arada bir imparator olur. Ama sadece arada bir. Bu nedenle onu sürekli
gerçekleşen bir şey olarak göremez. Ama mistik evrensel bilinçle sadece bir an
için birleşmiş değildir. O tamamen o bilinçle bir olmuş haldedir ve bu
birleşmenin artık geriye döndürülmesi imkânsızdır.
Bu
küçük yansımalar belki sözcüklere dökülebilirler çünkü onlar sadece çiy
damlalarıdır. Ama mistik, bir okyanusa dönüşmüş durumdadır. Bu nedenle
sessizlik onun şarkısı haline gelir. Bütün sözcükler yetersiz görünür ve hiçbir
şey onun deneyiminin söze dökülmesini sağlayamaz. Okyanus o kadar büyüktür ki o
her an onunla birdir ve doğal olarak ayrı bir varlık olduğunu unutur.
Yaratmak
için, yaratacağın yerde olmalısın. Şarkı söylemek için söyleyeceğin yerde
olmalısın. Ama mistiğin kendisi artık bir şarkı haline gelmiş haldedir. Onun
varlığı bir şiirdir. Onu yazamazsın, onu boyayamazsın. Onu sadece içebilirsin.
Bir
şairle iletişim kurmak kendine özgü bir olay ama bir mistik ile aynı yerde
bulunmak tamamen farklı bir şey. Şairlerle başlamak iyidir çünkü çiy
damlalarını sindiremiyorsan, okyanus senin için uygun değil demektir. Ya da
daha doğru bir ifadeyle, sen okyanusa uygun değilsin. Senin için çiy damlaları
bile büyük bir okyanus gibi görünüyor.
Gerçek
ressam kendi resimlerinin içinde çözünür ve gerçek şair kendi şiirlerinin
içinde yok olur. Ama yaratıcılığın bu tarzı mistiğe aittir. Mistik kendi
yaratıcılığı içinde gözden kaybolduğu için onun resmini ya da şiirini
imzalamaya ihtiyacı yoktur. Şairler bunu yapabilir. Çünkü bir an için pencere
açılır ve onlar öteleri görürler ve sonra pencere kapanır.
Halil
Cibran neredeyse otuz tane kitap yazdı. Bunlar arasında ilk kitabı olan Peygamber
bir mücevher gibidir, diğerleri berbattır. Bu garip bir fenomen. Bu adama ne
oldu? O, Peygamber’i yazdığı zaman gençti. Yirmi bir yaşındaydı, insan zaman
geçtikçe daha fazlasının gelmesini bekler. O da bunu sağlamak için çok çalıştı.
Bütün yaşamı boyunca yazdı ama hiçbir eseri Peygamber’in güzelliğine ve
gerçeğine yaklaşamadı bile. Belki de pencere yeniden açılmadı.
Bir
şair kazara mistik olmuş kişidir. Durum tamamen kazadan ibarettir. Bir rüzgâr
sana kendiliğinden ulaşır, onu sen üretemezsin. O da dünya çapında ün
kazandığı için -çünkü ilk kitabı dünyanın bütün dillerine çevrilen belki de ilk
kitaptı- daha iyi bir şeyler yapmaya çalıştı. İşte tam da orada başarısız oldu.
Ona şu basit gerçeği söyleyecek biriyle karşılaşmamış olması talihsizlik:
"Peygamber'i
yazarken hiç zorlanmadın. O kendiliğinden oldu. Ama şimdi onu yapmaya
çalışıyorsun.”
O
sadece gerçekleşti. O senin çabanın ürünü değildi. Sen onun aracı oldun. O sana
ait olan bir şey değil. O tıpkı bir çocuğun annesinden doğması gibiydi. Anne
çocuğu yaratamaz, o sadece bir geçittir. Peygamber de sana, senin çalışmana ve
zekâna bağlı olmayan az sayıdaki kitaptan biri. Onlar sadece sen yokken ve
onlara gerçekleşmeleri için izin vermişken, onların yollarına çık- mıyorken
ortaya çıkarlar. Böyle bir durumda sen ona müdahale etmeyecek kadar rahat
olursun.
O
çok az rastlanan türde bir kitaptır. Onun içinde Halil Cibran'ı bulamayacaksın.
Kitabın güzelliği de burada zaten. O, evrene kendisi üzerinden akması için izin
verdi. O sadece bir medyum ya da bir geçit gibiydi. Tıpkı flütü çalan kişiye
engel olmayan boş bir bambu gibiydi.
Benim
deneyimime göre, Peygamber gibi kitaplar senin sözde kutsal kitaplarından daha
kutsaldır. Bu kitaplar kendilerine özgü bir kutsallığa sahip oldukları için
kendi çevrelerinde bir din yaratmazlar. Onlar sana hiçbir ibadet şekli
vermezler. Hiçbir disiplin ya da emir vermezler. Onlar sana sadece kendi
başlarına gelen deneyimin yansımalarını görebilmen için izin verirler.
Deneyimin
tamamı sözcüklere dökülemez ama ona dair bir şeylerden bahsedilebilir. Belki
gülün tamamı değil ama birkaç yaprağı... Yaprakları gülün var olduğuna dair
yeterli kanıt oluşturur. Şimdi penceren açıldı ve rüzgâr içeri bazen bu
yapraklardan getirebilir.
Senin
varlığına rüzgâr aracılığıyla gelen bu yapraklar bilinmeyene davettirler.
Tanrı seni uzun bir hac yolculuğuna çağırıyor. Bu yolculuk yapılmadığı sürece
anlamsızlık içinde kalacaksın. Sürüklenip duracak ve gerçek bir yaşam
süremeyeceksin. Kalbinden kahkahalar yükselemeyecek.
Halil
Cibran kendi adını gizliyordu ve Almustafa takma adını kullanıyordu. Almustafa
peygamberdir. Halil Cibran, Almustafa adı altında mistisizmin temellerini
verir. O herhangi bir dini övmez, dinin kendisini över.
Almustafa
sadece bir ad. Onun aracılığıyla konuşan kişi Halil Cibran. Bunun bir nedeni
var. O doğrudan kendi adı altında da konuşabilirdi. Arada Almustafa'nın
bulunmasına gerek yoktu. Ama söyledikleri dindarlığın temellerini anlatsa da,
Halil Cibran bir din yaratmak istemedi. Ve bunun gerçekleşmesini engellemek
istedi. Çünkü insanlar dinler adına birçok insanlık dışı işler ve katliamlar
gerçekleştirdiler.
Milyonlarca
insan öldürüldü. Binlercesi diri diri yakıldı. Bir din organize ve kristalize
hale gelirse yaşamda değerli olan her şey için tehlike oluşturmaya başlar.
Bundan sonra o artık Tanrı'nın yolu olamaz ve sadece savaş için bir bahaneye
dönüşür.
Halil
Cibran kendini Almustafa'nın arkasına sakladı ve böylece insanlar ona
tapınmadılar ve bu sayede çirkin geçmiş devam ettirilmedi. Söylemek istediğini
doğrudan söylemek yerine “Almustafa" adlı bir alet yarattı. Almustafa
sayesinde yazdığı kitap bir kutsal kitap muamelesi görmedi. Ama buna rağmen o
kitap dünyadaki en kutsal kitaplardan biridir. Onunla karşılaştırıldıkları
zaman bütün diğer kutsal kitaplar kutsallıktan uzak görünürler.
O
Almustafa’yı yaratarak kitabının kurgusal bir eser ve bir şiir gibi kabul
görmesini sağladı. Bu onun şefkati ve büyüklüğüdür. Bütün kutsal yazıtlara bak,
onların hiçbirinde tıpkı bir ok gibi doğrudan kalbine gidecek kadar canlı
sözcükler bulamazsın. Hatta insanlıktan uzak olan ve kutsal kitaplarda yer
almaması gereken birçok şey bulursun. Ama insan çok kördür ve sadece Almustafa
adı altındaki küçük bir kurgu sayesinde şu çok temel gerçeği unutur: Böyle bir
kitapta yazılan gerçekler, sen onları deneyimlemediğin sürece ve onlar sana ait
deneyimler olmadığı sürece anlatılamaz.
23 Ocak 2014 Perşembe
Yatağından Düşen Adam / Oliver Sacks
Uzun
yıllar önce, bir tıp öğrencisiyken, kafası oldukça karışmış bir hemşire beni
telefonla arayarak şu garip hikâyeyi anlatmıştı; o sabah hastaneye yatırılmış
genç bir hastaları vardı. Bu genç erkek hasta, gün boyunca çok hoş ve normal
davranmıştı hatta ufak bir şekerlemeden uyanana kadar her şey yolunda
gözüküyordu. Uyandıktan sonra heyecanlı ve garip olduğunu fark etmişlerdi. En
azından hasta kendinde değildi. Bir şekilde yatağından düşmüştü, yerde
oturuyor, bağırıyor ve yatağına girmeyi reddediyordu. Lütfen gelip neler olup
bittiğine bir bakabilir miydim?
Hastaneye
vardığımda hastayı yatağının yanında, yerde, bir ayağına bakarken buldum.
Yüzündeki ifadeden, kızgınlık, telaş, şaşkınlık ve üzüntü okunuyordu. Yatağına
dönüp dönmeyeceğini bunun için yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordum. Bütün
bu önerilerden rahatsız olarak kafasını "hayır" anlamında salladı. Yere
çömelerek hastalığıma ilgili tarihçeyi aldım. Bazı testleri yaptırtmak için bu
sabah geldiğini söyledi. Hiçbir şikâyeti yoktu fakat nörologlar sol ayağının
"tembel" olduğunu -bu kelimeyi kullanmışlardı- söylemişler, o da
gelmesi gerektiğini düşünmüştü. Gün boyunca kendini gayet iyi hissetmiş, akşama
doğru da uykuya dalmıştı. Kalktığında, yatağının içinde hareket edene kadar da
iyi hissetmeye devam etmişti. Sonra söylediğine göre yatağının içinde
"birinin bacağını", o çok garip insan bacağını, o korkunç şeyi bulmuştu.
İlk
anda büyük bir şaşkınlık ve iğrenmeyle birlikte donup kalmıştı. Bugüne kadar
ne böylesine olağanüstü bir şeyi hayal etmiş, ne de yaşamıştı. Bu ayağı çok
garip ve farklı hissetmişti. Mükemmel bir biçime sahip olmasına rağmen farklı
ve soğuktu. Bu noktada aklıma bir fikir geldi. Neler olduğunun şimdi farkına
varmıştı. Bu tümüyle bir şakaydı. Canavarca, uygunsuz ama çok orijinal bir
şakaydı. Yılbaşı akşamıydı ve herkes eğleniyordu. Çalışanların yarısı
sarhoştu. Herkes birbiriyle eğleniyor, çılgınca şakalar yapıyordu. Ortalık tam
bir karnaval havasındaydı. Açıkça görünen oydu ki korkunç ve garip bir şaka
anlayışına sahip olan hemşirenin birisi otopsi odasından kesik bir bacak
çalmış, o derin uykudayken yatağının içine şaka olsun diye bırakmıştı. Bu
açıklamadan dolayı içi rahatlamıştı ama bu şaka da eşek şakasıydı ve o lanet olası
şeyi yatağından dışarıya fırlatmıştı.
Fakat
-bu noktada sohbet eder tavrını bıraktı ve aniden titreyek yüzü bembeyaz
kesildi- o şeyi yatağından fırlatıp attığında her nasılsa kendisi de
arkasından gitmişti, şu anda o şey kendi vücuduna bağlı bir haldeydi.
Yüzündeki
iğrenme ifadesiyle "şuna bakın" diye bağırdı. "Hiç böyle garip
ve korkunç bir şey gördünüz mü? Kadavranın ölü olduğunu düşünmüştüm. Fakat bu
çok garip. Bir şekilde bu iğrenç şey bana yapışmış." Her iki eliyle ayağı
tuttu ve büyük bir şiddetle vücudundan koparmaya çalıştı. Başaramayınca hırsla
vurdu.
"Yavaş
ol!" dedim. "Sakin ol! Boşver! Ben olsam o ayağa öyle
vurmazdım."
Kızgın
ve çok rahatsız olmuş bir ifadeyle "neden peki?" diye sordu.
"Çünkü
bu senin ayağın" diye cevap verdim. "Kendi ayağını tanımıyor
musun?"
Yorgunluktan
aptallaşmış, şaşkın ve dehşet içindeki yüz ifadesinde en ufak bir şüphe
belirtisi yoktu. "Ah doktor," dedi. "Siz benimle dalga
geçiyorsunuz. O hemşireyle işbirliği içindesiniz, hastalara böyle şakalar
yapmamalısınız."
"Şaka
yapmıyorum," dedim. "O senin kendi ayağın."
Suratımdaki
ifadeden çok ciddi olduğumu fark etti ve yüzünde açıkça bir korku ifadesi
belirdi.
"Bunun
benim bacağım olduğunu söylüyorsunuz öyle mi Doktor? Peki insan kendi bacağını
bilmez mi?"
"Kesinlikle
bilir." diye cevap verdim. "Kendi ayağını bilmelidir. Bir insanın
kendi ayağını tanımamasını hayal bile edemiyorum. Belki bu kadar zamandır şaka
yapan sensin?"
"Tanrı
adına yemin ederim ki şaka yapmıyorum... Bir insan kendi vücudunun farkında
olmalı, ne kendinin, ne değil bilmeli, fakat bu ayak, bu şey..." Bir
nefret dalgasıyla daha titredi, "garip hissediyorum ve benim bir parçammış
gibi de gelmiyor."
"Peki,
neye benziyor" diye en az onun kadar şaşkınlık içinde kalarak sordum bu
kez.
"Peki,
neye benziyor?" dedi, benim sözlerimi aynen ve ağır ağır tekrarlayarak.
"Sana söyleyeyim neye benzediğini. Dünyadaki başka hiçbir şeye
benzemiyor. Nasıl böyle bir şey bana ait olur? Böyle bir şeyin nereye ait
olduğunu da bilmiyorum." Sesi giderek kısıldı. Korkmuştu ve şok
geçiriyordu.
"Dinle."
dedim. "Pek iyi olmadığını düşünüyorum. Lütfen yatağına dönmene yardım
etmemize izin ver. Ama önce sana son bir soru soracağım. Eğer bu şey senin sol
ayağın değilse (konuşmamızın bir yerinde bu "şey" e, bacağa
benzetilmiş yapay bir parça demişti. Hatta birileri, bu parçaları,
orijinallerinin tıpkı aynısı gibi üretmeye başlamıştı bile!) senin sol ayağın
nerede?"
Bir
kere daha yüzü bembeyaz kesildi, öyle ki bayılacağını sandım.
"Bilmiyorum," dedi. "Hiçbir fikrim yok. Kayboldu. Gitti. Bulunabilecek
bir yerde değil..."
NOT
Bu deneyimim basıldıktan
sonra (Leg To Stand On, 1984.) Dr. Michael Kremer adındaki bir nörologtan bir
mektup aldım. Mektubunda şunları anlatıyordu; "Kardiyoloji bölümünde yatan
şaşırtıcı bir hastayı görmem istendi. Kalp sektesi geçirmişti. Bu durum sol
tarafını felce sokan geniş bir damar tıkanıklığına neden olmuştu. Onu görmemi
istemişlerdi; çünkü geceleri sürekli olarak yatağından düşüyordu.
Kardiyologlar da sebebini bulamamışlardı.
Ona geceleri ne olduğunu
sorduğumda, açık bir şekilde cevap verdi. Her gece uyandığında yatağında ölü,
soğuk, kıllı bir ayak buluyordu ve bunu bir türlü anlayamıyordu. Fakat bu
duruma da dayanamıyordu. Sağlam eli ve ayağıyla bu 'şey'i yatağından atıyordu.
Doğal olarak vücudunun geri kalan kısmı da onu takip ediyordu.
Felçli olduğu tarafta
tamamen duyarlılığıtıı yitirmişti. Hasta, bu sevimsiz yabancı ayağa kendini o
kadar kaptırmıştı ki, ona, bu ölü bacağı yatağından atarken kendi bacağının
yatakta olup olmadığını soramadım!"
17 Ocak 2014 Cuma
Söz / Cemil Yüksel
dadanmış
gövdesindeki yeşile Türkçenin
bazı sözler küçük ağır güçlü yürüyüşünde
bazı sözler küçük ağır güçlü yürüyüşünde
insanın
üstüne üstüne basıyor vazgeçtikleriyle
bazı sözler zıplayan pireler gibi bir kaşıntıya sebep
bazı sözler zıplayan pireler gibi bir kaşıntıya sebep
yönünü
değiştirmekte usta bir çıta gibi öyle
bazı
sözler yıpranmış zorla hazırlanıyor doğuma
gün
boyu engellenmiş bazı sözler dolduruyor rahatsızlığı
kolluyor
bozmak için saçların duruşundaki sessizliği
bazı
sözler bir köprü uzaklığını kurmak için
fırlatır
gibi yüzüne yüzüne her türlü ağırlığı
kurtarmaya
gelir yine bazı sözler sirenlerle
bazı
sözler diğer sözlere varmanın sesi
yakışır
bir kulağa duyulmak için
bazı sözler yıllanmış bir beklemeyi de göze almış
umurunda değil kim bulacakmış kendini
bazı sözler yıllanmış bir beklemeyi de göze almış
umurunda değil kim bulacakmış kendini
müziğini
kendi yapmış bir ağaçkakan gibi
-kim
bulacakmış kendini, ellerinden sevdirmezse
ağrılı bir bahçıvan unutur yeşili köklerde
ışığın kemiren canavarı, dipleriyle konuşan söz
ağrılı bir bahçıvan unutur yeşili köklerde
ışığın kemiren canavarı, dipleriyle konuşan söz
siyah
elbiselerle giydirilir durmadan güneşe
kim bulacakmış kanın işleyişini kalbimizde
kim bulacakmış kanın işleyişini kalbimizde
bir
gözün diğerinden daha kısık kaldığı
durmadan
bakılan dişlerin ve atların homurtusu
göç
suret ay'na eriyen son neşe ve kahve
her
şey yer bulmuştur yuvalanmaya içine
uçuruma
doğru ilerleyen su çok uzun bir konuşmadır
fısıldar
deniz kabuklarından her türlü canlılığı
yaşamakla
kapılıyoruz sana ey büyük söz
ışıyan
soluyan gövdemizle sana doğruyuz
bazı
sözler bazı sözlerle bağlanıyor boşluğa
buluyor
çınlamasını büyük patlamanda.
16 Ocak 2014 Perşembe
Çocuk - Kendin Olma Özgürlüğü / Osho
Mutluluktan kendinden geçmek her
çocukta doğuştan vardır. Mutluluktan kendinden geçmek doğaldır. Bu sadece
ermişlerin başına gelmez. O herkesin dünyaya birlikte getirdiği bir şeydir.
Herkes onunla birlikte gelir. O hayatın özünde vardır. O canlı olmanın
parçasıdır. Hayatın kendisi baş döndürücüdür. Her çocuk onu dünyaya getirir ama
toplum onun üzerine çullanır, kendinden geçme olasılığını yok etmeye başlar,
çocuğu mutsuzlaştırmaya başlar, çocuğu koşullandırmaya başlar.
Toplum hastadır ve o mutluluktan kendinden geçen insanlara izin vermez. Onlar toplum için tehlikelidir.
Toplum hastadır ve o mutluluktan kendinden geçen insanlara izin vermez. Onlar toplum için tehlikelidir.
10 Aralık 2013 Salı
Ben Erkek Değilim / Harold Norse
Ben erkek değilim.
Aile geçindiremem, yeni şeyler alamam onlara.
Sivilcelerim ve küçük bir de çüküm var.
Ben erkek değilim.
Futbolu, boksu ve arabaları sevmem.
Duygularımı ifade etmeyi severim.
Hatta kollarımı arkadaşımın boynuna dolamayı.
Ben erkek değilim.
Bana verilen rolü oynamayacağım – Madison Avenue, Playboy’, Hollywood ve Oliver Cromwell’in yarattığı o rolü.
Aile geçindiremem, yeni şeyler alamam onlara.
Sivilcelerim ve küçük bir de çüküm var.
Ben erkek değilim.
Futbolu, boksu ve arabaları sevmem.
Duygularımı ifade etmeyi severim.
Hatta kollarımı arkadaşımın boynuna dolamayı.
Ben erkek değilim.
Bana verilen rolü oynamayacağım – Madison Avenue, Playboy’, Hollywood ve Oliver Cromwell’in yarattığı o rolü.
Televizyon bana nasıl
davranacağımı söyleyemez.
Ben erkek değilim.
Bir sincabı öldürdüğüm gün bir daha öldürmeyeceğime yemin ettim.
Et yemeyi bıraktım.
Kan midemi bulandırır.
Çiçekleri severim.
Ben erkek değilim.
Ben erkek değilim.
Bir sincabı öldürdüğüm gün bir daha öldürmeyeceğime yemin ettim.
Et yemeyi bıraktım.
Kan midemi bulandırır.
Çiçekleri severim.
Ben erkek değilim.
Askere alınmaya karşı çıktığımdan hapse
düştüm.
Gerçek erkekler beni dövüp bana ibne
dediklerinde kavgaya karışmam. Şiddetten hoşlanmam.
Ben erkek değilim.
Ben erkek değilim.
Bir kadına tecavüz etmedim hiç.
Siyahlardan nefret etmiyorum.
Bayrak dalgalandığında duygusallaşmıyorum.
Amerika’yı sevmem ya da terk etmem
gerektiğini düşünmüyorum.
Bunun gülünç bir şey olduğunu düşünüyorum.
Ben erkek değilim. Hiç frengi olmadım
Ben erkek değilim. En sevdiğim dergi Playboy değil.
Ben erkek değilim. Mutsuz olduğum zaman ağlarım.
Ben erkek değilim. Kendimi kadınlardan üstün görmem.
Ben erkek değilim. kasık-desteği giymiyorum.
Ben erkek değilim. Şiir yazıyorum.
Ben erkek değilim. Barış ve sevgi için meditasyon yapıyorum.
Ben erkek değilim. Seni yok etmek istemiyorum.
Ben erkek değilim. Hiç frengi olmadım
Ben erkek değilim. En sevdiğim dergi Playboy değil.
Ben erkek değilim. Mutsuz olduğum zaman ağlarım.
Ben erkek değilim. Kendimi kadınlardan üstün görmem.
Ben erkek değilim. kasık-desteği giymiyorum.
Ben erkek değilim. Şiir yazıyorum.
Ben erkek değilim. Barış ve sevgi için meditasyon yapıyorum.
Ben erkek değilim. Seni yok etmek istemiyorum.
Underground Poetix Dergisi sayı 9
4 Aralık 2013 Çarşamba
Leblebi / Cemil Yüksel
özenle tutuşundan her şey değerleniyor
doymuş dingin sevecenliği tatmış bir bebeğin
usulca bırakması gibi uykusuna kendini
her şeyin sığmazlığı buluşuyor sessizce
nerede ne içinde kiminle bilmeden
uykusunda düzelmeye bırakmış saçlarını
uykusunda iyileştiriyor yüzünde ufalanmış yüz çevirmeyi
okunmamış kağıtlar sımsıkı ve yapışık
eski karalamalar da ağır mı ağır köprü altlarından
hepsini iade mührüyle derliyor toprak kokusu
hepsini iade mührüyle derliyor toprak kokusu
an istasyonları tarifsiz yön ibresi çekiliyor
öpüşmenin iksirinden bulaşıyor ağzına dokunmak
işte böyle gelip kuruluyor içine kırlangıç yuvası
güneş çalışma diliyor taşkın bir gün ışığıyla sana
ovalayarak içine yıkılmış hurda uyuşukluk
hazırlanan bir kuş kanadı gibi gerinip
koca bir gün için işlediği atılganlığı
koca bir gün için işlediği atılganlığı
besliyor durmadan yer çekimine karşı
şimdi çarpıyor midenin kenarında heyecan
serinlemiş omuz açıklığı, salınan kas
böyle gelip yer ediyor içine
serinlemiş omuz açıklığı, salınan kas
böyle gelip yer ediyor içine
yoğun
eksilen sonra sızan her şey.
ah kağıtların üstünden haklı çıkmanın kelimeleri
ne yazık ne üzgün ve ne çaresiz
ne yazık ne üzgün ve ne çaresiz
leblebiler bile kırabiliyorken dişleri.
....12.2013
Görsel Eser: Lucio Fontana
11 Kasım 2013 Pazartesi
14 Ekim 2013 Pazartesi
Duydum Beni Suçluyorlarmış / Walt Whitman
Duydum,
beni yerleşmiş inançları yıkmaya çalışmakla suçluyorlarmış,
Ama
gerçekte ben ne yerleşmiş inançlardan yanayım,
ne
de onlara karşı,
(Onlarla
ortak ne’m olabilir? ya da onların yıkılışıyla?)
Ben,
Mannahatta’da bu Devletler’in bütün kentlerinde,
içerlerde,
kıyılarda,
Tarlalarda,
ormanlarda, suları yarıp ilerleyen,
büyük
küçük bütün teknelerde,
Sırtımı
koca koca yapılara, kurallara, güvenilen kişilere,
düşüncelere
dayamadan,
Arkadaşlığı
öveceğim, bütün yüreklere arkadaş sevgisini sokacağım,
onu
yerleşmiş bir inanç halinde getireceğim.
Çeviri: Memet Fuat
Çeviri: Memet Fuat
9 Ekim 2013 Çarşamba
Bak / Cemil Yüksel
zeminden dengesini yitirmiş bir masanın
her ağırlıkta kendini ayarlayan ucuna
dudaklara, çırpan bir gök ucu sesine
sözcükleri aralayan ne varsa onlara
kitaplara anlatılara iç dökmelerine
geniş bir etraf yüzünden
her türlü sessizliği yolculuklara saklayan
ayaklara durmadan suları anımsatan
bakışımdır görememeye de
çığ gibi düşen acılardan kaçmaya yürüyüşleri
tutunmamaya boğazın ve sesin gövdesine
hayvanlara bakıp bakıp yitirmeye anlamı
kaybolmaya bir gece de deli çığlıklarla ulumalarla
bir kurt olmaya varamamış korkulardan
iri bir yaban domuzu gibi vurulup kalmaktan
durmadan durmadan görememeye nişanlanan
bakışımdır yere düşmüş emzik gibi reddedilen
köşe başında, kan kir ve sövgüyle
bıçakla oyularak yeniden giydirilmiş bir park oturağının
öfkeden çıkara çıkara tomurcuklarını
bir kasapta dövülerek susturulmuş etlerin
ağrısıyla sızısıyla asitle yağan iyi görünmelerin
tam ortasında duran bir çınlama gibi
bakışımdır orda her şeyle yakalanmaya
duyar ve sonsuz tarifle
gelmiştir bütün göstermeleri
bak orada
orada işte
bak orada da.
ne yuvarlansa dönse gidip gelse
açılıp kapansa gözlerindir
ondan yapılma.
İzafi Dergisinin Eylül-Ekim Sayısında Yayınlamıştır.
İzafi Dergisinin Eylül-Ekim Sayısında Yayınlamıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)