
Yenikapı'daki odun depolarının bitişiğinde bulunan "Avcılar" meyhanesindeydik Ahmet Hamdi Tanpınar'la ve Ercüment Uçarı' yla. Ahmet Hamdi Tanpınar "Kaybolmuş Rüyaların Şarkısı" adlı hikâyesini dikte ettiriyordu bana. {...- Büyük çilelerle yoğrulan ferdin ruhunda meydana gelen hadiselere karşı koyma kuvveti, eğer tam manasıyla değerlendirilseydi İnsan denen muhteşem varlığın sırrını keşfetmeye yarayan anahtarlarımız çoğalacaktı- diye düşünüyor, emsalsiz lezzetlerin hafızasında bıraktığı izlere merakla gülümsüyordu...) Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yandan söylüyor, bir yandan da geziniyor, yarin dudağındaki karanfilin kırmızı musikisini rakıya koyup içiyordu. Ercüment Uçarı' ya, tabandan gizlice esen casus rüzgârın haşırdattığı yeşil yapraklan toplamasını işaret etti. Ercüment Uçan, yapraklan üst üste koyarken hastalıklılar gibi inildiyor, Fatih'teki karanlık bir evin penceresinden yağan yağmuru seyreden babasıyla konuşuyordu Ahmet Hamdi Tanpınar'la benim işitemiyeceğim bir sesle. "Uçurtmanın kuyruğundaki sakal dedemindir unutma!"
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Birinci sigarası uzattı ve çakmakla yakmaya kalkışan Ercüment Uçarı'nın eline vurdu. "Bilerek yaşa ki hayatın olsun!" Rahiplere benzeyen dört kibrit çöpünü birden kutuya sürttü. Alevler, fitili açılan bir gaz lâmbasının içinde parladı. Bu alevler Hristiyanların ölüm tehlikesini göze alarak hüzünlü, yakarış dolu dualarla Katakomplara giderken taşıdıkları meşalelerin uzantısıydı ama o anda Sultanahmet camiinin renkli camlarından yansıyan ilâhi ışıklarla söndürüldü ve dehşetli bir aydınlık kapladı ortalığı. Ahmet Hamdi Tanpınar da ben de ışıktan birer insandık. Ercüment Uçan ise gri giysili gri bir adamdı. Ahmet Hamdi Tanpınar sevinçle bağırdı. "İşte ebedi şiirin dalgalan yıkanın, billurlasın ve ruhlarınızın özünü bulun! "Ve çıplak ayaklarını küçük balıkların yüzdüğü sulan berrak havuza soktu, Ercüment Uçarı'nın masaya koyduğu yaprakları yaydı, "Zamanla bekârım Ortasında Ürperişler" şiirini yazmaya başladı.
Unutulmuş bir hatıranın dehlizlerinde
Hülyalarıyla zaferlere koşuyordu mucizeler
Zilin çalmasıyla fırladım yataktan. "Allah kahretsin, Allah kahretsin!" dedim öfkeyle. Deliye dönmüştüm. Benim için eşsiz bir düştü Ahmet Hamdi Tanpınar'ı görmek. Bozulmuştu ve Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirini tamamlıyamıyacaktı. Zangır zangır titriyordum. Karım da uyandı kükreyişime, "Ne var, ne oluyor?" dedi.
"Düşümü rezil etti kapıcı dedim. Yıllardır ilk defa birlikteydik Ahmet Hamdi Tanpınar'la."
"Üzülme, gene görürsün." dedi karım.
İçerledim. "Nerden biliyorsun? Ali Veli mi bu ki tekrar göreyim? Zihinlerimiz bizim emrimizle mi çalışıyor yani? Yanın saat sonra gelseydi ya şu herif?" Pijamanın altını giydim, fırtına gibi yürüdüm. Kapıcı ekmekle gazete getirmişti."Niye bu kadar erkencisin?"
"Uyuyamadım. Hem Sivas'a ne gidecem de..."
"İyi ama biz uyuyorduk, uykumuzun içine ettin." dedim; bakışlarımın en kahredici olanlarıyla baktım ve nefret ettim, kapıyı çarptım suratına !
Unutulmuş bir hatıranın dehlizlerinde
Hülyalarıyla zaferlere koşuyordu mucizeler
dizelerini mırıldandım yüreğimi delik deşik eden bir acıyla. "Bu ot takımından hiç rahat yok mu bana!"
Karım korktu! Kirpiklerini kırpıştırdı elimi sallarmışım gibi. Ve dünyayı yıkacak kadar sertleştiğimi, kızdığını sezdiğinden,sevdiğini söylerken kullandığı sesiyle alttan aldı.
"Sinirlenme canım, senin sakin olman gerekir!" "Ama..." dedim, düş'ümü anlattım.
"Vay canım, pek de güzelmiş, öfkelenmekte haklıymışsın."
"Edebiyatımız düşümün sayesinde yepyeni bir şiir kazanacaktı. Lanet olsun!"
"Bazı şeyleri önlemek elimizde değil ki Muzocum, bunu sen benden iyi bilirsin."
"Sivas'a gidecekmiş de bilmem ne halt yiyecekmiş." .
"Lütfen unutmaya çalış, gülümse biraz!"
"Bugün, yarın, bir ay misafir falan istemiyorum, tamam mı?"
"Tamam, tamam!" dedi, mutfağa giderken söylendi. "Ana kız, gene gelir giderliği tuttu kocamın."
Güldüm bu sözlere ve yumuşadım biraz. Başımı musluğun altına soktum, kafatasımın derisi soğuktan uyuşuncaya kadar akıttım suyu.
Bu düş, belki de yazacağım bir yapıtın başlangıcını oluşturacaktı.
"Sana süt içireyim de asabın düzelsin!" dedi karım.
Kahvaltı sakin geçti. Karım giyindi, kapıdan çıkarken "Ne yapacaksın bugün?" dedi.
"Bilmiyorum." dedim.
"İstersen işe gitmiyeyim."
'Yoo, yanm saat sonra cinlerim kaçar."
'Telefon edeceksin değil mi?"
"Ederim." dedim.
"öğle üzeri gel de Gençlik Parkı'nda dolaşalım biraz."
"Bakarız." dedim.
Bir saat uyudum. Düzelmiştim. Üç fincanlık kahve pişirdim, sigaramı yaktım, saat dokuz buçukta Ahmet Say'ın (Kocakurt) romanının son yirmibeş sayfasını okumaya koyuldum. Demokrat Partinin korkunç bir oy patlamasıyla Halk Partisini iktidardan uzaklaştırdığı; ekonomik, sosyal ve siyasal alanlardaki egemenliğini perçinlediği, Türkiye'yi baştan başa kapitalist bir yolla değiştirmeye kalkıştığı ve bireylerin her çeşit olanakları kurcalayıp para kazanma girişimlerinin hoş görüldüğü, hatta özendirildiği bir dönem anlatılıyordu 'Kocakurt'ta. 'Kocakurt-'un temsil ettiği, hep en alt düzeyde bulunan yaşamlarını ya olduğu gibi korumaya ya da yukarıya çıkarmaya çalışan işsiz, güçsüz, dayanaksız, yalnız, mesleksiz, bilek güçleriyle sorunların karşısına dikilen, kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi için zorlanan, aslanın ağzındaki lokmaya gözleri kapalı atılan bu -ayak takımının-sosyolojik ve psikolojik durumlarını Ahmet Say, o yaşamın bir üyesiymişcesine eksiksiz bir biçimde işlemişti. Yaşantıları sürekli devinimlerle, olaylarla çalkalanan ve bir anda bin sıkıntının,bin tedirginliğin yaptığı doğumlarla ortalığı cehenneme çeviren karabasanlarla sarsılan bir kitlenin evreni ilginçti. Düzensiz yaşamaları nedeniyle Cumhuriyetten önce de sonra da her kavgada, her karmaşada, her karanlık işte parmaklan aranan; karakolların, mahkemelerin, hapishanelerin gediklisi olan ve çirkefliklerin yoğunlaştığı bölgelerdeki en boğucu, en çetrefil sorunlarla, koşullarla savaşan bu kişiler, halkımızın büyük bir kesimiydi. Ekonomik ve sosyal baskılar sonunda köylerden kentlere akın ederek yoksulların kümelendiği mahallelere, hazine toprakların yerleşen bu insanlar, özde temiz, dürüst, namusla kimselerdi. Ve o zamana kadar görülmemiş, işitilmemiş bir şeyi gerçekleştirmiş, "Gecekondu" olgusunu yaratmışlar. Müthiş bir değişiklikti bu. Köylerden ayrıldıkları halde bağlarını koparmamışlardı; tarlaları, akrabaları yüzünden bir ayakları ordaydı. Geleneklerini, göreneklerini alışkanlıklarını aksatmadan sürdürürken onları özümlemek ve kendisine benzetmek isteyen ama buna gücü yetmeyen kente, yepyeni bir hava getirmişlerdi. Köy, kenar mahalle, gecekondu karışımı acayip bir kültür oluşturmuşlardı. Hapishane edebiyatına adlarını yazdıran, serüvenleri dilden dile dolaşan, vurdulu kırdılı öyküleri filmlere, piyeslere konu olan bu (işlenmeyen ham maddesi boşa harcanan) güç, şarkı türkü karması, duygulara seslenen, yakınan, diz çöken, lanetleyen, ilenen, kadere boyun eğen sulu zırtlak bir müzik türetmiş, bestecilerini, şarkıcılarını yetiştirmişti. Ürünlerine, evrenlerinin sınırlarını aşan geniş bir pazar kurmuşlardı. Ve o müzik, kendilerini kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarından, çukurlardan, fabrikalara, atölyelere taşıyan minibüslerde çalındığından ve yol sıkıntısını hafiflettiğinden ve genellikle minibüslerin pikaplarında çalındığından ötürü "Minibüs müziği" adını koymuştum. (Kırk yıldır birlikteyim onlarla ve ayni çileyi çekiyorum) Yayılmıştı bu ad hemen ve şimdilerde de "Arabesk" diye bir sıfat almıştı. Ayrıca iş ve yaşam kaynaklarından fışkırtarak, köylerinden edindiklerini de ekleyerek konuşma dilimizi bozmaları, dağıtmaları, yeni bir kimlik vererek işlemeleri, renklendirmeleri, kabalaştırmaları, abartmalı bir kabukla örmeleri, yadsınmaz bir gerçekti. Bu genç, deli fişek, ele avuca sığmayan dilin yapıcılarından bir bölüğü, yasa dışı işlerle uğraştıklarından ve yasaklanan her şeyin arkasındaki nimetlere erişmek amacıyla çırpındıklarından, birtakım işaretlerle, birtakım simgelerle bezemişler, dilin karakterindeki yalınlığı, açıklığı gizliliklerle doldurmuşlardı.
Asıl önemlisi, bu dili, kendilerine iyi davranmayanlara, neden bakanlara, alay edenlere, küçümseyenlere benimsetmeleri, güncelleştirmeyi başarmalarıydı. Bir başarılan daha vardı. Toplumun birbirileriyle ilişkili katmanlarına, aşama biçim ve tavırlarını aşılamalarıydı. Otuz yıldan beri kalkınmaya çabalıyan ülkemiz bireylerinin çoğunluğu bu tavıra belki de yeni, belki de mizaçlarına uygun olduğu için dört elle sarılmışlardı. Sarılmak ne kelime, bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdi. Durumları ne olursa olsun her kentlinin ruhunda az ya da çok bu tavır vardı. Hele İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Bursa gibi kentler iyice bu tavrın egemenliği altına girmişti. Kimi öykülerimde söz ettiğim bu insanların yaşamına "Keşanlı Ali Destanı"yla değerli yazar Haldun Taner de yaklaşmıştı. Ahmet Say, "Kocakurt'la bir adım daha ileriye gidiyordu. Yazarı, çizeri, psikologu, ressamı, düşünürü, ekonomisti, politikacısı bu çok önemli soruna mutlaka eğilmek zorundaydılar. Çökmelerin, bozulmaların, sarsıntıların nedenlerini başka yerlerde aradıkları gibi burda da ciddiyetle aramalıydılar.
İşte bu milyonlarca kişi tarafından yaşanan ama göze çarpmayan, çarpsa bile ilgilerin dışına atılan sorunu ortaya koyup bir tartışma getiren "Kocakurt'u, herkesten daha iyi anladığım için seviyordum. Ahmet Say, Donkişot gibi ölümsüz bir tip yaratmıştı. Ahmet Say, Türkçemizin dağarcığını zenginleştiren kanlı, canlı, renkli, esprili, hareketli, duygularla düşünceleri, nesnelerle nesne ötesi varlıkları ustalıkla birleştiren bir sözcük akışını "Koca-kurt'un yapısına yedirmişti. Yaşamın güzellikleriyle çirkinliklerini barındıran, dengeleri kimi vakit güzelliklerin kimi vakit çirkinliklerin yanına kaydıran özünde, hem sersem tavuklar gibi ordan oraya seğirten, bocalıyan hem de bilinçle, tutkuyla ereklerine yürüyen lümpenlerin savaşımlarını, görkemli tablolar halinde sunmuştu. Bu işlek, kıvrak, zekâyı yoran ama zekânın içeriğindeki benzersiz üretimlerin devinimlerini gösteren kıvılcımlı anlatımın bünyesini, Molyer'in, Gogol'ün, Çehov'un mizahıyla boy ölçüşen bir mizahla örmüştü. Ve "Kocakurt" trajikomik roman türünün seçkin örneklerinden biriydi.
"Kocakurt'un İsmet Paşa'yı andıran resmini okşadım, kitaplığa koydum.
Ülkü Tamer'e "Sevdalı Bir Kadının Başından Geçenler" hikâyemin ne zaman yayımlanacağını soran bir mektup yazdım.
Tıraş olurken yüzümü üç yerden kestim, yalnız soldaki ben fena halde kanadı, diş macunu sürünce kan durdu. Düş'ün etkisi; "Kocakurt"un sorunlarını eşelemem nedeniyle zihnime yüklediğim ağırlıklardan ötürü önemini yitirmişti. Ama Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli resimleri gözlerimin arkasında bulunan ve hiç uyumayan, bütün kıpırtıları beynime gönderen iç gözlerimde -o gözlerle evrenin sonsuzluğuyla bilinçaltımın sonsuzluğuna uzanıyor, pek belirgin olmamakla birlikte görülmeyenleri görü-yordum-her an deviniyordu. Öfkem kudurdu gene; beni, yeri doldurulamaz kayıplara sürükleyen düşmanlarımın arasına koydum kapıcıyı.
Saçlarımı taradım, numaraları çevirdim, üçüncü Çalışta "Alo!" dedi.
"Boşa giden bir kelime." dedim. "Efendim, anlayamadım!" dedi Remzi
İnanç. "Üç kelime daha yandı."
"Buyrukçu, sen misin?" dedi Remzi İnanç, heyecanlandı. "Nerelerdesin oğlum?"
"Önce harflerin,sonra satırların arasında."
"Gel de çay içelim, bir yüzünü göreyim." dedi Remzi İnanç.
Güldüm. "Bana danışmadan parana ve hayatına yön verme!"
"Bilirsin söz dinlerim ben, sana danışmadan sokağa bile çıkmıyorum dersem, buna da Vecihi-hayır- derse ne yaparsın?"
"Merhaba! İşittiğime göre şair şuera ve udeba ve ekâbiran takımı beni bekliyormuş?"
"Bekliyor. Ahmet Say burda, veriyorum." Ahmet Say, "Meraba Buyrukçu." dedi. "Aleyküm selâm da sesin niye öyle sirke satıyor?"
"Canım sıkılıyor Buyruk! Lodostan herhalde bir tuhafım!"
Neşeli bir sesle, "Poyrazdan bir adam gelsin de yüreğini serinletsin." dedim.
"Hadi, gel de lâflıyalım." dedi Ahmet Say.
"Lâflıyacağız ki ne lâflıyacağız, dağlar gibi yığılacak lâflar."
Üç gündür gökyüzünde asılı duran kalın kömür tabakasını darmadağın eden, camları açma fırsatı vererek °dalan havalandırmamızı ve soluk almamızı sağlıyan lodos rüzgârı, ılık ama gevşeticiydi; yüzümü tokatlamasından, saçlarımın düzenini bozmasından memnundum.
AhmetHamdi Tanpınar,
Unutulmuş bir hatıranın dehlizlerinde
Hülyalarıyla zafere koşuyordu mucizeler
dizelerini fısıldıyordu kulaklarıma. Demin etkisini yitiren düş tekrar canlandı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın büyülü bir şiir dünyasına itti. "Bursada Zaman" şiirini Ankara'ya uyarlamak istedim. Ama Ankara'da eski bir cami avlusu, küçük şadırvanda şakırdıyan su, Orhan zamanından kalma bir duvar.onunla bir yaşta ihtiyar çınar yoktu. Ve elemiyordu dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznünü ve bana derinden, bir hatıranın serinliğinden gülmesini yaşıyordum. Bir zafer müjdesi değildi burda her isim; yekpare bir anda gün, saat, mevsim duyurmuyordu sihrini geçmiş zamanın...
Kızılay'ın kalabalığı, şamatası, kopardı Ahmet Hamdi Tanpınar'la bağımı. Fransız Kültür Merkezi'nin ordan saptım. Abdullah Nefes'in çiçekçi dükkânı kapalıydı. Geçen cuma günü Toplum Kitabevi'nde karşılaşmış, birbirimizi epey kışkırttıktan sonra Körfez'e gitmiştik. Birinci kattaydık. Abdullah Nefes, Aziz Nesin'le 'Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" yapıtının oyunlaştırılması, sahneye konulması konusunda aralarında çıkan bir anlaşmazlıktan söz etmişti. Üzülüyordu. Hapishanedeki günlerini, Can Yücel'i anlatmış, tutarlılığını, ağırbaşlı davranışlarını övmüştü. Hapis yatmak, iradeyi bilemek, kişiliği sınamak, karakter yapısının nerede, hangi olay yüzünden güçsüzleştiğini ya da güçlendiğini öğrenmek, ayni ortamdaki kişilerin dışardaki durumlarıyla içerdeki durumlarını, olumlu olumsuz yanlarını tanımak, topluma bir de oradan bakmak, eylemleri yansız bir gözle değerlendirmek bakımından bir şeyler kazanmaktı. Ama sivil yaşamdaki rayına oturmuş, dengesini bulmuş bazı sağlam ilişkileri sarsıyor, kimilerini allak bullak ederek yüreklerini acılarla dolduruyordu. Abdullah Nefes, şiirler, hikâyeler yazıyordu. "Sürgün" adlı kitabı Akademi Kitabevi' nin düzenlediği yarışmada ödüle değil -Mansiyon-a lâyık görülmüştü. -Mansiyon- yıllardır resim yarışmalarında, mimarlık proje yarışmalarında, daha çok plâstik sanatlarda kullanılan bir değerlendirme ölçüşüydü. Edebiyat yapıtlarına ödül verilirdi. (Şunu seçtik) denilirdi ve biterdi bu iş... Gerçi -Mansiyon-ları dağıtmakla yarışmalara, ödüllere katılan bazı iyi yapıtların yazarlarını onurlandırıyor, okurun ilgisini, dikkatini birinciden başka dört beş yapıta daha çekiyorlardı ama ben -Mansiyon-culuğa karşıydım. İyice tartıştık bu konuyu. Abdullah Nefes'in ince, ironili bir gülümsemeyle ve sevgiyle sıcaklaşmış bakışları sık sık buğulanıyor, benliğini kimbilir kaç zamandır baskı altında inleten acı birikimleri, durgunlaştığı anlarda hüzne dönüşüyordu. Arada bir sesini yükseltiyor, çevresinden, en yakınlarından gelen haksızlıkları kınıyor, derken sesini yükseltmekle yapmaması gereken bir şeyi yapmış gibi sakinleşiyordu. Başucumuzda birden Ece Ayhan belirmişti. Yıllardır uzaktık birbirimizden, yalan yanlış yada abartmalı, gerçek dışı haberler alıyorduk. Ece Ayhan, beynine musallat olan selim bir tümörden kurtulmak amacıyla İsviçre'ye gitmiş, doktor Gazi Yaşargil tarafından birkaç kez ameliyat edilmişti. İyileşmiş, hastalanmış, iyileşmiş hastalanmış, sonunda ölüm tehlikesini atlatmış, ağız kısmındaki küçük bir arızayla, dilindeki küçük bir sürçmeyle normal yaşamına dönmüştü. İsviçre'ye yerleşen Türkler de ilgilerini esirgememişlerdi. Okumuş, şiir yazmış, eşine dostuna özlemlerini, kızgınlıklarını yansıtan mektuplar yollamış, suçlamış, bağışlamış, defterler dolusu günlük tutmuştu. Oğlunun ODTÜ sınavlarını kazanması Ece Ayhan'ı Ankara'ya getirtmişti. Ankara'da kalmak niyetindeydi. İş arıyordu. Şimdilik bir arkadaşında konuktu. Vüs'at O. Bener'le, Cemil Eren'le buluşuyordu. "Seninle E Yayınevi'nde görüşmüştük son olarak, "demişti. Çabuk ve işitilir işitilmez bir sesle konuşuyordu. Biradan başka bir Şey içmiyordu, öteden beri içkiyle arası iyi değildi zaten. Parlak, hırçın ve ayrıntılarda billurlaşmış yaşantıların şiirsel kanını hemen süzen çok boyutlu bir zekâsı vardı.
Geçmişle şimdinin derinliklerinde demlene demlene kıvamını bulan yaşamları harmanlıyor, bilinçle bilinçaltı dünyasındaki gizlerin ve düşsel canlılıkların fokurdadığı kaosa eğiliyordu. Oradaki devinimleri, sesleri, çığlıkları, öğelerin bir kimlikten bir kimliğe sıçrayışlarını, gölgelerin arkasına sinen gerçekleri, düşünmediğimiz, tanımadığımız ilginç bir serüvenin varlığnı sezdiriyordu. Kendine özgü, kapalılığın ve zorluğun diliyle örülmüş üslûbu, ortalama kültür düzeyini aşamıyanlara geçit vermiyordu. İmgeleri hem değişik hem de çarpıcıydı, her imge, duygularla düşüncelerin özündeki ürünleri birkaç yönden çağrıştırırken insanın kafasında birbirine benzemiyen bir imgeler ormanı meydana geliyordu. Harcıalemden, alışılandan hep sakınmış, kendinin, sadece kendinin şiirini kurmuştu. Toplumsal ve bireysel ilerleyişin ilk adımlarını kurcalıyordu. Osmanlı düzeninden Cumhuriyete miras kalan kültürün birleşip ayrıldığı noktalan araştırıyordu. Durmadan eski gelenek ve göreneklerin bugüne taşıdıklarını, yansımalarını deşiyor, yaşadığımız evrenin bütününü kavramaya çalışıyordu. Cümleleri düşündürücüydü, boş, -lâf olsun diye söylenmiş-cümleler değildi. İlkelerle, özdeyişlerle zengindi. Bildiğimizi sandığımız bir doğru. Ece Ayhan'ın kocamanlığına erişilmez aklıyla asıl yerini buluyor, anlamlanıyordu. Bilgisi sınırsızdı. Şakacıydı, alaycıydı. Yusuf Atılgan'ı seviyordu.
Kaymakamken ressam Fahir Aksoy'un sigorta yapmak amacıyla kendisini ziyaret edişini, birbirini izleyen Gogol'-lük olayları sergiledi, kahkahalarla güldük.
Ve tekrar buluşmak üzere ayrıldık.
Öğle paydosu milleti sokaklara dökmüştü. Her yandan kebab, döner, yemek ve içki kokulan geliyordu. Lokantalar, meyhaneler tıklım tıklımdı. Kimileri dönerci, lahmacuncu kuyruğundaydı. Ve gürültüler, bu ve daha başka tablolan, yaşamın atan nabzıyla besleyip coşturuyordu. Tadlar, doyumlar yeniden gündemdeydi ve ölümsüzdüler.
Türkiş'in önünden geçtim, Hava Terminalinin merdiveninden indim, sigara dumanıyla sislenmiş Zafer Çarşısına girdim. Zafer Çarşısı, soğuk uzay filmlerindeki gibi çok odalı bir yeraltı kentiydi sanki. Güneşsizdi ama elektrik ışıklarıyla aydınlanmıştı. Vitrinlere bakanların, dükkânlara girip çıkanların yüzleri san, solgundu. Ayakkabıların, giysilerin yanında bilgiler, düşünceler, duygular satılıyordu.
Remzi İnanç, iki hanıma kitap sanıyordu. Ahmet Say, dipteki taburelerden birine oturmuş, gözlüklerini takmış, bir dergiyi karıştırıyordu.
"Ben geldim dünyaya, dünya değişti." dedim. Remzi İnanç güldü. "Hoş geldin!"
Ahmet Say, başını kaldırdı, "Vay Buyrukçu." dedi cansız bir sesle.
"Niye süngün düşük?"
"Canım sıkılıyor be."
"Kanser gibi tedavi edilemiyen tek hastalık." dedim.
"Kansere çare bulunacak ama buna çare bulunmayacak -"dedi Ahmet Say, "mikrobu yok çünkü."
"Vardır, vardır... Olaylardadır, durumlardadır onun Mikrobu." dedim.
"Baksana, gözlük aldım." dedi Ahmet Say kendisini ölüme mahkûm ettiklerini bildirir gibi.
"Sıkıntının nedeni burnunun ucunda." dedim gülerek- "Ama rahat edersin?"
"Senin gibi ihtiyarladım. Asabımı bozdu." dedi Ahmet Say.
Remzi İnanç, "Ayıp ayıp, otuz yaşındaki adama ihtiyar denir mi?" dedi.
"Denir." dedim. "İhtiyara ihtiyar, gence genç, çocuğa çocuk? Yeter oyun oynadığımız! Bilinen gerçeklere kılıf geçirmiyelim artık!"
'Yaşsa Buyruk, neşelendim şimdi." dedi Ahmet Say. "Ben onbeş yıl önce
gözlüktendim ve onbeş yıl önce aldığım yara kabuk tuttu. Seninki yeni, kanayacak
biraz, ama alışacaksın." dedim.
"İki gözlük verdi adam, biri uzak biri yakın." "Tamam. Uzak gözlüğüyle televizyonu ve ufukları seyredersin, ötekisiyle okursun ve hikâyeler dokursun." dedim.
"Formunda bugün, "dedi Remzi İnanç. "Yoo, müthiş öfkeliyim aslında, yükü boşaltma
çabalan bunlar." dedim.
"Yakın gözlüğü iyi ama." dedi Ahmet Say, "Harfleri bakla gibi görüyorum."
"Tıraş da olmuşsun." dedim.
Elini ensesine götürdü, kısa saçlarını okşadı. "Olduk ya. Gidelim mi?"
"Gidelim." dedim.
"Çay içmeyecek misiniz?" dedi Remzi İnanç.
"Sonra." dedi Ahmet Say.
Çıktık. Kızılay'da yanaklarını öptüm, "Kutlarım." dedim.
Şaşırdı Ahmet Say. "Anlamadım." "Kocakurt'u bitirdim arkadaş." dedim ve yürüyenleri! bazılarını gösterdim. "Şu Kocakurt, bu da, ya Şu Kocakurt'un dedesi, bıyıklısı var ya, oğlu."