1920 yılı Mart ayının sonuna doğruydu, bir akşam yemekte
oturuyorduk, babam ertesi gün öğleden önce bürosuna uğramamı söyledi.
«Okulu
sık sık asıp kitaplığa gittiğini biliyorum», dedi. «Yarın bana geleceksin.Gelirken
efendi gibi giyinmeyi de unutma. Seninle birini görmeye gideceğiz.»
Ben: «Kim
bu görmeye gideceğimiz?» diye sordum. Merakım babamı eğlendirmişe benziyordu.
Ama bir açıklamada da bulunmadı.
«Sorma»,
diye yanıtladı. «Merakını yen, bir sürpriz olsun senin için.»
Ertesi gün
babama yollandım, öğleden az önceydi. İşçi-Kaza Sigortası’nın üçüncü katındaki bürosuna girdiğimi görünce beni tepeden tırnağa bir iyice
süzdü, masasındaki gözlerden ortadakini açıp yeşil bir dosya çıkardı, üzerinde
süslü bir yazıyla Gustav ismi okunuyordu.
Dosyayı önüne koyup uzun uzun bana baktı. Bir süre sonra:
«Ne
dikiliyorsun öyle? Otursana!» dedi.
Yüzümdeki
sabırsız ifadeyi görünce babamın gözkapakları muziplik taşan bir ifadeyle hafifçecik kısılmıştı.
«Korkman
gereksiz, seni paylayıp azarlayacak değilim», diye söze başladı dostça.
«Seninle bir arkadaş gibi konuşacağım. Baban olduğumu unut, kulak ver şimdi
söylediklerime. Sen şiir yazıyorsun.» Bunu söylerken sanki önüme bir fatura
çıkarıp koyacakmış gibi beni süzdü. Ben kekeleyerek: «Nereden biliyorsun?»
diye sordum.
«Nasıl
öğrendin?»
«Basit», diye
yanıtladı babam. «Her ayın sonunda gelen elektrik faturasına bakıyorum, yüklü
mü yüklü. Evde nasıl bu kadar çok elektrik harcanıyor, bir araştırayım dedim.
Gördüm ki senin odanda gece geç vakitlere kadar ışık yanıyor. Acaba ne yapıyor
bu çocuk böyle diye merak edip izledim seni. Baktım habire bir şeyler yazıyor,
sonra yazdıklarını yırtıp atıyor ya da utanıp sıkılmış gibi piyanonun içine
saklıyorsun. Bir gün öğleden önce sen okuldayken, hele bir göz atayım şunlara
dedim.
«Ne oldu sonra?»
Yutkundum.
«Ne olacak» dedi
babam. Elime siyah bir defter geçti, üzerinde Yaşantılar Kitabı yazıyordu. İlgimi çekti, ama bunun senin günlük olduğunu anlayınca
yine bıraktım elimden. Ruhunu yağmalamak istemedim.»
«Ama şiirleri
okudun.»
«Evet, okudum. Koyu
renk bir dosyanın içindeydi hepsi, dosyanın üzerinde de Güzellikler Kitabı yazıyordu. Çoğunu anlamadım. Bazısını da aptalca bulduğumu
belirtmeliyim.»
«Peki, niçin okudun
şiirlerimi?»
On yedisindeydim o
zamanlar, en ufak şeyden gururum fena halde inciniyordu.
«Neden
okumayacakmışım?» diye yanıtladı babam. «Sanatsal çalışmalarından niçin haberim
olmasın? Şiirlerinden birkaçı hoşuma bile gitti. Uzman bir kişinin bu konuda
ne diyeceğini merak ettim. Onun için stenoyla kopya ettim şiirleri, burada da
daktiloyla yeniden yazdım.»
«Hangilerini?»
«Hepsini»,
diye yanıtladı babam. «Yalnızca kendi anladıklarına değer veren biri değilim
ben. Amacım kendi beğenimin değil, senin çalışmalarının değeri konusunda bir
fikir edinmekti. Dolayısıyla, bütün şiirlerini kopya edip görüşünü almak üzere
Dr. Kafka’ya verdim.»
«Kimdir bu Dr. Kafka? Şimdiye
kadar kendisinden hiç söz etmedin.»
«Max Brod’un yakın bir dostu»,
diye açıkladı babam.
«Max Brod, Tycho
Brahe’nin Tanrı Yolu
isimli kitabını ona ithaf etti.»
«Değişim'in yazarı yani», diye haykırdım ben. «Harika bir öykü! Demek kendisini
tanıyorsun?»
Babam, başını
sallayarak onayladı sorumu.
«Bizim hukuk
servisinde çalışıyor.»
«Peki, ne dedi
şiirler için?»
«Övdü. Ben bunu öylesine yapıyor
sandım. Ama sonra seninle tanışmak istediğini belirtti. Ben de senin bugün
büroya geleceğini söyledim.» «Demek görmeye gideceğimiz kimse bu.» «İyi bildin,
şair bozuntusu!» Bunun üzerine babam beni alıp ikinci kata indirdi. İyi
döşenmiş oldukça geniş bir bürodan içeri girdik.
Yan yana duran iki masanın
birinde ince, uzun boylu biri oturuyordu. Arkaya taranmış siyah saçları, kemer
bir burnu, dikkati çekecek kadar dar bir alın altında olağanüstü gri mavi
gözleri ve acımsı-tatlı gülümseyen dudakları vardı.
Selam yerine: «Bu
seninki olacak galiba», dedi.
Babam da: «Evet, o»,
diye yanıtladı.
Dr. Kafka
toka için elini uzattı.
«Benden utanıp sıkılmanız için
neden yok. Kendim de elektrik için kabarık faturalar ödeyen biriyim.»
Dr. Kafka güldü, o gülünce benim
de sıkılganlığım gitti üzerimden.
«Demek o esrarengiz böcek
Samsa’nın yazarı bu», dedim kendi kendime; karşımda normal, nazik bir adam
görmek beni adeta düş kırıklığına uğratmıştı.
Babam bizi yalnız bırakarak
odadan çıkıp gitti derken. «Şiirlerinizde henüz çok gürültü var», diyerek söze
başladı Kafka. «Bu da gençliğin bir belirtisi; yaşamsal güçlerin bolluğunu
gösteriyor. Diyeceğim, gürültünün kendisi güzel, ama sanatla bir ilişkisi yok.
Hatta tersine, üslubu olumsuz yönde etkiliyor. Ne var ki, eleştirmen değilim
ben. Öyle çarçabuk bir başka kimliğe bürünüp sonra yine kendime dönemem ve gereken
uzaklığı tam olarak belirleyemem. Dediğim gibi, eleştirmen değilim. Yalnızca
yargılanan biriyim ve bir seyirciyim.»
«Peki yargıç kim?»
diye sordum ben.
Kafka, ne diyeceğini
şaşırmış, gülümsedi.
«Gerçi aynı zamanda mahkemede
mübaşir de sayılırım, ama yargıçları tanımam. Kim bilir, belki de pek sıradan
bir mübaşir yardımcısıyım. Yani kesinlikle şuyum ya da buyum diyemem.» Kafka
güldü. Söylediklerini anlamadımsa da ben de katıldım gülmeye.
«Kesin bir şey varsa, o da
acıdır», dedi Kafka ciddi bir edayla. «Ne zamanları yazıyorsunuz?»
Hiç beklemediğim bir
soruydu bu, dolayısıyla hemen yanıtladım: «Akşamları, geceleyin. Gündüz pek seyrek.
Gündüzleri pek başaramıyorum yazmayı.»
«Büyük bir büyü
saklıdır gündüzlerde.»
«Gündüzün ışık beni rahatsız
ediyor; fabrika, karşıdaki evler, pencereler sonra. Ama en çok ışıktan rahatsız
oluyorum. Işık dikkatimi dağıtıyor.»
«Belki de dikkatin içteki
karanlık üzerinde yoğunlaştırılmasını önlüyor. Işığın insanı yenilgiye
uğratması iyidir. O dehşet verici uykusuz geceler olmasaydı, ben hiçbir şey
yazamazdım. Ama işte bu geceler karanlık hücre hapsimin dönüp dolaşıp bilincine
varmamı sağlıyor.»
’Bu adamın kendisi Değişim'deki o zavallı böceğe benzemiyor mu?’ diye kafamdan bir düşünce geçti
ansızın
O anda kapının açılıp babamın
içeri girmesine sevindim.
Siyah ve gür kaşlarının altında
gri renkte iri gözleri var Kafka’nın. Esmer yüzü büyük bir devingenlik içinde.
Kafka yüzüyle konuşuyor.
Söylemek istediği sözün yerine
yüz kaslarının bir devinimini geçirebilecek oldu mu, hemen yapıyor bunu. Bir gülümseme,
kaşların bir çatılışı, dar alında beliren kırışıklıklar, dudakların
sarkıtılması ya da sivriltilmesi -bütün bunlar konuşulacak cümlelerin yerini
tutan devinimleri oluşturmakta.
Kafka jestleri seviyor,
dolayısıyla tutumlu kullanıyor onları. Kafka’nın jestleri ağızdan çıkan
sözcüklerin konuşmaya eşlik eden yinelenişleri değil, adeta devinimlerde
sürdürülen bağımsız bir konuşmanın sözcükleridir, bir anlaşma aracıdır, yani
asla pasif bir refleks değil, belli bir amaca yönelik dışavurumlardır.
Ellerin kavuşturulması, el
ayalarının masadaki yazı altlığının üzerine bütün genişliğiyle konuluşu,
sandalyede vücudun belden yukarısıyla rahat, ama yine de gergin bir durumda
arkaya yaslanışı, omuzlar kaldırılarak başın öne eğilişi, ellerin kalbe
bastırılışı, bütün bunlar Kafka’nın tutumlu kullandığı dışavurumsal araçların
ancak ufak bir bölümü; bağışlanma dileyen bir gülümseme söz konusu jestlere
eşlik ediyor, bu gülümsemeyle adeta şöyle söylemek istiyor Kafka: ‘Yalan
değil, bir oyun oynadığımı itiraf ediyorum. Ama umarım oyunum hoşunuza
gidiyordur. Ve sonra - sonra böyle yapmamın tek nedeni, pek kısa bir süre bana
anlayış göstermenizi sağlamaktır.’
«Dr. Kafka seni pek seviyor»,
dedim babama. «Nereden tanışıyorsunuz peki?»
«Daireden», diye yanıtladı babam.
«Kartoteklerin saklanacağı dolaplarla ilgili olarak bir taslak yapmıştım, bu
taslak bizi daha çok yaklaştırdı birbirimize. Hazırladığım modeli Kafka çok
beğendi. Derken konuşmaya başladık. Kafka, ikindi üzeri dareden çıktıktan sonra
Karolinenthal’da Podebrad Sokağı’ndaki Kornhâuscr’e giderek marangozluk dersi
aldığını itiraf etti. O günden bu yana sık sık bir araya gelip kişisel sorunlar
üzerinde sohbet ettik. Sonra da işte kendisine senin şiirlerini verdim. Böylece
yakın bir tanışıklık kuruldu aramızda.»
«Neden dostluk değil?»
Babam başını salladı.
«Dostluk için fazla çekingen ve
içine kapanık biri.» Katka’yı bir dahaki görmeye gidişimde sordum:
«Karolinenthal’daki
marangoza hâlâ gidiyor musunuz?
«Siz nereden
biliyorsunuz bunu?»
«Babam söyledi.»
«Hayır, çoktandır uğradığım yok.
Sağlık durumum izin vermiyor artık. Majesteleri sağlık durumum!» «Anlıyorum.
Atelyenin tozlu havasında çalışmak hoş bir şey olmasa gerek.»
«Yanılıyorsunuz. Atelyede
çalışmayı seviyorum ben. Rendelenen tahtanın kokusu, bıçkıların türküsü, çekiç
vuruşları beni hep büyülemiştir. Öğle sonrasının nasıl geçtiğini bilmez, birden
akşam olduğunu görünce şaşıp kalırdım.»
«Atelyedeki çalışma herhalde
yoruyordu sizi.» «Yoruyordu evet, ama mutlu kılıyordu aynı zamanda. Böyle
temiz, böyle elle tutulup gözle görülür ve genellikle yararlı bir işten daha
güzel şey yoktur. Marangozluktan önce de tarım ve bahçe işinde çalışmıştım.
Hepsi de bürodaki bir angarya işten çok daha güzel ve değerli uğraşlardı.
Büroda güya daha yüce, daha üstün biridir insan; ama sadece bir görünüş bu.
Gerçekten her
zamankindan daha yalnız, dolayısıyla daha mutsuzdur, o kadar. Kafayla çalışması
toplumdan koparıp alıyor kişiyi. Elle çalışmak ise onu insanlara yaklaştırıyor.
Ne yazık ki atelyede ya da bahçe işlerinde çalışamıyorum artık.»
«Buradaki işinizden
ayrılmak istemezdiniz sanırım?»
«Neden olmasın? Bir
tarım işçisi ya da bir zanaatkâr olarak Filistin’e gitmeyi düşleyip durmuşumdur
hep.
«Her şeyi burada
bırakıp gidecek miydiniz?»
«Her şeyi. Yeter ki
güvenlik ve güzellik içinde anlamlı bir yaşama kavuşayım. Şair Adler’i tanır
mısınız?»
«Yalnızca Sihirli Flüt isimli kitabını biliyorum.»
«Prag’da yaşar kendisi. Karısı ve çocuklarıyla.»
«Ne iş yapar?»
«İşi falan yoktur, misyonu vardır
sadece. Karısı ve çocuklarıyla bir dostundan ötekisine dolaşıp durur. Özgür bir
insan ve şairdir. Onun yaşındayken hayatımı böyle büro işinde harcayıp
tükettiğim için yanar dururum hep.»
1921 Mayısında bir sone yazmıştım
ve Ludwig Winder de onu Bohemia'nın pazar ekinde yayınlamıştı.
Bu soneyle ilgili
olarak şöyle dedi Kafka: «Siz şairi ayakları yere basarken başı bulutların
içinde gözden kaybolan olağanüstü bir insan gibi tanımlıyorsunuz. Küçük
kentsoyluların tasarım geleneğinde kuşkusuz pek alışılmış bir tablo bu. Sadece
içteki gizli saklı isteklerden kaynaklanan bir hayal; gerçekle bağdaşan bir
yanı yok. Gerçekte şair toplumdaki sıradan insanlardan çok daha küçük ve güçsüzdür. Dolayısıyla, bu
yeryüzündeki yaşamın zahmet ve meşakkatini herkesten daha yoğun ve güçlü
biçimde duyumsar. Ağzından çıkan ezgiler, kendisi için birer çığlıktır yalnız.
Sanat sanatçı için bir derttir, yeni bir derde tutulmak için bu dertten
kurtarmaya bakar kendini. Sanatçı bir dev değildir, varlığının kafesine
kapatılmış az ya da çok renkli bir kuştur sadece.»
«Siz de mi böylesiniz?» diye
sordum ben.
«Ben eşine rastlanmamış bir karga
- bir kavka’yım. Teinhofdaki kömürcüde bir tane vardı hani. Görmüş müydünüz?»
«Evet. Dükkânın önünde dolaşıp
duruyor.»
«Adaşımın durumu benimkinden daha iyi. Doğru, uçmasın diye
kanatları kesilmiş. Ama benim durumumda gerekli değildi bu, çünkü benim
kanatlarım zaten körelmişti. Bu nedenle yüksekler ve uzaklar diye bir şey yok
benim için. İnsanların arasında şaşkın şaşkın sekip duruyorum. Herkes kuşkuyla
bana bakıyor. Öyle ya, tehlikeli bir kuşum ben, hırsız bir kuş, bir kargayım.
Ama bu yalnız görünürde böyle. Gerçekte parlak nesneleri algılamamı sağlayacak
bir duyudan yoksunun. Onun için değil mi pırıl pırıl siyah tüylerim bile bulunmuyor.
Kül gibi gridir rengim. Öyle bir karga ki, taşlar kayalar arasında gözden
kaybolmak için can atıyor. Bu söylediklerim yalnızca bir şakadır kuşkusuz,
bugün ne berbat durumda olduğumu fark etmeyesiniz diye yapılmış bir şaka.»
Kafka’nın çalıştığı büroya kaç
kez gittiğimi anımsamıyorum artık. Ama bir şey var ki, bugünkü gibi belleğimde:
Mesai saatinin bitiminden yarım ya da bir saat önce İşçi-Kaza Sigortası’nın
ikinci katındaki bürosunun kapısını açtığım zaman gözüme çarpan Kafka’nın
vücut konumu.
Masasının başında, başını arkaya
atmış, ayaklarını uzatmış, elleri gevşecik masanın üzerinde, oturuyor olurdu
Kâfka. Filla’nın Dostoyevski'nin
Okuyucusu ismindeki
tablosunun Kafka’nın vücut konumunu biraz yansıttığı söylenebilir. Filla’nın
tablosundaki okuyucuyla Kafka’nın vücut konumu arasında hayli benzerlik
vardı. Ama salt dışsal bir benzerlikti bu. Biçimsel benzerliğin gerisinde içsel
bakımdan büyük bir farklılık saklıydı.
Filla’nın tablosundaki okuyucunun
üzerine çullanıp onu altına alan bir şey vardı, oysa Kafka’nın vücut pozisyonunda
istemli, dolayısıyla zafer havası taşıyan bir teslimiyet kendini açığa
vuruyordu. İnce dudaklar hafif bir gülümsemeyi çevreliyor, gülümseme Kafka’nın
kendine özgü neşesinin belirtisi olmaktan çok, uzak ve yabancı bir sevincin
duygulandırıcı bir yansımasını oluşturuyordu. Gözler ise hep biraz alttan
bakıyordu insana. Kafka’nın vücut konumumda öyle bir tuhaflık vardı ki, adeta
ince ve uzun boylu oluşunu adeta bu yoldan bağışlatmayı amaçlıyordu. Bütün
halinde öyle bir ifade okunuyordu ki, sanki «Bendeniz pek, ama pek önemsiz
biriyim. Görmeden geçerseniz,
hayli sevindirirsiniz beni», demek ister gibiydi.
Cılız ve buğulu bir bariton sesle
konuşuyordu Kafka; sesi öylesine melodikti ki, hayran kalmamak elde değildi;
oysa güç ve incelik bakımından orta çizgiyi asla geçmeyen bir sesti. Ses, jest
ve bakış, tümünden de anlamanın ve iyi yürekliliğin dinginliği yansımaktaydı.
Çekçe ve Almanca konuşuyordu
Kafka. Ama daha çok Almanca. Almancası, Çeklerin Almancasının belirleyici
özelliği olan aksana benzer sert bir aksam içeriyordu. Ama uzaktan ve
kesinlikten uzak bir benzeyişti bu. Gerçekte bambaşka bir aksandı.
Çeklerin konuştuğu Almanca’nın
aksanı kulak tırmalıyıcıdır, konuşma adeta dilim dilim kıyılmış izlenimi
uyandırır. Oysa Kafka’nın Almanca’sında böyle bir izlenim asla edinmedim.
Kafka’nın Almancası içteki gerilim dolayısıyla insanda kaba bir izlenim
bırakıyordu. Kafka’nın konuşmasındaki kabalık, onun ölçülü biçili ve özenli
konuşma isteğinden kaynaklanmaktaydı. Yani edilgen grup özelliklerinin değil,
etken kişisel özelliklerin bir ürünüydü.
Konuştuğu dil de tıpkı ellerine
benziyordu. İri ve güçlü elleri, geniş el ayaları, ince ve uzun zarif parmakları
vardı Kafka’nın. Tırnaklar yassı ve kürek biçimindeydi; boğumları ve eklem
yerleriyle belirgin öne çıkıyor, beri yandan enikonu bir
zarifliği sergiliyordu.
Kafka’nın sesini, gülümsemesini ve
ellerini ne zaman anımsasam, hep babamın bir sözü gelir aklıma.
Babam şöyle demişti bir gün: «Ürkek bir incelikle birleşmiş bir
güç; bütün ufak şeyleri alabildiğine güç sayan bir güç.»
"Kül gibi gridir rengim."
YanıtlaSil«Ürkek bir incelikle birleşmiş bir güç;"
YanıtlaSil