9 Şubat 2013 Cumartesi

Onaylanmamaya Karşı Hayatta Kalma Stratejileri / Arno Gruen

 Korku korunmuşluk duygusuna dönüşürse

Eğer bir çocuk aslında kendisini koruması gereken bir ye­tişkin tarafından ruhsal ve/veya bedensel olarak ezilir, sı­ğınacak başka kimse de bulamazsa sınırsız bir korkuya ka­pılır. Çocuk bu muazzam ve felç edici korkudan kurtul­mak için ya ölmek ister -bazı çocuklar bunu yapar da (Gruen, 1993), ya bir psikoz geliştirir (Gruen ve Prekop, 1986) ya da olağandışı bir hayatta kalma stratejisi izler. Ço­cuk bu korkudan ve buna bağlı olan acıdan uzaklaşabil­mek için kendisini ezeni, tacizcisini idealleştirmeye ve öz­deşleşme nesnesi haline getirmeye başlar.
Bu süreci, annesi ne yapacağı kestirilemeyen bir kadın olan hastamın anlattıklarında canlandırabiliriz. Bir kere­sinde elindeki bıçağı kızına fırlattığı bile olmuş. Hastam bir seansta bu olaydan ve benzeri durumlardan söz ettik­ten sonra bir dahaki seansta şunları söyledi: "Son seanstan çıktıktan sonra anneme müthiş bir özlem duydum. Ama aynı zamanda da kendimi bir boşluğun içinde hissettim. Omuzlarım kasılmıştı. Aniden içimden annemi çağırdım. Sanki canlı olan her şeyi benden kopartan kara bir enerji alanı içindeydim. Bu annemle ilişkili bir şeydi. Ama aynı zamanda da onun yanında olsam başıma hiçbir şey gelme­yeceği duygusunu hissediyordum. İçimden ona seslendik­ten sonra kendimi tekrar o kara boşluğun içinde hissettim ve bu bana bir parça korunmuşluk duygusu verdi."
Hastam o ağır dehşetin korunmuşluğa döndüğü anı tekrar yaşamış. Çaresizlik ve terk edilme duygusu katla­nılmaz hale geldiğinde, bir çocuğun duyduğu korku tersi­ne, yani korunmuşluk duygusuna dönebilir.
Sandor Ferenczi korkunun korunmuşluk duygusuna dönüşmesini 1932 yılında tanımlamış ve bu sürecin, yetiş­kinlerin, çocuklarının kendilerine olan bağımlılığını kendi­lik değerlerini yükseltmek için istismar etmelerine izin ve­ren bir toplumsal çevrede köklendiğini göstermişti. "Ço­cuklar kendilerini bedensel ve ruhsal olarak çaresiz hisse­diyorlar, kişilikleri daha düşünce düzeyinde bile protesto edecek kadar sağlamlaşmamış oluyor, yetişkinlerin ezici gücü ve otoritesi onları dilsizleştiriyor, hatta çoğunlukla zihinlerini köreltiyor. Ancak aynı korku doruk noktasına ulaştığında çocuğu otomatik olarak saldırganın iradesine boyun eğmeye, onun bütün isteklerini tahmin etmeye ve yerine getirmeye, kendini tamamen unutmaya ve saldır­ganla tümüyle özdeşleşmeye zorluyor," (1984).
Bu özdeşleşme kurbanın suçluyla ittifakına yol açıyor. Suçlu kurbanın gözünde korunmuşluk duygusu vaat edi­yor. Böylelikle kurban, duyduğu acıyı zayıflık olarak red­dediyor, ancak bunu kendisinden başka bir kurbanda tanı­dığında onu düşman olarak algılıyor. Yani düşman imge­si, saldırganı idealleştirmeye ve onunla özdeşleşmeye da­yalı kişilik yapımızı ayakta tutmamıza yardımcı olduğu için düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu şekilde oluşmuş bir kimliğin var olabilmek için düşmanlara ihtiyacı vardır; düşmanlar olmadan varlığını sürdüremez.
Eğer bir çocuk bu hayatta kalma stratejisini izleyemezse hastalanır veya apatiye düşer. Saldırganlığını dışa yöneltemeyip sadece kendisine çevirebildiği için depresyon ve dış dünyayla her türlü ilişkide donukluk ortaya çıkar. Françoise Dolto (1989) bu konuda şunları yazıyor: "Böyle­likle otizmdekine benzer bir durum oluşuyor. Bu, çocuğun özdeşleşmesine dair bir yüke reaktif uyum süreci, bebeğin annesiyle olan duyumsal, sembolik ilişkisini yitirmesine yol açan veya duygusal yapılanmasını engelleyen travmatize edici bir durum. Bu durum genelde bebeğin dört ila on aylık olduğu dönemde görülüyor." Deneyimli bir çocuk terapisti olan Dolto böylelikle, bir insanın yaşamında te­rörden kaçış yollarının ne kadar erken belirlendiğini de onaylamış oluyor.


Saldırganlık kendiliğe yönelirse

Korkudan bir başka olası "çıkış yolu" da ölüme doğru yö­neliyor. 1988 yılında ani çocuk ölümleri üzerine yaptığım araştırmamda (1993a) bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuştum. Joachim Stork (1994) altı aylık bir bebekte böyle bir ölüm kalım mücadelesini tespit etmişti; çocuk so­nunda hayatta kaldı. Ama beş ay boyunca bebeğin hayatta kalmasını sağlayan şey sadece, bir monitöre bağlı alarm düzeneğinin bebeğin soluğu veya kalp atışları durmaya peylettiğinde bunu haber vermesiydi. Stork'un gözlemleri öylesine aydınlatıcı ki, burada kısaca değinmek istiyorum.
Caesare, nefes darlığı ve vücudun karbondioksiti bırak­maması nedeniyle bir gözlem monitörüne (EKG soluk mo­nitörü) bağlandığında iki haftalıktı. Evde geçirdiği ikinci ve üçüncü aylar sırasında sekiz kez soluksuz kalma ve kalp atışı yavaşlaması krizi yaşadı. Çocuk üç ay üç gün­lükken temel bir muayeneden geçirildi ve herhangi bir or­ganik bulgu saptanamadı. Bebek altı aylık olduğunda Stork psikoterapiye başlayıncaya kadar on iki kriz daha geçirdi. Şimdi Stork'un baba, anne ve bebekle yaptığı ilk seansla ilgili izlenimlerine bakalım.
Anne, oğlunun geçirdiği krizlerin kendisi için ne kadar korkunç olduğundan; hastanede oğluna baktığında hisset­tiği yabancılık, dehşet ve isteksizlikten söz ediyor ve sonra şunları söylüyor: "Sarışın ve mavi gözlü bir oğlum olması­nı o kadar istemiştim ki. Annem de her zaman oğlanların çoğunlukla anneye çektiğini söylerdi." "Annenin çocuğu­nu dizlerinin üzerine oturtarak bana takdim ediş tarzına çok uyan dehşet verici bir açıklamaydı dinlediğim," diye yazıyor Stork, "çocuğu dizinin tam ucunda tutuyor ve sır­tını kendisine yaslayabilmesine imkân vermeden eğreti bir şekilde sadece sol eliyle kavrıyordu. Sonra şunları söyledi: 'Görüyor musunuz, dizlerimin üzerinde oturan bu çocuk benim istediğim ve bana vaat edilen çocuk değil.'
Stork şöyle devam ediyor: "Bebekle ilgilenmek için an­nenin sözünü kestim. Çocuğun korku dolu, tereddütlü ba­kışlarının bir an babaya kaydığını hissettim. Bebeğe, aşağı doğru bükülmüş ağzıyla bana korku dolu ve aynı zaman­da korkutucu bir Çinli şeytan gibi göründüğünü söyledim.

Aynı zamanda annesinin kucağındaki eğreti duruşuna ve her an düşebileceğine değindim. Sonra ona korkuyla ba­kan gözlerinden ve annesinin farklı hayal etmiş olduğu koyu renk saçlarından ve arzu etmiş olduğundan farklı ol­masının annesini hayal kırıklığına uğrattığından söz ettim. Bunun üzerine anne tasavvurlarından ve korkularından söz etti: 'Nasıl uyuduğunu görünce onu tabutun içinde gö­rür gibi oldum ve ona tabutun içinde güzel görüneceğini söyledim.'"
Yaşanmış duygulara dair gerçeklerden söz edilen bu ilk seanstan sonra Caesare'nin gösterdiği belirtiler değişti. Uyku bozukluğu düzeldi, apne ve bradikardi krizleri -toplam otuz iki seansın on üçüncüsünden sonra geçirdiği bir tane dışında- bitti. On üçüncü seanstan sonra iki alarm sinyali daha geldi, ama bu kez soluğu kesilmedi. Caesa­re'nin tekrar cihaza bağlanması gerekmedi. Profesör Stork, paskalya tatili nedeniyle iki seansı iptal edince anne korku ve öfkeyle tepki göstermişti. Kendisini yalnız bırakılmış hissetmişti. Bunun üzerine Stork, anneye Ceasare'nin onun korkularıyla ne kadar derinden özdeşleştiğini anlat­maya çalıştı. Anne onu şaşırtarak, oğluyla bütünleşme ge­rekliliği duyduğunu ve böyle bir bütünlük sağlamak için de olağanüstü çaba gösterdiğini söyledi. Bunu ifade etmek annenin kendisini korkuttu, çünkü ani bir yüzleşme yaşa­mıştı, ama şimdi bağlantıları daha iyi anlayabildiği için ay­nı zamanda rahatlamıştı da.
Otuzuncu seanstan sonra monitör kapatıldı. Caesare on dört buçuk aylık olmuştu. Soluk alma kapasitesi daha ilk haftalarda yüzde elli düzelmişti ve artık ölüme mahkûm değildi.
Caesare'nin hikâyesinde, bir çocuğun duygularının ve algılayışlarının, sınırlarının zedelenmesi anlamına gelen dikkate alınmayışının varlığının inkârıyla aynı anlama geldiği görülüyor. Bu, sadece çocuğun kendiliğini geri pla­na itmekle kalmıyor, aynı zamanda da çocukta sınırlarının ihlaline karşı gelişen saldırganca tepkileri de boğuyor. Bu vakada saldırganlık içe dönmüş durumda. İlk terapi sean­sında aile içinde kanıtlanabilir bir rahatlama sağlanıyor, bu nedenle de Caesare, öfkesini ilk kez dışa yöneltebiliyor. Stork, annenin ikinci seansın başında şunları anlattığını aktarıyor: "(...) Caesare dün çok itici bir şekilde ağlamaya başladı, her zamanki gibi göz yaşlarıyla değil, güçlü bir öf­keyle. Şimdiye kadar onda böyle bir şeyi hiç görmemiştim. (...) Gece de uykusunda her zamanki gibi yakınarak ağla­madı, sadece birkaç kez korkarak uyandı, ama yine sakinleşti." Çocuğun saldırgan duygularını açıkça ifade edebil­mesi, annesinin de onun varlığını kabul etmeye başlaması­nı sağladı. Anne gözünde oğlunun daha "büyük" ve daha "önemli" görünmeye başladığını söyledi.

Onaylanmamaya karşı hayatta kalma stratejileri

Saldırganın idealleştirilmesi ve onunla özdeşleşme, çare­sizlikten, umutsuzluktan ve onaylanmamanın yarattığı dehşetten kaçmak için bir stratejidir. Ölmek istemek ve uç bir durum olarak ölüm başka bir şeydir. Amerikalı nöro­log Walter B. Cannon (1942), "Voodo-ölümü"ne ilişkin çı­ğır açıcı araştırmalarında da ölümü çaresizliğe dayandır­mıştır. İnsanlar ve hayvanlardaki açıklanamayan ölüm olaylarını araştıran Curt Richter (1965) de, zor durumlar­dan ne mücadeleyle ne de kaçarak kurtulabilen Norveç fa­relerinin de kelimenin tam anlamıyla "yaşamlarım gözden çıkarttıklarını" ortaya koydu.
William James (1950), 1905 yılında yayımlanan psikolo­ji klasiğinde, bir insanın varlığının onaylanmamasının var olmamakla aynı anlama geldiğini yazıyor. Böyle bir yaşan­tı uç bir travmayla, sonucunda insanın kendisini algılaya­maz hale geldiği ve felçleştirici bir çaresizliğe düştüğü in­sanlık dışı bir cezalandırmayla karşılaştırılabilir. Çocukla­rın, yaşamlarında merkezi rol oynayan yakın kişiler var­lıklarına karşılık vermediklerinde yaşadıkları da aynen budur. Bunun sonucunda ortaya çıkan umutsuzluk ölüm­cül olabilir.
Dolto (1988), şunları yazıyor: "Takdir görmek, bakışla ve dinleyerek ilişki kurmak besin almaktan daha temel bir ihtiyaçtır ve uykunun bir süre sonra korku verici bir uyku­suzluğa dönüşmesi, dış dünyayla ruhsal ve özsel ilişkiler­den artık umut kesildiğinde ortaya çıkan bir içe kaçışın ifa­desidir. Eğer uzun süre canlandırıcı bir etkileşim oluşmaz­sa, çocuk dış dünyayla ilişki arayışından vazgeçer, kendi­ni ölüme götürebilecek fizyolojik bir uykuya dalar." Ben­zer bir tanımlamayı "Der frühe Abschied"de (Erken Veda, 1993a) ben de yaptım. Ruanda'da benzer şekilde tanımla­nan bebek ölümleri üzücü bir gündelik gerçek. Anne-babalarını aniden kaybeden bebekler, onların duygusal ola­rak uyarıcı rollerini kimse üstlenmeyince karşılık bulma beklentilerinden vazgeçip ölüyorlar. Margaret Ribble, bu hayat verici alışverişin gerekliliğini daha kırklı yıllarda saptamıştı.
M. Lewis'in (1992) raporu da, sonuçlan daha az travmatize edici olmakla birlikte, aynı süreci ortaya koyuyor. Lewis, saldırganından kaçabilmek için suçluluk duygula­rına sığınan üç buçuk yaşındaki Rebecca'nın durumunu anlatıyor. Kendisini suçlu hissetmek, bu küçük kızın çaresizliğiyle başa çıkmak için geliştirdiği bir strateji. Suçluluk duygusu, çocuğun duygusal bakımdan ölümcül bir izolas­yona girmesini önleyip dış dünyayla alışverişini sağladı­ğından hayatta kalmasını mümkün kılıyor. Raporda Re­becca'nın annesinden kızıyla birlikte değil, ona karşı hareket eden duygusuz bir kadın olarak söz ediliyor.
Lewis'in araştırma projesinde Rebecca'nın oynarken gi­derek dağılacak şekilde yapılmış bir bebekle oynaması ge­rekiyor. Önce annesi bebeği Rebecca'ya veriyor. Üç dakika sonra bebeğin bir bacağı düşüyor. Rebecca omuzlarını kı­sıp sandalyesinin üstünde çöküp kaldığı için annesi "Ne oldu?" diye soruyor. Rebecca annesine bakmıyor. Bir süre sonra bebeği ve kopan bacağını tekrar rafa kaldırdıktan sonra rasgele bir yerlere bakarak diğer oyuncakların önün­de kıpırdamadan oturuyor. Deneyi yapanın değerlendir­mesi şöyle: "Kız, kimse bir şey söylemese de bebeği kendi­sinin kırdığını düşünüyor ve çöküntü içinde geri çekiliyor. Annesi ne olduğunu sorduğunda Rebecca cevap vermiyor. Çocuk kendisini suçlu hissetmeye önceden hazır." Annesi­nin kendisine tepki veremeyişinden, ilgi göstermek yerine sadece araştırma sorularıyla yetinişinden doğan boşluğu suçluluk duygusuyla dolduruyor. Bu kız suçluluk duygu­su sayesinde kendisini hayatta tutuyor.
Çaresizlik karşısında başka ve yaygın bir tepkiyi de psikanalist W. V. Silverberg (1947), Rilke'nin "Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke" (Cornet Christoph Rilke'nin Sevme ve Ölüm Biçimi) adlı şiirini yo­rumlayarak gösteriyor. Burada kaçınılmaz çaresizliğin hissedilişi, onu yaratan dünyayı inkâr etmeye ve aynı zaman­da idealleştirerek içselleştirmeye götürüyor. İdealleştirme burada sadece fantezi veya halüsinasyon düzeyinde de ol­sa varoluş garantisi yerine geçiyor.
Rilke'nin şiirinin kahramanı kendini sınırlamak ve ölüm korkusuna bırakmak yerine düşmanla bütünleşiyor. Böylece, düşmanlar etrafını sarmışken, salladıkları kılıçlar üzerinde kıvılcımlanırken, bunları çağıldayan bir çeşme­den üzerine serpilen su olarak görüyor. Silverberg bunu, Rilke'nin şiirinde, bir insanın varoluşunu her şeyi kapsa­yıp dönüştüren bir ruh hali ile onaylamasını canlandırdığı şeklinde yorumluyor. Rilke, insanın kendisine eziyet ve tehdit edenleri tam tersine dönüştürdüğü bu ânı tespit edi­yor. Kurbana düşmanının yanında yer alarak ruhsal ola­rak hayatta kalma şansı vermek için gerçeği tersine çeviri­yor. Şair böylelikle, insanın kendi kurban durumunda olu­şunun ve dolayısıyla kendiliğinin de silinmesini şiirsel bir şekilde ifade ediyor.
Varlığımızın onay bulmayışı ölçüsünde kendiliğimizin kayboluşunu hepimiz bir şekilde yaşamışızdır. Kurban durumuna geçenlerin sayısını, -kurban durumuna girmek bizi genelde utandırdığı için- başkalarının kurban hali yü­zünden kendilerini taciz edilmiş hissedenlerin sayısında görmek mümkündür. Utancımız, bizi kurban durumuna sokanların, kurban durumunda oluşumuzu inkâr etmele­riyle başlar. Bu inkâr, saldırganın tarafına geçişimizin ger­çekleştiği sürecin bir parçasıdır. Bu utanç -ya da Rebecca'nın durumunda olduğu gibi suçluluk- kurban olma du­rumuyla birlikte bilincine varılmadan kuşaktan kuşağa ak­tarılır. Böylece güç, varlığımızın temel ilkesi olarak sürek­li biçimde yerleşikleşir.

Empatinin Yitimi
Resim:Egon Schiele

8 Şubat 2013 Cuma

Korunmak İçin Aşı Olmak / Louis Pasteur


Pasteur, bulaşıcı hastalıklara karşı mücadelenin büyük öncüsü Edward Jenner’in eserlerini de dikkatle incelemişti: XVII. yy’ın sonlarından beri, çiçek aşısı yaygın biçimde uygulanıyordu ve Pasteur’ün de, çiçek aşısındaki virüsün çiçek hastalığına karşı ko­ruyucu bir rol oynaması gibi, çok güçlü olmayan mikropların da güçlü olanlarının sebep oldukları hastalıklara karşı koruyucu bir etkileri olabileceği yönünde güçlü sezgileri vardı. Çalışmalarını tavuk kolerasına ve koyunlardaki şarbon hastalığına kaydırdı. 1879 yılında, çalışma arkadaşları Emile Roux ve Charles Chamberland, tarihî bir hata yaparak bütün kolera mikrobu kültürleri­ni etüvde unuttular: bu hata, Pasteur’ün, mikropların zararlı et­kilerini azaltmak için bir yöntem bulmasına imkân verdi: mik­ropları zayıflatmak. Pasteur, kolera hastalığının bulaştığı tavuk kümeslerinde yaptığı ilk deneylerden başarılı sonuçlar alınca, koyun sürülerini kırıp geçiren şarbon hastalığına karşı da aynı yöntemle deneyler yapmaya girişti. 1881’de, Melun’de Tarımcı­lar Birliği, yeni aşı yöntemini halka tanıtmak için bir kampanya ve toplantı düzenledi. Bu gösteriye basının yanı sıra, Pasteur’ün karşıtları da büyük bir ilgi gösterdiler. Bir tarlaya 50 koyunluk bir sürü getirildi. Pasteur, bunlardan 25 tanesine şarbon aşısı yaptı, daha sonra sürünün koyunların hepsine şarbon mikrobu verdi. Birkaç gün sonra basın, deneyin olağanüstü başarısını büyük başlıklarla veriyordu: «aşılanmış» 25 koyun iyi durumda ayakta iken, diğerlerinden 18 tanesi ölmüş, 7 tanesi de komaya girmiş bulunuyordu.
O yıl, (1880) Pasteur, Fransız Akademisi’ne kabul edildi ve Légion d'honneur’ün «büyük haç» nişanıyla ödüllendirildi. Bu tarihte çoktan beri, özellikle, ailesinin memleketi olan Fransa’nın doğusunu kasıp kavuran kuduz hastalığıyla ilgilenmeye baş­lamıştı. Çalışmalarına geri döndü ve pek büyük bir güçlük çek­meden kuduz virüsünün azgınlığını azaltmayı başardı; ama kolayca tahmin edilebilecek felsefî nedenlerle, bu yeni aşı tek­niğini insanlar üzerinde denemekte tereddüt ediyordu: kuduz, öl­dürücü bir hastalıktı. Ama, 1885 yılında, Joseph Meister adında 9 yaşında bir çocuk, babası tarafından Pasteur’ün laboratuvarına getirildi: çocuk kısa bir süre önce, kuduz bir köpek tarafından ısırılmıştı. Pasteur ise, eğer herhangi bir çaba gösterilmezse, çocuğun acılar içinde kıvranarak ölmesinin kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Bu nedenle de, çocuğa aşıyı yaptı ve herkesin bildiği gibi çocuk kurtuldu. Bu, o tarihte altmış üç yaşındaki bu adam için büyük bir zafer oldu.

3 Şubat 2013 Pazar

Dinozorların Sessiz Gecesi / Hoimar Von Ditfurth


Bu incelemeler, ribozomların, protein üretiminden sorum­lu organeller olduklarını ortaya çıkartmıştır. Ayrıca genetik kod’un Esperantodaki gibi evrensel geçerli bir kod olduğu da aynı deneylerle belirlenmiştir. Sözgelimi bir tavşan karaciğe­rinden elde edilmiş ribozomlara -ister balıktan, ister kuştan ya da bakteriden olsun- herhangi bir canlıdan alınmış nükleik asitler, daha doğrusu DNA ilave edilince, ribozomlar kendi­lerine verilen DNA’nın genetik kodunu tercüme etmekte öyle fazla bir güçlükle karşılaşmadan, programa uygun pro­tein üretmeye başlarlar. Bu bize hem DNA’nın genetik kodu­nun evrensel ölçekte geçerli olduğunu, hem de ribozomların hangi canlıdan geldiğine bakmaksızın DNA’ların önlerine koydukları programa göre protein üretebildiklerini göster­mektedir.
Normal koşullarda böyle bir beceri, ancak yarar sağlar. Tek bir örnek-tip, hücrenin ihtiyaç duyduğu bütün proteinle­rin ribozomlarca üretilmesi için yetip de artmaktadır. Ama bu olay, aynı zamanda canlı organizmaların inanılmaz uyum sağlama yeteneği bakımından tipik bir örnek olmakla kal­maz, organizmaların, evrimin kendilerine sundukları tüm olanaklardan sonuna kadar yararlanma eğilimleri taşıdıkları­nı da gösterir. Kendileri de ürünü oldukları o evrimin ribo­zomlara tanıdığı koşulsuz programlanabilme ve protein üret­me olanaklarını kendileri için değerlendirmekten geri kalmayan tipik organizmaların başında virüsler gelmektedir.Ribozomların bu sınırsız gücünün yeryüzünün bu belki en tuhaf canlılarının varoluş temelini oluşturduklarını söylemek­le durumu abartmış olmayız herhalde. Ribozomların bu çok yönlü yetenekleri, genetik kodun evrensel olma özelliğiyle birleşince, ortaya özgün sonuçlar çıkmaktadır. Ancak hikâye bununla da bitmiyor. Ribozomlar hücrede yer alan ve kendi­lerinin de yapı taşlarını oluşturan proteinleri üretmekle kal­mazlar, sözgelimi bir insanın ribozomlarına bir deniz kesta­nesinin hücre çekirdeğinden alınmış DNA molekülü ilave edildiğinde, bu insan ribozomları, hemen o andan başlayarak deniz kestanesi ribozomlarının yanı sıra insan bünyesinde hiç rastlanmayan ribozomları da üretirler. Ve günün birinde DNA’yı yapay yoldan üretmek ve doğada bulunmayan belli bir proteini inşa edecek programla donatmak mümkün olur­sa, ribozomlar, doğaya aykırı bu üretimin de kolaylıkla üste­sinden gelebileceklerdir.
Proteinler, aminoasit harflerinden oluşmuş birer sözcüğe benzetilebilirlerse, ribozomlar da aynı birkaç harfin sürekli kullanılmasıyla pratikte sınırsız sayıda ve birbirinden farklı sözcükler yazabilen bir yazı makinesine benzetilebilirler. İşte virüsler de ribozomların bu önlerine gelen programı asıl mı sahte mi, aldırış etmeksizin çoğaltma özelliklerinden yararla­nırlar. Daha önce de virüslerin alışıldık dışı, şaşırtıcı yaşama süreçlerine değinmiştik. Virüs, içine girdiği hücrenin yaşaya­bilmek için üretmek zorunda olduğu proteinlerin yapımının yolunu keserek, sonuçta kendisi de, hücreyle birlikte (başka hücrelere atlamadığı sürece) ölüp gidecek olmasına rağmen, kendi genlerinin üretimini körükler. Bunun nasıl mümkün ol­duğunu son zamanlarda daha iyi kavrıyoruz. Virüsler aslında “bedenden” yoksun, salt kalıtım mekanizmalarıdırlar. Kendi­lerini saran hücre kabuğunun inşa planının yanı sıra kendi şifresini içeren nükleik asitten ibaret olan virüs, hücrelerden birini enfekte etmeden önce, ayaklarıyla, sözkonusu hücrenin enfekte olmaya elverişli olup olmadığını saptar. Bilimadamları bu saptama sürecinde birtakım kimyasal etmenlerin rol aldığını düşünmektedirler. Böyle bakıldığında sözkonusu ba­caklar, yoklama işine yarayan birer tarama antenidirler.
Aslında kendi başına yer değiştirme olanağı bulunmayan bu kalıtım mekanizmasını, hava, su, rüzgâr gibi aracı ortam­lar bir yerden bir yere naklederler. Virüs hücrelerden birine yapışır ve hücre duvarını deldikten sonra kendi DNA’sını (kabuğu bir an için bir yana bırakacak olursak bizzat kendi­ni) hücrenin içine boşaltır.
Bu işlem sonunda virüs bir anlamda eski biçimiyle yok olup giderken, hücrenin mekanizmaları, yeni DNA’yı hücre­de bulunması gereken yere, yani doğruca kendi çekirdekleri­nin içine taşırlar. Çekirdeğe ulaşan virüsün DNA’sı, çekir­dekteki öteki çok sayıda DNA’nın arasına karışır; o andan başlayarak yeni DNA’nın kopyasını çoğaltan hücre progra­mı, kendi bindiği dalı kesmeye başlar.
Bu gelişmelerin açıklanması sırasında, virüsle uğraşan bilimadamlarının yıllardır anlayamadıkları bir süreç de açıklığa kavuşmuştur. Virüs zaten küçüklüğünden ötürü ancak elekt­ron mikroskobuyla tespit edilebilmekteydi. Yetmiyormuş gibi bir de bir tür “hayalet-efekti” işin içine karışıyor, yani hücreye dalan virüs, çekirdekte yirmi dakika süreyle sırra kadem basıyordu. Neden sonra, aradan yaklaşık yirmi dakika kadar bir süre geçince, hücre yavaş yavaş ölmeye yüz tutmak üzereyken, ilk birkaç virüs de ortaya çıkmaya, hücreye dalan zorbanın tıpatıp kopyaları hücrede cirit atmaya başlıyorlardı.
Peki de hücreye ilk ayak basan virüs nerelerde geziniyor­du acaba? İşte bu sorunun uzun süre yanıtsız kalmasına pek de şaşmamak lazım. Bir hücreye dalmış virüsün tek kalıntısı DNA olduğuna göre, onu öteki sayısız DNA molekülünden ayırmak, yirmi ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir sayfası­na yerleştirilmiş yarım satırlık bir cümleyi arayıp bulmaya benzer. Bir anlamda virüsün kendisi olan nükleik asit zinciri, hücre çekirdeğindeki program mekanizmasının özgün bir öğesine dönüşerek, bir bakıma “gerçekten de kayboluyordu” hücrede.
Belli bir paragrafa sonradan eklenecek bir cümlenin bütün bir paragrafın anlamını tam tersi bir yönde değiştirebileceği­ni bilmek için ille de hukukçu olmak gerekmez. İşte bir virü­se hayat veren girişim de, aynen buna benzer bir tür kurnazlı­ğın sonucudur. Virüsün DNA’sı hücrenin, DNA zincirlerinin oluşturdukları program “metninin” anlamını tümünden değiş­tirebileceği bir yerine eklemlenir. Hücre, kendi ribozomlarına, hücredeki malzemeyi kullanarak virüs DNA’ları ve virüs kabuklan üretme talimatı vermeden edemez. Ribozomlar, daha önce de belirttiğimiz gibi, hücre çekirdeğinden verilen “senteze giriş!” buyruğunun menşeini araştıracak durumda olmadıklarından, özgün hücre buyruğu ile yabancı buyrukları birbirinden ayırt etmeksizin, kaçınılmaz bir felaketin zemini­ni hazırlarlar. Bütün bu işler yirmi dakika gibi insanın aklına durgunluk verecek bir süre içinde olup biter. Ölmekte olan hücre, çekirdekten gelen ve metni hatalı kodlanmış programı üretmek için, kendi malzemesini virüsün soyunun üretilmesi amacıyla harekete geçirir. Ölen hücre parçalanır parçalan­maz, öteki hücrelere sıçrayan virüsler marifetlerini burada da sürdüreceklerdir.
Virüslerle ilgili bu bilgileri organeller konusunun arasına sıkıştırmamızın nedeni, sadece ribozomların yanlış-doğru ay­rımı yapmaksızın program üretimine aracı olmalarına çarpıcı bir örnek sunmak değil, aynı zamanda dizinin başka bir ye­rinde üzerinde ayrıntılı durmayı öngördüğümüz virüs konu­suna da belli bir giriş yapmış olmaktır. Virüslerin, ribozomların altını çizegeldiğimiz marifetlerinden yararlanma, özellikle ribozomların genelgeçerli (evrensel) program dilini istismar etme bakımından hayal gücümüzü bile zorlayan bir dizi faaliyeti gerçekleştirme becerileri, hikâyenin ilginç noktalarını oluşturmakla birlikte, iş bununla da kalmıyor. Son birkaç yıldır yapılan araştırmalar, virüslerin biyolojik evrim­de sergiledikleri bencil strateji ve taktiklerin, hayatın bütünü için atlanmaz önemde bir işlev taşıdıklarını ortaya koymuştur. Virüsler “çevrenin” kendine özgü bir karakteristik niteli­ğini yansıtmaktadırlar böylelikle. İnanması güç ama, biz in­sanlar da dahil olmak üzere bütün yüksek düzeyde gelişmiş canlı biçimlerinin, virüslerin bu eşsiz çoğalma taktiklerine hayatımızı borçlu olmamız olasılığı çok büyüktür!
Bu konuyu ileriye atarak, hücre ve organellerini bıraktığı­mız yerden itibaren ele almamız gerekiyor şimdi. Hücre çe­kirdeğini, mitokondrileri ve ribozomları konuştuktan sonra, geriye kamçılar ve kloroplastlar kalıyor. Kuşkusuz hücrede başka elemanlar da var, ama dizimizin amaçları açısından bize bu kadarı yetecektir.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Kuluçka / Cemil Yüksel


orda görmüştüm, kısa ve aralıklı ağaçlar
kadar bir yürüyüşün seni taşıdığı 
deniz kenarlarında, eşiklerde boşluğu
kendine doğru kapatan bir kaplumbağa gibi
açmıştın geleceği kürek gibi kullanarak
deniz alışkanlığını içinde taşıyan o içgüdüyü

etrafta su başında suya kanan bir adam 
bir daha anılmadı görülmedi bir daha

okunmuş dualarla yıkanmış bir çocukluktan
sulara sırtüstü bırakılmak gibi
odalarda yatmak uzun uzun
dalmak bir şeyi düşünürken ki dalgınlıkla
unutmak, tekrarlayarak unutmak
sürekli bir korunmada yerinin ayrılması gibi.
susmuştuk ilk sustuğumuz değildi bu
yapraklarına tutkuyla sarılmış 
sık gür bir koparılmayla
sesi içimizdeydi marulların
sertliğinden vazgeçmeyen 
bir şelale gürültüsü halinde

etrafta su başında suya kanan bir adam
bir daha anılmadı görülmedi bir daha

ince ince sıyrılmış gündüz elbisesi
açılıp kapanan bir deniz canlısı, 
bir heykel töreninde, önce heykellerin örtülmesi gibi
kusurlarını kendiyle saklayan
yengeçleri eteklerinde çiftleştiren
uzatır tırnaklarını iyileştirirdin akşamın
yapılmış hazırlıkları saçlarınla örtülerdin
öpülürdün kutsal taşlar gibi üç kere

etrafta su başında suya kanan bir adam
ne bir daha anıldı ne görüldü bir daha

22 Ocak 2013 Salı

Bahar Sabahı / A.A.Milne



Nereye mi gidiyorum? Pek bilmiyorum aslında.
Altıntopların yetiştiği derenin kenarına —
Çam ağaçlarının savrulduğu tepeye —
Bilmiyorum. Herhangi bir yere işte.

Nereye mi gidiyorum? Bulutlar süzülüyor,
Küçük bulutlar, bebek bulutlar gökyüzünde,
Nereye mi gidiyorum? Gölgeler geçip gidiyor,
Küçük gölgeler, bebek gölgeler çimlerin üzerinde.

Bir bulut olup da, süzülseydiniz yukarılarda,
Süzülüyor olurdunuz gökyüzü kadar mavi sularda,
Ve çayırda beni görüp de şöyle derdiniz:
“Gökyüzü bugün ne kadar da yeşilmiş.”

Nereye mi gidiyorum? Sesleniyor kayalıklar:
“Çok eğlenceli, yalnızca doğmuş olmak bile.
” Nereye mi gidiyorum? Ötüyor kumrular:
“Yapacak bir sürü güzel şey var gerçekten de.”

Eğer bir kuş olup da yükseklerde gezinseydiniz,
Yaslanırdınız rüzgâra, rüzgâr çıktığında,
Sizi alıp götürürken, rüzgâra şöyle derdiniz:
“Bugün gitmek istediğim yer burasıydı tam da!”

Nereye mi gidiyorum? Pek bilmiyorum aslında.
Nereye gidildiği kimin umurunda?
Çançiçeklerinin yetiştiği koruluğun içlerine —
Bilmiyorum. Herhangi bir yere işte.

Biz Küçükken / Kabalcı Yayınevi

18 Ocak 2013 Cuma

Üç Gencin Kalbi / Ece Ayhan



Bir gemici tanırım
Kalbini bir limanda bırakmış
Ya kaybolursa?
Ağlar çocukluğundaki gibi
Kalbini almaya gidecek hâlâ

Bir oğlan tanırım
Derin yeşil gözlü
Gönlü güney denizlerinin dibi
Kalbi ise yerinde
Birine vermeye gidecek
Bir gemi arar durur
Bulutlardan.

Bir şair tanırım
Onunki içler acısı
Kalbini asla vermemiş
Çalmışlar
Kalbi eski bir efsanede saklı.

1954, Şubat

10 Ocak 2013 Perşembe

Wilhelm Reich













Dr. Reich — İnanın bana, o yanılgılara düşmemiş olsaydım, o insanlarla o deneyimleri yaşamamış olsay­dım, söylediğim her şeyi nasıl benimsediklerini görme­seydim... bu toplantılardan birine katılmışsanız, anım­sarsınız hiç kuşkusuz...
Dr. E. — Anımsıyorum elbet!
Dr. Reich — ... o insanı coşturan havayı! Binlerce Berlinli geliyordu konuşmalarıma. Oysa, o yanılgılara düşmeseydim, şimdi bulunduğum yere gelemez, şimdiki yetkinliğe erişemezdim. Şimdi konunun ayrıntılarına girmek istemiyorum, ama şunu açıkça anlamalısınız ki bireysel sağaltım hiçbir işe yaramaz! Hiçbir işe! Olsa ol­sa para kazanmaya, ve birkaç kişiye küçük yardımlar­da bulunmaya yarar! Ama sıra toplumsal sorunları, akıl sağlığı sorunlarını çözmeye gelince, en küçük bir ya­rarı yoktur! Bu yüzden bireysel sağaltımı bıraktım. Önemli olan tek şey, bebeklerdir. Henüz saygısızca kir­letilmemiş kansu dizgesi (protoplazma) üzerinde çalış­mak gerekir. Anlatabiliyor muyum?

Reich Freud'u Anlatıyor kitabından alıntıdır. 

7 Ocak 2013 Pazartesi

Oblomov / Ivan Goncarov


— Toplum düzenimizin işleyişini olduğu gibi ortaya koyuyor, hem de şiirli bir biçim içinde. Toplumun bütün güçlerine değiniyor. Toplumsal merdivenin bütün basamaklarını ele alıyor. Yazar bu eserde zayıf, kötü ruhlu devlet adamını, çevresindeki dalkavuk rüşvetçileri, ahlaksızlığa düşmüş Fransız, Alman, Fin ve daha başka uluslardan kadınları sanki bir mahkeme önüne çıkarıyor. Her şeyi öyle yaman, öyle yürek paralayan bir gerçekçilikle anlatmış ki... Bazı parçalarını dinledim. Büyük yazar: Kâh Dante'yi kâh Shakespeare'i andırıyor...
         Oblomov hayretle doğrularak:
— Amma da yaptın ha! dedi.
Penkin hemen, gerçekten çok ileri gittiğini anlayarak durdu, daha az taşkınlıkla:
— Oku da bak, dedi; değerini kendin daha iyi anlarsın.
— Hayır, Penkin, okuyamam.
— Peki ama niçin? Olay yaratacak bir eser; daha şimdiden herkes ondan söz ediyor.
— Bırak söz etsinler! Birtakım adamların işi gücü bu!
— Merak edip okuyuver canım.
— Nesini merak edeyim? Ne diye yazı yazar bu adamlar? Gönül eğlendirmek için herhalde.
— Haksızlık ediyorsun. Hayata o kadar yakın ki, o kadar yaşıyor ki bunlar. Portreler canlı gibi. Tüccar, memur, subay, jandarma, hepsi. Tıpkı yaşayan insanlar gibi.
— Evet, bütün yaptıkları bu kadar. Bir insan alıp kopyasını çıkarıyorlar. Gerçeğe uygun oluyor diye övünüyorlar. Ama, hayat ne oluyor? Eserlerinde o yok işte, dünyayı kavrayış, insanlığı gerçekten anlayış yok. Boş şeylerle övünüyorlar. Hırsızları, düşkün kızları, yolda yakalayıp hapse atar gibi edebiyata sokuyorlar! Nerede sanatkârın "gizli gözyaşları";' sadece kaba, zalim, alaycı bir gülüş!
— İyi söyledin. Bu coşup taşan öfke, bu kötülüklere amansızca saldırış, alçalmış insanları kepaze ediş, işte asıl edebiyat budur.
Oblomov birden parladı:
— Hayır, hiç de değil! Hırsızı, düşmüş kadını, aldatılmış bir budalayı anlatın, anlatın ama insanı da unutmayın. Sizin için insan diye bir şey yok mu? Yalnız kafanızla yazmak istiyorsunuz. Düşünmek için kalpsiz olmak gerekir, sanıyorsunuz. Hayır, düşünmeyi besleyen sevgidir. Düşen adama el uzatın, mahvolan bir adamın haline ağlayın, onunla alay etmeyin. Sevin onu! Onda kendinizi görün ve ona kendinizmiş gibi bakın.
Oblomov, tekrar kanepeye sakin sakin uzandı:
— İşte o zaman yazdıklarınızı okurum, önünüzde eğilirim. Hırsızı, düşmüş kadını anlatıyorlar da insanı unutuyor veya anlatmıyorlar. Bu mudur sanat, bu mudur bulduğunuz büyük edebiyat? Kötülüğü, çamuru gösterin ama, rica ederim, buna edebiyat demeyin.
— Ya! Demek hatırınız için tabiat tasvirleri yapalım, gülden, bülbülden, bir kış sabahının güzelliğinden söz edelim öyle mi? Çevremizde uğuldayan, kaynaşan hayatı görmeyelim... Biz yalnız toplumun fizyolojisini arıyoruz; şiirle, şarkı ile işimiz yok...
— İnsanı, yalnız insanı anlatın bana, insanı sevin. Penkin coştu:
— Faizciyi sevelim, softayı sevelim, budala veya hırsız memuru sevelim, değil mi? Laf mı bu? Edebiyatla uğraşma dığın belli! Hayır, bu adamları cezalandırmalı, toplumdan kovmalı...
Penkin'in önünde ayağa kalkan Oblomov birdenbire bir peygamber tavrıyla:
— Toplumdan kovmalı ha? dedi. Bu bozulmuş çamurda yüksek bir prensip olduğunu, bu düşmüş insanın gene de insan, yani kendin olduğunu, unutuyor musun? Onu kovmalı mı eledin? Ama ne yapsan, onu insanlıktan, tabiattan, Tan rının rahmetinden dışarı kovabilir misin?
Oblomov bu sözleri söylerken gözleri parlıyordu. Şaşıran Penkin:
— Amma da coştun! dedi.
Oblomov gerçekten pek ileri gittiğini gördü. Birdenbire sustu, bir dakika kadar ayakta durdu, esnedi ve yavaş yavaş kanepeye uzandı.
İkisi de bir süre sustular, Penkin:
— Sen neler okuyorsun? diye sordu.
— Ben mi... Daha çok yolculuk üstüne yazılmış kitapları.
Tekrar sustular. Penkin:
— Dediğim kitap çıkınca okuyacaksın değil mi? İstersen getireyim sana. dedi.
Oblomov başıyla istemem der gibi bir işaret yaptı.
— Öyle ise sana hikâyemi göndereyim...
Oblomov başıyla peki, dedi.
— Matbaaya gidiyorum, geç kaldım. Bak sana niçin geldiğimi söylemeyi unuttum. Ekaterinenhov'a gidelim diyecektim. Arabam var. Bugünkü şenlik için bir makale yazmam gerekiyor. Birlikte bakarız. Benim görmediğim şeyleri sen görür bana söylersin, iyi olur, gidelim...
Oblomov yüzünü buruşturup üstüne örtüleri çekerek:
— Hayır, biraz rahatsızım, dedi. Rutubet dokunuyor, güneş henüz etrafı iyice kızdırmadı. Ama sen bana yemeğe gel; konuşuruz; öyle iki dert var ki başımda...
— Hayır, bizim yazar arkadaşlarla Sen-Georgi lokantasında toplanıyoruz; oradan Ekaterinenhov'a gideceğiz. Bütün gece de çalışacağım; gün doğarken makalem matbaada olmalı. Hoşça kal.
— Güle güle, Penkin.
Oblomov yine düşünmeye daldı:
"Bütün gece çalışacak! Hiç uyumayacak! Herhalde yılda en az beş bin ruble kazanır. Fena para değil; ama yazı yazmak, boşuna kafamızı, ruhumuzu harcamak, hayallerimizi, düşüncelerimizi satmak, tabiatımızı zorlamak, durup dinlenmeden hareket içinde olmak, hep bir amaç peşinde koşmak... Sonra da yazmak, yazmak, dönen bir tekerlek gibi, bir makine gibi yazmak! Yarın, öbür gün, daha öbür gün hep yazmak! Tatil yok! Bayram yok! Ne zaman duracak, ne zaman dinlenecek bu adam? Vah zavallı!"

Resim:Anastasia R. Simes

1 Ocak 2013 Salı

Her İki Adımda Bir Uygunsuzluğunu (Yalnızlığını) Algılayan Birisine Gazel / Turgut Uyar



İlkin tarlaların ve otlakların ve suvatların
Ah benim güzel cahilliğim
Bitmeyeceğini sanırdım karanlık olmadıkça

Yaralı kalbim gürbüzdü sevişkendi
Bir şehir akşamında karanlık olmadıkça

Irmak boylarında gider gelirdim gider gelirdim
Elimde ceset çekmeye yarayan bir uzun kanca

Ne tarihsel badanaya ne pantolonlu aşka
Ah benim güzel şaşkınlığım

Irmak boylarında gider gelirdim gider gelirdim
Rahatlamazdım bir türlü bir ceset bulmadıkça

Ben size hep söyledim bu benim aşkım
Saate karşı alkol suya karşı tabanca

Benim suyum bir ateş çalışkanlığıdır
Kurutulmuş etlerim ve torbalarım hazır
Ama. Ben gene bir kürdanın diş etlerine batmasıyım.
Bir çürük azı dişinin kenarında

Yaralı kalbim gürbüzdü sevişkendi
Bir şehir hırgüründe karanlık olmadıkça

Ben neyim varsa taşırım neyim varsa taşırım
Bir marangoz gibi kulağımın arkasında
Ah benim güzel cahilliğim
Ağaçlar eni konu bir silâh olmadıkça

Belki bir kuruntudur yaralayan kalbimi
Her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça

23 Aralık 2012 Pazar

Sonsöz / Arno Gruen



George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: "Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı: Sefil bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu; düşmanca bir dün­ya içinde hapsolmuşluktan değil, daha çok kuralları benim onlara uymamı gerçekten imkânsız kılan bir iyi ve kötü dün­yası yüzünden." (Such, Such Were The Joys, 1968)
Bu çaresizlik, insanın kendi iç dünyasına yabancılaş­masına neden olur, kişilik gelişiminin "normlara" uy­ması veya başkaldırması önemli değildir. Hemen şekil­ciliğe tutunuruz, bunların toplumsal veya toplum kar­şıtı ideolojilere uyup uymadıkları fark etmez. Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mım devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
Franz Kafka, nafile olan bu tutunmayı çok duyarlı bir biçimde anlatmıştır. Dava adlı romanında, Joseph K. bir bisikletçi kimlik belgesiyle kim olduğunu kanıtla maya çalışır! Kafka'nın kahramanları acı çekmektedir, çünkü sadece görüntüden ibaret olan eksik kimliklere boşuna inanmışlardır. Bütünlüklerini "babacan" ka­nunlarla elde etmeye çalışarak, özlerinin sözde şekilsizliği içinde çözünmekten korunmaktadırlar. Traven' in romanlarındaki kahramanlar ise çok farklıdır. Örneğin Ölü Gemi adlı romanında Koslowski zorla kabul ettiri­len her türlü kimliğe karşı sonuna kadar mücadele et­mektedir.
Başkaldırı ve uyum arasındaki fark esaslıdır. Sadece başkaldırı doğruluğundan şüphe edilmeyen bir kendiliği mümkün kılar, ama insanlarla bütünleşmeye götürmek koşuluyla. Eğer başkaldırı sadece bir şeye karşı koymak amacı taşıyorsa, yani sadece başkaldırmak adına "başkaldırıyorsak, kendi önemimizi azaltmış oluruz. Gerçek bir kendilik için yapılan mücadele bu şekilde suya düşer, böyle bir gelişim kalbi olmayan bir kendilik getirir. Bu yolda karşımıza çıkan asıl tehlike dış tehlike­ler değildir, aynı zamanda yalnızlığın, kaosun ve delili­ğin teröründen duyulan korkudur.
Eğer dışa yönelik başkaldırı içimizde de bir şeyleri değiştiremezse, böyle bir başkaldırının gelişimi uyu­mun gelişimiyle aynı olur. Kendisi de büyük bir asi olan Henry Miller, Rimbaud' nun bir başkaldıran olarak başarısızlığını anlatmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu esere tekrar değinmek istiyorum.
Rimbaud'nun kısa ama ateşli hayatı (en büyük eseri olan Un Saison En Enfer'i on sekizinde bitirmişti) uyum ve duygusuzlaşmaya karşı başkaldıran, "özgürlüğünü ve bilincini geliştirmek için kendisini zorla kabul ettir­dikten sonra fikir değiştirip maddi güvence arayışına giren" bir adamın hikâyesidir. Bu adam "dünyanın ha­rikalarını" incelemek gibi alışılmadık bir istekten yola çıkarak hayatı bütün yönleriyle tecrübe etmek üzere genç bir delikanlıyken, arkadaşlarından ve akrabaların­dan ayrılır. Ama henüz gençken "aklının karışıklığını kutsal" olarak gören bu adam, birdenbire hayatının bu tek meydan okumasından vazgeçer. Doğruluk arayışı durma noktasına gelir, sendeler ve o andan itibaren tam tersi yöne gitmeye başlar. Nefret ettiği düşmanla özdeşleşir.
Miller'e göre Rimbaud, baba evinin çekilmez taşralı havasından kurtulmak için evden kaçar. Sonra ise, terör veya delilik korkusundan kendisini dünyaya hükme­den güçlerin eline teslim ettiğinde altın, silah ve köle ti­careti yapmaya başlar. Miller'a göre "hâzinesini" teslim eder, sanki "omuzundaki yükü buymuş gibi..."
" 'Cehennemdeki gece sırasında', ruhsal vaftizinin kölesi olduğunu anladığında şöyle haykırır: 'Ah, An­ne, Baba, hem benim mutsuzluğuma hem de kendi mutsuzluğunuza neden oldunuz'... Kendini yaşadığı zamana ve doğduğu ülkeye bağlayan her şeyden kopa­rarak şöyle der: 'Kusursuzluğa hazırım.' Belli bir an­lamda öyledir de. Kendi dini törenini hazırlamış, yeni­den içinden doğduğu gecenin karanlığına batmak için korkunç ateş sınavını vermişti. Sanatın ötesinde bir ba­samak olduğunu anlamıştı; panik bir dehşet içinde ve­ya delilik korkusu yüzünden geri çekmek üzere ayağı­nı bu kapının eşiğinden atmıştı... İnsan, kendi gücünün sınırlarına dayanmalı, hangi alanda olursa olsun, kur­tuluşun hasretini çekmek için önce bir köle olduğunu anlamalıdır. Anne ve baba tarafından aşılanan sahte ve olumsuz irade aşılmalıdır, bu irade ancak o zaman olumlu hale gelebilir, kalbimiz ve aklımızla reddedile­bilir. Oğul tahta oturacaksa, baba tahttan indirilmelidir... Baba sert bir terbiyecidir, kanunun ölü harfidir, yasak işaretidir. Biz de sahte bir güç duygusu ve şımarık bir gurur içinde cinnet geçirir ve gemiyi azıya alırız. Sonra da yıkılırız ve aslında bizim olmayan kendilik pes eder. Ama Rimbaud yıkılmadı O babasını tahtından indirmedi, onunla özdeşleşti... Karşı tarafa geçerek nefret ettiği düşmanının yerini aldı... Kimliğini öylesine temelden değiştirdi ki, kendini yolda görse tanıyamazdı. Bu belki de deliliği kandırmak için girişilen son ve umutsuz çabadır, bu şekilde ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor." Hayatının sonlarına doğru "cimri annesinin çiftliğinde acılar içinde sürünerek sonunu beklerken", geçmişteki büyük başarılarını soran bir adama terslenir: "Lütfen bırakın bunları! Bütün bu pisliği arkamda bıraktım." (Mathieu, 1979). Sanki nefret edilen asi kendiliğinin sınırlarından vazgeçmeye çalışır gibi bir hali vardı.
En derin nefretin sığınağına dönüşebilecek yer olan ruhsal sağlık çılgınlığına getirilen böylesine iyi anlayış, aynı zamanda özerkliği olmayan bir kendiliğin esasını da tarif etmektedir. Bir zamanlar ister başkaldırmış, is­ter uzlaşmış olsun, burada en başından beri söz konusu olan boyunduruk altına giren her insanın kendinden duyduğu nefrettir. Bu boyunduruk beraberinde daima kendi gerçeğimizin inkârını da getirir ve ahlâk böyle in­sanların elinde sapkınlaştırılmaktadır. Böyle bir gelişim içindeki insan kendi uyarımlarından korkmaya başlar, böylece Tanrı yerine konan kişiler tarafından onaylan­mak isteği merkeze yerleşir. Bizden bekleneni yaparak kabul görmek, iç huzursuzluğumuzdan kaçma meka­nizması haline gelir. Onaylanmayı, kendiliğimizin amacı haline getirerek, olduğumuz gibi sevilme olana ğından vazgeçmiş oluruz. O andan itibaren böyle bir sevgiye duyulan özlem, kendimizi küçük görmemizin kaynağı haline gelir. Çünkü kendi duyarlılığımız için sevilmek, zayıf biri olduğumuz anlamına gelirdi. Daha önce de defalarca tekrarlanmış olan bu şartlar altındaki bir çocuk, aslında sadece uyumlu olduğunda kendisine sevgi verildiğini öğrenir. Ama, bununla yetinmeyi öğ­renirken, anne ve babasını da içten içe küçük görecek­tir. Kendisi ve sevgi gereksinimiyle baş edebilmek için, samimi sevgiyi hatırlatan her şeyden olduğu gibi ken­dinden de nefret etmek zorundadır. Acımasızlığın asıl kaynağı bu olsa gerek. Neal Ascherson (1983), Jean Moulin'i işkenceyle öldüren, Lyon'un Gestapo şefi Klaus Barbie'nin bir söyleşide şunları söylediğini yazmıştı: "Jean Moulin'i sorgularken, onun ben olduğunu hisset­tim." Bunun anlamı şudur: Moulin'de ne kadar kendi­ni, yani kenara ittiği parçasını gördüyse, kendin­den/ ondan o kadar nefret etmeliydi ve kendini/onu öldürmeliydi.
İnsan bu şekilde insan olmaktan çıkmaktadır. Ken­dilik nefreti onu öyle parçalayabilir ki, durum tam ter­sine dönebilir: Yeni ve aynı şekilde özerk olmayan ben­lik, önceki uysal benlikten bir çırpıda nefret edebilir. Bu süreç, kökleri olmayan bir kimliğin özerk benlik ge­lişiminin, sadece içerideki kaosu örten sözlü soyutla­malar sisteminden oluştuğunu göstermektedir.
Bu tür insanlar, kitabın birinci bölümünde anlatıldı­ğı gibi, acı ve merhametin bir zayıflık olduğu efsanesi­ni uydurmuş ve kabul etmiş olabilir. Ama tam da bu in­sanları acı çekmedikleri için güçlü olarak görürüz! Oy­sa bu "güçlüler" acıya katlanacak güçleri olmadığı için duygularından sıyrılmış insanlardır. Gerçeğin bu ters döngüsünü anlamak çoğu zaman kolay değildir, çünkü "güçlüler" iktidarda olmayı amaç edindikleri için, toplumsal "gerçeği" belirlemektedirler.
Böyle bir "gerçeğin" kurumsallaşması sonucu bir in­san aslında iyi olan, ama "gerçeğin" dayatması sonucu zayıflıkla özdeşleştirdiği tarafından nefret ettiği için bir başkasını öldürecektir. Milovan Djilas'ın otobiyografik anlatılarında (1958), gerçekten güzel ve tatmin edici bir tanışma yaşadığı bir Türk'ü öldüren bir Karadağlı'nın hikâyesi anlatılmaktadır. Burada esiri olduğu şeref ve erkeklik gibi soyut kavramlar adına öfkesini açığa vu­ran bir adam görmekteyiz. Cinayet tam olarak Türk'ün kendini bu beraberlikte güvende hissettiği anda işlenir, Türk'e kendini aynı şekilde yakın hisseden Karadağlı bu hislerinin farkına varır ve "içinde tutamayacağı bir şeyler koptuğundan" onu öldürür.
İşte bu şekilde iktidarda olanlar, iç dünyalarındaki boşluk nedeniyle koskoca ulusları yönlendirebilmekte­dirler. İnsanlar, soyutlamalarla dolu bir batağın içine gittikçe batmaktadır ve bu batak hem ezenleri hem de ezilenleri boğmaktadır. Toplumsal yöntemlerin ipliği­ni pazara çıkaran biri karşısında irkilen bir toplum, "iradesini üyelerine zorla kabul ettirmeye çalışan, öz­gürlük duygusunu çoktan kaybetmiş, mutlakçılık yo­lunda bir toplumdur." Böyle bir toplum uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılmaya çalışacaktır, tıpkı Soljenitsin'in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: "Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız... Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir... Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir. Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır." (Soljenitsin, 1972)
Özerk olamamanın sonuçları hepimiz için korkunç­tur. Özerk olmamak, güç peşinde koşarak içimizdeki kaosu ve ruhsal hastalık tehdidini geri püskürtme hali­dir İç dünyamızı ve daima pusuda yatan iktidarsızlığı kabul etmeyerek, güç hırsının pençesinde kendimizi daha da çok reddederek, içimizdeki boşluktan duydu­ğumuz korkuyu kendi ellerimizle derinleştirerek, aslın­da geriye gücün peşinde koşmaktan başka bir seçenek bırakmıyoruz. Bu şekilde genel iktidar hem hedef, hem de kişisel bütünlüğün desteği haline gelmektedir. Böy­le bir gelişimin dinamiği başka insanlarla gerçek anlaş­mazlıkları asla kabul etmez; uzlaşan insan zayıf insan olarak görülür. Eşitlik yoktur, insan ya hükmeder ya da hükmedilir. Böyle insanların çocukluklarındaki tecrü­beler yaşamlarının ana dersi olmuştur. Artık acı ruhun efendisidir, bu yüzden geçerli olan tek şey güçtür. Da­ha ötesini itiraf edemezler, yoksa acının boyunduruğu altına girdikleri için korkak olduklarını kabullenmek zorunda kalırlar. Ama bize sürekli gerçekçi olarak sunu­lan insanlar bu insanlardır. Oysa varlıkları sadece ölüme adanmıştır, çünkü canlı olan onlar için tehlike demektir. Bu yüzden özgürlüğün beraberinde sınırsız bir ken­dilik onayı getirdiği, yani tehlikeli olduğu düşüncesini desteklerler. Gerçekten de, bu şiddete karşı başkaldıranlar, özgürlüğü sınırsız kendilik onayıyla eş tutarlar! Bu da yine şiddet biçimlerinde kimlik arayanların kor­kularını onaylamaktadır.
Bu "gerçekçilik" insan olmanın asıl düşmanıdır. İn­sanlığımızı korumak için, onu olduğu gibi görmek zo­rundayız: Henry Miller'in Rimbaud vakasında anlattığı gibi, ruh sağlığına kaçış, deliliğin yeni (yoksa çok mu eski?) bir biçimi olarak görmeliyiz. Bize gerçekçilik ola­rak sunulan güç politikaları her geçen gün dünyayı uçuruma daha da yaklaştırmaktadır. Bu eskiden beri böyleydi, ama güçlülerin elinde hiç bu kadar büyük imha araçları olmamıştı. Ne yazık ki eskiden olduğu gibi bugün de bu ölümcül son ve ölümcül amaç, gerçek kis­vesi altında örtbas edilmektedir, iktidarda olanlar hiç­bir çıkar gözetmeksizin bizi korumak istediklerini iddia ederler. Ama Friedrich Nietzsche'nin İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde filozoflar hakkında söylediği gi­bi, "kişisel olmayan hiçbir şey yoktur." Eğer devlet adamları kendiliklerinden uzaklaşmışlarsa, sürekli ya­lanla yaşamak zorunda kalırlar. Bize sundukları hiçbir şey insani yapıda olamaz. Ancak kendimiz tanrılar ara­maktan vazgeçersek bunu anlayabiliriz. Bunun için bi­zi, tanrısal olanı kendi dışımızda aramaya iten korku­lardan sıyrılmalıyız. Eğer bunu başaramazsak başkaldı­rı, yeni kilise için eskisini yıkmakla sınırlı kalır. Henry Miller' ın da dediği gibi, güçler ve etkileri devam eder. Bu şartlar altında ancak zorbalığın yeni şekilleri türeye­bilir.
Gerçek bir kendiliğe dönüşümü mümkün kılan sev­gi ve duygudaşlıktır. Henry Miller bunu şiirsel bir bi­çimde kâğıda dökmüştür: "'Bize öğretilen her şey yan­lıştır', diye itiraz etti Rimbaud gençliğinde. Haklıydı, tamamen haklı. Ama görevimiz içimizdeki doğruyu açığa çıkararak yanlış öğretilerle savaşmaktır... Bütün insanları karşılıklı anlayış yoluyla birleştirmektir... Ve bunun anahtarı da merhamettir..." (1956)
Kendiliğimizi kazandırmaya yarayan bir yöntem ve­ya teknik yoktur. Böyle bir çözüm beklentisi, insanın tıpkı bir makina gibi düğmesine basılınca çalıştığını zanneden bir benliğin düşüncesidir. Zihin özerkliğin anahtarıdır. Sevgi ve duygudaşlığımızı diğer insanlara hissettirirsek, aynı şekilde karşılık görürüz. Özerkliğe giden yollar ne kadar çeşitliyse, birey de bu yolda o ka­dar yalnızdır. Refakat ve arkadaşlar gereklidir, ama se­çeceğimiz yolun sorumluluğu kendimize ait olmalıdır. bu yolda kimse bizi kollamaz; bize engel olan korku ha­yaletlerinin aslında etkisiz olduğunu görmek için ken­diliğimizi uyandırma cesaretini göstermeliyiz.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa, asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşa­mak kaderimizdir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan mutasavvıf ve ilahiyatçı Jakob Böhme şöyle demişti: "Ölmeden önce ölen, öldüğünde çürür." Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.


Kendine İhanet / Çitlembik Yayınları

19 Aralık 2012 Çarşamba

Hüner / Cemil Yüksel


kalbin yerinden iyice öteye taşınmış süs eşyası
bazen kırılmış sehpa ayaklarıyla bir tutarsın onu.
sabahları kurulmuş bir saat gibi duyulmaz gürültüsü
bazen de düzeltildikçe devrilen oyuncaklar gibi
çürüyen dalları didikleyen ağaçkakanın
ne var ne yok düzeltiverdi koca gölgende.

haziranda bir dut ağırlığıyla düşer
kum basıldığında kaydırır adımı
dünya misket gibi çarpar karanlığa
sorular sorulur, durmadan anlaşılır.

senin hünerin konuşmak için diş çıkarıyor
dil yapıyor susmaya, incir için
gırtlağına kadar dayanmış
bir acıyı kolluyor iri iri gözlerle

hem söylesene sevmekle başladığın her şey
neden elini eteğini çekmek için değil de
göklere doğru boy istiyor kendiliğinden.

2008

Resim:

          

18 Aralık 2012 Salı

Parmak İzi / Arno Gruen


20. yüzyılın tarihi muazzam bir acının ve bu acının inkarının tarihidir. Sevmenin imkansızlığı da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü sevgi olmadan acı, acı olmadan da sevgi olamaz. Bu ikisi, insan oluşumuzu belirleyen ve mümkün kılan empati yetimiz vasıtasıyla etkileşim içerisinde birbirine bağlıdır. Ben de burada, hala kulak vermek isteyenlere, hala incinebilir olanlara, acılarını bastırmayı henüz alışkanlık haline getirmemiş olan ve bu sayede acıyı taşıyabilenlere sesleniyorum. Umudumuz onlardadır. Kendilerini ve böylelikle dünyayı kurtarabilecek gerçek gücün potansiyeline onlar sahiptir.

Fotoğraf: Carl Mydans

16 Aralık 2012 Pazar

Reich Orgonon'da: Yalnız


Bugün 3 Nisan 1952, Orgonon, Rangeley, Maine. Ben, Wilhelm Reich, aşağı ki evin büyük odasında tek başıma oturuyorum. Herkes gitti. Dün bütün gün ve bu sabah, adı­mı taşıyan Vakfın Yönetim Kurulu’nda bir toplantı yapıldı.
Herkes gitti ve ben dünle bugün Orgonon’u sarsan yı­kım (Oranur) konusundaki tutanaklara bir iki şey ekle­mek istiyorum. Burada, söylediklerimi dinleyen bir tek ki­şi yok; yalnız ses alma aygıtı tanığım. Dilerim ilerde bir gün, herhangi biri bu kaydı saygıyla, onca yıldır acunsal enerjiyi ve yaşam enerjisini araştırabilmek için gerekli yü­rekliliğe duyulacak saygıyla dinler.
Çektiğim büyük sıkıntının betimlenmesine, geçirdiğim uykusuz gecelerin, döktüğüm gözyaşlarının, harcadığım çaba ve paraların, gerek yanımda çalışanlara, gerek öğ­rencilerime göstermek zorunda kaldığım sabrın ayrıntıları­na girmek istemiyorum. Yalnız bir tek olguya değinmek istiyorum, ne burada, Orgonon’da, ne de New York’ta, var­lığının ta derinlerinden, yapmakta olduğum şeyi anlaya­bilecek ve yaptığım işte yanımda yer alabilecek tek bir can yok. Hepsi çok iyi insanlar. Doğru, dürüst, çalışkan kişiler, hepsine güveniyorum; hepsiyle —ya da çoğuyla— çok iyi dostuz. Ama bu, hepsinin, evet tek bir ayrık bırakmaksı­zın hepsinin, giriştiğim işe karşı oluşunu ortadan kaldır­mıyor.
Her biri benden nefret ediyor, işime burnunu sokuyor, çabamı yok sayıyor, lekeliyor, sığlaştırıyor; çabamın etki­lerini azaltmak için —şöyle ya da böyle— bir şey yapıyor, düşüncelerimin keskinliğini ve sivriliğini yumuşatıyor, 1912’den, daha doğrusu 1910’da annemin ölümünden beri yaklaşık kırk yıldır insanoğlunun çektiği acılar konusun­daki otuz üç, otuz dört yıllık dizgeli akıl yürütmemi bir moloz ve hiçlik yığınına dönüştürmek, hiçleştirmek üzere elinden geleni ardına koymuyor. Çevremde giriştiğimiz işi bütünüyle anlayacak ve bir an bile «HAYIR, OLMAZ» de­meyecek tek bir can yok.
Bu «HAYIR», «İstemiyorum»un, «Hoşlanmıyorum»un, «Bu işe hiç gönlüm yok»un, «Neden bu adam burada?»nın, «Neden varolması gerekiyor?»un, «Neden yerinde oturup uslu durmuyor? »un, «Başımıza onca dert açan şu Oranur deneyine neden girişiyor? »un ikiz kardeşi. Onlar yalnız derdi görüyor. Şu Oranur deneyinin hekimlik, dirimbilim ve genel olarak bilim için, ayrıca düşünbilim için taşıdığı anlamı görmüyor, ya da görmek istemiyorlar. Onlara so­rarsanız bu, yalnızca bir dert kapısı, bir hastalık, bir acı kaynağı. Ve zaman zaman —kendi düşüncelerini benim­semeye hazır olmasalar da— keçileri kaçırdığıma inandık­larını açıkça seziyorum. Bu tepki; yakın arkadaşlarımın ve birlikte çalıştıklarımın bu tepkisi, 8.000 ya da 10.000 yıl­dır, ataerkil düzenin yazgısına egemen oluşundan ve yeni doğmuş çocukta doğal sevinin yokedilişinden beri insan soyunu kasıp kavuranın aynısı. Bunun ayrıntısına girmek istemiyorum; yayınlarımda hepsi var. Yayınlarımı tanıyan­lar, ne demek istediğimi de biliyorlar.
Eğer bütün şu «İstemiyorum», «Korkuyorum», «Gön­lüm yok», «Gebertirim şunu», «Yamyassı ederim», «Yaşa­masına ya da varolmasına izin vermem »ler olmasaydı, bunların hepsi yapılarında, arzularında, olumlu, bilinçli is­teklerinde bulunmasaydı, yaşam enerjisinin çoktan bulgu- lanması gerekirdi. Hepsi dürüst ve iyi. Hayır, yapılarında var bu. Dokularında, kanlarında var. Acunsal enerji ya da yaşam enerjisiyle, ya da Tanrı adını verdikleri şeyle, ya da benliklerinin derinliklerinde yatan sevi gereksinmesinin karşılanmasıyla ilgili hiçbir şeye hoşgörüyle bakamazlar. Bakamazlar ve ondan korkarlar. Kişilik yapılarından ötü­rü korkarlar. Dokuları, kanlan buna uzanamaz, tutup ala­maz, uzak durur, kaçar ondan, ve gönülsüz bakar.
Bütün bunları çabalarını, onurlarını, sevgilerini, yaşam­larını gözden düşürmek için söylemiyorum. Doğru olduğu, öteden beri üretken cinsel etkinliğin, yaşamın, sevinin, Lawrence gibi insanların, Giordano Bruno gibi kişilerin dünya görüşünün, ya da İsâ gibi büyük yaşamların bulgulanması için giriştiğim çalışmalarla ilgili olarak yaptık­ları her şeyde, en sıradan devinimde, her sıradan sözcükte, ileri sürdükleri her görüşte, yazdıkları her sayfada ortaya çıktığı için söylüyorum.
Bu, insan soyunun acı, kimsesiz öyküsüdür. Kendimi bu bilmeceyi çözmek ya da bu konuda herhangi bir şey yapmak zorunda duyumsamıyorum. Ben rastlantıyla ya­şam enerjisini bulguladım. Oranur deneyimine katlanmak zorunda kaldım. Bunun hekimliğin, dirimbilimin, düşün- bilimin ve doğal bilimlerin geleceği için ne demek oldu­ğunu biliyorum. Bütünüyle bilincindeyim bunun. Ve bu bi­linç içersinde tam anlamıyla yalnızım, uzakta ya da ya­kında, konuşabileceğim, duygularımı çekinmeden açabile­ceğim, dostça söyleşebileceğim tek bir can yok. Bu kadar.