16 Ocak 2012 Pazartesi
13 Ocak 2012 Cuma
Örnek 1 - Cemil Yüksel
saçların
örnek alınacak kapkara
geceye
utanç dolu bir sebep buldum işte
yüzünü
eğecek zifir saygıyla öpmeye elinden
eğilmiştim
ya ince denizlerinden su içmeye
aydınlanacak
saçlarından kapkara
gidip
kendime bir şeyler alacağım
şemsiye
mesela, üstüne biraz gökyüzü
bulut
gibi iyileştiren seslenişler sonra
ıslanmak
yerleşecek aramıza görkemli
kocaman
sarkacı durduran dudaklarınla bir
dümdüz
saçların örnek alınacak kapkara
hadi
durma öyle buluştur ayrı duran her şeyimi
ellerinden
kur sofraları merdivenleri tutuluşundan
kendimi
kemirdim kırdım sert ayrılıklarla
ağzımdaki
yerini unutan dilimi al onları da
hoş gör
eğildiğim her suyu öptüğümü
gösteren
her şeyi en çok arkalarından sevdiğimi
bir
bıçağın parlak duran sesli harflerini
iç denizlerinden
koşarak gelen dizlerimi de hoş gör
söylenmemiş
sözler çıktı Meryem’in ağzından
yırtılarak
sarılmakta sargı bezleri
neyi
öptüysem..
kollarımı
açıyorum, açtım mı, açtım
dolaşıyorum
evreni kapkara
ne
duyuyorsam en erken
bir
yatakta çarşafları düzleştirmekte.
12 Ocak 2012 Perşembe
Gitti / Celal Sılay
İşitmek istediğini bir sağırın
Sezdi havamızdan geçen şarkı
Duyuramadı sesini, bu sağıra
Eridi, gitti!
Yürümek hasretini bir kötürümün
Hissetti koltuk değnekleri,
Kaldıramadı yatağından hastasını
Çürüdü, gitti!
Körün görmek arzusunu duydu
Bahçenin kenarında bir çiçek
Gösteremedi yapraklarının rengini
Dağıldı gitti!
Ve duydu bir açın yemek ihtiyacını
Buğday tarlasındaki başak
Utandı büyümesindeki şehvetten
Kurudu, gitti!
Görsel: Jim Dine
10 Ocak 2012 Salı
Wilhelm Reich / Cinsel Devrim

Kişilik çözümlemesi
yoluyla iyileştirme, bireylerin zırha takılıp kalan bitkisel enerjilerini
özgürlüğe kavuşturur. Bu zırhlanmanın en dolaysız sonucu, topluma aykırı ve
sapık içtepilerin yoğunlaşması, toplumsal bunalım ve ahlâki baskıdır. Aynı
anda çocukluktan kalma baba ocağına bağlanıp kalmalar, küçük yaştaki
örselenmeler ve cinsel yaşamı engelleyen yasaklar ortadan kaldırılabilirse,
gittikçe artan oranda enerji cinsel dizgeye döner. Böylece, doğal cinsel
gereksinimler yeniden canlanır ya da ilk kez uyanır. Ayrıca, hastanın tam bir
bedensel doyuma erebilmesi için cinsel bilinçaltına itişlerle cinsel bunalım
yok edilirse, hasta kendine uygun bir cinsel eşe rastlayacak kadar talihliyse,
genel tutumunda insanı şaşırtacak kadar geniş bir değişiklik olur. Şimdi bu
değişikliğin en önemli görünüşlerini inceleyelim.
Sağaltımdan
(tedaviden) önce düşünce ve eylemin bütünü bilinçdışı, akıldışı dürtülere
bağlıyken, hasta gittikçe akılcı eylemde bulunabilme yeteneğine kavuşur. Bu süreç
içersinde, gizemcilik, dincilik, çocukça bağlanma, boş şeylere inanma
eğilimleri yavaş yavaş yok olur, üstelik de hastaya herhangi bir «eğitim»
verilmeden. Eskiden kalın bir zırh içersindeyken, kendisiyle ve çevresiyle
ilinti kuramazken, yalnızca doğal olmayan sözümona ilintiler kurabilirken,
gerek güdüleriyle, gerek çevresiyle doğal ve dolaysız ilintiler kurabilme
elverişliliği gittikçe artar. Bunun sonucu, şundan bundan ödünç alınmış,
düzmece davranışların yerine, gözle görülür biçimde, doğal, kendiliğinden davranışların
geçmesidir.
Hastaların çoğunun
ikili bir yapıya sahip olduğu söylenebilir; dışardan bakıldıklarında, düzmece
ve garip gözükürler; oysa, bu hastalıklı dış görünüşün ardında, sağlıklı bir
şey vardır. Bugünkü durumda bireyleri birbirlerinden ayıran, bireysel sinir
üstyapılarıdır. İyileştirme süreci boyunca, bireysel ayrılık hissedilir
derecede azalır, yerini davranışın yalınlaşmasına, bırakır; bu yalınlaşmanın sonucunda,
iyileşme yolundaki hastalar bireysel özelliklerini yitirmeksizin, kalın çizgilerde
birbirlerine daha benzer olurlar.
Böylece, her hasta
birey, çalışmaya uyamayışını kendine özgü bir biçimde gizler; çalışmasını
engelleyen bozukluk yok olur da yetilerine güvenini yeniden kazanırsa, aşağılık
duygusunu ödünlemesine yardım eden kişilik çizgileri de silinir gider;
ödünlemeler son derece bireysel şeyler oldukları halde, herhangi bir işi
gerçekleştirmekteki kolaylığa dayanan kendine güven duygusu herkeste
temelinden benzerdir.
…
Bedensel boşalma güçleri bozulmuş kişilerin, yani insanların
çoğunun tutumuysa bambaşkadır: cinsel edimden çok daha az zevk aldıklarından,
kısa ya da uzun süre cinsel eşsiz yaşayabilirler; ayrıca, sevişme onlar için
büyük bir anlam taşımadığından, pek titiz de değildirler. Cinsel ilişkilerinin
kayıtsızlığı işte bu bozukluğun sonucudur. Cinsel yanları bozuk bu bireyler
ömür boyu tekeşli yaşamaya daha yatkındırlar. Oysa bağlılıkları cinsel doyuma
değil, ahlâki baskıyla cinsel arzularını bilinçaltına itme dizgesine dayanır.
İyileşmekte olan hasta kendine uygun bir cinsel eş buldu
mu, sinir hastalığı belirtileri yok olduğu gibi, çoğu kez şaşkınlıkla, yaşamını
düzene koyabildiğini, çatışkılarını o güne dek tanımadığı bir kolaylıkla,
hastalıklı olmayan yollardan çözebildiğini görür. Bütün bunları yaparken, en
doğal biçimde zevk ilkesini izler. Ruhsal yapısında, düşünce ve duygularında
dile gelen tutum yalınlaşması, yaşayışındaki bir sürü çatışmayı ortadan
kaldırır; aynı zamanda, bugünkü ahlâkî düzene karşı eleştirici bir tutum
takınır.
Şurası açık ki, ahlâkî düzenleme ilkesi cinsel düzensizlik
yoluyla kendi yaşamını düzene koyma ilkesiyle çelişir.
Cinsel yönden hasta toplumumuz cinsel sağlığın düzeltilmesi
girişimine katkıda bulunmaya yanaşmadığından, bedensel boşalma gücünün yeniden
kazandırılması çalışmaları bin türlü aşılmaz engelle karşılaşır: ilk engel,
hastanın, iyileşmeye yüz tuttuğu zaman rastlayabileceği cinsel yönden sağlıklı
kişilerin sayısının sınırlı oluşudur; ardından da, zorlayıcı cinsel ahlâkın
getirdiği türlü sınırlandırmalar gelir. Cinsel yönden sağlığa kavuşan kişi,
sağlıklı ve doğal cinsel yaşamının gelişmesini önleyen bütün şu toplumsal kurum
ve durumlar karşısında, bilinçsiz ikiyüzlülüğü bir yana bırakıp bilinçle
ikiyüzlü olmak zorunda kalacaktır. Kimileriyse, yakın çevrelerini, şimdiki
toplumsal düzenin sınırlayıcı etkisini önemsiz kılacak biçimde değiştirebilme
yeteneklerini geliştirirler.
…
Ruhçözümlemesinin
yanlış değerlendirdiği, kafa eğitimi konusunda ruhçözümcülerin kuramıyla
çelişen olguları özetleyelim:
·
Bilinçaltının
kendisi de, hem nicelik, hem nitelik açısından, toplum tarafından belirlenir.
·
Çocuksu
ve topluma aykırı içtepilerin bırakılması, her şeyden önce, doğaya uygun
bedensel cinsel gereksinimlerin doyurulmasına bağlıdır.
·
Ruhsal
aygıtın köklü zihinsel gerçekleştirilmesi demek olan yüceltme (sublimation)
ancak cinsel arzular bilinçaltına itilmezse başarılabilir; bu yüceltme, ergin
insanda, cinsel içtepilere değil, yalnız üretkenlik öncesi cinsel itkilere
uygulanabilir.
·
Cinsel
tutumbilimin sinir hastalıklarının önlenmesinde ve bireyin yeniden toplumsal
etkinliğe uyabilecek duruma getirilmesinde temel etken saydığı cinsel doyum,
bugünkü yasalarla ve bütün ataerkil dinlerle her yönden çelişir.
·
Ruhçözümlemesinin
hem bir iyileştirme yolu, hem de toplumsal bilim olarak önerdiği cinsel arzunun
bilinçaltına itilmesinin ortadan kaldırılması, bu itilmeye dayanan
toplumumuzun bütün eğitsel öğelerine aykırıdır.
Ruhçözümlemesi,
ataerkil kafa eğitimine bağlılığını ancak kendi zararına sürdürebilmektedir.
Ruhçözümcülerin ataerkil kültürden gelen kavramlarıyla bu kültürü aşındıran
bilimsel sonuçlar arasındaki çatışma, ataerkil dünya görüşünün yararına
çözülmüştür. Ruhçözümlemesi kendi buluşlarının sonuçlarını kabul etme
yürekliliğini göstermeyince, bilimin sözümona siyaset-dışı ("kılgısal
olmayan") karakterine sığınır; oysa, gerçekte, ruhçözümcü kuram ve
uygulamanın her aşaması birtakım siyasal ("kılgısal") sonuçları
sorun konusu eder.
Bilinçaltı içerikleri yönünden din adamlarının, faşistlerin
ve gericilerin kuramları incelendiğinde, başlıca özelliklerinin savunma tepkisi
olduğu görülür. Bütün bu öğretiler her insanın kendinde taşıdığı bilinçsiz
cehennem karşısında duyulan korku tarafından belirlenmiştir
Kimileri cinsel tutumbilime uygun yaşamın aileyi yıkacağını
ileri sürüyorlar; sağlıklı bir sevisel yaşamın doğuracağı "cinsel
uçurum" konusunda gevezelik ediyor, öğretim üyesi ya da başarılı bir yazar
oluşlarından yararlanarak halk yığınlarını etkiliyor böyleleri. Oysa neden söz
ettiğimizi bilmek zorundayız: her şeyden önce, kadınlarla çocukların gerek
iktisadi, gerekse ahlaki köleliğine son vermek istiyoruz; bu iş yapılmadıkça,
koca karısını, kadın kocasını, çocuklar da ana-babalarını sevmeyeceklerdir.
Dolayısıyla bizim yıkmak istediğimiz şey "sevgi dış görünüşü"nü alsa
da, ailenin yarattığı nefrettir. Aile sevgisi söylendiği gibi insanın en
büyük ayrıcalığıysa, bunu kanıtlaması gerekir. Eve zincirle bağlanmış bir
köpek kaçmazsa, hiç kimse kalkıp da onu sahibine bağlı bir yoldaş sayamaz. Aklı
başında hiç kimse, bir erkek elleri ayakları bağlı bir kadınla otururken
sevgiden söz edemez. Azıcık dürüst bir erkek kendisine sağladığı bakımla ya da
toplumsal gücüyle satın aldığı kadın sevgisiyle övünemez. İnsanlık onuru
taşıyan hiçbir erkek özgürlük içinde verilmeyen sevgiyi kabul etmez. Eşlik
görevinde ve aile yetkesinde kendini belli eden zorlayıcı ahlak anlayışı,
korkak ve güçsüz kişilerin ahlakıdır; bunlar doğal sevgi yetenekleriyle
yaşamayı göze alamadıkları şeyleri, boşu boşuna, polisin ve evlilik yasalarının
yardımıyla elde etmeye çalışırlar.
….
Resmî cinselbilimin
ahlâka aralık bıraktığı başka bir kapı da, cinsel ilişkilerin «tinselleştirilmesi»
yolundaki önerisidir. İşe, duyusal hazlara düşkünlük yargılanarak başlanmıştır;
ama bir de bakılmıştır ki bu, türlü hastalıklı biçimlerde, insanı çileden
çıkarırcasına, yeniden boy gösteriyor. Ee, peki «ahlâkî» yani çileci ve iffetli
yaşama biçimine eskisinden daha fazla düşman hale gelen bu güçleri ne yapmalı
acaba? Yapılacak şey, «cinsel yaşamı çok üst bir tinsel düzeye çıkarmak»tır.
Cinsel yaşam düzeltimcileri arasında pek yaygın olan bu savsöz, içinde
kullanıldığı formüllerin belirsizliğine karşın, son derece somut bir şeyi
anlatır: cinsel etkinliğin bastırılıp bilinçaltına itilişinin hortlayışı.
….
Helene Stöcker'in tinsel önderliğini yaptığı Deutscher Bund. für Mutterschutz und
Sexualreform (Alman Analığı ve Cinsel Düzeltimi Koruma Derneği),
1922'de hazırlanıp oylanan «Programını yayımladı. Önce,
cinsel tutumbilim açısından geçerli ilkelere dayanan bu «Program»ı aktaralım.
ALMAN ANALIĞI VE
CİNSEL DÜZELTİMİ KORUMA DERNEĞİ'NİN PROGRAMI
Hareketin yapısı ve
ereği
«Bu hareket, insan
yaşamının yüce değerine inanan, onu destekleyen, iyimser bir dünya görüşüne
dayalıdır.
«Hareketimiz, bu
ilkelerden yola çıkarak, erkeklerle kadınların, ana-babalarla çocukların,
kısacası insanların ortak yaşamını elden geldiğince zengin ve verimli kılmak
istemektedir.
«Dolayısıyla
görevimiz gittikçe artan sayıda bireye, fahişeliği, cinsel hastalıkları, cinsel
ikiyüzlülüğü ve zorlama perhizi hoş gören ve geliştiren toplumsal koşullarla
ahlâk anlayışlarının tiksinçliğini göstermektir.
«Bugünkü ahlâki
değerlerin karışıklığı, doğurdukları toplumsal kusur ve acılar, tez elden bu
soruna çare aranmasını gerektirmektedir. Buysa, hastalık belirtilerinin kaldırılıp
atılmasıyla değil, ancak kökteki nedenlerin yok edilmesiyle gerçekleşebilir.
«Ama hareketimizin
tek amacı hastalıkların yok edilmesi değildir; aynı zamanda, kişinin toplumsal
yaşamının sevinçle dolmasına olumlu biçimde katkıda bulunmak istiyoruz.
Dolayısıyla, ereğimiz:
1) Annenin sağlığını
güvenlik altına alarak, yaşamı daha kaynağında korumak;
2) Cinsel yaşamı
yalnızca döl vermenin hizmetinde bırakmamak, bir cinsel düzeltim
gerçekleştirerek bireyin gelişmesinde, yaşama sevincinin sağlanmasında
kullanmaktır.
Ahlâk anlayışının
genel ilkesi
«İnsan ilişkilerinin,
özellikle de cinsel ilişkilerin esenliğe kavuşturulmasının birinci koşulu,
zorunlu isteklerini uyduruk doğaüstü buyruklara, dindışı keyfî çekidüzen vermelere
ya da düpedüz geleneğe dayandıran ahlâk anlayışlarının etki dışı
bırakılmasıdır. Ahlâk da bilimin en son buluşlarına dayanmalıdır. Tam bir
sorumsuzlukla, eskiden bir anlam taşıyan ve bazı sınıfların çıkarına çalışan bir
temel ahlâk kuralını sonsuza dek saklayamayız. Bizim için «ahlâk»ın denektaşı,
gerek bireysel, gerekse toplumsal açıdan, insanı daha zengin ve uyumlu bir
yaşama kavuşturup kavuşturamayacağıdır.
«Bundan ötürü,
beden-ruh karşıtlığını kabul etmiyoruz; cinslerin doğal olarak birbirini
çekişine 'günah' damgası vurulmasını, 'duyusal haz düşkünlüğü'nün aşağılık ya
da hayvanca bir şey sayılmasını, ahlâklılığın temel ilkesinin 'beli sıkılık'
olmasını istemiyoruz! Bizim için insanoğlu parçalanmaz bir varlıktır, bedensel
gereksinimleri de, ruhsal gereksinimleri de aynı özen ve sağlığı bekler.
«Ahlâkî ilkeler,
ancak dingin, yani bireylere eşit haklar tanıyan, yeteneklerini
geliştirebilmeleri için en iyi koşulları sağlayan bir toplumsal yaşamın türlü
durumlarından doğal olarak çıktıkları zaman bu adı taşımaya değerler. Bizim
için, belirli koşullar altında, bireyin kişiliğini geliştirmesine ve daha iyi
toplumsal yaşama biçimlerinin gelişine katkıda bulunan ilke 'ahlâkî'dir.
Cinsel ahlâk
«Şimdiki ahlâk
düşüncelerimiz ve toplumsal dizgemiz cinsel ikiyüzlülüğü, dokusal hastalıkları
ve daha başka dertleri beslemektedir. Dolayısıyla amacımız, gittikçe genişleyen
çevrelere, bu durumun ne denli dayanılmaz olduğunu ve bu düşüncelerdeki
karışıklığı göstermek; ve bu düşüncelerle durumlara var gücümüzle savaş
açmaktır. Erdem'in 'cinsel perhizle bir tutulmasını da, biri erkeğe, öbürü
kadına uygulanan iki ayrı ahlâkın bulunmasını da istemiyoruz. Cinsel ilişki, bu
haliyle, ne ahlâklı, ne de ahlâksızdır.
Doğal bir
gereksinimden doğan bu ilişki, dış durum ve koşulların araya girmesiyle ve
bireylerin takındıkları tutumla ahlâklı ya da ahlâksız olur. Cinsel etkinliğin
imlemi aslında başlıca sonucu olan döl vermede tükenmez.
«Tam tersine, bireyin
gereksinimlerine karşılık veren cinsel etkinlik gerek iç, gerekse dış yaşamda
kurulacak uyumun temel koşuludur. Yapısı gereği, başka birini kendine
çekebilme olanağını gerektirir. Bu koşullarda, sevisel yaşam birtakım can alıcı
deneylere girişebilme olanağı yönünden zenginleşir, insanın yaşamı anlama ve
başkalarını tanıma yeteneğini derinleştirip inceltme yolunu açar, kişiyi
analık ve babalık'la, gerçek yaratıcılığa götürür.»
5 Ocak 2012 Perşembe
Şiir Şiir de Kalmaz / Ece Ayhan
Niyazi Zorlu- "Bütün Yort Savullar" kitabının
kapak rengi mor. Türkçe şiir tayfında bu ''morötesi'' şiiri karşılayacak "geniş
bir zaman" var mıdır? Yoksa “Bahar Ayini"ndeki Stravinsky gibi önce
buruşturulması mı gerekmektedir?
Kırk yıldan beri mor
benim rengimdir. Şimdi "Morötesi Requiem", bir küçük anlatıdır,
kısacık. Doğallıkla başarıp başarmayacağımı daha bilemiyorum. Bakalım.
Bizi buruşturmaları
ise olanaksız! Zaten üzerimizden çocukluğumuzdan bu yana iktidar, okullar,
aileler, anne baba, hükümetler... geçiyor, geçti. Yani düşüncenin üzerinden
elbet tanklar geçmiş, geçecektir.
Bence ne çıkacaksa,
sorumluluktan değil, sorumsuzluktan çıkar, çıkacaktır. Karışıklık, kötülük
iyinin anasıdır. Bugünlerde geniş meşrepliler sanki insanda yurttaşlık duygusu
bırakılmış gibi "sorumluluk"tan konuşuyorlar. Gençler sorumluluk duysun
isteniyor. Oysa sınırlar yeniden çizilmeli. Her şeyin, yazın'ın, şiirin,
coğrafyanın, dünyanın sınırları. Hatta nüfus sayımı bile yeniden yapılmalı.
İskân yeniden. Kısacası yepyeni bir dilbilgisi ve yepyeni bir sözdizimi zorunlu
bize. Yeniden bir uygarlık tanımı, yeniden bir yurttaşlık tanımı. Yeni
sorumluluk bile en sonda gelir. Türkiye yalnızca Çamlıca'dan görülmemeli. Kibariye,
Çanakkaleli Melâhat, Roza Eskenazi, Kandıralı ve Arkadaşları, Er köse
Kardeşler, Ağır Roman... da var.
1912'yi hatırlayalım.
Paris. Stravinsky'nin "Bahar Ayini" çalınmaktadır. Büyük çoğunluk
beğenmiyor, ıslıklar, yuhalamalar. Doğallıkla Stravinsky konserin sonunda
yıkılmış olarak Cocteau'yla birlikte bir faytona biner. Dediğin gibi
"buruşturul- muş"tur tabii. 1913'te aynı yapıt, belki de aynı salonda
çalınmış ve çok beğenilmiştir. Ama Stravinsky'nin buruşuk kalıp kalmadığını
bilmiyorum. Çünkü Stravinsky en güzel yapıtlarını çok şükür daha önce
bestelemiştir.
N.Z.- Bugünkü şiirin bir "rahim yokluğu"
çektiğini söyleyebilir miyiz? “Kaos"la "batak" arasında bir
ayrım var mı? ("Çizgiyi aşmayacaksın! aykırı dal olmayacaksın!")
Bence bir rahim var, Genç
Şiir için. Güneş de "aykırılıktır.” Ama ben rahim yerine
"yörünge" diyeceğim burada. Çünkü etki de var, tepki de var.
Köşegenler de var. Bana göre kendi yörüngelerini oluşturan, oluşturacak şairler
Haydar Ergülen, Perihan Mağden, Akif Kurtuluş, "Kurt" Ayhan, Asker
Barut, Salih Bolat, Tuğrul Asi Balkar, Mustafa Ziyalan, Güven Turan, Sina
Akyol, Yusuf Alper, Gültekin Emre, Mehmet Müfit, Erisin Tezcan, Süreya Evren,
Yıldırım Türker, Abdülkadir Budak, vb.
N.Z.- 1957'de İkinci Yeni soruşturmasına verdiği
yanıtlar, 1994'te de geçerliliklerini koruyor.
Demek ki 40 yıla
yakın bir zamandır yine olduğumuz gibi davranıyoruz. "Özgünlük"
denen şey de zaten kendi kendine oluşur. Örnek olarak özgün ve büyük ressam
Cihat Burak'ı ve özgün, sıkı ve yine büyük şair Cemal Süreya'yı göstereceğim
size. İkisi de sahici insanlardı, sanatları da kendileri de ve oldukları gibi
davranmışlardır. (Ressam Cihat Burak nedense Cumhuriyet Meyhanesi'ne geldiğinde
hep mor renkli gömlek giyerdi ve yaz aylarında bile boynuna doladığı atkının
rengi mor idi.)
N.Z.- Ece Ayhan, Marjinallik-İktidar ve Mülksüzlük
(Mülkiyet) ilintileri ve bunların şiir yoluyla (Sıkı düşünce) sergilenmesi
geliyor aklıma.
Bence felsefeye
"sıkı düşünce" denmesi daha doğru olur. Ha, sıkı düşünce deyince
aklıma Ahmet Soysal geldi. Dağlarca ile yapılan konuşmada İkinci Yeni'yi
anlatırken bileşkeleri, çarpanları atlamış. İkinci Yeni akımı aynı zamanda
Sait Faik'in Alemdağ'da Var Bir Yılan'ından da çıkmıştır. Stravinsky'den de (Bir
anlamıyla Cemal Süreya'ya Stravinsky diyebiliriz, (Petruşka!) Mobil'lerden de.
Yonca'dan da (Klee). Kandinsky. Alban Berg. Webern. Schönberg. Bunuel.
Lobaçevski. Siyah Orfe. Hal Ve Gidiş Sıfır (Jean Vigo). Truffaut. Godard. Bitirimhane'ler
(Fualkner'in Sanctuary'si). Rilke (Malta Laurids Brigge'nin Notları). Riemann
(Çok boyutlu uzay geometrileri... raylar uzayda birleşir). Visconti.
Lautreamont. Apollinaire ("Zone" şiiri). Kleist (Michael Kohlhaas).
Bülent Arel (Mobil yontuları, manyetofon müziği). İlhan Usmanbaş. Etcher.
Vesaire.
N.Z.- Bir de tasvir kırıcılığı, tasvir düşmanlığı
(îconoclastie) geleneğinin yarattığı boşluğu doldurma çabalarımız var: Ağaç
kütüklerinde Allah'ın adını, paralarda orak-çekiç ve Lenin'leri; öküzün altında
buzağıyı arıyoruz da, sizin şiirinize ve oradan da tarihe inmeye gelince
donakalıyoruz. Fayton şiirini ilk sevenlerden biri Ahmet Muhip Dıranas'tı
galiba.
Fayton şiiri
Ankara'da çıkan Pazar Postası’nda 1958 sonbaharında yayınlanmıştı. Şiir,
Erdoğan Tokmakçıoğlu'nu bile çok heyecanlandırmıştı. Erdoğan güzel hikâyeler
yayınlıyordu o zaman. Sanki genel istek varmış gibi! Şiirin Dıranas'ın ilgisini
çektiğini çok sonra öğrendim. 1962'de Ankara Radyosu'nda yaptığı bir konuşmada
şiiri "yeni ve anlamlı" bulduğunu söylemiş. Ahmet Muhip Dıranas
acaba Bizans'ta İlya'nın arabasıyla birlikte göğe çıkması yortusunu biliyor
muydu, diye düşünmüşümdür hep. Çankaya'da Fayton içinde intihar eden Fikriye
Hanım olayını bilebilir bakın. Ankara yıllarla bu olayla çalkalanmıştır ve
Fikriye Hanım Atatürk'ün sevgilisidir.
N.Z.- Sizin durup kaldığınız ender noktalardan birini
biliyorum: Yapıt-Yazar ilişkisi.
Bu sorunu açındırmak
için size ilginç bir olayı anlatacağım. 1971 yılıdır, şubat ayı, bir ay sonra
12 Mart "düşünceye çullanma provası" yapılacaktır. Yer, Devlet
Mimarlık Mühendislik Akademisi (şimdiki Yıldız Üniversitesi). Behçet Necatigil
orada Türkçe dersine giriyor. Ben de Necatigil'in çağrılısı olarak derse
katılıyorum. Karatahtada bir şiirimin çözümlenmesi yapılacak. Dersliğe
girdiğimde, rengârenk, el örgüsü kazaklarıyla halk çocuklarını gördüm, tıklım
tıklım. Oysa Necatigil Türkçe meraklısı üç beş gençle yaparmış bu dersi.
Çocuklar Meçhul
Öğrenci Anıtı şiirinin yazılmasını istiyorlar, ama Necatigil Hoca, İnsaf
Ana'nın oğlu Battal Mehetoğlu o okulda öldürüldüğü ve bu şiirde ona gönderme
olduğu için midir bilemiyorum, yazmak istemiyor. Ben de Necatigil'in zor duruma
düşmesini istemiyor, çocukların sorularını duymazlıktan geliyorum falan.
(Karatahtaya sonunda Necatigil'in isteği üzerine başka bir şiirim yazıldı.)
Sonra bir ara
verildi. Necatigil'in odasında sigara içiyoruz, konuşuyoruz. Necatigil
"Bence bu şiir ilk kıtasında bitmiştir" dedi. Ben "hayır"
dedim. İşte iki kuşak arasındaki ayrımdır bu. Necatigil bu şiiri yazsaydı, onu
ilk kıtada bırakırdı belki de. Ama burada "meram farklılığı" var. Nasıl
şiir şiirde kalmazsa, kalmıyorsa, okul da okulda kalmaz. E! peki "askeri
okul", "gece çamaşırcılığı", "okuma yazma bilmeyen
anne", "bu ölümü de bastırmak için" ne olacak? Bizde, İkinci
Yeni'de, yani sıkı şiirde "de" vardır. "De" ufaktır ama,
aynı zamanda çok da büyüktür, belki de biz sivil şairlerin bam telidir. Biz
aslında ayrıntı'yız. Ayrıntı, bütünden büyük olabilir bizde.
Meçhul
Öğrenci Anıtı / Ece Ayhan
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek
4 Ocak 2012 Çarşamba
Yavaşlık / Milan Kundera
9
Vera çoktan uykuda;
parka bakan pencereyi açıyorum. Madame de T. ile genç Şövalye’nin geceleyin
şatodan çıktıktan sonra geçtikleri, şu üç aşamalı unutulmaz güzergâhı
düşünüyorum.
Birinci aşama: Kol
kola geziyorlar, konuşuyorlar, sonra çimenlikte bir sıra bulup oturuyorlar,
gene kol kola, konuşarak. Aylı bir gecedir, bahçe taraça Seine’e doğru
uzanmaktadır, nehrin mırıltısı ağaçların mırıltısına karışmaktadır.
Konuşmalarından birkaç cümle yakalamaya çalışalım. Şövalye bir öpücük istiyor.
Madame de T. yanıtlıyor: “Elbette vermek isterim. Reddedecek olsaydım çok
gururlanırdınız. Özsaygınız sizden çekindiğimi düşündürebilirdi size.”
Madame de T.’nin
söylediği sözler bir sanatın ürünüdür, hiçbir davranışı yorumsuz bırakmayan,
anlamının üzerinde duran konuşma sanatının; bu kez, örneğin, Şövalye’ye
istediği öpücüğü bağışlıyor soylu bayan, ama bu davranışa kendi yorumunu getirdikten
sonra: Öpülmeye izin vermesinin nedeni, Şövalye’nin gururunu gerçek düzeyine
indirmek istemekten başka bir şey değildir.
Soylu bayan, zekâ
oyunuyla, bir öpücüğü bir direnme eylemine dönüştürüyorsa, kimse yutmaz bunu,
Şövalye bile, ama gene de bu sözleri ciddiye almak zorundadır, çünkü bu sözler
zekâ oyununun bir parçasıdır ve buna bir başka zekâ oyunuyla karşılık vermek
gerekmektedir. Konuşmak zaman doldurmak değildir, tersine, zamanı konuşma
düzenler, zamanı yöneten konuşmadır ve uyulması gereken yasaları o koyar.
Gecenin ilk
aşamasının sonu: Soylu bayanın, çok gururlanmasına engel olmak için Şövalye’ye
vermeyi uygun gördüğü öpücüğü bir başka öpücük izledi, öpücükler “birbirlerini
kovaladılar, konuşmayı böldüler, onun yerini aldılar”... Ama, işte bakın,
ayağa kalkıyor soylu bayan ve geri dönmeye karar veriyor.
Ne müthiş bir
sahneleme sanatı! Duyguların ilk karmaşasından sonra, aşk isteğinin henüz olgun
bir meyveye dönüşmediğini göstermek gerekti; bedelini yükseltmek, onu daha
arzu edilir duruma getirmek gerekti; bir düğüm, bir gerilim, bir geciktirim
yaratmak gerekti. Son anda durumu değiştirecek ve buluşmayı uzatacak bütün güce
sahip olacağını çok iyi bilen Madame de T., Şövalye ile birlikte şatoya
dönerken, güya bir bilinmezliğe doğru kayıyormuş gibi yapıyor. Çok eski bir
sanat olan konuşma sanatının dağarcığında onlarcası bulunan cümlelerden biri,
bir tek cümle yetecektir durumu tersine çevirmek için. Ama beklenmedik bir
terslik, öngörülmemiş bir esin yoksunluğu yüzünden bu cümlelerden bir tekini
olsun anımsayamıyor soylu kadın. Tıpkı oyun metnini unutan bir oyuncu gibi.
Çünkü, gerçekten de, metni bilmesi gerekiyor; o zamanlar işler bugünkü gibi
değil, günümüzde bir genç kız, sen istiyorsun, ben de istiyorum, o halde vakit
kaybetmenin ne âlemi var, diyebilir. Onlar için, bir engelin arkasında
duruyor bu içtenlik, bütün özgürlük eğilim lerine karşın aşamayacakları bir
engeldir bu. İkisinden birinin aklına tam zamanında bir düşünce gelmezse,
gezintilerini sürdürmek için bir bahane bulamazlarsa, sessizliklerinin doğal
mantığı gereği, şatoya geri dönmek ve orada birbirlerinden ayrılmak zorunda
kalacaklar. Onlar, durmak için hemen bir bahane bulmak ve bunu yüksek sesle
söylemek zorunda olduklarını hissettikçe ağızları mühürlenmiş gibi açılmaz
oluyor: Onlara yardım edebilecek cümleler, onları umutsuzca yardıma çağıran bu
iki insanın karşısında bir yerlere gizleniyorlar. Bu nedenle, şatonun kapısına
gelince, “ortak bir içgüdüyle, adımlarımız yavaşlıyordu”.
Bereket versin, sanki
suflör sonunda uyanmış, gibi, Madame de T. anımsıyor metnini: Şövalye’ye karşı
saldırıya geçiyor: “Sizden pek az memnunum...” Şükürler olsun! Kurtuldu her
şey! Kızıyor Madame de T.! Gezintilerini uzatmaya yarayacak küçük bir yapay
öfke için bahane buldu: Kendisi içtendi Şövalye’ye karşı; öyleyse Şövalye
neden sevgilisi hakkında, Kontes hakkında tek bir söz etmedi ona? Haydi,
haydi, çabuk, bir açıklama yapmak zorunda Şövalye. Konuşmak gerek! Konuşma
yeniden başlıyor ve uzaklaşıyorlar şatodan, bu kez, yürüdükleri yol hiçbir
engelle karşılaşmadan doğruca aşk kucaklaşmasına götürecek onları.
10
Konuşurken, araziyi
işaretle donatıyor Madame de T., olayların bundan sonraki aşamasını hazırlıyor,
ne düşünmesi, nasıl davranması gerektiğini Şövalye’ye sezdirmeye çalışıyor.
Bunu incelikle yapıyor, kibarca ve dolaylı bir biçimde, sanki başka şeylerden
söz ediyormuşçasına. Şövalye’yi bağlılık zorunluluğundan kurtarmak ve
hazırlamakta olduğu gece serüveni için sakinleştirmek amacıyla, Kontes’in
soğuk bencilliğini sergiliyor ona. Yalnızca çok yakın geleceği değil, daha uzak
geleceği de düzenliyor: Kontes’in rakibesi olmayı kesinlikle istemediğini ve
Şövalye’nin Kontes’ten ayrılması gerekmediğini ona sezinletiyor.
Yoğunlaştırılmış bir aşk kursundan geçiriyor onu, uygulamalı aşk felsefesini
öğretiyor ona: Ahlak kurallarının zorbalığından kurtulmak ve bütün erdemlerin
en yücesi olan ağız sıkılığını korumak gerekir. Ve ertesi gün kocasına karşı
nasıl davranması gerektiğini Şövalye’ye açıklamayı bile başarıyor, büyük bir
doğallık içinde.
Şaşırıyorsunuz:
Burada, son derece akla yakın bir biçimde düzenlenmiş, işaretlenmiş, çizilmiş,
hesaplanmış, ölçülmüş bu mekânda doğaçlamaya, bir “çılgınlık”a yer var mıdır,
nerede sabuklama, nerede arzunun körlüğü, nerede üstgerçekçilerin taptığı o
“çılgın aşk”, nerede o kendini unutuş? Aşk düşün cemizi biçimlendiren
akılsızlığın etki güçleri neredeler? Hayır, onların burada yapacak bir şeyleri
yok. Marquise de Merteuil’ün acımasız mantığına da yer yok, ama en yüce görevi
aşkı korumak olan bir sağduyu, uysal ve sevecen bir sağduyu var.
Aylı gecede, Madame
de T.’nin Şövalye’yi alıp götürüşünü görüyorum. Şimdi duruyor ve alacakaranlıkta
beliren bir çatıyı gösteriyor ona; ah, nice tadına doyulmaz anlara tanık oldu
bu ev, ne yazık ki, diyor ona, anahtar yanında değil. Kapıya yaklaşıyorlar ve
(nasıl da tuhaf, nasıl da beklenmedik bir şey!) evin kapısı açık.
Anahtarın yanında
olmadığını neden söyledi ona? Evin kapısının artık kapatılmadığını neden hemen
söylemedi ona? Her şey düzenlenmiş, ayarlanmış, yapay, her şey bir oyun,
hiçbir şey içten değil, ya da, başka bir deyişle, her şey sanat; öyleyse: geciktirimi,
kesinsizliği uzatma sanatı, daha iyisi: esrime, coşum durumunda olabildiğince
uzun kalma sanatı.
Görsel: Andrew Wyeth
28 Aralık 2011 Çarşamba
Rüya / Cemil Yüksel
teni iz taşımaz
bakılmak alanıdır gözleri
hesap kitap işlerinin
pek tutturulamaz sonucu
durup dinlenmenin
tadına mâni zoraki bir gezinti
elleriyle konuşmayı
seven tanıdıkça
rastlanmamış bir
sözcükte diyebilirsiniz
önce anlamına
yöneldiğiniz sadece yöneldiğiniz
hani o çok konuşurken
dilinizin çağrıştırmadığı
bir anlık garip
hissettiğiniz süre giden konuşmalar gibi
bir ergenin büyüyen
memelerine bakarken ki şaşkınlığı
günaydın demesini
bilen gitmek düşüncesine
zerre zerre toplanmış
bir yağsam mı kararsızı
ne görmelere sezadır
bir görseniz
koparılmış bir kiraz
gibi kulaklara yakın söylenir
'varır göğsüyle
eşeleriz durduğumuz yaşamayı'
rüya kadınlık içinde
bir su özentisi
bir kadın öncelikle
kadın; başka
baktığınızda ve
bakmadığınızda başka türlü olan şey
meydanda sessizce
dolaşan kocaman bir heyy!
bekler mi çağrılmayı
öpüşmek düşüncesi!
o kadınların
sarıldıkları eller yok mu
sonra uzanıp yattığı,
hoşlandığı, hep istediği
kıvrılan şeylerin
içinde dolanıp durduğu
o eller yok mu bir
mendil katlama sakinliğinde
bir ütüyle düzeltme mesleğinde bütün denizleri
Görsel: Mike Stilkey
Parmak İzi / Cemil Yüksel
Öğretmenlerde öğrenemediklerini düşündüklerinde öğretecek
hiç bir şeyin olmadığını kabul edecekler. İçinde sevginin yeşerme şansı
bulunmayan her bilgi kaskatıdır. Zorla yedirilen yemeklere benzer.
İnsanın içinde durmaksızın işleyen bir giyotin vardır. Bu
giyotin en çok insanın kendini haklı çıkarmak için sarf ettiği enerjide hızlı
işler hale gelir.
Yaşamlarımız "yapacak bir şey yokla" "olur
öyle" salınışında ki sınırlarla durmadan kendi koordinatlarını belirler.
Soluk almak çoğu zaman hissiz bir tekrardır. Boğazımızdan
geçerken bizi zorlayan bir elma parçası bunu hatırlatır. Nefes eşsizliğini onu
bastıran bir şey karşısında edinir.
İçindeki bir düşünceye destek vermek, onu beslemek,
kendine hatırlatmak, sınamak, en sonunda yetersizliğiyle bırakmak. Hepsinde ne
çok öğrenme saklı.
Sözler elbiselerdir. Dile gelmeyerek kuşandığı
sessizliğin yerine özenirler. Büyük sözler bir zamanlar gelişemeden kalmış
bir zayıflığın güçlüyüm deme ispatıdır.
Kal dersen kalır her şey seninle birlikte. Anılar bu
yüzden vardır.
Görsel: Jacques-Henri Lartigue
24 Aralık 2011 Cumartesi
Herşey Tekrardır Biraz / Arkadaş Z. Özger
öperse
sakalımı biralanmış bir berber
aşkımın
civcivleri kanatlanmış
merhaba
şiirlere
kılıç çeken gökyüzü
yerin bu
şiirde de bir çocuk ağlamasıdır
(yerin bu
şiirde küçük bir çocuk ağlamasıdır)
yani ki sen
EY
li bir heple
başlıyan
hüzünlerin ve
yalnızlığın bekçisi
bütün
şiirlerin babası
üvey
babam
merhaba
EY
(artık küçül)
-ey-
acıların güç
çeşmesi
suyun artık
beslemiyor çocukları
ey babam
merhaba
olmasa
babamın karısı
büyütün artık
beni
(ağlamak
acıların yontulmuş biçimidir
hüzünse bir
çocuğun gökyüzünü sevmesidir)
yorgunum bir
gülü devşirmekten
görseniz/artık
yüzüm
bozulan bir
çiçektir
evde kalmış
kızların göğsünde sık bulunan
beni solduran
akşamüstleridir pencerelerde
çünki hüznü
hüzün besler yalnızca
merhaba
diyorum
bir acıyı ikiye bölmek
bir elmayı
ikiye bölmek kadar güçtür
görseniz/artık
yüzüm
bozulan bir
dengedir
bir serçeyi
gökyüzünde barındırmaktan kıyan
(bence bütün
serçeler yaşlandıkça serçedir)
güneş (ki
göğün orospusudur)
yatar da
çirkinliğin baykuş kuşuyla
unutur bir
serçeyi kendisiyle sevişmeyi
şimdi
yaşlanan bir gökyüzüdür hayatı
aşkı ve
sevişmeyi kendisinde arıyan
merhaba
diye bir ses
nerden
gelirse küçük
bir çocuğun
(serçeleri
çok seven bir çocuğun)
eskiyen
yüzüdür güneşe karşı
(babam benim
annemi sana
emanet ediyorum)
(Dost, Nisan 1970)
Görsel: Andrew Wyeth
Yalnızlık Dolambacı / Octavio Paz
MEKSİKALININ MASKELERİ
Ey tutkun gönül,
derdini kendine sakla...
Meksika halk şarkısı
Genç-yaşlı, criollo (safkan İspanyol)
ya da mestizo (melez) general, emekçi ya da avukat olsun, Meksika insanı dış
dünyaya kapalıdır. Gülen yüzü aslında bir maskedir, hem çekici hem de itici
olabilen o acımasız yalnızlığında, suskunluğu ve sözcükleri, eğitimi ve nefreti,
mizah ya da eleştiri gücü ve teslim olmaya yatkınlığı onun savunma
burçlarıdır. Kendi özel yaşantıları kadar başkalarının özel yaşamını da
kıskanır. Komşusuna bakmaktan bile korkar; çünkü, tek bir bakış, çıngar çıkmasına,
dolu tüfeklerin birden boşalmasına yetebilir. Yaşamı boyunca, koruyucu derisi
yüzülmüş bir canlı varlık gibidir. Her şey onu kolayca incitebilir. Dolayısıyla
yalın sözcükleri bile kuşkuyla karşılar. Sözü sohbeti, suskunluklar,
benzetmeler, dolaylı anlatımlar ve bitirilmemiş tümcelerle doludur. Bunlara
karşılık suskunluğunda renkli tepkiler, ezilip büzülmeler, fırtına yüklü
bulutlar, birden beliren renkli gökkuşakları, anlamı tam çözümlenemeyen
gözdağları vardır. Ağız dalaşında bile, örtülü deyimleri, mertçe aşağılamaya ve
küfüre yeğ tutar: «Anlayana bir söz yeter!» der. Kendisiyle gerçek arasına aşılmaz
bir sınır perdesi çeker. Görünmez olduğu için aşılması zor bir perde! Meksikalı
dünyadan, insanlardan hattâ kendi kendisinden uzak yaşayan insandır.
Halkın dilinde kendisini dış dünyadan
ne denli korumaya çalıştığının öyküsü yankılanır; erkekliğin övgüsü ise hiç mi
hiç eksik olmaz dillerden. Başkalarına açılanlar «korkaklar»dır. Öteki
insanlardan ayrılarak dışa açılmayı, güçsüzlük ya da «erkekliğin ölmesi»
sayarız biz. Meksikalı yıpranabilir, eğilebilir, hattâ gereğinde secdeye varıp
yakarabilir ama gerilemez. Yani dış dünyanın özel yaşamına girmesine,
karışmasına izin veremez. Bu yüzden gerileyen ya da sözünden dönen kimseye
güvenilmez. O ya hain ya da alçak bir kişidir. Sır tutamaz; korkulan bir durumu,
zorbayı göğüsleyecek yüreği yoktur. Kadınlar erkeklerden daha aşağı görülür.
Çünkü onlar cinsel ilişkiye baştan «peki» demekle kendilerini dışa açmış
olurlar. Ne var ki onların güçsüz olmaları beden yapılarından, dişiliklerinden
ileri gelir. Cinsel ilişkiye bir kez «evet» demiş olması hiçbir zaman kapanmayan
bir yara izi olarak kalır kadın için.
Dünyaya karşı beslediğimiz kuşkuyu ve
güvensizliği, köşemize ve içimize çekilmekle gösteririz. Bu, içgüdüsel
düzeyde, dünyayı korkulacak bir yer olarak gördüğümüz gerçeğini belgeler.
Tarihimizi ve yarattığımız toplumun özelliklerini gözden geçirince, bu tepkimizi
ancak bir ölçüde anlayabiliriz. Çevremizin düşmanlarla dolu ve bize sakıncalı
görünen havasındaki o anlaşılmaz sinmişlik bizi dünyaya kapalı tutar: Çölde
yaşamak için su biriktiren kaktüsler gibi. Başlangıçta belki gerekli ve doğru
sayılabilecek bu koruyucu tutum, şimdi kendiliğinden işleyen bir aygıt
olmuştur. Yakınlığa ve içtenliğe karşı da duyarlı olmak isteriz. Çünkü bu
duyguların gerçek mi, yoksa yapmacık mı olduğunu önceden kestiremeyiz. Ayrıca, erkeklik
onurumuz, düşmanlık kadar, sevgi ve sevecenliğin de baskısı altındadır. Genel
savunma düzenimizdeki herhangi bir duygusal gevşeklik, erkekliğimize gölge
düşürebilir.
Erkekçe iş-güç ilişkilerimizde de bizi
en çok etkileyen duygu kuşkudur. Meksikalı ne zaman bir dostuna ya da
tanıdığına açılıp derdini paylaşsa, erkeklik tahtından inmiş sayılır. Derdini
açtığı kimselerin kendisini küçük görmelerinden korkar. Bu nedenle karşılıklı
güvene dayanarak kurulan kişisel ilişkiler, onurun yitirilmesine yol açar;
böyle bir ilişki, güvenen kişi kadar güvenilen kişi için de sakıncalı
görülür. Kendine âşık olan Narcissus (Nergis) gibi, kendi yansımamızı
gördüğümüz havuzda boğulmamak için görüntüyü bozarız. Kuşku ve gerilim, güvendiğimiz
kişi tarafından kötüye kullanılmak korkusundan doğmaz yalnızca. Bu korku
herkes için söz konusudur. Aslında kaygımız, yalnızlığımızı çoktan bir yana
itmiş, ondan artık kurtulmuş olduğumuzu sanmaktan ileri gelir. Başkasına sır
vermek kendini yok etmek anlamına gelir. Meksikalı, güvenilir olmayan birine
sır vermek zorunda kalınca «kendimi falancaya sattım» der. Ele sırvermek,
«çatlamak» ya da benlik burcuna bir yabancının girmesine izin vermek gibi
dramatik bir olaydır. Birbirine sır veren iki erkek arasındaki karşılıklı saygı
ve güveni sağlayan, sürdüren uzaklık ya da perde ortadan kalkmış olur. Bir
başkasına açılmakla, kendimizi onun eline acımasına (acımasızlığına) bırakmış;
daha kötüsü, başkalarının gözünde «erkeklik» tahtından inmiş sayılırız.
Görsel: Angel Baltasar
17 Aralık 2011 Cumartesi
Yavaşlık / Milan Kundera

Karım Vera konuşuyor:
“Fransa’da her elli dakikada bir insan ölüyor yollarda. Şunlara bak, hepsi deli
bunların, nasıl sürüyorlar. Sokak ortasında yaşlı bir kadını soyarlarken
gıkları çıkmayan, tedbiri elden bırakmayan insanlar bunlar. Direksiyona geçince
korku morku vız geliyor, unutuyorlar, nasıl oluyor bu?”
Yanıtı ne bu sorunun?
Belki de şu: Motosikletinin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir
saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman
parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle,
esrime durumundadır; bu durumda yaşı, karısı, çocukları, kaygıları umurunda
bile değildir, unutmuştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkusunun kaynağı
gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur.
Teknoloji devriminin
insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız. Motosiklet sürücüsünün tersine,
koşucu, kendi bedeninin varlığını her zaman duyumsar, ilaç ampullerini, soluk
durumunu hiç aklından çıkarmamak zorundadır; gövdesinin ağırlığını ve yaşını
hisseder koşarken, kendi kendinin ve yaşamının zamanının her zamankinden daha
fazla bilincindedir. İnsan hız yeteneğini bir makineye devredince her şey
değişir: Artık kendi gövdesi oyunun dışındadır ve bir hıza teslim eder kendini,
cisimsiz, maddesiz bir hıza, katıksız hıza, hızın hızlılığına, esrime hıza.
Tuhaf bağlaşım: tekniğin
kişiliksiz soğukluğu ve esrimenin yalımları. Bundan otuz yıl önce, cinsel
özgürlük konusunda bana bir ders (dondurucu bir kuramsal ders) veren,
erotizmin parti komiserine benzeyen, ciddi ve coşkun görünüşlü şu Amerikalı
kadını anımsıyorum; çektiği söylevde ikide bir cinsel doyum sözcüğünü
kullanıyordu, orgazm deyip duruyordu; saydım: tam kırk üç kez. Cinsel doyum
tapıncı: cinsel yaşamda hayal edilen, cinsel yaşama yansıtılan katı ilkeci
yararcılık; yararsızlığa karşı verimlilik; aşkın ve evrenin biricik gerçek
amacı olan coşkun bir patlamaya erişmek için, olabildiğince çabuk aşılması
gereken bir engele indirgenmiş çiftleşme.
Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti
böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları
neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta
uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Kır yollarıyla, çayırlarıyla,
harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle nereye gittiler? Bir Çek atasözü
onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın
pencerelerini seyrediyorlar. Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı
hiç sıkılmaz; mutludur. Günümüz dünyasında işsizlik’e dönüştü aylaklık; aynı
şey değil kuşkusuz: îşe yaramaz hisseder kendini işsiz insan, canı sıkılır,
yoksun kaldığı devinimi arar durmadan.
Dikiz aynasına bakıyorum:
Karşı yönden gelen arabalar yüzünden bir türlü beni sollayıp geçemeyen aynı
araba. Sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler
anlatmıyor acaba? Elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu yapacağına, önündeki
arabayı yeterince hızlı sürmeyen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince;
o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmiyor, kafasının içinde onunla
birlikte araba kullanıyor ve o da beni lanetleyip duruyor.
Bana gelince; ben
Paris’ten bir kır şatosuna yapılan bir başka yolculuğu, Madame de T. ile ona
refakat eden genç Şövalye’nin bundan iki yüz yılı aşkın bir süre önce
yaptıkları yolculuğu düşünüyorum. Birbirlerinin ilk kez bu kadar yakınında
duruyorlar, hızın yavaşlığının yarattığı o dile gelmez kösnül hava onları
içine alıyor: Arabanın devinimlerine uygun olarak sallanan iki vücut birbirine
dokunuyor, önce rastlantıyla, sonra bile bile ve oluyor olacak olan, öykü başlıyor.
15 Aralık 2011 Perşembe
Öğreti / Cemil Yüksel
bizi kırdılar baltalar keskiler zulümlerle
sofrada elin tersiyle itilmiş bardaklar gibi
bir beyaz bulutun seyrini izlerken
engin gökyüzünde kaç yaz ortasında
bükülmüş bileklerimizde yok ettiler uyanıp
gerinmeyi
kömürlükte kullanımı hor görülen eşyalar
gibi bir eskimeyi büyüdü uğuldayarak
şehrin bacalarındaki kurumlar
taç yapraklarıyla, nişan taşlarıyla kırdılar
bizi
şimdi güzellik eşyası halinde boynunda
zincirler
oynuyorsun çıplaklığını örten bileklerinde
bileklerinde gemi halatı mavi boncuklu
olgun bir kadındın saçlarınla başlardın
denizi görünce öpüşmek aklına düşerdi
dümdüz akardı saçların bir adam elleriyle
yapardı bunu
ellerimiz ısınmaya bir yer bulduğunda
onları da kırdılar sürekli bir çekiniklikte
topladılar en güzel şarkılarımızı sesimizden
durmadan çarpan kalp atımlarını aldılar
sofralarına
büyüyen çatal bıçak sesleri kalın ağır
tabaklar
doğulu bir tat gibi yayıldık ağzına tarihin
parmak uçlarında biçimsiz etlerin şiştiği
göğüs kafesinin kanatları çizdiği boşlukta
bir şeyler dediği binlerce kez dediğinin
unutulduğu
bahçede baltasını kaldırıp omzuyla gücünü
denediği
su içmeye çömelmiş ağzımızı eğerken
avuçlarımıza
ince dalları sebepsiz sıkıntılarla eğip büken
sonra kavrayıp kırmaları gibi ne vakit
buldularsa
sabahlarda öğlelerde akşamlarda bizi kırdılar
bir yazı gibi geri silindi her şey
kırılırız , kırılırız daha, kırılırız da un
ufak
eski bir alışkanlıkla kullanırız boynumuzu
incirler gibi bastırılınca göğsümüze.
çeliğin hissiz tutumu ile konuşan kusurlar gibi
soyunurum seni elma ağaçlarında söylenerek
seni soyunurum kulaklarım kızarıncaya kadar
birçok elin kavrayarak tutmasıyla kurtarırım
seni
bir mermer sesi kalkıyor sözcüklerden
boşluğa bırakılmış parlak tok ve şaşırtıcı
düşüyor eteklerine İtalyan bir yontucunun
gene iyi mi sonuna kadar açılıyor beyaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)