6 Aralık 2010 Pazartesi

Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektuplar / Nazım Hikmet




28
Kemal'ciğim,
Bu mektubum biraz geç kaldı. Sana bir küçük şiir yollayayım diye oldu bu iş. Şiiri birazdan okursun. Son mektubunda tezgâha attığın yazıların, projelerin istatistiği beni tasavvur edemeyeceğin — hayır, edeceğin — kadar sevindirdi. Ne yapalım? Madem ki küçük hikâye bu kadar canını sıkıyor, yazma. Mamafi küçük hikâye müthiş silahtır, çok da güç şeydir. Bunları yine seni kışkırtmak için yazıyorum. Fakat doğrudur. Dört başı mamur küçük hikâye tıpkı dört başı mamur rubai gibidir. Akıldan çıkmaz. Fakat mademki tecrübe dahi etmek istemiyorsun, yazma... Bana Malatya romanından hiç bahsetmedindi. Şunun planını görmek isterdim. Çok merak ediyorum.
Senin buraya naklin işi için ben de yine sağa sola başvurdum. Beylik bir laf
vardır: Saadetler kaybedilince saadet olduklarını anlarız, diye bir şey. Beylik meylik ama, doğru. Tabii, bir bakımdan.
Bana bir gün Ahmet Haşim, "Kendi kendini tekrarlamaktan sakın ve kork," demişti. Haşim'de bu korkuyu anlıyorum. O hakikaten kendi kendini tekrarladığı için değil, tekrarladığı şey, . yani kendisi, yani şiirinin ana hattı çok basit, tekrarlanmaya değmeyecek ve tekrarlandığı zaman yaldızını kaybediveren bir nesne olduğundan böyle bir korkuya düşebilir ve bana bu halden sakınmamı söyleyebilirdi. Fakat ben şahsen bizim için — diyalek­tik materyalist realist muharrir olmak isteyenler için — böyle bir korkunun varit olamayacağını sanıyorum. Söylemek istediğimiz şey ve iddiamız öyle çok taraflı, öyle derin ve mürekkep ki, biz "kendimizi" tekrar etmekten değil, bilakis edememekten korkmalı­yız. Çünkü ancak bu tekrarla, pratikte, o tükenmez kaynağın işlenmesi kabil olur. Biraz karışık yazdım, ama sen arifsin, leb demeden leblebiyi anlarsın. Bir misalle — istersen — işi tasvir edeyim. 1939 senesinde İstanbul Tevkifhanesi'nde yazdığım bir şiircağız vardı, dünyaya geldiğime fevkalade memnun olduğumdan, toprağını, kavgasını, ekmeğini, hürriyetini filan sevdiğimden ve bu dünya üzerinde yalnız olmamaklığımın ve kavgada açık ve endişe­siz safıma girdiğimden filan bahseden bir yazı. Hatırladın mı? Şimdi 1941 senesinde bir şiir daha yazdım. Aşağıda okuyacaksın. Onda da ana hat, 20'inci asırlı olmakla övündüğüm — yani ilk şiirdeki dünyaya gelişten memnuniyet—olduğum safta olmanın bana yettiği — yani ilk şiirde saf ve kavga — ilah... Fakat bence bu öyle bir mevzudur ki bütün genişliği ve derinliği ve taraflılığı ile tespiti için daha birçok defalar, bir tek şair tarafından değil, hatta birçoklarınca da tekrarlanabilir ve tekrarlandıkça künhüne biraz daha yaklaşılmış olur. Her ne hal ise şimdi yeni şiiri yazayım.

YİRMİNCİ ASRA DAİR
— Uyumak şimdi,
uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim...
— Hayır,
kendi asrım beni korkutmuyor,
ben kaçak değilim. Asrım sefil,
asrım yüz kızartıcı, asrım cesur,
büyük
ve kahraman.
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman
Ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum.
Bana yeter
yirminci asırda olduğum safta olmak
bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için...
— Yüz yıl sonra sevgilim...
— Hayır, her şeye rağmen daha evvel.Ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem),
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır...

İşte bu kadar. Mamafi bu temayı daha çok tekrarlamak niyetindeyim. Mazide melce aramak kaçaklıktır, ama bir asır sonranın dalgasına düşmek de kaçaklık. Asrımızı bütün sefalet ve büyüklüğüyle, ölen ve doğan unsurlarıyla anlarsak ve faal olarak asrımızın kavgasına "hayat" cephesinden iştirak edersek ve kendi asrımızın saadete kavuşacağına inanırsak yaşadık diyebiliriz. Şimdi şiir için, roman için, hikâye için olsun bu temanın ne geniş, ne teferruatlı ve tekrarlana tekrarlana bitmeyecek imkânlar verebilece­ğini düşün.
Milli Destan'ı İsmet İnönü'den izin alıp neşretmek hususunda ki teklifini kemali ciddiyetle mütalaa etmekteyim. Çok alakalandı-ncı bir teklif. Zaten sende zaman zaman böyle hamleci, sezici görüşler vardır.
Benim kız, Suzan, hasta. Verem başlangıcı olmasından korku­yorum. Piraye her mektubunda seni anar.
Bütün selam ettiklerinin selamı var.
Odan yine eski oda mı, değiştirdin mi yoksa?
Gözlerinden öperim, kardeşim.

2 Aralık 2010 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü / Ahmet Hamdi Tanpınar

      
     Fazla teferruata girmeden şurasını da işaret edeyim ki, saat kadar derin şekilde olmasa bile bu benimseme ve uyma keyfiyeti bütün eşyalarımızda vardır. Eski şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık değiştirmek isteyişimiz de bu yüzden değil midir? Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı, yahut 'Ben artık bir başkasıyım' diyebilmek saadeti...
     İddia edebilirim ki, - Rahmetli Halit Ayarcı müessesemizin aleyhine çıkmak korkusu ile bu cins iddialardan sakınmamı bana şiddetle tavsiye ederd: fakat mademki bu vesayet artık yoktur, ben rahatça iddia edebilirim- eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür. Hzmetçilerimize hemen evimize gelir gelmez bir kat elbise, bir iki gömlek, boyunbağı, hiç olmazsa ayakkabılarımızdan birini hediye etmemizin hikmeti de bu olsa gerektir. Bizi hiç tanımayan bu insan birdenbire elbisemizin içine girdiği, kunduramızla yürüdüğü için, adeta onun gizli zoru ile bize yaklaşır, farkında olmadan bizim -itiyat ve düşüncelerimizi benimser. Bunu ben kendi nefsimde iki defa tecrübe ettim.
     Türlü Meslekler Bankasından atılmama ve o kadar felakate düşmeme sebep olan müdür Cemal Bey, vaktiyle bana bir kat eski elbise hediye etmişti. Cemal Beyle aramızdaki mizaç farkları vardı.O aksi titiz, kibirli insanları küçük düşürmekten hoşlanan, her şeyi ciddi mizanlara vuran adamdı. Benim uysal, sade geçim derdi ile meşgul benliğimin tam zıddı bir tabiat. Bu benim için imkansızdı. Fakat tek zaafı, refikasına karşı sevgi sanki bu elbiseden bana geçti. Üzerime giydiğimin haftasında sıkı müslüman terbiyeme, üç çocuk babası olmama, Pakize gibi her cihetle  bana üstün bir kadının kocası bulunmama rağmen, Selma Hanımefendiye delicesine aşık oldum. Bankadan ayrıldım, seneler geçti, bu elbise üstümde lime lime oldu. Fakat bu sevdi yakamı bırakmadı.
     İkinci elbiseyi bana enstitümüzün ilk kuruluş günlerinde o zamanki kıyafetimle müesseseye gelemeyeceğimi düşünen Halit Ayarcı hediye etmişti. Sırtıma daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığımın değiştiğini gördüm. Birdenbire ufkum , görüş zaviyem genişledi. Hayatı onun gibi bir bütün olarak mütalaaya alıştım. Değişme, koordinasyon, çalışmanın tanzimi, zihniyet değişikliği, üst düşünce, ilmi zihniyet gibi tabirlerle konuşmaya, kendi isteksizliğime "zaruret""imkansızlık" gibi adlar koymaya,  Şarkla Garp arasında ölçüsüz mukayaseler yapmaya, ciddiliğinden kendim de ürktüğüm hükümler vermeye başladım. Onun gibi, insanlara "Acaba ne işe yarar?" diyen bir gözle bakıyor, hayatı kendi teknemde yuğuracapım bir hamur gibi görüyordum. Bir kelime bile onun cesareti ve icat kudreti bana aşılanmış gibiydi. Sanki bu elbise değil bir büyü idi. Hatta Cemal Beyin reikası Selma Hanımefendiyi bile artık erişilmez imkansız bir varlık gibi görmüyordum. Bittabii bütün bunlar Halit Ayarcı'da olduğu gibi pürüzsüz geçmiyordu. Yumuşak ve uysal , merhametli, sefaleti tatmış tabiatım ikide bir işe karışıyor, lafımı kesiyor, kararlarımı değiştiriyordu. Hülasa birbiri arasından düşünen, karar veren, konuşan bir adam olmuştum. Rahmetli Halit Ayarcı'ya bunu anlattığım zaman gülmüş, sonra büyük bir iyi kablilikle "Böyle olması hususi bir çeşni veriyor, devam edin.!" demişti.
      Yine bu meseleyi münakaşa ettiğimiz günlerden birinde söylediği şeyleri burada kaydetmeden bir geçemeyeceğim.
     -Aziz Hayri İrdal demişti, söylediğiniz son derece doğrudur. Bütün büyük adamların maiyetlerinde çalışanlara daima elbiselerini ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma İmparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi. Hatta Osmanlı Hükümdarlarıının, vezirlerinin kürk ve kaftan ihsan etmeleri de bu yüzden olsa gerektir. Siz, farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını, bir çeşit psikolojik mekanizmayı keşfettiniz.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Arp / Cemil Yüksel

onca sesi yürüdün desem, değil
bir kapının açılışındaki merhaban desem
o da değil,
buyur ettiklerin,nasılsın dediklerin
yalandan kahve falları hiçç değil,
her gün başka başka denersin
su doldurmayı içli bir sürahiye
yangın için hazır bulundurmuş gibi

senin kalkıp gitmen var
-uzun vakitler, gözlerin kendine sarılır-
içine kapanmış istiridye denizde sanki
onca duruşu karşılar gibisindir
yetmez bir şeylerin oracıkta çözülüvermesi
sokulur en yakınına tereddütsüz ilgiler

bir su içiyorsun ne güzel diyorsun sular
akmıyorsun, kendi olmak için çabalayan
çocukluk günleri de bırakmıyor seni
sen bir bırakılsan tuttuğun eller değişecek!
dudakların onların öpülmesi de değişecek!
kadınsın boşa mıdır bakması gözlerinin
bakınca da sinmesi, ustaca
saracak her şeyi diriliğin

senin gitmen var şuracıkta
hiçbir şey değil gibi görünür de
ateşten daha büyük ayaklarına yürüyen sular
beni, akan her şey kan gibi tutar
bir deniz mi boşalıyor saçlarından?


24 Kasım 2010 Çarşamba

Orhan Kemal / Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl Tavşan Hikayesi


Şehrin kenar mahallelerinin birinde, yol işlerinde çalıştırılı­yorduk. Bir ikindiüstü küçük bir çocuk bir tavşan yavrusu getir­di. Bir pamuk yumağına benzeyen tavşan yavrusunun pembe, şurup rengi gözleri vardı. Çocuk, tavşanı satıyordu.. Arkadaşlar ileri geri tavşanla oynadılar, fakat hiçbiri alıcı olmadı.
Ben Nâzım'ı hatırlamıştım, çocukla pazarlığa giriştim, elli kuruşa anlaştık, parayı verip tavşanı aldım.
Hapishaneye döndüğüm zaman Nâzım radyo başındaydı. Radyonun masası kenarına ilişmişti, ağzında piposu, yanı başın­da da Deve, bastonuna dayanmış...
Tavşan yavrusuyla yanına kadar sokuldum. Dalgındı, far­kında olmadı ilkin, sonra tavşana gözü ilişince, radyoyu filan bırakıp öyle bir fırlayış fırladı, tavşanı elimden öyle bir kapış kaptı ki!
Bir taraftan, tavşan üzerine makineli tüfek gibi sorular sorar­ken, bir taraftan da onu öpüyor, seviyor, yüzüne gözüne sürü­yor, koynuna sokup çıkarıyor...
"... Sahi mi söylüyorsunuz? Sahiden bana mı getirdiniz bu­nu? Benim için mi aldınız? Kaça aldınız? Nereden aldınız? Kim­den aldınız?" Öpüyor, seviyor...
"Demek benim için aldınız? Elli kuruş mu verdiniz? Elli ku­ruşu size iade etsem uygunsuzluk mu olur? Affedersiniz o hâl­de... Teşekkür ederim... Biliyor musunuz, dünyanın en şirin he­diyesi..."
Ayağında takunyaları, idarenin beton makasında bir tavşanla birkaç sefer boydan boya gitti, geldi, geldi gitti... Derken baş' gardiyanın odasına dalıyor:
"Başefendi, bak, bak tavşanıma..."
Başgardiyanın odasından çıkıyor, Kalem'e dalıyor.
Kalem'de çalışan mahkûm arkadaşlar o sıra adliyeden gelmiş mahkûm veya tutukluların kayıt işleriyle meşguller...
"Süleyman Bey, bakın tavşanıma! Nasıl? Gözleri ya? Ha? Hişt Süleyman Bey, Süleyman Bey yahu..."
"Güzel, üstadım, gördüm, hayırlı olsun..."
"Zabıtçı sen de bak... Bak bıyıklarına... Zabıtçı, bıyıklarına bak! Yahu bu tavşan sizin kayıtlarınızdan daha önemli! Siz be­nim tavşanımla hiç ilgilenmiyorsunuz canım!.."
Kalem'den çıkıyor, atölyelere inen merdivenlerde kaybolu­yor. Neden sonra dönüyor:
"Pek beğeniyorlar tavşanımı canım.. Siz sağ olun e mi? Bu­nu akıl etmek harikulade bir zekâ olayı, muhakkak..."
"Ya, demek öyle!?."
"Evet canım, evet... Mutlaka öyle... Fakat tavşanımın bıyık lan..."
"Şu halde ben zekâmla övünebilirim?"
"Elbette övünebilirsiniz.. Fakat dişlerine bakın birader.. Bi­liyor musunuz, üstdudağı niçin yarıktır?"
"Yooo..."
"Niçin canım, niçin bilmiyorsunuz? Siz hayvanat okumadı­nız mı?"
"Okudum ama unuttum..."
"Sizin zekânızdan beklemezdim doğrusu.. Hem biliyor mu­sunuz, bunu bilmemek benim tavşanıma hakarettir..."
" Yok canım!.. Peki siz söyleyin, neden yarık?"
"Hayvanattan tavşan familyasına değil de, topluluğuna, ne denirdi?"
"Kaadıma mı? Kunduz da bu topluluktan..."
"Yahu siz çok şeyler biliyorsunuz.. Neydi? Kaadıma! Ne de­mek? Kemiriciler mi?"
"Şu üstdudağın yarıklığı meselesini kaynatmayalım. Niçin yarıktı?"
"Bilmiyor musunuz sahiden? Canım, kaadımayı bildiniz de..."
"Bilmiyorum beyim, öğrenmek istiyorum..."
"Şaka ediyorsunuz.. Kaadımayı bilen..."
"Bilmiyoaım..."
"Demek, bilmiyorsunuz?"
"Evet, bilmiyorum... Siz bilin de öğrenelim!"
"Canım, ben biliyor muyum sanki?"
"Vaaay!.."
Bıyıklarını yiye yiye gülüyor... Bir ara bir koşu revire... Son­ra takunyalarının sesi geliyor.
"Biliyor musunuz, beni bundan daha çok memnun edemez­diniz bu ölümlü dünyada..."
Dönüyor, dolaşıyor, tavşanı öpüyor...
"Gözlerine bakın gözlerine..."
"Aaa!.. Bıyıklarına bakın, nasıl titriyor!"

"Bunun karnı açtır şimdi, değil mi?"
Tekrar koşuyor başgardiyana:
"Başefendi, Başefendi, caaanım Başefendi, şu Bobi'ye bir ko­şu izin verseniz de süt bulsa biraz..."
"Başefendi, buna şimdi taze yonca buldurup vermeli miyim?”
"Bakın Başefendi, bakın, nasıl titriyor! Biliyor musunuz, bu korktuğu için titremiyor, titrediği için korkuyor!"
"!!  "
Haydi marangozhaneye... Marangozlara rica, minnet, ısrar, onları seferber eder, tavşana alelacele bir sandık yaptırır.
Ben koğuştaydım, sandıkla geldi, sandığı koğuşun bir kena­rına yerleştirdi. Nereden buldurmuşsa süt buldurmuş, onu bi­zim yemek kaplarından birisine koydu, bir başka kaba su, iki tu­tam da taze yonca... Fakat ne yapsa boş. Tavşan yavrusunun pembe şuruba benzeyen gözleri hüzün içinde... Hayvan, onları kaygılı bir düşüncelilikle sabit bir noktaya dikmiş, dehşetle titri­yor, bıyıklarıysa oynayıp durmakta...
Nâzım, elleri belinde, tavşanı yukarıdan aşağıya uzun uzun seyrettikten sonra, eğildi, süt kabını önüne sürdü. Tavşan ür­kütülmüş gibi sıçradı, süte arkasını çevirdi. Nâzım bu sefer yoncayı sürdü, tavşan gene kaçınca, suyu sürdü, gene... Ayağa kalktı:
"Niçin yemiyor acaba, biliyor musunuz?"
"Bilmem..."
"Bu hususta uzmanlığınız yok mu?"
"Yooo..."
"Çorbacı'nın var mı acaba?"
Koşup Çorbacı'yla Yayalar Köylü İbrahim'i getiriyor.

"Bu niçin yemiyor, biliyor musunuz?"
Yayalar Köylü kıs kıs gülüyor.
Çorbacı, "Üstadım," diyor, "adamcağızı ikrama boğdun bü­tün, bırak kendi hâline, yer o..."
Nâzım, yumrukları belinde, gayet ciddi, gözleri tavşanda...
"Bu tavşan acaba erkek mi, dişi mi?"
Yayalar Köylü gülmekten kırılıyor, hep gülüyoruz, Nâzım da bıyıklarını yiye yiye:
"Ne gülüyorsunuz canım, ne gülüyorsunuz? Biz böyleyiz iş­te Yayalar Köylüm... Bey ve paşazadeler böyleyizdir."
Yayalar Köylü hâlâ gülüyor. Nâzım tekrar soruyor:
"Bu hususta uzman kimse yok mu içinizde?"
Yayalar köylü nihayet, "Var," diyor, "Ertuğrul Bey... Onu çağırın."
Ertuğrul çağrılıyor. Böyle şeylerde pek ciddiye çalar o. Sıhhıye' dir hapishane revirinde... O sırada işi varmış anlaşılan, elle­ri ıslaktı, yüzü ciddi, kaşları da çatık...
"Efendim," diyor, "ne var?"
Yayalar Köylü gülmekten mosmor, Çorbacı' nın omuzuna tutunmuş.
Nâzım Hikmet soruyor:
"İşin vardı galiba Ertuğrulcuğum... Bir şey rica edecektim... Kusura bakma e mi?"
Ertuğrul hâlâ ciddi ve sabırsız. Nâzım Hikmet tekrarlıyor:
"İşiniz mi vardı?"
"Birader ne diyeceksen de Allah'ını seversen... İşim vardı, evet!"
"Ya, vah vah!.. Demek işiniz vardı?"
Ertuğrul, dalga geçildiğini sanarak savuşurken, önüne Yaya­lar Köylü geçiyor. Hâlâ yüzü gülmekten kıpkırmızı.
"Bak Ertuğrul Bey, üstat ne soruyor, sen bu işlerin uzmanıymışsın... Bu tavşan diyor, erkek mi, dişi mi?"
Ertuğrul lahavle çekerek uzaklaşırken kahkahalarımızı atıyo­ruz. Nihayet Çorbacı, tavşanı usulünce muayene edip, "Erkek!" dedi.
"Yaaa! Demek erkek... Öyleyse buna bir karı lazım. Ne der­sin Yayalar Köylü? Ha? Ne dersin?"
Yayalar Köylü hep gülüyor:
"İlahi üstadım... Elimde olsa, karıyı kendime bulurdum ilk peşin..."
Uzatmayalım, bu tavşan günler, haftalarca, Nâzım'ın en baş­ta gelen meşgalesi oldu.
Resim, şiir filan bir tarafa, tavşan bir ta­rafa... Sabahleyin uyanır uyanmaz tavşana koşar, kutusundan alır, sever, koluna yatırır, çok defa, tavşanla birlikte tekrar uyur­du. Bir sabah gene uyandı, başıyla "günaydın" demek isteyerek ve uyku dolu gözleriyle baktı.
Ben, "Tavşanı," dedim, "kedi kapmış!"
"Ne?"
Öyle bir sıçradı ki yatağından, doğru tavşanın kutusuna. Tavşan yerli yerindeydi...
"Ödümü kopardınız yahu!"
"Peki," dedim, "kedi sahiden kapsa..."
Şöyle bir tarttı:
"Sizi temin ederim ki, bütün kedi soyuna düşman kesilir­dim!"
"Peki, ya öyle?"
"Ağzınızı hayra açın yahu! Hem tuttu getirdi, hem de yakı­şıksız yakışıksız konuşur..."
Tavşan yiyor, içiyor, koğuşun içinde keyfine göre dolaşıyor­du. Bir sabah Nâzım, tavşanı Ertuğrul'un yatağına koydu. Er­tuğrul tavşanı sevmiyor, hatta kızıyordu ona... Usulcacık gittim, çağırdım. Ertuğrul geldi. Baktı ki sahiden tavşan yatağında:
"Beyim," dedi, "siz ne hakla koyuyorsunuz tavşanı benim yatağıma?"
"Neden koymayacakmışım?.."
"İşer yahu, pis be!.."
"Asıl senin yatağın pis... Bak," kokladı kokladı, "Öö" dedi.
"Ben sizin o tavşanınızı öldürürüm bir gün..."
"Halt etmişsin!"
"Peki, görürsünüz. Bir sabah onu ölü bulacaksınız!"
Nâzım yatağında doğruldu:
"Ertuğrul, boğarım seni sonra!"
Nihayet, Piraye Yenge geldi, tavşanı aldı götürdü de, hem biz kurtulduk, hem de Nâzım... Bu suretle, o tekrar resim ve şi­irlerine döndü.



Orhan Kemal / Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl


Lodos vardı... Ağır, sıcak bir uğultu... Gecenin içinde kapı­lar çarpılıyor, bir yerlerde camlar kırılıyor, ağaçların hışırtısı...
Gece yarısını çoktan geçmişti. Nâzım’ ın vaktiyle Beyoğlu'nda aldığı Japon saati ikiyi gösteriyordu. Ben bilmem neye çalışıyordum, o uyuyordu. Bir ara birden fırladı, yorganı filan attı, mavi gözleri uyku dolu...
"Kaleminizi verir misiniz?"
Verdim, ne yapacağını merakla bekliyordum... Başucundaki duvara bir şeyler yazdı, kalemi iade etti ve olgun bir ciddiyetle tekrar yatarak yorganı tepesine çekti.
Usulcacık kalktım, yazdıklarını okudum:

En yalnız dalganın üstünde
boş bir konserve kutusu.

Ertesi gün "Malta boyu"nun betonunda, hızlı adımlarla do­laşan takunyaların sesinden anlıyorum, "gene şiir düşünüyor"du... Koğuş kapısına çıktım. Mırıldanıp uğuldayarak, bir ta­raftan sağ elinin baş ve şahadetparmaklarıyla, şehriye dökenler­de olduğu gibi yaparak dolaşan sarı bir uğultu halindeydi. Mal­ta boyunda birer, ikişer "volta vuranlar"a çarpıyor, bir an ken­dine geliyor, eliyle "pardon" diyen bir hareket yapıyor, sonra gene aynı uğultu, gene aynı uzun, gene aynı uzun, kısa yürü­yüşler, kesik dönüşler... Arada herhangi bir koğuşa dalıveriyor, dalmasıyla tersyüz etmesi de bir oluyor. Sonra beni arıyor her­halde, halbuki ben koğuşun kapısının önündeyim, bakıyor ki ben koğuşta yokum, aynı telaşla çıkarken bana rastlıyor, bir an ne söyleyeceğini unutmuş gibi, yüzüme endişeyle bakıp bakıp, "Lütfen kaleminizi," diyebiliyor, ben kalemimi uzatana kadar, o yallaaah, bir boy gidiyor, sonra kısa bir dönüş, önümden geçer­ken kalemi uzatıyorum, o bunu unutmuş bile, yürüyor, bir an şaşkın, kalemi alıp ciddi bir reveranstan sonra takunyaları üze­rinde hızla uzaklaşıyor.
"En sinirlendiğim şey," derdi, "böyle, kaybederek dolaşırken etraftan seyredilmek. Deli diyeceklerinden korkuyorum. Onun için kendimi tamamıyla kapıp koyuveremiyorum."
Bir gün bir yerde -galiba bir akrabasında misafırmiş, şiir ya­zacağı tutmuş, başlamış odanın içinde köşeleme gidip gelmeye, perde perde, heyecanlanarak söylenmeye. Bunu gören hizmet­çi kız, "Aman hanım," diye koşmuş, "küçük bey oynattılar ga­liba!"
Diyebilirim ki, Nâzım, istediği zaman heyecanlanırdı. Günü­nü parçalara bölmüştü. Şu saatten şu saate kadar şiir mi yazacak, o saatte mutlaka "heyecanlarının düğmesini" çevirmiş ve işe başlamıştır.
Nâzım'ın kafiyeleri bile şiirin bütünü içinde birer maksat için vazifelidir.
Sanat işlerini fevkalade ciddiye alır, sanatçıyı da büyük bir so­rumluluk yükü altında görür. Sanatçı, emekçi kitlelere karşı da­ima sorumlu vaziyettedir. O, "Aldanma ki şair sözü elbette ya­landır!" sözüne düşmandır. Bu söz onda şu kılığa girmiştir: "İnan ki şair sözü elbette doğrudur!"
Nâzım, şairin "... ruhların mühendisi" olduğu sözüne ina­nırdı.
Çalışkan insana saygısı sonsuzdu. Hapishanede vurma vurul­ma, adım başında da "Allah Kitap"lı, ana avradı küfürlere rast­lanırdı. Esrar, kumar, bıçak işlerinden gayri faydalı işler yapan mahkûmların atölyelerine sık sık iner, fırsat bulursa çeşitli işler görürdü: tahta rendeler, bez dokur... Bu hareketlerini herhangi bir amaca yoranlar bulunabilir, fakat bence bu yalnız ve yalnız onun İNSAN'a, kıymet yaratana, üretimde gerçekten rol alana karşı duyduğu saygıdan başka hiçbir şeye yorumlanmamalıdır. Zaten hemen şunu söyleyeyim ki, Nâzım, zannedildiği gibi, her fırsatta propaganda yapan, tartışan, haşin bir insan değildi. Her­kesin fikrine azami saygıyı gösterir, mecbur edilmedikçe tartış­maya girmezdi, hatta çok defa mecbur edilse de...
Nâzım, inanmış insandı. Herhangi bir davaya inanmış kim­selere saygısı vardı.
Mehmet Akife saygısı bundandı. Mehmet AkiPi fikirlerinin doğruluğundan değil, davasına inanmış, "ka­rakter sahibi" bir insan olduğundan dolayı takdir ederdi.
İnsanlar vardır, kuramcıdırlar, birtakım kurallar, ilkeler peşin­de koştuklarını iddia ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana zıttırlar. Nâzım, teoride ve pratikte aynı olmaya çalışırdı.
İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir "din" hâline getirmişti. Hele çocuklar... Ağlayan bir çocuğu ku­cağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, ke­sinlikle iddia edebilirim, her çocuk onunla "ahbap" olabilirdi.
Bir gün onun bu yanını göz önünde tutarak bir şiir yazmış­tım, gösterdim.
"Bunu," dedim, "sizin üstünüze yıktım üstat!"
Aldı, okudu. Okurken burnunun kanatları titriyordu, gül­memek için kendini sıktığı belliydi:
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
sabun balonları üfleyebilmek havaya.
Kilerden reçel çalmak,
Gizli deliklerden. gözetlemek komşu kızını!

Pırıl pırıl bir gümüş tatlı kaşığında
kırmızı gül reçelidir, çocukluk.
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!
Sevebilmek dünyayı ve insanları,

Sevebilmek, her şeye rağmen
Sevebilmek, sevebilmek...
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!

"... Şiir olarak güzel," dedi, "ama ben bu kadar anormal mi­yim?"
"Sizin havanızı vermek istedim..."
"Ama, düşünün, kırk yaşında, kazık gibi bir herifin kısa pan­tolonla, çember peşinde caddelerden geçişini! Yahut taşlığa oturmuş bir herif düşünün, zıpır bir şey, bacakları arasında bir hamamtası, elinde de koca bir sabun kalıbı, efendim? Havaya balonlar üflüyor..."
"Hayır hayır, söylemek istediğim o değil," dedim, "yani, mesela, düşünün, insan soyu tabiatla yapmakta olduğu savaşta tamamıyla hür, bütün parazitlerinden yüzde yüz kurtulmuş ve dünya bir cennete dönmüş..."
Cevap vermedi, fakat öyle manalı bir susuştu ki, beni uzun uzun düşünmeye mecbur kıldı... Çünkü "cennet günler"de, kırk yaşındakiler şüphesiz çok boş vakit bulabilecekler, ama ne çember peşinde koşacak kadar dengesiz, ne de sabun, balonları lifleyecek kadar deli olacaklar...
Ona her aklıma geleni sormaya devam ediyordum. Sorduk­larım arasında gözlüklü, ciddi, filozof tavırlı sorular olmakla be­raber, yarı ciddi, hatta salaş tiyatrolara has, hoppa şeyler de var­dı. Çocukluğumda babamla birkaç sefer geçtiğimi hatırladığım Babıâli, yahut Ankara Caddesi'ni birçok girdi çıktısıyla ondan öğrendim. Artık öyle zannediyordum ki, bir gün yolum bu meş­hur yokuşa düşerse hiç yadırgamayacağım.
Gençliğimde -nedenini bilmeden- birtakım gazeteleri dü­zenli alır, bunların koleksiyonlarını yapardım. Büyüdükçe, okumam ilerledikçe bu, spor dergilerinin koleksiyonlarını yapmak şeklinde biçim değiştirdi. Sonraları, edebiyat dergileri bunların yerlerini aldı. Hapishanede de öyle... Gardiyanlara veya İş Kanunu'ndan istifade edip çalışmaya çıkan mahpus arkadaşlara ri­ca eder, para verir, edebiyat dergileri getirtirdim. Bu dergiler­den birçoğu yeni sanat akımlarının vezinsiz, kafiyesiz, ahenksiz şiirlerini bir araya topluyorlardı. Ben ki, şiir sanatı adına düzen­li birtakım kurallarla iri laflar kalabalığı öğrenmiştim, böyle "rastgele söylenivermiş", üzerlerinde ter dökülmemiş hissini veren şeylerden pek bir şey anlamıyordum. İzzet'le zaman zaman ala­ya aldık bunları... Alaya aldık ama, o da, ben de bunlardan bir şeyler olması lazım geldiği inanandaydık...
Hiç unutmam, İzzet'le bu şiirler gibi yığınla "şiir" yazdığı­mızı sanmıştık. Sanmıştık ama, bu şiirlerle, yani "yeni şiir"in şu­urlu işiyle, bizim sadece taklitten ileriye geçmeyen denemeleri­miz arasındaki farkı, onlardaki dille, bizim bu yolda bilgisizliği­mizden gelen kılçıklı, takur tukur söyleyişimiz arasındaki farkı ancak Nâzım'la temastan sonra anlayabildim.
Demek istiyorum ki, küçüklükleri, aldıkları konular itibariy­le henüz tam kıvamlarını bulamamışlıkları bir yana, yeni şiirin zevkine, diline, bilhassa, bilhassa doğallığın tadına varmak için, eskimiş, porsumuş, kokmuş, gayrisamimi "kuralcılık" tan sıyrıl­mak lazım!
"Edebiyat-ı Osmaniyye"lerin, "Talim-i Edebiyatların, daha sonra hemen hemen aynı yolu takip edip, ettirmek isteyen ede­biyat kültürünün tesirinden kurtulamayanların yeni sanatı anla­yamamalarını hoş görmek gerekir.
Nâzım, dilimizin sadeleşmesini sempatiyle karşılar, bununla beraber, aşırılıklara düşmemeye de çalışırdı.
"... Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya bilhassa dikkat etmeli," derdi. Mesela, en sevdiği yeni kelimelerden biri­si "olağanüstü" idi. Bu kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. Halkın kendi dil kura­lına uydurduğu, kendi dil bünyesinin şekil verdiği -Arapça, Farsça- kelimelerin atılıp yerlerine Fransızca, Çağatayca, bilmem nece veya "uydurmasyonca" kelimeler alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin tepeden inme emirlere değil, sanatçılar ta­rafından işleneceğine emindi sanıyorum.
Bununla beraber, te­peden inme emirlerle empoze edilmek istenen kelimelerden bir­çoğunun tuttuğunu, birçoğununsa kendi kendine tasfiye oldu­ğunu, bununla beraber, bu tarz tepeden inmelerin pek de fay­dasız olmadığını söylerdi.
Yeni şiir akımlarıyla da yakından ilgilenir, genç şairleri sem­patiyle karşılamakla beraber, yaptıkları, daha doğrusu, yapmak istedikleri şeyin yeni olmadığını söylerdi.
Vezni, kafiyeyi, ahengi, resmi, hatta manayı atmak suretiyle de şiir yazılabileceğini, daha ileri gidip, yazıyı da atıp, sadece şi­ir düşünülebileceğini kabul ederdi; "...Fakat," derdi, "ne lüzum var bu kadar tasfiyeye? Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne va­ran şiirin kazandığı imkânlardan niçin faydalanmamak? Bu sade­ce, şekli zorlamakla yeni şeyler yapılabileceğini zannetmektir. Mesele şekilden çok içerikte, içeriğin yeniliğindedir. Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmaya doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişi­ni -ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir- bilhassa ölümü bol bol ifade ediyorlar... Bir acayip egzotizme kaptırmışlar kendile­rini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar, yahut cesaret­leri yeterli gelmiyor! Tek olumlu tarafları dilleri...
Dili iyi tasar­ruf-bu da kısıtlı olmakla beraber- ediyorlar. Onların şiirleri, ko­caman bir eserden dökülmüş parçalar..."
Nâzım Hikmet, şiirle nesir arasındaki sınıra daima dikkat ederdi. Memleketimden insan Manzaraları isimli eserinde, şiiri nesre alabildiğine yaklaştırdığı ve şiirin şimdiye kadar kazandığı imkânlardan istifade ettiği görülecektir.

16 Kasım 2010 Salı

Ülkemin Şiir Atlası / Abdülkadir Bulut


 (...)

III
Ben aradığım her şeyi yana yakıla aradım
Kaygılar taşıdım mutlaka bulmalıyım diye
Ama kaldırdığım her taşın altından
Çıka çıka bir yığın böcek çıktı
Kimisi deliklerine kaçtı, kimisi üstüme ağdı

Yol günlüklerine geçti attığım adımlar
Çocukken boynunu kopardığım kuş yavruları
Düşlerimde yolumu kesip bir bir gözlerimi oydular
Ve eğdiğim fidanlar büyüyüp gelişince
Gövdeleri tabutuma birer tahta oldu

Sulara bıraktığım hüsnüyusufların
Yan yatıp suyun üstünde durması gerekirken
Hepsi de dibine çöküp gitti bir bir
Demek ki her şeyin bir derinliği var
Demek ki her şey biraz da derinliktir

Daima ayrılıklar üretti benim yürüyüşlerim
O yüzden adı ayrılık olan bir çiçektir
Şimdi benim avuçlarımdaki çizgiler
Oysa eskiden alçalan bir kara kırlangıcın
Kuyruğunun duruşuydu.
(...)

XLVI

Bilirim incelik ister marifet ister
Arkadaş seçmek de yar seçmek kadar
Çünkü göreceğin küçük bir ihanet bile
Adama evlat acısı gibi koyar

Düşün ki içini döktüğün, sırlarını verdiğin
Seninle birlikte aynı ufka alın dayamış
Birlikte saklanmış, birlikte yatmış birisi
Bakmışsın ki günün birinde ayrılıp gitmiş

Aslında bir su damlası kadar hafiftir insan
Bir söz kadar uçucu, bir reyhan kadar yabani
Ve kırlangıçların gözleri kadar ürkek
Eğer cesaretle doldurmamışsa kalbini

Bilirim oldum olası incelik ister
Arkadaş seçmek de yar seçmek kadar
Çünkü gün gelip çıkarıp öfkeni vereceksin
Ve yurduna dair taşıdığın güzel şeyleri


XLVII
Yürüdüğüm yolları deftere yazmayı
Günlük tutmayı bağırıp çağırmayı
Ve hayatım üstüne haberler çıkarmayı
Bir marifet sayıp kendimi ele verdim

Bir damla suyun bile ağırlığını düşünmedim
Ama taşı toprakla toprağı çamurla kıyaslayıp
Taşıdığım düşüncelerin sözlere dökülüşüne
Bir anlam veremeden çekip gitmedim

14 Kasım 2010 Pazar

Montaigne


Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor. Sadece sen, yanlış insanlar üzerinde hayal kuruyorsun.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Theodor Reik / Aşk ve Şehvet Üzerine


Kim aşık olur? İkinci soruda şudur! Neden aşık olur? İlk soruyu yanıtlamak kolay görünüyor. Herkes. Bu yanıt ilk soruyu soru olmaktan çıkarır. İkinci soruda aynı kolaylıkla yanıtlanabilir görünüyor. Çünkü sevilecek bir insan vardır. Bunun genel bir fırsatçılık meselesi olduğu görülmektedir. Delikanlı kızla tanışır.
Ama merakımız o kadar kolayca giderilmez. Bu delikanlının nasıl biri olduğunu öğrenmek isteriz. Kızla tanışmadan önceki ruhsal durumunu belirlemek isteriz. Bir kadının ve erkeğin ne kadar farklı olursa olsun, her çocuğun kızamığa yakalanmasının kaçınılmaz olduğu gibi, belirli bir tarihte aşık olacağını söyleyemeyiz. Bu çok kişisel bir deneyim olmalıdır, bireyin içindeki değişik faktörlerce saptanmalıdır ve onun duygusal gelişiminin bir sonucu olmalıdır. Bir kişinin nasıl, ne zaman ve hangi koşullar altında sevdiği, onun nasıl bir insan olduğuna, içinde bulunduğu ruhsal duruma, içinde çatışan eğilimlerin gücüne ya da zayıflığına bağlıdır. Aşk öyküsü diye bir şey yoktur. Aşk bir öykünün içindeki öyküdür.
 
Theodor Reik
Aşk ve Şehvet Üzerine

4 Kasım 2010 Perşembe

Kumdan Kaleler / Cemil Yüksel


kumdan kaleler gibiyim hüznü sıkıştırılmış
düşmeğe meğilli donuna kadar ıslatılmış
başına ne gelirse ya bir çocuk oyunundan
ya da rüzgarla huylanan bir dalganın
kıyıya çıkma hayallerinden
belki de yolunu kaybetmiş bir yengecin
surlarımın ortasına gömülen yalancı denize
sinsice sığınmasıyla, aldanışından

yeniden kurulmam için
ıslaklığımla kandırırım çocukları

bir başka mevsime taşınamaz bilirsiniz
yazla doluşan sevincim
üç mevsim kaldıramam ayrılığı
karışırım kendime
sonrası meçhul bir yığıntı

kumdan kaleler gibiyim yoramam fırtınaları
dertle yayılmış ömrüm
çöplüğümde horozlanan denize karşı
bi günlük güçsüz kollarımla dikilmeye gör
bütün karayı isyanda sanır mavi
bilmez çalkanlandığı yerin dünya olduğunu

boşyere vurma başını çığlıklara taşlara
taşıramazsın kendini dünyadan

kumdan kaleler gibiyim paldır küldür sarsılan
yükseklik korkum beni çıldırtır
tasasız yaşamak harcım değil
her şiir bir bulut gibi
beni bir yağmur bile çözebilir.

15 Nisan 2000 Milliyet Sanat Genç Şairler Antolojisinde Yayınlamıştır.

29 Ekim 2010 Cuma

İlhan Berk'le Söyleşi / 27 kasım 2004



"RESİM YAPMAK BENİ MUTLU EDİYOR,
YAZMAK İSE MUTSUZLUKTUR, HEPSİ BU!..”


SORU: 1


Sevgili İlhan Berk, “ resim gibiydi hoş çakal, hoş tilki “ diye bir dizeniz var. Siz bunun resmini ne zaman yapacaksınız diye sormayacağım. Hatta kendi adıma “ delta ve çocuk “ “ avluya düşen gölge “ ve “güzel ırmak” adlı kitaplarınızın isimleri de sanki birer tablo adı gibi...Bu isimleri çoğaltmak mümkün. Bir şair olarak kendi adıma hem şiirlerinizin hem de resimlerinizin hayranıyım. Yaptığınız, yarattığınız her nü sanki bir ateş parçası...Turgut Uyar’ın bir dizesi vardır. “ bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın “ diye...Nedendir bilmiyorum bu dize beni sizin resimlerinize de götürebiliyor. Sanki size iki esin meleği uğruyor. Birincisi şiirse, ötekisi resim meleği...Eskiden beri resim sanatına ilgi duyduğunuzu ve resim yaptığınızı, hatta sevdiğiniz ressamlar üzerine yazılar yazdığınızı biliyorum. Bir yerde şöyle söylemişsiniz: “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazamaz. Bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan ve bana bu yeryüzünü cehennem eden bu yazmak eyleminden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.” Ben sizin resimlerinize baktığım zaman sanki kadınların yasak bölgelerine giriyor, ‘anlamın’ kendisini evine gönderiyor, hatta ‘gerçeklik’ denilen zalim işlevi altüst ediyorsunuz...Sevgili İlhan Berk siz “resmi bilmem” dediğiniz için mi bu kadar özgün resimler üretiyorsunuz?.. Yaptığınız desenlerde, resimlerde ben kendi adıma bir gelenek de bulamıyorum. Resimleriniz de şiirlerinize benziyor sanki?.. Çünkü resimleriniz de anlatmıyor, duyuruyor, sezdiriyor... Yoksa yanılıyor muyum?..


CEVAP: 1


Sevgili Engin “ hoş çakal, hoş tilki “ dizesini Ece Ayhan için yazdımdı. Turgut Uyar’ın dizesi gerçekten çok güzel bir dize, “ deneyli geçmiş “ olmayı hakkettim mi bilmiyorum. Benim resmi bildiğimi söylemem neredeyse olanaksız, böyle bir merakım da yok, bilmemezlikten yararlanıyorum belki de ben. Hem bilmenin sonu yok, yineleyeyim: Benim tavrım bir ressam tavrı değil, bir şair tavrı. Şiirle bir ilgi kurmaya kalkarsak, şiir gibi bir ‘anlık’tan söz etmeliyim: Bir yaprak düşer gibi düşer bir dize bende; resim de öyle. Resim yapayım, şiir yazayım diye oturmam, oturmam ama binlerce antenimi açık tutmak için hazıra geçerim her gün. Bilmeden beklerim anlayacağın. İşim bu çünkü benim. Yüz yıldır yaptığım bu. Şiir gibi, bir çizgi düşer önümdeki kağıda. Bellidir sıkılmışımdır şiiri beklemekten. O zaman resmin elinden tutarım ama bu büyük bir sevinç, bir keyiftir. Cennetteyimdir sanki, çizerim, boyarım: dünyalar benim olur. Resmi bugüne değin hep kendim için yaptım, resmimin bilinmesini de istemedim bile. Gizledim, yazmak cehennemi bana yetiyordu. Kısaca, resmi iş edinmedim, su içmek keyif gibi kalsın istedim. ( aslında bu dünyada benim içtiğim su yüz bardağı zor doldurur ). Ama gizleyemedim sonunda resim yaptığımı. Bugün resimlerim çok para ediyor ( bana göre çok ). Niçin böyle diyorum: Nev Galerisi’ndeki bir desenim iki milyar küsur edince şaştım. ( Şimdi katlandı.) Ben çok kolay resim yapardım. Kolay da çizer, kolay boyarım. Ama şimdi durdu. Üç yıldır resim yapamıyorum. Geçenlerde on kartonu masama koydum, onları bir saat içinde çizerim diyordum, işe girdim. Sonunda onu da yırttım attım. Resimden para kazanmam mutsuzluğum oldu benim. Her şey açıktı : On resmi satmak için yapıyordum, galeriler istiyorlardı çünkü. Bu resmin bana vurduğu büyük bir tokat oldu...


SORU : 2


Yıllar önce sizi ilk tanıdığımda sizden ilk etkilendiğim şey; doymak bilmez ‘merak’ duygunuz olmuştu ve nerdeyse her şeye ilk defa bakan bir çocuğun gözleri gibiydi bakışlarınız. Yazının, şiirin ve resmin serüvenci insanı olmak nasıl bir duygudur?..Hayatta her şey sizi çok ilgilendiriyor ve adeta her şeyin bir dili olduğunu düşünüyorsunuz gibime geliyor. Sanırım siz bu hayat okulunun iflah olmaz bir doğa çocuğusunuz. Bu kendine sürgünlük ve dille boğuşmanın cehennemi ne mene bir şeydir?..Siz resim boyarken de aklınızı bir kenara koyanlardan mısınız?..Siz tek başınıza çok kalabalık bir çelebi olmalısınız...Bir dil ustası olduğunuz bilinir. Peki resimdeki dil tanrısı nasıl kışkırtıyor sizi?..Bir nesneye bakarken bir düşe çakılır gibi mi oluyorsunuz?..Çizgilerinize dikkatle bakalım. Eninde sonunda bir lekeye kadar götürüyorsunuz işi. Sanki resmin işine pek fazla karışmıyor, figürü özgür bırakıyor, önümüze yeni bir hayatın o saf coğrafyasını koyuveriyorsunuz. Acaba burada gizli bir gizlemek sanatı mı var yoksa? Yoksa lekenin müziği mi bu? Yoksa çizgideki, lekedeki imgeyi kışkırtmak mı? Sevgili İlhan Berk şiirin gözüyle bakıyorum da resimlerinize aklıma hemen Arthur Rimbaud’un şu dizesi geliyor ve ruhuma yapışıyor: “ Sonunda usumun düzensizliğini kutsal buldum “ ... Siz imge ülkesinin tükenmeyen nefesi olmalısınız.

“ Ben İlhan Berk’in Defteriyim “ diyorsunuz, ben de sürekli canı sıkılan bir evin ruhuyum ama sizin “dokunduğunuz her şey şiire” ve resme dönüşüyor. Ve devam ediyorsunuz : Ben nesnelerin elinden tutmak, onları büyük uykularından uyandırmak, varoluşlarını kanıtlamak, bu dünyanın birer kişileri olduğunu göstermek istiyorum”... Biliyor musunuz siz buna kızsanız da söyleyeceğim işte: Sizi döne döne okumaktan bıkmamak ne güzel şey. Siz benim ustam, en bilge ve en genç okulumsunuz. Ben bu okuldan mezun olmak istemiyorum. “ Suyum ben, bırak gideyim “ demeyin bana sakın... Resim konuşalım... Arkadaşım Aziz Uzun’un değişiyle sorsam: Nasıl bu kadar “ nükemmel “ nü ”ler yapıyorsunuz? Neden nü?..

CEVAP: 2


Dille boğuşmak, bütün şairlerin işi diye bakarım ben buna. Evim, evimiz bizim dil. Benim dille uğraşım konusunda söylesem söylesem bunu derim. Resmimin, şiir gibi sezgiye, duyuma bağlı olduğunu söylüyorsun, bunu bilmiyorum. Şiirimin Resullerin sözleri gibi çok anlamlılık taşısın isterim ben; ama, resimlerimin ise çarpıcı olması ilgilendirir beni daha çok. Ben deformasyonun olmadığı hiçbir resme resim diye bakmam neredeyse. “ Nasıl yapıyorsunuz bu ‘nü’ leri “ soruna gelince, söyleyeyim, ama önce şuraya gelmek istiyorum: Resim üstüne değil ama resmim üstüne konuşmak istemediğimi hep söyledim. Ama niçin? Önce bunu biraz açmak lazım. Ressam sözü beni ürkütmüştür hep. Hugo, Black, D.H. Lawrence, Henry Miller, e.e. Cummings, Henri Michaux da bundan ürkmüştür, sıkılmıştır hiç kuşkusuz. Ben şunu söylegelmişimdir: Resimlerim iyi ise ( ki ben onların resim olduğunu biliyorum, başka türlüsünü de düşünemem ), ressam olmadığım için iyidir. Böyle düşünmemin nedenleri var elbet. Ressam kendini resme vermiş, onun için yaşayan, onun dışında bir dünyanın varlığını tanımayandır. Benim böyle bir kaygım yok. Resim benim dünyam değil. Dünyayı görmeme de engel değil. Resim yapmak beni mutlu ediyor. Hepsi bu. Yazmak ise mutsuzluktur. Kendini mutlu sayan gerçek yazar yazmaz. Benim mutlu olduğum bir tek şey var: Resim yapmak. Miller resim yapmaya ‘ yeniden aşık olmak ‘ diyor. Andre Malraux da yazarların mutsuz, ressamların mutlu olduğunu söyler. Ben hiçbir zaman resim yapayım diye oturmadım. Önümde her zaman kağıtlar olmuştur. Daha doğrusu yürümeyen şiirler. Ayrımına varmadan onlar üzerinde elim gider gelir, çiziktiririm. Beni ilgilendirirse de boyarım. Ya da gerçekten yazacak bir şey olmadığında, okumak da beni ilgilendirmiyorsa, gene ayrımına varmadan koca bir karton alır, çizer boyarım. Resim yaparken korkunç sevinç duyarım. Yeniden dünyaya gelmiş gibi bulurum kendimi. O süre içinde de bitiririm. Gözüm tutarsa kalır, tutmazsa yırtarım. Resmin karşısına bütün kanılarımı atıp çıkarırım. Ne yaptığımı bilmediğim gibi, nasıl bir yolculuk izleyeceğimi de bilmem. Çizgi beni alır götürür. Ona, bir ona bırakırım kendimi. Elimin alıp götürdüğü yeri denetlemem, düzeltmem, bırakırım. Bütün o çıplaklar ( figürler ) böyle kendiliklerinden düşerler kağıtlara. Boya da öyle. Hiçbir boyanın, ışığın yerini merak etmedim. Önümde ne varsa onu kullanırım. Rastlantısal. Tutmazsa ( ki bunu hep yaşadım ), yırtarım. Duygular, tutkular, çoğunda ölümcül tutkular tutar elimden (ölümcül sözcüğünden o kadar korkmayalım, yaşamak da o kadar büyük, yeni bir şey değildir). Kıvranırım, sevmek gibi bir şey ( sevmek de ölümcüldür. ) Çıplakların dışa vurumculuğunu ben bilmem. Ama resimsel bir şey söylemem istenirse, beni yalnız ve yalnız deformasyon ilgilendirmiştir. ( Deformasyon, gerçekten daha gerçek de ondan belki).

Her şey kendiliğinden oluyor: Çıplaklar oradan oraya koşuyor, uçuyor, yürüyor, uzanıyorlar. Bir araya gelmeleri, dağılmaları, kolları, bacakları, havada daireler çizmeleri, hep hep bilmeden, düşünmeden birer birer gelip yerlerini alıyor. Bir de bakıyorum ki bir halka, bir dünya kurmuşlar, o dünya içinde koşuyorlar, takla atıyorlar. Bütün bunlar bilgimin dışında oluyor. Ben resmi bilmem derken de bunu demek istiyorum. Bildiğim, biriktirdiğim bir şeyler varsa, onları da dışladığımdan, resimle yalnız kalırım. Tam bir çıplaklık içinde sürdürürüm işimi. Hep düşsel imgeler gelir, öylece de giderler. Kısaca onları ben, hayaletler, düşler diye tanımlarım. Varla yok arası varlıklar. İsterseniz idealar da diyebilirsiniz. İdealar şairlerin sevgili kullarıdır. Vazgeçemedikleridir. Bağışlansın bu bizlere!.. Resmin dışında ( içinde de )
serüvenlerini sürdürüp sürdürmediklerini ben de çoğu zaman sizin gibi merak ettim; etmedim diyemem. Ama onların yaşamlarına karışamam artık. Onları yeterince tanıdığımı zaten söyleyemem. Geldiler, gittiler. Gelmeleri gibi gitmeleri de beni sevindirmiştir. Hem uzaylılar onlar, kendi yasaları var uzayın. Bunu bilmek yeter. Şimdi bütün bunlardan sonra gelelim soruna: Niçin ‘çıplaklar ’ yaptığımı hep sorarlar. Ben de: ‘ Elim nereye ben oraya ‘ derim. Bunu hiç bilmiyorum. Benim elim kurulu gibi hep kadınları çizmiştir. Yaptığım resimler zaten hiç akılla ilgili değildir. Beni şimdi ressam olarak görüyorlar ama ben öyle görmüyorum kendimi. Çünkü ben bir ressam gibi çalışmıyorum. Daha çok bir şair gibi çalışıyorum. Bu bakımdan resim üzerine konuşmak da istemem. ‘ Bir şair olarak şiir-resim ilişkisini değerlendirir misiniz ’? Söz mü resim mi yani? Her ikisi de akılla yarım yamalak ilgili şeyler. Ama resimde daha da bırakıyorum aklımı. Bu önemli. Bunu şurdan anlıyorum: bir resmi bitirdiğimde bakıyorum ki koca bir vücutta fındık kadar bir kafa kullanmışım. Bana elim egemen oluyor. Elim beni nereye götürürse oraya gidiyorum. Hatta şiiri de böyle yazmak isterdim. Bu iki alanda kullanılan akıl, başka bir akıldır diyebilirim. Yani yarım yamalak bir akıl. Resmi de yarım yamalak bir akılla çizdiğimi söyleyebilirim. Elimden resim bitmiş çıkar, ama kalıp kalmayacağına gene onlar karar verir. Tam dediğim bir resim bir süre sonra baktığımda olmamıştır, düzeltmeye kalkmam, yırtarım. Ben onunla yaşamışımdır, aynı yaşamaya yeniden girmem. İstanbul üzerine dört resim yaptım, kaosu çizmedim. Kaosu çizmeyi denedim. Manzara beni ilgilendirmiyor.Ya da manzaraya kaos olarak bakıyorum. Öyle görüyorum. Ölüdoğaya, nesnelere büyük bir tutkum var, ama onlara nedense uzanamıyorum. Hem resim benim açılmayacak, açılmaması gereken gizli bir alanım: Çok bana özgü, çok benim. Her şeyimi ortaya dökmüşüm gibi, üzgün olduğumu gizleyemeyeceğim.

SORU: 3


Sevgili şair dostum Orhan Alkaya’nın bir sözü vardır ve pek hoşuma gider, doğru da bulurum o sözü. Şöyle söylüyor : “ Dokunduğumuz yerde hayat vardır, mesele yaşantıyı kurabilmekte”...Yani şunu öğrenmeye çalışıyorum sevgili İlhan Berk. Resim ve şiir sadece öğrenilebilir bir şey olsaydı ne kadar çok şair ve ressam olurdu diye düşünüyorum. Bu ülkede şiir yazmanın çok kolay olduğunu sanan bir yığın insan var. Siz bu konularda ne düşünüyorsunuz? Merak ve heves birbirine karışmış, sanat oyunla bir tutuluyor sanki...Kim söylemişti unuttum : “ Şiir biraz da söylememektir “ diye...Sanki sizin resimlerinizde de var bu duygu. Şiirlerinizle resimleriniz arasında bir ahenk akrabalığı olduğunu söyleyebilir miyiz? Balthus geliyor aklıma. Onun 90’lı yaşlarda resim yaparken bir fotoğrafını görmüş ve saklamışım. Neden Balthus’la sizi yan yana düşündüm?.. Yarı rüyada, dalgın kızların da resimlerini yaptığı için mi bilemiyorum fakat sizin “nü”lerinizde erotik bir ziyafet de hissediliyor alttan alta. Balthus’la yapılan bir söyleşide neden “hafifmeşrep kızlar, kadınlar çiziyorsunuz “sorusuna “ Ben meleklerden başkasının resmini yapmadım! “ cevabını vermiş. Ya siz nasıl cevap verirdiniz?.. Dünyayı yazı, şiir olarak ya da resim olarak mı kavrıyorsunuz?..Bildiğiniz şeylerdeki o ‘giz’ duygusu çok hoşuma gidiyor. Ve siz kazıbilimci gibi, bir simyacı gibi çok çalışıyorsunuz o az bulunan has şiiri gün ışığına çıkartabilmek için. Aslında size soru sormaktan da hep korkarım nedense?..Belki de istediğim anlamda “sıkı okur“ olamadığımdandır?..En iyisi sizin bir sözünüzü buraya alıp rahatlamak...” Arada bir özne kendini bırakmalı, başıboş dolaşmalı, sarhoş olmalı, kendinden geçmeli diyorum. Kısa sürelerle de olsa nesne öznenin yerini almalı”...Valla sizin yazı ve şiirlerinizi okuduğumda dil madeni bulmuş gibi seviniyor, resimlerinizle kendimden geçiyorum. Benim işim çok zor sevgili İlhan Berk!..Sahi ne demişti Kleist : “ Kubbe çökmez; çünkü bütün taşları ayna anda yere düşmek ister “...


CEVAP- 3


Sevgili Engin, ‘ Şiir biraz da söylememektir ‘ gibi benim de şöyle bir sözüm vardır: “ Şiir sözcüklerle söylenmez, olanı söylemektir “ diye. ‘Biraz’a gelince ben onu da atıp ‘daha çok’u koymak isterim. Sorunun bir kısmını önceki soruda verdim. Şu ‘ giz ‘ sorusuna gelince: Giz duygusu, gizin kendisi bizim her şeyimizdir. Anlatmak istemenin bin türlüsü vardır. Ama asıl anlamlı olanı da bu giz dediğin duygudur. Giz anlatmamakta yatar. Onu yakalamak da biz şairlerin işidir.Anlam belasını şiirin baş öğesi gibi görmek beni hep deli etmiştir, anlam yok olmadıkça hiçbir yere varılmaz. Ne diyor Mallarme: “Anlam şiirin dörtte üçünü götürür “. Bu anlaşılmadıkça şiirden söz etmek nerdeyse olanaksızdır. Benim savaşım anlam üstüne olduysa bu yüzden olmuştur.


SORU: 4


Sevgili İlhan Berk, “ Güzel bir kadının fısıltısı, göreve çağrılmanın gök gürültüsüdür “ der Picasso!..Siz ne dersiniz?..Bana göre, bence şiir ve resim yani sanat her zaman içinde ruh gençliği barındıran bir uğraş. Sizce aşk yaşıyor mu hala?..Bu tuhaf ve şizofren çağımızda ‘aşk meleği’ işsiz mi kaldı acaba?..Ruhunuzdaki sahil denizle sevişiyor adeta...Sizin yazı ve çizgi büyücüsü kalbiniz sabahtan akşama kadar bir kuş gibi ötüyordur...Siz yazıya çoktan geçmişsiniz ve dil eviniz olmuş...Yeni bir şiirinizi okuduğum zaman, bahçemdeki sis dağılıyor ve ruhları çöle dönmüş kadınların boynundan nehir akıyor...Size sorular düşünürken aklıma sevgili Mustafa Irgat geliyor...” Kanatlı At “ kitabınızı yayına o hazırlamış sanırım ama benim için en önemli özelliklerinden birisi resim yapmasıydı Mustafa Irgat’ın ve sergi açmıştı...Yaşasaydı resimleriniz üzerine neler söylerdi kim bilir?..Sahi bugünlerde “ elinizi sürdüğünüz her şey resme mi dönüşüyor” yoksa?..” Şair olunmaz, doğulur “ sözüne inanılmaz katılıyorum. Bu arada Oktay Rifat’ı da sevdiğinizi biliyorum. Ben Oktay Rifat’ın yaptığı resimleri görünce çok sevinmiştim. Sizin resimleriniz de ise başka bir ruh hali var sanki. Sizin değinişinizle “ Ben aykırıyım, kendimle bir uzlaşmam yoktur “ tadını da alıyorum resimlerinizden...Sevgili İlhan Berk bilginin mekanikliği zaman zaman sıkıntı veriyor bana. Açıkçası erdemin trajedide yattığına inanmak geliyor içimden. Ben “ galile denizi’nin içine girip, resmin derinliklerinde kulaç atmak istiyordum. Ve bir İstanbul’lu olarak yüzme bilmediğimi anladım...Evet, ne demişti Diego Rivera : “ Düşlerim benim asıl gerçeklerimdir, gerçekler ise benim için sadece birer fantezi “...Yıllar önce yazmıştım. Kırmızı geveze, mavi uyumsuz, Nietzsche siyah, İlhan Berk gri; sanki şiirlerini “kül”e banarak yazıyor, şiirin, dizenin “ altın çağı “ kalıyor elimizde... İmge göçmen bir kuştur, parlayıp döner dilimizde, haziran sarısı bir aşkın ellerinden tutulur da rüyası aydınlanır gecesi açık unutulmuş kadınların...Sahi siz kaleminizi, fırçanızı neye banarak yapıyorsunuz resimlerinizi?..


CEVAP: 4


Aşka, “ aşk yaşıyor mu hala ” soruna gelince: Ben ‘aşkı şairlerin yarattığını’ söyledimdi bir yerlerde. Hala da öyle diyorum. Yaşamıyor diyemeyiz her şeyden önce. Bu bizim suçumuz olur önce sonra da onu koruyamadığımız, bakamadığımızdır. Bunu anlarım işte: Evet, aşkı koruyamadığımız, bakamadığımız doğru. Aşk boyuna yenilenmek, özellikle de derinleşmek ister doğası gereği. Artık ateşleyemiyoruz aşkı, fırtınalar çıkaramıyoruz onun için.Bu bir gerçek ve suç bizim... Mustafa Irgat’la , Oktay Rifat’ın resimleri konusuna da dokunayım. Irgat’ın resimleri beni hep ilgilendirdi beni. Şiiri gibi resmi de baştan ayağı Irgat. Mustafa Irgat’ın şiirlerini gün ışığına çıkarmalıyız, Ece ile ilgisi yok onun. Aynı toprağı işliyorlar, o kadar. Oktay’ın resmine bakamıyorum daha, anlamıyorum, yanılmayı isterdim.


SORU: 5


Daldan dala konduğumun farkındayım fakat şiir de, resim de, aşk da dalında güzel öyle değil mi sevgili İlhan Berk?.. “ Bir kaya ressamı Berk, bir mağara sanatçısı “ diyor ya Enis Batur...Ki ben sizin o serginize gitmiştim. Enis Batur’un o nefis Türkçe’siyle okuduğum metnin ve sizin desenlerinizin estetik tadını unutamıyorum. Enis Batur size adeta şiir yazmış. Ve sizin “ kağıdı bile ten sandığınızdan “ söz etmişti de ben çarpılmıştım bu sözüne...Siz resmi yaparken, oluştururken ‘aklınızı bir kenara koyduğunuzu’ söylersiniz hep. “ Hep yalnızlığı seçerek yürüdüm, hep çıkmaz sokaklarda, hep yıka yıka kendimi ”... diyorsunuz...Siz nasıl böyle her şeyi koklayarak, didik didik ederek, dokunarak, başka boyutların kalbini okşayabiliyor sunuz?.. Sizdeki erotizm ateşi sanırım Tanrıların sevişmesi gibi...Siz batık definelerin nerede yaşadığını da mı biliyorsunuz?..Siz resimlerinizle uzun bir gövdenin gürültüsünü mü dindiriyorsunuz yoksa? Sevgili İlhan Berk bu aralık ayında uluslararası resim fuarında kişisel bir serginiz olacak...Büyük resimler çalıştığınızı biliyorum. Biraz da bu konuda konuşalım ne dersiniz?.. Goethe’nin bir sözü vardır, sizin resimlerinizi düşünürken geldi aklıma : Öznede ne varsa nesnede de vardır, hatta fazlasıyla “ der... Ya Sartre’ın bu sözüne ne buyurursunuz?.. Sanki adeta sizin için söylemiş : Nesnelerin, o

adlandırılamayanların arasındayım, yapayalnız, kelimesiz, güçsüz olan beni kuşatıyorlar, altımı, üstümü, ardımı dolduruyorlar. Bir şey istedikleri yok, kendilerini kabul de ettirmiyorlar; şuradalar sadece”... Resimlerinizdeki imgelerin hayatından, ruhundan öpüyor ve bu sıcacık söyleşi için size gönül dolusu teşekkür ediyorum...

CEVAP: 5


Enis Batur’un “ kağıdı bile ten sandığından “ sözünde büyük bir gerçek buluyorum. Ben resmi bütün vücudumla yaparım. Fırça kullanmadım ben. Kullandığımı söyleyemem. Baş parmağımla boyarım ben resmi büyük ustam Chardin gibi...Araya (gövdemin kendisinin dışında ) hiçbir şey sokmam, boya hariç. Şiirle, resimle sevişirim ben. Andre Breton ne diyor: Şiir yatakta yapılır. Benim için de aynen böyle...



21 Ekim 2010 Perşembe

Seni Sevdim Bu Akşam / Cemil Yüksel


seni sevdim bu akşam senin haberin yoktu
dalından yerçekimini döverek kurtulan bir elma
en güzel koparılma sesiyle kendini gerçekleştiriyor
avucunda fırlatılmayı bekleyen misketler gibi
eksildiğini söylüyor birileri kan kaybından
öyle

seni sevdim bu akşam senin haberin yoktu
dokunmanın göğünde diz çökmüş ürperişler 
onarıyor bir papatyayı güneşi az görmüşlüğünde
evet şimdi ne bulsa aşkla tamam diyor
en çok neresinden tutulduğunda apayrı duran
öyle

seni sevdim bu akşam senin haberin yoktu
aniden durdurulmuş bir araba gibi köprü üstünde
hırsından hızlıca çekilmiş bir perdenin sarsıntısı
suda toplanan balıkları irkilten bakışın sesiyle
şiire başlarken masadan kaçışması gibi kelimelerin
öyle

seni sevdim bu akşam senin haberin yoktu
suyla, bir şey gibi, hatırlamakla yine de unuttu
eşya ve sesler bırakılıp katıldılar yaşamaya
ağırlığınca toprak kum çakıl aldılar yeni şeklini
bir taş koptu mesela bir kayadan yüklenince
öyle

açılmış bırakıldı her şey sonuna kadar
önce üzgün yerlerim başladı usulca bırakmaya
her şeye soğuk taşınmış ve nar kırılmıştı üzerinde
açıklanabilir halin gibi vurdu dudakların öpmeyle
bir baloncunun elinden kaçırması gibi balonlarını
öyle

15 Ekim 2010 Cuma

Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali


 "Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalandır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp  kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sükûtu, ne inkisar kalır... Bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur... "

2 Ekim 2010 Cumartesi

Nasıl / Cemil Yüksel


ben dünyaya nasıl geldim nasıl oldum
hayretler içindeyim, üç kişi birden
sert kayaların soluduğu nefes nefes
kan damarlarında mı büyüdüm şimdi ben
hâlâ aklım almıyor göz çukurlarında mı
aşkla tutunduğun divân nasılda alev alev
hayret o şansı kim bağışladı bana
aklım almıyor bir öpüşmeye bunca davet
nasıl oldu da bir çocuk büyüdü benden
oyuncaklarını binlerce kez ters düz eden
sonra tekrar yeniden kuran yıkıntılarını
en güzel yataklar da sevince kuş tüyü
ne buldu hem denizler akmanın rehavetinde
ben dünyaya nasıl geldim nasıl oldum
duysam birazcık duymaz olur muyum
kulaklarımı buzla soğutuyorum nasıl

evde doğmuşum çarşafları sallandıran gürültüyle
iki kıtaya yaslar gibi bacaklarını o şişkinlikle
ilk beni doğurmuş annem, çığlıklarına öykünmüşüm
oyundan kaçılmaz demiş yakalamış ebe
yaz kıyafetleri üzerimde utangaç boyuna
babam erkek çorapları satardı pazarda
yüreğimiz kadar bir tezgahta hem de nasıl
âdetleri gibi yerleşik bir tavırdı kadınlar, seçerlerdi
en uygununu yakıştırmak için kocalarına
kendilerine seçtikleri ise sıyırıldı durmadan
koparılmadık elma bırakmam kendimden
kulaklarımı buzla soğutuyorum nasıl

ben dünyaya nasıl geldim nasıl oldum
hayretler içindeyim, dişlerimi çektirmeye bile gidiyorum
oldum mu bir kitabı taşla açıyor görünürken
iki kişinin birden yaptığı belki de gündüzde
kum sızıyor yapışkan ıslak ama nasıl?

kabul et artık, nereye tutunsam
yangın için verilmiş, o ilk alarm.