5 Mayıs 2011 Perşembe

Fazla Karıştırma / Alberto Moravia

AGNESE, "Cehennemin dibine kadar yolun var!" bile demeksizin böyle çekip gitmektense bana haber verebilirdi. Kusursuz olduğumu iddia etmiyorum, ama bana neyin özlemini duyduğunu söyleseydi, üzerinde konuşabilirdik. Oysa tam tersine, iki yıllık evlilikten sonra bir tek kelime bile etmeksizin, üstelik bir sabah benim evde olmadığım bir anı kollayarak gizlice çekti gitti, tıpkı daha iyi bir ev bulan hizmetçilerin yaptığı gibi. Çekti gitti ve ben hâlâ beni bırakıp gittikten altı ay sonra bile nedenini anlamış değilim.
O sabah, semt pazarında alışveriş yaptıktan sonra (alışveriş yapmak benim çok hoşuma gider, fiyatları öğrenirim, ne istediğimi bilirim, pazarlık etmek ve konuşmak, yiyeceklerin tadına bakmak, onlara dokunmak bana keyif verir, bifteğin hangi hayvandan, elmanın hangi bahçeden geldiğini bilmek isterim), yemek odasındaki perdeye dikmek için bir buçuk metre püskül almak üzere yeniden dışarı çıktım. Gerektiğinden fazla harcamak istemediğimden, Umiltâ soka­ğındaki küçük bir dükkânda aradığım püskülü bulmadan önce epey dolaşmıştım. On biri yirmi geçe eve döndüm, yemek odasına girdim, amacım püskülün renginin perdeye uyup uymadığına bakmaktı, girer girmez masanın üzerindeki mürekkep hokkası, kalem ve mektubu gördüm. Doğruyu söylemek gerekirse, ilk fark ettiğim şey masa örtüsündeki leke oldu. "Şuraya bak, ne pasaklı... örtüyü lekelemiş," diye düşündüm. Hokkayı, mektubu ve kalemi kaldırıp örtüyü aldım, mutfağa gittim ve limonla bastıra bastıra ovalayarak sonunda lekeyi çıkardım. Sonra yemek odasına döndüm, örtüyü yerine koydum, an­cak o anda mektubu hatırladım. Bana yazılmıştı: Alfredo. Mektubu açtım ve okudum: "Temizlik yaptım. Öğlen yemeğini kendin pişir nasılsa alışıksın. Elveda. Ben annemin evine dönüyorum." Bir an hiçbir şey anlamadım. Sonra mektubu tekrar okudum ve en sonunda anladım: Agnese iki yıllık evlilikten sonra beni terk etmiş, çekip git­mişti. Her zamanki alışkanlığımla, mektubu diğer mektupları ve fa­turaları koyduğum komodinin çekmecesine koydum, pencerenin ya­nında bir sandalyeye oturdum. Ne düşüneceğimi bilemiyordum, bu­na hazır değildim ve olan bitene inanamıyordum. Bunları düşünür­ken, gözüm yer döşemesine takıldı ve küçük beyaz bir tüy gördüm, herhalde Agnese toz alırken fırçadan kopmuş ve yere düşmüştü. Tüyü aldım, pencereyi açtım ve dışarı attım. Sonra şapkamı aldım ve evden çıktım.
Yürürken kötü bir huyum vardır, kaldırımın bir karesine basar, diğerine basmadan geçerim, yine böyle yaparak bir yandan yürüyor, bir yandan da kendi kendime, Agnese'nin beni yaralamak ister gibi, haince çekip gitmiş olması için ona ne yapmış olabileceğimi soruyor­dum, ilk aklıma gelen, Agnese'nin ufacık bile olsa beni ihanetle suç­layıp suçlayamayacağı oldu. Hemen cevapladım: Asla. Zaten kadın­larla çok fazla ilişkim yok, onları anlamam, onlar da beni anlamaz­lar, üstelik evlendiğim günden beri, benim için artık var olmadıkları söylenebilir. Bu konuda Agnese beni sık sık kışkırtmaya çalışırdı: "Eğer başka bir kadına âşık olursan ne yaparsın?" diye sorardı. Ben de, "İmkânsız; seni seviyorum ve bu duygu ömür boyu sürecek," di­ye yanıtlardım.
Şimdi, tekrar düşündüğümde, o "ömür boyu" sözcüğünün onu mutlu etmediğini, aksine, suratını astığını ve suskunlaştığını hatırlar gibi oldum. Konuya tamamen farklı bir açıdan bakmayı deneyerek Agnese'nin beni para yüzünden, yani para konusundaki davranış bi­çimim yüzünden bırakmış olup olmadığını irdelemek istedim. Ama hu kez de vicdanımın rahat olduğunu fark ettim. Para söz konusu ol­duğunda, doğru, ona çok fazla para vermiyordum ama paraya ne ihtiyacı vardı ki? Ben her zaman yanındaydım, ödemeye hazırdım. Davranış biçimime gelince, pek de kötü sayılmazdı: Siz değerlendi­rin biraz. Haftada iki kez sinema, iki kez kafe, üstelik ister dondur­ma yesin, ister sadece kahve içsin, bunun hiç önemi yoktu, ayda iki tane magazin dergisi, her gün gazete; kışın opera bile; yazın Marino' ya, babamın evine sayfiyeye. Bunlar eğlence için harcananlar; elbiselere gelince, Agnese'nin bu konuda şikâyet etme ihtimali daha azdı. Herhangi bir şeye ihtiyacı olduğunda, bir sutyen, bir çift çorap ya da bir eşarp ben hep hazırdım. Onunla birlikte mağazalara gider, onunla birlikte gerekeni seçer, hiç itiraz etmeksizin ödemeyi yapardım. Aynı şey terziler ve şapkacılar için de geçerliydi. Bana, "Bir şapkaya ihtiyacım var, bir elbiseye ihtiyacım var," dediğinde, "Hadi gidelim, sana eşlik edeyim," diye yanıtlamadığım an olmamıştır. Ay­rıca, Agnese'nin güç beğenir bir tip olmadığını da kabul etmek gerekir: Evliliğimizin ilk yılından sonra, kendine elbise yaptırmaktan ne­redeyse tamamen vazgeçti. Hatta bazen, o ya da bu giysiye ihtiyacı olduğunu hatırlatan ben olurum. Ama o geçen yıl aldıklarının yeterli olduğunu, eksik şeyleri umursamadığını söylerdi, öyle ki ben sonun da, bu yönü ile diğer kadınlara benzemediğini, iyi giyinmek gibi bir kaygı taşımadığını düşünmeye başladım.
Yani gönül ve para işi değildi bu iş. Bir tek avukatların karakter uyuşmazlığı dedikleri seçenek kalıyordu. Kendi kendime, iki yıl içinde tek bir tartışma bile yaşamadığımıza göre, bir tek küskünlük bile olmadığına göre, ne tür bir karakter uyuşmazlığından söz edilebileceğini sordum. Her zaman birlikteydik, eğer böyle bir uyuşmaz­lık söz konusu olsaydı, ortaya çıkardı. Üstelik Agnese bana hiç itiraz etmezdi, hatta hiç konuşmadığı bile söylenebilir. Bazen kahvede ya da evde olduğumuz gecelerde, güç bela ağzını açardı, hep ben konu­şurdum. İnkâr etmiyorum, konuşmak, dinlenmek benim hoşuma gi­der, özellikle içli dışlı olduğum biriyle birlikteysem. Sakin, düzgün, inişsiz çıkışsız, akılcı, akıcı bir biçimde konuşurum ve ele aldığını konuyu baştan sona tüm yönleriyle değerlendiririm. Tercih ettiğim konular ise ev işleriyle ilgili olanlardır. Fiyatlar, mobilyaların düze­ni, mutfak, termosifon, özetle saçma sapan şeylerden söz etmekten hoşlanırım. Bunlardan söz ederken hiç yorulmam; öylesine büyük bir keyifle konuşurum ki, sık sık aynı yönleriyle konuyu en başından tekrar ele aldığımı fark ederim. Bir kadınla konuşulması gereken ko­nular bunlar değil midir? Başka neden söz etmek gerekir ki? Ayrıca Agnese beni dikkatle dinlerdi, en azından bana öyle gelirdi. Sadece bir kez, ona elektrikli şofbenin nasıl çalıştığını anlatırken uyuyakal­dığını fark ettim. Onu uyandırarak, "Ne oldu? Sıkılıyor musun yok­sa?" diye sorduğumda, "Yok, yok, yorgunum, dün gece hiç uyumadım," diye cevaplamıştı.
Genellikle kocalar ya ofislerine, ya dükkânlarına giderler, yapa­cak hiçbir şey bulamazlarsa arkadaşlarıyla gezintiye çıkarlar. Ama Agnese benim için her şeydi, ofisim, dükkânım, arkadaşlarım. Onu bir dakika dahi yalnız bırakmıyordum, belki şaşıracaksınız, ama ye­mek yaparken bile yanından ayrılmıyordum. Mutfak işlerini çok se­verim ve her gün, her öğünden önce, bir önlük takar ve Agnese'ye yardım ederdim. Hemen hemen her işten birazcık yapardım: Patates­leri soyar, fasulyeleri ayıklar, sebzeleri ve etleri doğrar, yemeklere bakardım. Ona öylesine kusursuz bir biçimde yardım ediyordum ki, bana, "Bak, sen yap... başım ağrıyor... biraz uzanacağım," derdi. O zaman yemeği kendi başıma pişirirdim, hatta yemek kitabı sayesinde yeni şeyler denemeye de başlamıştım. Ne yazık ki Agnese iştahlı biri değildi; hatta son günlerde iştahı iyice kesilmişti ve neredeyse yemeklere hiç dokunmuyordu. Bir kez bana şaka olarak, "Erkek doğ­makla yanlış yapmışsın... sen bir kadınsın... üstelik tam bir ev kadı­nı," demişti. Bu söylediklerinde doğru bir yan olduğunu kabul et­mem gerek: Gerçekten de yemek pişirmenin dışında, yıkamak, ütü­lemek, dikiş dikmek ve hatta boş zamanlarımda tülbentlerin kenarla­rını oyalamak çok hoşuma gider. Daha önce de söylediğim gibi onu hiç yalnız bırakmıyordum: Bir arkadaşı ya da annesi geldiğinde bile; hatta nereden aklına geldiyse bilmiyorum, İngilizce dersleri almaya karar verdiğinde bile, ben de bu zor dili öğrenmeye çabalamıştım. Ona o kadar yapışmıştım ki, bazen kendimi gülünç hissettiğim bile oluyordu; bana bir kafede, alçak sesle söylediği şeyi iyi anlamadan, onun peşine takıldığım ve girmeye çalıştığım yerin kadınlar tuvaleti olduğunu bana görevlinin hatırlattığı o gün olduğu gibi... Sık sık ba­na, "Şuraya gitmem gerekiyor... Seni ilgilendirmeyen falanca kişiyi görmem gerekiyor," derdi. Ama ben ona, "Ben de geliyorum... Zaten yapacak bir şeyim yok," derdim. Bu yanıt üzerine, "Benim için, gel­sen de gelmesen de fark etmez, ama seni uyarıyorum, sıkılırsın," der­di. Oysa hayır, hiç sıkılmazdım, sonra ona bunu söylerdim: "Gördün mü, sıkılmadım." Uzun lafın kısası, yapışık ikizler gibiydik.
Bunları düşünerek ve Agnese'nin beni niçin terk ettiğini kendi kendime sorarak, babamın dükkânına vardım. Minevra Meydanı ya­kınlarında kutsal eşyaların satıldığı bir dükkândır. Babam hâlâ genç bir adam: siyah kıvırcık saçlı, kara bıyıklı bir adam ve bıyıklarının altında asla ne anlama geldiğini çözemediğim bir gülümseme. Kim bilir belki de rahipler ve dindar kişilerle birlikte olmaya alıştığından, tatlı mı tatlı, sakin ve iyi huyludur. Onu iyi tanıyan annem aslında çok sinirli olduğunu, ama göstermediğini söyler. Her neyse, kutsal cüppeler ve ayin taşlarıyla dolu vitrinlerin arasından geçerek doğru­dan yazı masasının bulunduğu depoya girdim. Her zaman olduğu gi­bi, bıyıklarını ısırarak ve düşünerek hesap yapıyordu. Ona nefes ne­fese, "Baba, Agnese beni terk etti," dedim. Gözlerini kaldırdı, bana bıyık altından gülümsüyormuş gibi geldi; ama bu bir kuruntudan iba­ret olabilir. "Üzüldüm, çok üzüldüm... nasıl oldu?" dedi.
Ona neler olduğunu anlattım. "Tabii ki çok üzgünüm... Ama tek bilmek istediğim beni niçin terk ettiği," diyerek sözlerimi bitirdim.
Şaşırmış bir halde, "Anlamıyor musun?" diye sordu.
"Hayır."
Bir an sessiz kaldı ve bir solukta, "Alfredo, üzgünüm, ne söyle­yeceğimi bilemiyorum... Sen benim oğlumsun, senin gereksinimleri­ni karşılıyorum, seni seviyorum... Ama karınla ilgili sorunları kendin çözmelisin," dedi.
"Evet ama niçin beni terk etti?"
Kafasını salladı: "Senin yerinde olsam bu işi fazla karıştırmam... Boş ver... Nedenlerini bileceksin ne olacak?"
"Benim için çok önemli... Her şeyden çok."
O anda içeriye iki rahip girdi; babam ayağa kalktı ve onları kar­şılamaya gitti, bu arada bana, "Daha sonra gel... Konuşuruz... Şimdi işim var," dedi. Ondan başka bir şey bekleyemeyeceğimi anladım ve çıktım.
Agnese'nin annesinin evi uzak değildi, Vittorio Caddesi'ndeydi. Ayrılışının sırrını bana açıklayabilecek tek kişinin Agnese'nin bizzat kendisi olduğunu düşündüm ve ona gittim. Merdivenleri koşarak çık­tım, beni salona aldılar. Agnese'nin yerine annesi geldi, tahammül edemediğim bir kadındır, o da esnaf, siyaha boyanmış saçları ve al yanaklarıyla sahte, sinsi gülümsemesiyle tahammül edilmez bir tip. Sabahlıklaydı. Göğsünde bir gül vardı. Beni gördüğünde sahte bir ki­barlıkla, "Ooo, Alfredo, hangi rüzgâr attı seni buralara?" dedi.
"Neden geldiğimi biliyorsunuz anne. Agnese beni terk etti."
O sakin bir biçimde: "Evet, burada... Evladım: Elden ne gelir, böyle şeyler oluyor."
"Nasıl böyle söyleyebilirsiniz?"
Bir an bana baktı ve, "Sizinkilere söyledin mi?" diye sordu.
"Evet, babama."
"O ne dedi?"
Babamın ne söylediği onu ne ilgilendirirdi ki? Keyifsizce yanıtladım: "Babamı bilirsiniz... Fazla karıştırma, diyor."
"Doğru söylemiş evladım... Fazla karıştırma."
"Ama," dedim, yaram yeniden depreşmişti. "Niçin beni bıraktı? Ona ne yaptım? Niçin söylemiyorsunuz?"
Sinirden titreyerek konuşurken, gözüm masanın üzerine takıldı. Masanın üzerinde, tam ortası beyaz nakışlı bir örtü ve nakışın üzerin­de kırmızı karanfillerle dolu bir vazo vardı. Ancak örtü iyi ortalanmamıştı. Ne yaptığımı düşünmeksizin, mekanik bir biçimde, vazoyu kaldırdım ve örtüyü ortaladım. Bu sırada Agnese'nin annesi bana gü­lümseyerek bakıyor, soruma yanıt vermiyordu. Bu hareketi yaptıktan sonra: "Bravo... Şimdi örtü ortalandı... Ben farkına varmamıştım bi­le, ama sen hemen gördün... Bravo... Şimdi gitsen iyi olur evladım."
Ayağa kalktı, o arada ben de kalktım. Agnese'yi görüp göreme­yeceğimi sormak istiyordum, ama faydasız olduğunu anladım; onu görürsem, serinkanlılığımı yitirip aptalca bir şey yapmaktan ya da söylemekten korkuyordum. Sonunda oradan ayrıldım ve o günden beri karımı görmedim. Kim bilir belki bir gün, benim gibi bir koca­nın kolay bulunmayacağını anlayarak geri döner. Ama neden beni terk ettiğini söylemeden, eşikten adımını atamaz.

ÇEVİREN:    BETÛL    PARLAK

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena

,
XVII
Kari, aklın dışarıdan tesir eden kuvvetlere tabidir. Duygu­ların bu tesirden yakasını zor kurtarır. Zira, zaten cemiyet demek, " birbirine gilzi ve aşikâr bir takım hislerle bağlı ve bu bağlılığın yarattığı bir teessür kuv­veti » demektir. Sen ondan ken­dini kolay kurtaramazsın! Büyükler, bu kuvvete boyun bükenler değil, bu kuvvete yeni hisler ve yeni fikirler vererek eskimiş ve bu sebepten gevşemiş olan bağları, bu yeni tılsımla kuvvetlendiren kimselerdir. Bunlar, medeniyetin ve insanlığın efendileridir. Zira, bunlar, kendi ahlâk ve mefkürelerini, kendi kan ve sinirlerin­den gelen his ve ihtirasları, ce­miyetin dimağına sıvamış ve bir Allah gibi geriden ve bazen içe­riden, bir baş dönmesine tutulan kitlenin yeni manzarasını sey­retmek saadetini tatmışlardır.

XVIII
İşte hayat budur. Derinden yaşamak, geniş ve yüksek yaşa­mak, kendisinde hayatın bu kuv­vetlerini, bu çeviren, değiştiren, kuvvetlerini bulmak ve tatmak demektir. İşte böyle anladığım bir hayatın temellerine uygun olmayan her arzu, her ahlâk tehlikelidir. Eski kanun ve kai­denin çerçevelediği emirler ve nehiler yaşamak kutretini da­ğıtır, irademizi eritir. Kari, bu âlemde mutlak olan hiç bir şey tanımıyorum. Bu sebepten, seni asırlardan beri " Şöyle olacaksın ve böyle yapacaksın! „ diyen hareketsiz ve tekâmülsüz emir­lere itaattan menediyorum.
Bunun için yaşayan dinlere değil, içinden gelen dine, pey­gamberlerin Allahına değil, kendi gönül verdiğin ülkünün Allahına inanacaksın I Her hareketin et­rafındakiler için olacak ve fakat hiç bir emri ve hareketlerinin hiç bir kumandasını hariçten almıyacaksın!

XIX
Hür bir vatandaş, demokrat bir vatandaş, içinde bu taassupsuzluğu duyan ve doğru bildiği fikir ve hareketler uğrunda ken­dini feda etmekten çekinmiyen insandır! Bunu çok evvel sezdi­ler; üstadım Buda, " kendi meşaleniz ve merciiniz kendiniz olunuz! yegâne meşaleniz ve merciiniz hakikat olsun! „ dedi.

XX
Bir nehir, ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar çok kolları ve ne kadar süratli akışı olursa olsun, denizlere karıştıktan sonra artık isim ve mahiyetini kaybeder. Denizler böyle, her biri başka başka büyüklükte, başka başka genişlik ve çabuklukta akan bin­lerce nehri yutarlar, öyle iken ne denizin tadı değişir, ne de nehirle­rin deniz içinde ismi ve adı kalır, Cemiyet merkezi önünde fertler de böyledir. Bir defa onun içine atılmasın, bir defa onun içine karışmasın... Bu takdirde ferdin ne „ ismi  kalır, ne de   yaptığı işten eser. Öyleyse, kariim, ona içinden değil kenarından baka­caksın; ve ortasında, ancak bü­yük gemiler gibi dolaşacaksın. Onun üzerinde her çeşit fırtına­dan sarsılmaksızın yoluna gitme­ğe çalışacaksın! Bazan bir rüz­gâr olup onu sen sallayacak; ve bazan bir liman olup üstünde sallananları sen koruyacaksın! Cemiyetleri avuçlarında oyna­tanlar, denizlerin kanununu ve cemiyetlerin ruhunu böyle kav­rayanlardır.

XXI
Cemiyet için, insan için yap­tığın işlerin sonunda mükâfat veya ücret bekleyen bir hizmetçi vaziyetini takındığın gün, yap­mak istediğin ve yaptığın işle birlikte ezildiğin gündür. Müessir olmaktan büyük mükâfat, iş gö­rebilmekten geniş bir zevk ola­maz! İşçiye hiç bir mevki, hiç bir servet veya hak, cemiyetin şükran eseri olarak verilmiş değildir. Sen karşılığını bekle­meden yaptığın her iyi işte, nan­körlerle, asilerle çarpışacaksın! Fakat her zafer, mükâfatını bir­likte getirmiş olacaktır. Lâyik olduğun mevki ve hayatı istemiyeceksin! Öyle bir harekette bulunacaksın ki, bu mevki ve ha­yat, senin ayaklarına yüz süre­cek; ve sen onu lütfen kabul edeceksin! İşte sende aradığım bu büyüklük, böyle bir büyüklük­tür. Kari, bir piyanonun tellerin­den sesi, bir ateşten sıcaklığı ayırmak nasıl mümkün değilse, iradenin hür ve dinamik kuvveti de şahsiyetinden öylece ayrılamıyacak bir halde bulunmalıdır!

Varlık Dergisi Arşivinden.

Gerçeğe Benzerlik / Tahsin Yücel

Yazının öyle çok tanımları ya­pılmış, ne olduğu ya da ne olmadığı konusunda öyle çok görüşler ileri sürülmüştür ki art arda saymaya kalksanız, sayfalar yet­mez. Ama bu tanım ve gözlem bollu­ğu bile bir göstergedir, gene ona ışık tutar: kolay kolay ele gelmeyen bir nesne karşısında bulunduğumuzu, en iyi tanımların bile onu tüm yönleriyle kuşatmaya yetmeyeceğini gösterir. Bu yüzden olacak, yazın söz konusu olunca, tanımları fazla önemsemeyiz hiçbir zaman, usumuzda tutmaya ça­lışmayız. Hiç kuşkusuz, en sıradanının bile doğru bir yanı vardır, ama göndergesiyle yüzde yüz örtüşmez hiçbir zaman. Bereket, yazım tanımak, hatta değişik belirimlerini birbirinden ayır­mak için tanımlara gereksinimimiz yoktur. Roman, öykü, oyun, şiir, de­neme, on iki yaşında bir çocuğun önü­ne yüz kitap koyun, kısa bir sürede yanlışsız olarak ayırıp sınıflandırır bunları size.
Neden? Tür kavramı yazın kavra­mından daha açık, daha yalın, daha ele gelir olduğu için mi? Pek değil: örnek­lerini birbirlerinden kolaylıkla ayıra­bilmemize karşın, tür olgusu yazın ol­gusundan da karışıktır. Burada, olsa olsa, yazının tanımları arasındaki fark­lılıkların bu tanımlara girişenlerin ön­celikle belli bir türden, belli bir türün özellik ve isterlerinden yola çıkmış ol­malarından kaynaklanması olasılığın­dan söz edilebilir. Buna karşılık, deği­şik türlerde yapıt vermiş ya da değişik türler üzerinde ayrıntılı incelemeler yapmış kişiler için bile bir yazın tanı­mında tüm yazın türlerinin özellikle­rini göz önünde bulundurmak kolay değildir. İster tanım söz konusu olsun, ister başka şey, çoğu yazın adamları­nın yazından söz ederken öncelikle kendilerini ilgilendiren türden yola çıktıkları her zaman sık tanık olduğu­muz bir şey.
Örneğin Michel Tournier, "Yazar her dokunduğunu yüceltir. Sıradan bir yazarsa, nesnelere ve kişilere özlerine yabancı, üzerlerine yararsız süsler gibi yapışan, yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir. Oysa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçekte. Genel olarak tözün saydamsızlığında boğulmuş ince ve hoş yapıları aydınlığa çıkararak içeri­den aydınlatır. Burada tanıma izleğime geliyorum gene. İyi yazarın okuru okuduğunda yeni şeyler bulgulamamalı, varlıklarını öteden beri en azın­dan sezinlediği için inandığı gerçekle­ri, gerçeklikleri tanımalı, yeniden bul­malıdır. Yazarın ustalıkla sürdürdüğü bir yanılsama mı söz konusudur? Bel­ki de. Belki de en üstün sanat bunlara güven uyandıran ve okurun geçmişin­de uzak bir çağrışım yaratan bir eski­den görmüşlük havası vererek yeni şeyler yaratmaktır", derken, ne ro­mandan söz eder, ne romancıdan, ama "yazar" diye nitelediği kişinin öncelik­le "romancı", "sanat" diye nitelediği şeyin de öncelikle "roman" olduğunu hemen anlayıveririz. Aynı biçimde, "Yazmak anımsamaktır", derken, Marcel Proust genelin alanında kalır gibi görünür; hiç kuşkusuz onu oku­duktan sonra, "Yazmak anımsamak­tır. Ama okumak da anımsamaktır", diye ekleyen Françoıs Mauriac da öy­le. Ama her ikisi de gerçekte yalnızca romanı, belki romanın da belirli bir türünü düşünür.
Gerçekten de, andığımız gözlemle­rin yalnızca anlatıya bağlanması duru­munda bile, yüzde yüz doğru oldukla­rını, tüm anlatı örneklerini kapsadık­larını kim ileri sürebilir? Örneğin To­urnier gözleminde ne ölçüde haklıdır? "Sıradan.bir yazarsa, nesnelere ve kişi­lere özlerine yabancı, üzerlerine ya­rarsız süsler gibi yapışan, yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir!" sözü­nün gerçekle yüzde yüz örtüştüğü söylenebilir mi? Yazar ya da romancı­nın konumu, gerçekten var olan bir kişiyi giydiren terzinin, gerçekten var olan bir odayı döşeyen bir iç mimarın konumu mudur? Hayır. Nesneleri ve varlıkları da, onları güzelleştirmekte kullandığı süsleri de yazarın kendisi tasarlayıp söze döktüğüne göre, süs mü kişi ve nesnelere yabancıdır, kişi ve nesneler mi süse, nasıl bilebiliriz? Temel işlem gözlemlenmiş ya da tasar­lanmış şeylerin söze aktarılması oldu­ğuna göre, sorun öze yabancı kalıp kalmama sorunu değil, birbirleriyle bağdaştırılması gereken öğelerin bağ­daştırılıp bağdaştırılamamasıdır.   Bu durumda da başka türlü ele alınması yanlış olur.
Kuşkusuz, Michel Tournier, "Oy­sa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçek­te", derken, belirli bir roman, daha ge­nel olarak da belirli bir yazın anlayışı­nı ortaya koyar. Bu anlayışa göre, da­ha romana ya da şiire dökülmeden ön­ce de var olan bir gerçek vardır, gerçek bir dünya, gerçek nesneler ve gerçek kişiler vardır; iyi yazar, hepsinin de­rinliklerine inip gizine varmış bir öz­ne olarak, içlerinden, derin ve geçerli özleriyle aydınlatıp gösterir onları bi­ze. Hiç kuşkusuz, bir fotoğrafçı gibi yapmaz bu işi, sanatının gerekleri uya­rınca, belli bir oranda dönüştürür; ama, ne olursa olsun, yaptığı şey önce­den var olanı görünür ya da anlaşılır kılmaktır. Başlıca işlevi budur, "iyi yazar gerçekten hiçbir şey eklemez!" sözünü başka türlü yorumlamak nerdeyse olanaksızdır.
Bu tanıma uyan iyi yazarlar çok­tur; Michel Tournier' nin kendisi de bu tür yazarlar arasında sayılabilir. Ama iyi yazarı yalnızca bu özellikle tanımlamak ne ölçüde sağlıklıdır? Özel olarak romancının, genel olarak yazarın (bu arada, ozanın), daha da ge­nel olarak sanatçının (bu arada, res­sam ve bestecinin) hep önceden var olan bir gerçekten yola çıktığını kim ileri sürebilir? Yazarın hep gerçekten, gerçek kişilerden ve gerçek nesneler­den yola çıktığını varsayalım, onların gerçekliklerini bozmak ya da gerçek­liklerine bağlı kalırken, onları, belirli bir amaç doğrultusunda, özlerine uy­mayan, yakıştırma niteliklerle donat­mak da iyi bir yazarın gerçekleştir­mek isteyeceği bir amaç olamaz mı? Dahası, nesnelerin ve kişilerin ince ya­pılarını bu yoldan daha iyi ortaya ko­yabileceğini düşünemez mi? Örneğin Rabelais' nin Gargantua' sı ya da Hugo'nun Notre-Dame de Paris' si böyle bir düşüncenin ürünleri olarak göste­rilemez mi? Herhalde gösterilebilir.
"Yazmak anımsamaktır" kesinlemesi de bir gerçeği dile getirmekte. Mauriac' ın kesinlemesine gelince, be­lirli bir gerçeği dile getirmesi bir yana, hem Tournier' nin gözlemini, hem de, kurgusu, içeriği ve bildirisiyle, Proust'un yapıtını doğrulamakta. Ama "anımsamak" sözcüğüne genellikle verdiğimizden çok daha kapsamlı bir anlam vermek, örneğin, çelişkin gibi görünecek bile olsa, anımsamanın düş­lemeyi de kapsadığını benimsemek koşuluyla. Öyle ya, Yitik Zamanın Ardında' nın yalnızca bir anımsama et­kinliğinin ürünü olduğunu kim ileri sürebilir? Öte yandan, çok iyi bir bilim-kurgu romanının oluşumunda anımsamanın da büyük bir işlevi bulu­nabilir, ama böyle bir yapıtın yazarı­nın, hiç kuşkusuz kendi öznel gerçeği doğrultusunda, bambaşka bir evreni, yüzyıllar sonrasının gerçeklikleri fazlasıyla kuşkulu insanlarım ve nesnele­rini düşleyerek yazdığı kuşku götür­mez. Bu bile yazarlarımızın söyledik­lerine gölge düşürür.
Ya okumanın da bir anımsama bi­çiminde tanımlanması ve, Tourni­er' nin yazdığı gibi, iyi bir yazardan okuduğumuz şeylerin bizim için birer "tanıma" olması, okurun bunlarda "yeni şeyler" bulgulamaktan çok, "varlıklarını öteden beri en azından sezinlediği için inandığı gerçekleri, gerçeklikleri" yeniden bulması? Tour­nier, "Yazarın ustalıkla sürdürdüğü bir yanılsama mı söz konusu? Belki de. Belki de en üstün sanat ona güven uyandıran ve okurun geçmişinde uzak bir çağrışım yaratan bir eskiden gör­müşlük havası vererek yeni şeyler ya­ratmaktır", derken, bir kuşkuyu dile getirir, ama, dile getirdiği olasılığın be­nimsenmesi durumunda, sanatı bir tür göz boyayıcılık olarak algılamak gere­keceğine göre, bunu sanatçının anla­tım gücünü vurgulayan bir benzetme biçiminde algılamak daha doğru olur. Üstelik, ister göz boyayıcılık, ister başka bir ustalık söz konusu olsun, yaratımın bizde her zaman bir eski­den görmüşlük izlenimi yarattığı çok kuşkulu. Örneğin ben, yaşamımın de­ğişik dönemlerinde, Balzac'ın, Flaubert'in, Dostoyevski'nin, Proust'un ya da Gide'in yapıtlarını yeniden okurken, arada bir kendi deneyimle­rimle okuduklarım arasında bir koşutluk ya da yakınlık kurduğum olsa bi­le, bir "eskiden görmüşlük" ya da es­kiden yaşamışlık duygusundan çok güçlü bir katılım duygusuna kapıldım: bir başka deyişle, okuduğumu daha önce kendim de yaşamışım, kendim de duymuşum, düşünmüşüm ya da düşlemişim gibi bir duyguya kapıl­maktan çok, yeni bir serüven olarak yaşadım; daha başka ve daha alçakgö­nüllü bir deyişle, yaşanana, düşünüle­ne, duyulana ve/ya da düşlenene ta­nıklık etme duygusu içinde sürdür­düm okumamı. Daha ilginci, Balzac'ın Rastignac'ı, Rubempre'si ve da­ha nice kişisi, Flaubert'in Frederi; Moreau'su, Charles Bovary'si, eczacı Homais'si ve daha nice kişisi, Dosto­yevski'nin Muşkin'ı, Nastasia Fılıpovna'sı, Raskolnikov'u ve daha nice kişi­si anılarımda hep birer tanıdık olarak kaldı, serüvenleriyle deneyimlerimi, duygularımı ve bilgilerimi zenginleştirdiler. Ama, yazınla uğraşanlar çok iyi bilirler, bu olgunun yüzyıllardır kullanılagelen bir adı vardır: gerçeğe-benzerlik.
Ancak, hemen belirtelim, yüzyıl­lardır kullanılagelmesine karşın, gerçeğe-benzerlik donmuş bir kavram de­ğildir: tek bir gerçeklik biçimine bağ­lanmaz, yapıttan yapıta düzlem değiş­tirir. Böylece, kimi yapıt nesnel, kimi; yapıt tinsel, kimi yapıt konumsal, ki­mi yapıt mantıksal, kimi yapıt yapısı yönden gerçeğe-benzer olarak algıla­nır. Ayrıca, zaman içinde, özel olarak yazın, genel olarak sanat anlayışımızla birlikte gelişir. Durum bu olunca, biz: daha önce var olabileceğim usumuzdan bile geçirmediğimiz yüzlerle, nesneler­le, düşünce ve tutumlarla karşı karşıya getiren yapıtları da gerçeğe-benzer bulmamızdan daha doğal bir şey olamaz. Picasso'nun resimleri de, günde­lik gerçeğin ötesinde, bağıntılar düzle­minde, alıştığımıza benzemeyen, ama onun kadar geçerli bir gerçeğe-benzerlik sunar kuşkusuz.
Şu var ki, bu tür gerçeğe-benzerlikleri algılayabilmek için. Michel Tournier'nin roman okurunda arar göründüğünden çok daha zengin bir donanım gerekir.
Varlık Dergisi 1999 Yılı 1101 sayısında yayınlanmıştır.

3 Mayıs 2011 Salı

Seni Ben Nasıl Sevmem / Tekin Gönenç

hani bir çocuğun sımsıkı sarılıp
bir bebeği öpüp koklaması var ya
o'sun işte sen
ben seni nasıl sevmem

kimileri gövde sanıp karanlığı
darmadağın sığınırken içine
sen aralayıp gözyaşlarını
gülüşünü serpiyorsun üstlerine

vakitsiz birer ölüm sanki geceler
bir bakımlık ay düşüyor herkesin payına
ve hiç dönüp de soran olmuyor
eklenen hangi düşler bir sonraki sabaha

bildik bir nehrin sularına kendini bırakıp da 
gidilecek başka denizler arıyorsun ya 
o'sun işte sen

seni ben nasıl sevmem

Varlık Dergisi 1998 Sayı 1085' de yayınlanmıştır.

Tomris Uyar / Tanışma Anları

     Yalanlarla ne kadar içli dışlı ol­duğumuz, ayrımcıkları üstüne ince ince düşünmemizden belli değil mi? Yalanı yalnızca büyüklü­ğüne/küçüklüğüne göre değerlendir­mekle yetinmiyoruz, ona pembe ya da beyaz gibi renkler yakıştırıyoruz; za­rarlı mı, zararsız mı, hatta gerekli mi, gereksiz mi sayılacağını moral ölçülere vurmaya çabalıyoruz. Her yalanın ken­dince bir üslubu Var anlaşılan: kıtır, atı­lıyor; mantar, kesiliyor; maval, okunu­yor; palavra sıkılıyor sözgelimi. Bu ara­da atılan, kesilen, okunan ya da sıkılan yalanların hedefi ıskaladığı için kıvırtı-lanların şirinlik yüzünden hoş görüldüğü çıkıyor ortaya. Oysa aynı hoşgörü yalana inanana asla gösterilmiyor. O zavallı, enayi ya da avanak sıfatıyla ya­lanı ya yiyor, ya yutuyor.
"En yakınlarıma bile ayda kaç lira kazandıklarım, eşleriyle-dostlarıyla ara­larının nasıl olduğunu sormak gibi yalan-azdırıcı huylarım yok. O zaman in­sanlar bana neden durup dururken ya­lan söylesinler?" sorusundaki mantığı­mın geçersizliğini —ki hâlâ geçerli ben­ce— kavramam yıllar aldı. Kimbilir kaç kere enayi durumuna düşmüşümdür! Bazen, bu saf soruya takılmamdan ötü­rü bilmeyerek, bazen hatır için çiğ ya­lan da yutulur canım avuntusuyla bile bile... Pişman mıyım? Hayır... Karşı­nızda iflah olmaz bir yalancı varsa, bu özelliğini sırf üstünlüğünün tadını çı­karmak için kullanıyorsa, uğraşmaya değmez. Tabii sizden yalanını destekle­menizi beklemiyorsa, yalnızca atıp tu­tuyorsa.
Şu. söylediklerimden, yalan söyle­meyi beceremediğim sonucunu çıkar­mayın. Kendilerine sorulan "En beğen­mediğiniz huyunuz nedir?" sorusuna, "Dürüstlüğüm, yalan söylemeyi asla be­ceremem" yanıtını verenlerin acıklı ma­sumluğuna bürünmektense düpedüz ahmaklığı, yani iyi dinleyici rolünü be­nimsemek daha kolay bence. Yaşamım süresince karşılaştığım, değişik, tınılar ve renkler seçmiş yalancıların tökezle­dikleri nokta ortaktı: dinleyicilerinin onlar kadar zeki olabileceğini hesaba katmıyorlardı. Bu büyüklenme duygu­su, desteksiz atışlarını gülünesi bir bo­yuta zorla vardırmalarına yol açıyordu. Hiç unutmam, akıllı başlı sandığım bir tanıdığım, sırf tepkilerimi sınamak amacıyla aynı gecede —on dakika için- de— beni önce frijid, sonra lezbiyen, en sonunda da feminist olmakla suçlamış, tam isterikliğimde karar kılacakken uy­gun bir dille kapı dışarı atılmıştı: bence beynine kan gitmiyordu; sigarasını bi­tirdikten sonra —tabii isterse yolda da içebilirdi— kalkıp evine kadar yürüse açılırdı belki.
Bu tür deneyimler, yalan söyleme­nin zahmetli, titizlik isteyen bir uğraş olduğunu öğretti bana. Önceleri de seziyormuşum ki sevdiğim kişilere, "Ne olursun yalana zorlama beni, söyleme­sine bal gibi söylerim de sonra senden soğurum." uyarısında bulunmayı aksat­mamışım. Belki de uydurma ya da kur­maca yeteneğimi bir tek insanı kandır­maya harcamaktansa birçok insanı inandırmaya yönelik bir meslekte de­ğerlendirmemde bu sezginin payı bü­yüktür. Yazarlık, uydurma yeteneği için biçilmiş kaftan. Ne var ki okuru­nuzu her dediğinizi yutmaya hazır bir enayi gibi görüyorsanız çuvallamanız kaçınılmaz. Nasılsa o sizin neyi, nasıl, ne adına uydurduğunuzu keşfetmiştir. Onun gönlünü kazanmak uğruna giriş­tiğiniz olmadık cambazlıklarda, günün gözde eğilimlerini kollama hevesinizde bir yalan kokusu olacaktır. Çok yeni bir yazar olsanız da aynı yazgıdan kur­tulamazsınız. Uydurduklarınızda tutar-sızsanız, ikinci kitabınız, birinciyi geri­ye doğru silebilir.
Uydurmakla yalan söylemek arasın­daki fark üstünde dururken en önemli ortak öğenin "tutarlılık" olduğunu be­lirtmek istedim. Şimdi, diyelim bir tek insanı kandırmak için canla başla bir yalan tasarlıyorsunuz. Tıpkı bir kurma­ca ürünü hazırlarcasına ya da kusursuz bir cinayet işlercesine çalışacaksınız. Crime parfait diye bir şey olamaz sap­lantısını bir kenara atın. Düşünün ki bizler, yalnızca failleri meçhul olmayan suçlardan haberliyiz, meçhul ustaları tanıma olanağımız hiç yok! İkincilerin yer aldığı dosyanın kabarıklığı yolumu­zu aydınlatabilir:
Kusursuz bir yalan işlemek istiyor­sanız; öyküyü iyi kurun:
         a)    Önce atmosferi saptayın. Kurba­nınızın nasıl bir ortamda gevşeyeceğini, silahsız kalacağını, bu uğurda sizin ne­ler yapabileceğinizi kendi kendinize sık sık yineleyin.
Sıra ayrıntılarda:
b)    Önceden   listesini   çıkarttığınız ayrıntıların hangilerini yalanın bütün­lüğü  içinde  eriteceksiniz?  Hangilerini "ağızdan kaçmış" izlenimini  pekiştir­meye ayıracaksınız?
Yorulduğunuzun farkındayım. Ama bu kadar uğraştığınıza göre çaba­nıza değsin bari. Birkaç iş kaldı geriye.
c)    Sahiciliğin baş koşulu sayılan içtenlik-sıcaklık / gerçekçilik - nesnellik/ uçukluk - marjinallik /popülerlik -benimsenirlik dengelerini iyi tutturdu­nuz mu? Sıralanış düzenleri değişse bile hepsi yerli yerinde mi? Bir daha bakın.
İşte vurucu an geldi: yalanınızın do­ruk noktası. Artık söyleyin de kurtu­lun barı.
Şeytansı sayılabilecek bir öykü kah­ramanı yaratmaya çalışırken bu sorular aklıma geldi. Onu ben uydurdum da yalanlarını uydurmak başlı başına bir sorundu. Günlük yaşamın "yalan­cı "sıyla yazarın uydurması arasına bir set çekmek nasıl güçtü! Dahası, öyküde yazar-sesinin yer almayacağına karar vermiştim. Okurun kulağına yalnızca öykü kişilerinin sesleri gelecekti, o ka­dar. Bu sinir yıpratıcı çaba sırasında si­yasilerimizi düşündüm. Hiçbirinin kendi kişisel mesleğindeki yeteneğini görememem bir yana, özü bir ölçüde "fark edilmez incelikte yalanlar" söyle­meye dayalı politikayı neden seçtikleri­ni kavrayamadım. Uydurma ya da kur­maca bilincine uzaktılar ama neden doğru dürüst gündelik bir yalan bile söyleyemiyorlardı? Yalanın "haysiyeti­ni" de umursamadıklarından mı?

 Varlık Dergisi, Yıl 1996, Sayı 1065'de yayınlamıştır.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Fikir Kırıntıları / Cemil Sena

XI
Işıkta, parlamak, aydınlatmak ve yayılmak iştiyakı vardır. İçine yanar ışık olamaz: Eğer ken­dinde ilim ve faziletin böyle bir kudretini seziyorsan, biz, yalnız seni aydınlanmış değil, belki etrafını da ışıklı görmeliyiz. Sü­kûtundan, karanlığından anlıyo­ruz ki, sen sadece kendinde bu şeylerin varlığını zannederek tak­dir edilmediğine ve cemiyetin sendeki liyakatleri göremediğine inanan kuruntulu ve zavallı bir adamsın! Bunun içindir ki, hiç bir gün ihtiyarlamak istemiyo­rum ! Etlerim ve kemiklerim çü­rümeye başlıyacak, belki gözle­rim de görmesini değiştirecektir. Fakat kafam, fakat kafam daima taze, daima dinç ve genç kala­caktır. Ve her yeni harekette benden bir parça olacaktır! İşte seni böyle görmek isterim, kari!

XII
Her böcek dut yaprağını yiye­bilir. Fakat hiç birisi ipek böceği gibi bu yeşil ottan koza çıkara­maz! Dut yaprağı ipek olmıya hiç te mecbur değildir. Fakat onu, ipek haline getiren bir mah­lûk vardır. Bu sebeptendir ki, kari, bu âlemde hiç bir şey, kendi kabiliyetimizin hududunu aştığı için adî veya aşağı değildir. İş­lere, mesleklere ve tekmil insan­lığı çeken veya uzaklaştıran kıy­metlere kudsiyet ve ehemmiyet veren insandır; kabiliyettir. Hiç bir işin kendisinde asalet yoktur. Onu yükselten senin yüksek kabiliyetindir!

XIII
Hayat tatlıdır; tadını almasını bilenler için... Bahçelerdeki bin bir türlü, bin bir renkli çiçekler­den istediğinizi ağzınıza alınız; içinde tatlı olanını bulmak ne kadar zordur. Halbuki arılar, lezzet ve kokunun nerede oldu­ğunu bilirler; ve acı nebatlardan usareler çıkarırlar. Bunun için­dir ki, karim, hayat acı olabilir; hüner onu tatlandırmakladır. Onun lezzetini çıkarabilmektedir. Sen, hiç sevildiğinden haberi olmıyan bir kadının omuzlarından öptün mü? Şu halde hayattan ne diye şikâyet ediyorsun ?!

XIV
Bir kadın vücudunda gezen erkek eli gibi, sen de hayatı sıka­cak ve onun usaresini emecek­sin; ve senin bu hareketinden, ka­dın gibi hayatta zevk alacaktır.

XV
Hangi şeyi tecrübe ettinde, o şeyde kabiliyetli olup olmadığını anladın? Talisizlik ve adaletsizlik, senin kendi miskinliğinden ve ihtiraslarının hududunu önceden tayin edemediğindendir, Bedbin bir şikâyetçi olmaktansa, hakkında şikâyet edilen ve dediko­du yapıları bir devirici, bir yıkıcı, bir mücadeleci ol, kari!

XVI
Güneş çıkar çıkmaz evvelâ tepeleri aydınlatır. Tepeler her ışığı, her rüzgârı ve her yıldırı­mı herkesten önce tatmak isti­yormuş gibi hırsla kabarmış ve yükselmişlerdir! Bir hakikatin, bir yeniliğin, bir faziletin ışığı da herkesten evvel insanların temiz ve yüksek alınlarını aydınlatır! Tepeler, bu ışık sevgisini her şeye rağmen bırakmazlar; ışık için yıldırımlara, tufanlara katla­nırlar. İnsanların büyüğü de bu te­peler gibi, doğruluğa, temizliğe, eyilik ve ülküye olan aşkla­rını hiç bir zaman önlerine çıka­cak ihtilâllere, isyanlara, kanun­ların iradeyi kırmak istiyen çetin, merhametsiz zencirlerine feda etmezler! Kari, ne vakit içinde bu büyüklüğü duyarsan, o vakit bu toprağın evlâdı olacaksın! O vakit bu toprak, sana lâyık oldu­ğun şeyleri verecektir.

Varlık Dergisi Arşivinden.

1 Mayıs 2011 Pazar

Düşman / Tahsin Yücel

Okura verdiği ayrıcalıklı yerle yazın olgusuna bakışımızı derinden derine yenilemiş olan Constance okulunun ünlü ustası Hans Robert Jauss, geçen yılın sonla­rında, Le Monde gazetesinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, Nazi dönemin­de ülkesinin insanları arasında çok yi­nelenen bir sözü anımsatıyordu: "insan hem akıllı, hem de partideyse, içten de­ğildir; hem içten, hem de akıllıysa, par­tide değildir; hem içten, hem de partideyse, akıllı değildir".
Bu uslamlama ilk bakışta akıl, içten­lik ve "dürüstlük" arasındaki bağıntıyı açıklıkla ortaya koyarmış gibi görünü­yor insana; üstelik, her dönemde, her duruma uygulanabilirmiş, dolayısıyla kişilerin davranışlarını değerlendirme­mizde güvenilir bir ölçüt işlevi yüklenebilirmiş gibi bir izlenim uyandırıyor. Ama somut durumlara uygulamaya kalktınız mı hiç mi hiç işe yaramadığı­nı görüyorsunuz. Neden derseniz, üç kavram arasındaki ilişkinin belli bir mantığa bağlanabilmesi için birçok ko­şulun bir araya gelmesi, öncelikle de söz konusu kavramların kişi ve durum­la bağıntılı olarak, bağdaşık tanımlara kavuşturulması gerekiyor. Ancak, önce üçünün en belirleyicisi gibi görünen kavram, yani "içtenlik" yan çiziyor bu­na: içinde bulunduğumuz koşulu doğru yargılamamıza bir katkısı olabilmesi için, sürekli ve saltık bir nitelik taşıma­sı gerekirken, alabildiğine değişken ve görsel bir veri olarak çıkıyor karşımıza. Biliriz, Gide'in ünlü kahramanı Edouard da önemle vurgular bunu, "Şu içtenlik sorunu ne sinirlendirici. İçtenlikmiş!" deyip kavramı aşağıladıktan sonra, "Kendime   yöneldiğim zaman, sözcüğün anlamını bile kavrayamaz oluyorum. Hiçbir zaman olduğumu sandığım şey değilim — olduğumu san­dığım şey de durmamacasına değişir, öyle ki, çoğu zaman, ben birleştirecek olmasam sabahki varlığım akşamki var­lığımı tanımayacak.", diye ekler. Böyle­ce, aynı günün sabahıyla akşamı gibi çok yakın zaman farklarıyla, birbiriyle yüzde yüz çelişen iki değer aynı içten­likle benimseyip aynı içtenlikle yadsıyabileceğimizi varsayar. Bunun sonucu olarak, en azından kişinin kendi kendi­siyle içtenliği sorununun içi boş bir so­run olduğunu esinler. Gerçekten de, kişinin kendi kendini aldatmasının ol­dukça sık rastlanan bu durum olduğu­nu kesinleyebilsek bile, bunu içtenlikle mi, yoksa içtensizlikle mi yaptığını sor­mak saçmadır. Bu durumda, olsa olsa kişinin başkalarıyla ilişkileri düzlemin­de, belirli bir süre içinde ve belirli bir değer nesnesi karşısında bir içtenlik so­runundan söz edilebilir.
Hans Robert Jauss'un kendi yaşam serüveni de bunu doğrular gibi görünü­yor. Genç yaşta, gönüllü olarak SS su­bayı olmayı seçmiştir, olmuştur da ama, belli koşullar göz önüne alınıp da bakılınca, ne içtensizdır, ne budala: "Benim Waffen-SS'e girmeye karar ver­meme neden olan şey gerçekte bir Nazi düşüngüsüne katılma değildi.", der; böylece, daha başlangıçta, içtenliğin (en azından delikanlı Jauss için) "düşünsel", dolayısıyla "akılsal" bir güçbeğenirlik çakışması gerekmediğini sezdirir bize. "Küçük kenter sınıfından bir insan ola­rak, zamanın havasına uymak isteyen bir delikanlı"dır. Ama pek öyle gözü kapalı bir delikanlı olduğu da söylene­mez: Nazilerce yasaklanmış olan bir yazarın; Spengler'in, Batının Çöküşü adlı yapıtını okumuş, "Hitler imparatorluğu"na kuşkulu bir gözle bakmaya başlamıştır. Ancak, daha niceleri gibi, o da "güncelin dışında" kalmak istemez. "Savaşa katılarak ortada, tarihin yapıl­dığı yerde bulunmak gerekiyordu" diye açıklar. "Bize göre, bunun tersi kaç­mak, sınıf arkadaşlarımız canlarını teh­likeye atarken, bir bakıma, estetik bir tutum içine kapanmak olurdu."
Hele bu ortam "Hitler imparatorluğu"nun ortamı olunca, bize sunulan or­tama katılmayı yadsımanın "estetik bir tutum" olarak nitelenmesi ilk bakışta insanı ürpertir kuşkusuz. Bu "estetik tutum"un, dönemin nice Alman aydın için, SS subayı ya da sıradan asker ola­rak savaşa katılmaktan çok daha tehli­keli olduğu da bilinen bir şey. Ama genç Jauss'un seçiminin sözünü ettiği; üç seçenekli uslamlamayı büyük ölçüde geçersiz kıldığı kesin: Jauss hem parti­dedir, hem akıllıdır, hem de içtendir. Akıllılığını savaştaki başarısıyla da, sa­vaş sonrasında bağlandığı partinin nasıl bir parti olduğunu görüp ondan kopmasıyla da, dünyanın her yanında ilgiy­le karşılanan yapıtlarıyla da kanıtlanmıştır. İçtenliğine gelince, Spengler'in kitabı içinde Hitler düzenine karşı bir kuş­ku uyandırmış olsa bile, nerdeyse tüm bildirileri egemen gücün düşüngüsü doğrultusunda düzenleyen iletişim araçları, öğretim uygulamaları, egemen güce gözle görülür biçimde ayak uy­durmuş görünen toplum yanında bu kuşku hiç de ağır çekmez. Jauss'un ken­disi de, hiç kuşkusuz içtenlikle, savaş sı­rasında günlük kaygısının yüzü aşkın askeriyle ayakta kalmak olduğunu, "gerçekten olup bitenler"i, savaştan sonra, "dehşet içinde" Nuremberg Mahkemesi'nde öğrendiğini söyler. Bil­dirişim kaynaklarının çok daha çeşitli olduğu toplumlarda, diyelim ki bizim toplumumuzda, hem de Hitler ve Mussolini deneyimlerinden sonra, nice gençler benzer yolları seçerken, üstelik gerçekleşmesine katıldığı yüz kızartıcı eylemlerden, diyelim ki adam yakmak­tan, onur duyabilirken, onun daha son­ra gerçeği benimseyebilmesi de aklının, içtenliğinin, dürüstlüğünün yeni bir ka­nıtı olarak değerlendirilebilir.
Buna gülebilirsiniz kuşkusuz, "Çok kıvrak bir akıl doğrusu, çok kolay bir içtenlik, çok kolay bir dürüstlük: hep güçlünün yanında." diyebilirsiniz. Ama genç Jauss'ta ne bir Thomas Mann'ın birikimi yaşamıştır, ne de bir Stefan Zweig'ın birikimi. Buna karşılık, ku­rulması gereken bir yaşam vardır önün­de, o da bu yaşamı ortamın koşullarına göre kurmaya, bunun sonucu olarak da çoğunluğa katılmaya, onun değerlerini paylaşmaya yönelir. Buna "güncele ka­tılmak" gibi parlak bir ad vermenin bi­raz fazla olduğu düşünülebilir. Ama ünlü kuramcının bunu gerçekten içten­likle söylediğini sezinleriz. "Cepheden gönderilmiş gençlik mektuplarımı uzun zaman yeniden okuyamadım. En sonunda okuduğum zaman, o çok tu­haf genç adam beni şaşırttı, onda kendi­mi tanıyamıyordum," derken de hem kendi kendine, hem başkalarına karşı içten olduğunu sezdirir. Ne var ki, o da Kalpazanlar'ın kahramanı gibidir: ba­rıştaki varlığı, savaştaki varlığını tanı­maz. Hiç kuşkusuz paylaşılan değerle­rin, içinde yer alınan topluluğun büyük bir etkisi vardır bunda. Tüm toplumun ezici çoğunluğunun tek öndere, tek hal­ka, tek ülküye bağlanır göründüğü, gö­rüşüne katılmayanı, hatta kendisiyle birlikte haykırmayanı düşman saydığı bir ortamda yalnızlığı göğüslemek hiç de kolay değildir. Hele on sekiz yaşında!
Geçirdiği nice evrimlerden sonra şimdi bulunduğu konumu kendisinin de doğru dürüst belirleyebileceğini san­madığım ünlü bir köşe yazarımız yıllar yılı sol düşünceyi, sosyalist düzeni sa­vunup durmuş, hem de "Genç kızların solcuları sevmesi, genç erkeklerin solcu kızlara tapması insanlığın doruğundaki en mutlu randevudur" yada "Solculuk çağımızın altın kesimidir. O kesime ulaşamadınız mı insan dahi sayılmazsı­nız!" türünden şeyler yazabilecek kadar çocuksu bir coşkuyla yapmıştı bunu. Bu nedenle, 12 Eylül anayasasının oy­lanmak üzere olduğu günlerde, "Benim oyum evet olacak", dediğini işitince, şa­ka yaptığını sanarak gülmüştüm. "Ha­yır, şaka etmiyorum: artık çoğunluğun yanında yer almak istiyorum," demişti. Sanırım,  yaptı  da  dediğini,  hatta bu anayasayla gelen iktidarın başındaki ki­şiye övgüler düzerek arkasını» da getir­di. Gene de, öyle sanıyorum ki, yukarı­da andığımız iki tümcesi akıllı bir yazar olduğu konusunda bizi biraz kuşkuya düşürse bile, akıllı, içten ve dürüsttü. Bunun tersini düşünmek çok kolay bir çözüm olur. Birtakım kerliferli adamla­rın bayan Çiller'in ya da Erbakan hoca­nın haftalardır yineledikleri beylik ve düzeysiz konuşmalarını ağzı açık dinle­melerini,  birtakım okumuş, yazmış, gün görmüş, ak saçlı insanların bayan Çiller'in ya da Erbakan hocanın çevre­sinde çocuklar gibi gülümsemelerini, onların azıcık daha yakınında görünebilmek için itişmelerini kaba, gülünç ya acıklı bulabilirsiniz, ama davranışlarını içtensizlik ya da akılsızlıkla açıklamaya kalkmak fazlasıyla kolay, fazlasıyla yü­zeysel bir çözüme yönelmek olur. Hiç kuşkusuz, ille de özdeksel olmayan bir çıkar içgüdüsünden ya da bir tutkudan söz edilebilir. Ama herhalde her şeyden önce genç Jauss'un "güncele katılmak" diye adlandırdığı yönelim yer alır bu tutumun altında, bir başka deyişle, ço­ğunluğa, en azından belirli bir toplulu­ğa katılma istemi yer alır. Buna içtenli­ği tartışma konusu olmaktan çıkaracak bir mantıksal temel bulmaya gelince, aramadığınız kadar mantıksal temel bu­labilirsiniz.
İşte  Jean  Genet, Pompes Funebres'inde, en kötüler için bile, ilginç bir mantıksal temel bulur size: "İyilikten uzaklaşmak için bu denli tutku gösteriyorsam iyiliğe tutkuyla bağlı olduğum içindir. Ve  kötülük bende böylesine tutku uyandırıyorsa, insan yalnızca iyi, yani canlı olanı sevebildiğine göre, kö­tülük de bir iyilik olduğu içindir". Her­kese kendi mantığı. Bilindiği gibi, Ge­net tutukevlerinden büyük bir coşkuy­la söz eder her zaman, ünlü yapıtı Gü­lün Mucizesi'nin bıçkın anlatıcısının en güzel düşlerini de azgın suçluların ka­patıldığı korkunç tutukevleri süsler. Bir tür aşk düzeyine ulaşan bu zorlu tutku­nun dolaylı açıklamasını da Pompes Funebres'de buluruz: "Hırsız ve katil arka­daşlığı ancak hapisanelerin dibinde bu­lur, değerleri en sonunda burada tanı­nır,  benimsenir, ödüllendirilir, onur­landırılır". Birer hırsız, birer katil ola­rak, hırsız ve/ya da katil edimleriyle kazandıkları değerleri. Bir başka deyiş­le, tutukevi kötünün kendi kendinde ve kendi kendisi için yüceltildiği, bu yüceltme ediminde "ben"in "ben­zerine ulaşıp onunla kaynaşarak bir bakıma aşkın bir paylaşımı gerçekleştir­diği, dolayısıyla yalnızlığı aştığı yerdir. Kimilerimizin kısaca "kötülük" diye adlandıracağı hırsız ve katil değerleri­nin yüceltilişinde, paylaşım ve kaynaşımın karşıtla özdeşleşmeye dek götürül­düğü bile olur. Bu da, Jean Genet'ye göre, "milis" dedikleri topluluk içinde, bir başka deyişle, "hırsızla polisin karşı­laşıp kaynaştığı ülküsel nokta"da sağla­nır. Doğrudur, milis, bir açıdan, hem hırsız, hem de polisle savaşır; bu neden­le, "ülküsel nokta"da buluşmuş kişile­rin kendi kendileriyle çelişkiye düştük­leri söylenebilir; ama, görünüşe bakılır­sa, bu nokta aynı zamanda hırsız, katil ve polisin kendilerini açarak yeni bir kimlik kazandıkları noktadır. Genet, İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Gestapo güdümündeki Fransız milis örgütü­nü şöyle anlatır: "(Milis) polis işlevini ancak aşırılıkla gerçekleştirebilirdi, tam da şu kendisini güzelleştirip yüceltmiş olan aşırılıkla. En sonunda polis olma­nın sarhoşluğu içinde, aşırılıkla yaptı yaptıklarını. Bir yasallık ve dürüstlük görüntüsü altında, önce yağmalarını ve kıyalarını maskelemeye çalıştı; ama teh­likesizce çalma sevinci onu alaycı yaptı.
Nasıl bir alaycılıktır bu? Milis ken­dinden olmayanlarla alay mı eder? Yoksa kimi örneklerini bugün ülke­mizde de gördüğümüz gibi, karşımıza çalıp öldürdükleri ölçüde yurtseverlik ve kahramanlık savlarıyla çıkmaların­dan doğan alay mı söz konusudur? Genet bu konuda bir açıklama getirmez. Ama, ne olursa olsun, gölgede de, ışıkta da hep bir topluluk, varlığımızı kendisiyle özdeşleştirerek rahatladığımız bir topluluk, bizi de içinde barındıran, bizi kurallarını uygulamak için bireysel ya­şamımızı indirgediğimiz ölçüde yücel­ten bir topluluk. Bu topluluk Nazı ör­gütleri gibi alabildiğine genişleyebilir de, beş on kişiden oluşan bir gizli örgüt de olabilir. Ancak, öyle görünüyor ki, her zaman iki temel dayanağı vardır: herhangi bir düşüngü; herhangi bir düşman.
Jauss, "güncele katılmak"tan söz ederken, onun bu yönü üzerinde pek durmaz. Ama, çevremizde gördükleri­mizden biliriz: "ülkesini çok sevme"yi seçeneksiz bir düşüngü gibi sunmayı yalnız kendilerini savunmanın değil, başkalarına saldırmanın da en elverişli yolu durumuna getirmiş olanlar, kendi­lerinden olmayanlara en azından bu ül­kenin kapısını gösterirler. Tutumun de­rin nedenini gene Jean Genet sezdirir bize: "Yalnız ortak bir kin böyle bir güç verebilir dostluğa. İşte düşmanın iş­levi. Bizi aşkla birbirimize bağlar". Bir başka deyişle "milis", polisle haydudu birleştirdiği gibi kinle aşkı da birleşti­rir. Ancak, en azından burada, bu ko­şullar içinde, aşkın gözü kördür: "güncel"in içinde kalmak için gönüllü ola­rak Waffen-SS'e giren Jauss katıldığı sa­vaşın hangi savaş olduğunu çoğu kez her şey olup bittikten sonra, Alman­ya'da olup bitenleriyse, ta savaşın so­nunda, tutukevinde ve uluslararası yar­gı önünde öğrenir.
Hans Robert Jauss'tan Esat Kıratlıoğlu'ya, nicelerinin başına geldiğine gö­re insanların değişmez yazgısı mıdır bu? Öyle anlaşılıyor ki, hayır: iki karşıt insan türü olmasa bile, iki karşıt insan tutumu söz konusu burada. Hırsızlar içinde de, katiller içinde de, büyükler arasında da. Genet hırsızlık ve katillik­ten milisliğe yükselmiş (ya da inmiş) ki­şilerin "arı kalmış, iliğine dek anarşist serserilerden uzak durduklarını", yalnız başına çalışan hırsızı "düşman" olarak gördüklerini anlatır bize. Düşmansa, hemen her zaman ve uğraşı ne olursa olsun, öteki tutumu, Jauss'un bir za­manlar "estetik" diye nitelediğini be­nimsemiş olandır. Spengler'dir, Thomas Mann'dır, Stefan Zweig'tır.
Bereket, görünüşte yalnız olmasına karşın, sonunda ayakta kalan hep odur.
Hans Robert Jauss'un insanların dünyasına döndükten sonra oluşturdu­ğu görkemli yapıtın da tanıklık ettiği gibi.

1997 Varlık Dergisi, 1075 sayısında yayınlanmıştır.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Serüvensiz Geziler ve Ötesi / Ünsal Oskay


           Gezme, yaşanılan mekânın de­ğiştirilmesi insanın en eski uğraşlarından.
Varlığını sürdürmek için Doğa ile etkileşimde bulunmak zorunda olan insan, Doğa'nın kendini yeniden üretmesinin sırrını on binlerce yıl çözememiştir. Gübreleme, sulama, bi­limsel ekme-dikme yöntemleri, hayvan türlerinin ıslâhı gibi yöntemler daha dün denecek kadar yakın geçmi­şin bilgi ve beceri kazanımlarıdır. Bunların öncesinde insanın varlığını sürdürmek için bulabildiği çözüm, yaşadığı ve yaşarken tükettiği Doğal me­kanı terk ederek başka yerlere gitmek olmuştur. Belki de bu nedenle, bulu­nulan ve yoksullaşan yerin dışındaki bakir/uzak yerler, Kızılderililerden Tundra insanlarına, Greklere kadar birçok toplumun mitolojik öykülerin­de işlenmiştir.
Tekniklerin gelişmesi, insanların bu tür mekân değişikliği ihtiyaç ve ar­zularını ortadan kaldırmasa bile, azalt­mıştır. Buna karşılık, 'köle'nin özel mülkiyetin, patriyarkın yabancılaşma olgusunun ortaya çıkışı ile birlikte in­san kendisinin dışındaki insanı, kendi­sinin dışındaki Doğa'yı ve kendi için­deki Doğa'yı (potansiyel insan yanla­rını) tahakkümü altına almaya başla­dıkça, mekânı terk etmek, başka di­yarlara kaçmak, "Kaf Dağı'nın ardın­daki" ülkelerde yeni bir hayat aramak arzusu ortaya çıkmıştır. Belki de, eşit­sizliğe dayanan bu dünyadaki hayat­tan sonra tasarlanan Öte Dünya kav­ramı da, bu, insanı kahreden adaletsiz ve onursuzlaştırıcı dünyadan çıkış yo­lu sunar.
Öte Dünya'ya yola çıkış beklenti­sinin trajik yanı, kolaylaştırmaya ça­lıştığı buradaki verili dünyanın içinde kalmak zorunda olduğumuzu; dahası, belki de, her şeyin buradakilerden ibaret olduğunu bilmemizdir. Vebanın, açlığın, din savaşlarının, siyasal amaçlı savaşların yakıp yıktığı bir dünyada Ölüm'ün yeni bir ufuk zorlaması gibi tasarlanması ile, Efendi/Köle ilişkisi­nin can yakıcılığının akıl almaz ölçü­lere vardığı dönemlerde yoksulların "Viva la Muerto!" diye haykırmaları arasında bağlantı olduğu düşünülebi­lir. Ölüm'ün eşitleyici işlevini kutsa­mak da, bu dünyanın farklısına doğru kanat açmak arzusunu dile getirmek­teydi.
Bu kanat açma arzusunun bir baş­ka biçimi ise, mekânsal anlamda değil de, yaşanan toplum ya da dönemin zi­hinsel ufkunun darlığından kurtulma anlamındaydı. Ikarus'un çocuklarının yaptığına ilişkin mitolojideki öykü bunu anlatıyor. "Babaların" çizdiği sı­nırın aşılması, zorlanması arzusudur buradaki. Balmumunun erimesi, oğul­ların denize düşmesi ise, verili top­lumsal sistemin zihniyetinin, ahlak anlayışının güçlülük ve haklılık iddi­asının bir türevi olmuştur, olmakta­dır.
Ortaçağ'ın ortalarında "değirmen­ler" çoğalırken ve köylü birlikleri ma­nastırların değirmen kurmak ve buğ­dayın altıda birini köylülerin elinden almak imkânını "efendilerin" elinden istirdat ederken ortaya çıkan Faust öyküsü de Ikarus ve Oğulları öyküsü­ne benzemektedir. Manastırların köy­lülerden aldığı buğday öğütme payı olan unun 1/6'sı, her altı birim tarla­dan bir biriminin daha Kilise'nin elin­de toplanması anlamına gelmektedir o günlerde. Köylüler, köylü birlikleri mantar gibi, pıtırak gibi çoğalan sayı­da değirmen kurar bu sömürüye son vermek için. Fakat bir süre sonra kral­larla, prenslerle ittifak kuran kilise (baronlar ve ruhban) bu değirmenleri yıktırır. Değirmen taşlarını da, köylü­lerin yortularda filan ziyaret ettikleri büyük manastırların avlularına döşer, ibret olsun diye. Böylece, köylülerin yeni ufuklar arama girişimi tedip edil­miş olur yüzyıllarca.
Keloğlan masallarının söylendiği, dinlendiği her ocakbaşında, her köyde de bir mekân değiştirme, ufuk değiş­tirme özlemi dile getirilmiştir, getiril­mektedir. Ama, dikkatli bakılırsa, bu­rada da "iğdiş edilmiş" bir mekân de­ğiştirme arzusu ile karşı karşıya oldu­ğumuzu görürüz. Yoksulun biri Kaf Dağı'nın ardındaki ülkenin padişahı­nın gözüne girmiş, damadı olmuştur. Yoksul, saraya girdiği için, burada, iç güveyi olma durumu, toplumsal iç gü­veyi olmaktır aynı zamanda. Öyküde­ki, Keloğlan kaderini değiştirmiştir. Ama, dinleyenlerin Keloğlanlığı sür­mektedir ve sürecektir de...
Yoksulların da seyahate çıkarak ufuk değiştirme çabaları olmuştur ta­rihte. Ama, bunların en kitlesellerin­den biri olan Haçlı Seferleri'ne katılan yoksulların başına gelenleri görmek için Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin Arkeoloji bö­lümünün İznik'te yaptığı kazı çalış­malarının yapıldığı yerleri görmek ye­ter. Sekiz dokuz yıl önce, ağızları beş altı metreyi bulan kuyu gibi kazı yer­lerinde, tıpkı bir sunta keskindeki presle birbirine yapıştırılmış, sıkıştırıl­mış yongalar gibi, üst üste atılıp za­manla, toprağın ağırlığı ile bir kemik­ler mozayiğine dönüşmüş yoksullar yığını görmüştüm. Senyörlerin ikinci ve üçüncü erkek çocukları bile, baba­larının taşınmaz malları Kilise Huku­ku gereği, yalnızca birinci doğan er­kek çocuğa kaldığı için, bu yığınların içinde eriyip kaybolmuşlardır. Gezi, sefer, böylesine acıklı bitmiştir... Kuş­kusuz, Urfa'ya, Şam'a, Kudüs'e, Yafa'ya, Mısır'a kadar gidebilenler; ora­larda kontluk, prenslik kuranlar da ol­muştur. Şam'da öğrendiği demiri çelik yapma zanaatını, ya da billur gibi cam dökme sanatını Avrupa'ya, Murano'ya, Lizbon'a getirenler de olmuş­tur.
Tarihin seyahate meraklı kralları, hükümdarları da unutulmamalı. Kserhes, Persopolis'ten kalkıp Kapadokya'dan, Likya'dan Attika'ya kadar gel­miştir. Ama, ülkesinin uzaklarında iken sarayında kargaşa çıkacağı haber­leri gelir. Grek tragedyalarının en güzellerinden olan Persler'de koro şöyle noktalar bu uzun seyahatin sonunu: "Siz, kendi ülkenizin ve halkınızın sa­adetini gerçekleştiremeden başka ülke­leri ezmeye, zulmetmeye çıktınız... Bundandır sarayınızdaki güvensiz­lik!.."
Bu olaylardan iki yüz yıl sonra Makedonya'dan çıkan İskender 130 bin kişilik ordusu ve bu orduya ökse otu gibi yanaşmış, yapışmış nalbant­lar, köfteciler, "lahmacuncular", fahi­şeler, hokkabazlar, müteahhitlerden oluşan 1, hatta zaman zaman 1,5 mil­yona varan insan yığınları ile Anado­lu'dan, İran'dan, Harizmiler ülkesin­den geçip Hindistan'ın yukarılarına kadar gelir. Dönüşte, bilicilerin, kâ­hinlerin lafını dinlemeyip Asur Kral mezarlarının bulunduğu bataklıkları kurutup Dicle ve Fırat sularının bir araya geldiği yerlerden aşağılara kadar teknelerin gidip gelebileceği bir su yo­lu oluşturmayı düşünürken, düşlerken oralarda ölür. Ama, İskender, Make­donya'dan çıkıp Babilonya'ya kadar süren bu gezintisinde gördüğü yerler­de yerli kültürleri öğrenmeye çalış­mıştır. Yanındaki sanatçılar, yazarlar, askerler buralardan bir şeyler öğrenip kendi Helenistik kültür dünyalarını modifiye etmişlerdir. Buna karşılık, bir "Buda heykeli kadar sakin" duran Buda da değişmiştir: Grek burnu ile, geniş alnı ile, Asyalılığının yarısını bir yana koymuştur. Bunda, İskender'in hocası Aristoteles'in görgülcü/deneyselci bilgi ve yöntem anlayı­şının etkisi olduğu açıktır. Ama, bu­nun da öncesinde, Aristoteles'in atala­rından beri Greklerin karadaki ülkele­rine de, denizlerde dolaştıkları sırada içinde bulundukları koylara, körfezle­re, ufuklara da "Thalasa" demelerinin rolü olmuştur. Ticaretin, görgülcülüğün, dogmacılıktan kurtulabilmenin temelinde de Grek insanının varlık sürdürme tekniklerinin, biçiminin ye­ri olmuştur.
Homeros'un İlyada'sındaki, Odyssid'sındaki olaylarla, yaşantılarla dolu gezi, geziler, serüvenler ise, tek tek in­sanların değil; Greklerin bütün boyla­rının, kabilelerinin soy topluluğundan (genos) çıkıp, sürülerle, özel mülkle. kölelerle tanıştıkça eriştikleri yabancı­laşmaya dayanan toplum hayatına ge­çişinin; bir kavmin bir yaşantı tarzın­dan bir yenisine geçişinin öyküsü, se­rüvenidir. Bu böyle olduğu içindir ki, serüvenin tamamını bir araya getirebi­len gözleri görmeyen Homeros ol­muştur...

Modern dönemin öncesindeki in­sanın gezisini, serüvenini en iyi anla­tan ise, bence, Brugel'in Körlere Yol Gösteren Kör'ün resmedildiği tablosu olmuştur. Ülkesi İspanyol zulmü al­tındayken ve açlığın, salgınların, yan­gınların ortasında yapılmış; Yunus'un yalın çağrısı gibi, "Moğol zulmünden sonra" hayatta kalabilme çığlığı gibi bir resimdir bu.
Munch'un çığlığı ise, iskelenin ucuna kadar yürüyen burjuvaların ka­rarmış "ufkundan" korkuya kapılmış küçük insanın, ressamın, aylağın, "düşünür-gezerin" çığlığıdır. Yürekte, in­sanın umutlarını canlı tutmaya çalıştı­ğı yürekte çıkılmış bir ufuk arama se­rüvenidir Munch'un resmi. Garb Cep­hesinde Yeni Bir Şey Yok yazılmak üze­redir...
Munch'un çığlığının öncesinde ise, denebilir  ki,   bütün  ufukları,   kendi programlanmış hayat anlayışı ve ertelenmiş mutluluklar disiplini ile gemlemek isteyen sanayi toplumundaki mü­hendis burjuvanın serüveninin anlatıl­dığı Jules Verne'in 80 Günde Devri Alemi vardır. Londra'dan Dover'e, Marsilya'ya, İskenderiye'ye, Hindistan'ın batısından Kalküta'sına, Avus­tralya, Japonya, baştan başa Amerika, Atlas Okyanusu ve Londra'ya prog­ramlanmış bir turdur bu yükselen burjuvazinin Odyssia'sı. Hindistan'da kompartımana alınan racanın güzel eşiyle mühendis burjuvanın aşk ilişki­sinin insani sonucu ise, düzenin nikâhı ile Londra'ya dönüşte gerçekleşebi­lir. Gerçekten de, bu yeni bir Odysia'dır. İthaka'ya, malikânesine, sürülerinin başına dönmek için içindeki insansal duygularını baskı altına alan, sulaklarını çaputla doldurup sirenle­rin seslerini duymamaya çalışan Odys-seus gibi, yükselen burjuvaziyi temsil aden mühendis de, kafasındaki "prog­ramlanmış hayatı" kesintiye uğratma­mak ve işinden ibaret bir adam ol­maktan sapmamak için, aşkı, Lond­ra'ya dönüşe ertelemiştir.
Yakından bakacak olursak, Lond­ra'da şehir kulübündeki hayat tarzı, yaşama felsefesi hiç terk edilmemiştir bu devri âlem boyunca. Çünkü, in­sanoğlu sanayi kapitalizminin işlikteki ve işlik-dışı hayatındaki toplumsal denetim mekanizmalarının güdümü altında, nereye giderse gitsin, Kavafis'in söylediği gibi, hep aynı kenti ile birliktedir her gittiği yerde.  Çünkü, homojenleştirici yabancılaşma olgusu tek ve aynı bir dünya içine kapamıştır yükselme dönemindeki burjuvayı.
Banliyöler, banliyölerdeki mono­gaminin kurtarıcısı metresler de henüz tam olarak yaygınlaşmamıştır.
Yükselen . burjuvazinin yolunu açanlardan Napolyon Bonaparte ise, tıpkı, Tanrıça Kirke'nin tavsiyesi ile soluğu "Ölüler Ülkesi"nde alan Odysisus gibi, Fransız Devrimi ile kabarıp coşan halk kitlelerini yeniden düzenin içine sokabilmek için, Osmanlının zengin eyaletleri olan Mısır'a ve Suri­ye'ye doğru yola çıkmıştır. Sömürgeleştirilecek Doğu ülkelerinden tırtıklanacak artık-değer'in sanayi kapitaliz­mine geçen Fransa'ya getirilmesi ile gelişkin kapitalist ülkelerdeki sınıflar arası çelişkinin antagonistik çelişki­den, non-antagonistik çelişkiye dönüş­türülmesi için en zararsız yolu bul­muştur Napolyon ve döneminin ege­men kesimi.
Acayiptir ki, Napolyon'dan elli yıl sonraki İstanbul'da Fatih Çarşambası'nda oturan bizim gibi insanların Beyoğlu'na geçmesi 19. yüzyılda olmuş­tur. Günahı, öyküyü nakleden Murat Belge'nin boynuna, Fatih'teki bir dini bayramda Üsküdar'a yaşlı teyzelerini ziyaret için kayık tutup deniz yolcu­luğuna çıkan iki İstanbullu, zeytinyağ­lı dolmalarla, köftelerle dolu nevale sepetleri ile denizden gidip döndükleri Üsküdar seferinden sonra, Jules Ver­ne'in öyküsüne taş çıkartacak bir Se­yahatname kaleme almışlarmış!..
1900'lerde bile, Şehremini'den kal­kıp Üsküdar'a geçenler için oralar Anadolu'dur, uzak ve farklı yerlerdir. Marmara'nın kıyılarındaki Kalamış, Bostancı, Adalar'a gidişler bile buharlı küçük gemilerle, Şirket-i Hayriye'nin düzenli seferleri ile, 19. yüzyılın ikinci yarısında olmuştur.
1960'ların ikinci yarısında ise, bir­den coşup harekete geçen kavmimizin bir bölümü, tarihteki bu gecikmeyi te­lafi etmek istercesine, Yozgat'ın deniz yüzü görmemiş Boğazlıyan'ından çı­kıp Libya'ya, Brüksel'e, Münih'e, da­hası İsrail ticaret filosundaki gemiler­de tayfa olarak dünyanın yedi iklim beş denizinde sefere çıkmaya başlamış­tır.
Bu şaka bir tarafa, bizim daha uslu akıllı seferlerimiz de 1950'lerde, 1960'larda başlamıştır. Ankaralıların Erdek kıyılarını keşfi, hatırladığım ka­darı ile, 1957'deki Atilla Alpöge'lerin, Ergun Köknar’ların, Genco Erkal’ların düzenlediği, başlattığı Erdek Tiyatro Festivali'nden sonraki günler­de olmuştur. Sonra 1960'larda Marma­ra Adası, Avşa Adası, Şile'nin keşfine gelinmiştir. Sonraları Alanya'lar, An­talya'lar,   Bodrum'lar   keşfedilmiştir.

Bodrum'un keşfi, işin başında, Cevat Şakir'in öyküleri, romanları ve Mavi Sürgün'ü okuyanlarca olmuştur. Bun­ların kibarları denizden gelmişlerdir. Alt orta sınıftan aydınlar ve Hippy'ler karadan gelmişlerdir. Bodrum'un dağ­ları taşları beyaza dönerken gelenler ise, "felaketler" gibi, yerin altından ve üstünden, denizlerden ve karalardan gelmişlerdir. Disco'ları ile, Cola'ları ile, barları ile gelmişlerdir. Birlikte gelmekte ve birlikte dönmektedirler. Tıpkı dünyanın diğer ülkelerindeki kitle turizmindeki insanlar gibi. Terk etmek istedikleri kentlere, geldikleri yerleri sonuna kadar benzeterek ve kirleterek... Kekik kokan dağlar bit­miştir... Sepetle balık tutulan koylar bitmiştir... Kıyısında köz üstünde müren balığı pişirilen kumsallar bitmiş­tir. Kargı koyundaki kargılar da bit­miştir... Çardaklarda, "galiptos" gölge­sinde uyuduğumuz kerevetler bitmiş­tir. Issız duran koylarda mandalin bahçelerindeki taş evlerde resim ya­pan ve yüzlerce içki şişesinin ortasın­da ayık kafayla dünyaya bakan res­samlar ve Belçikalı karıları bitmiştir... "Hey Yavrum Hey!" diye denize çı­kan ve kaşıkla, sıyırtma ile balık tut­makta mahir üç lisan bilen Mülkiyeli "Hey Yavrum" bitmiştir!..
Ertegün'ün evinin oralarda iyi res­toranlar, Köprübaşı'nda ise dönerciler, "06 Ankara Restoran"lar zuhur et­miş; her yer ve her şey İzmirli, Anka­ralı, İstanbullu kaçkınların ve kaçıkla­rın eline, güdümüne geçmiştir...
Kitle turizminin özü budur. Bun­ları eleştirmek ise, kimilerine göre, "seçkinci ve entelektüelce" bir "davra­nış bozukluğu" sayılmaktadır.
Ben, günümüzün "normallerin­den" değil; normal olmayanlarından yanayım. Yerlilerden dostlarım ölü­yor ve azalıyorlar.
Bana mandalina dallarından sapsa­rı kaşıklar yapıp hediye eden dostla­rım yok. Mantar toplayabilen Cemal Dayım şimdi göremiyor, yaşlandı. Ama, onun gözlerinin önünde, hâlâ, İstanköy'ün kızları, karpuzları, Gökova'nın koyları,  snaritleri var.  Bizim kavgasını ettiğimiz taş yığını adalarda, karılarının yapıp yanlarına koydukla­rı, toplanıp, hep birlikte yedikleri azıkları, adam gibi yaşanmış günleri var... Bizim, medyanın pompaladığı kinlerimizden, öfkelerimizden, yalan­cı kahramanlıklarımızdan çok daha güzel... Çınarların dibinde, devlerin yanında çömelip peynir ekmek yerlermiş. Birbirlerinin düğünlerine giderlermiş. Birinin kilisesi ile, birinin al­nında kufi yazısı ile süslenmiş taş çeş­mesi yan yana dururmuş. Şimdi hepsi bakımsız ve gözlerden ırak edilmiş... "Clup Armonia" ya da "98 Evler" ya­zan tabelaları ile denizi, limon ağaçla­rını, zakkumları kapatan peyzajın ge­tirdiği kredili satışlar, devre mülkler, promosyonlu okunma-dışı gazeteleri ile farklı bir dünya var...
Bu yeni peyzaj, bana, Roma'ya ge­len 1950'lerin ortalarındaki Amerikalı turistleri anlatan Roland Barthes'ın yazısındaki gözlemi anımsatıyor: Aşk Çeşmesi'nin önüne geçip fotoğraf çek­tiren Amerikalı orta sınıf insanı, para­nın düzenlediği kitlesel turizm ve tatil endüstrisi döneminde bir fatihtir. Ama, resminin çekilmesi ile tamamla­dığı fetih seferinden hiçbir şey kazana­mayan bir fatih... Roma, bu görüntüden ibarettir. Müzeleri, sokakları, in­sanları, Fellini'yi korkutan akşamüst­leri sokağa çıkan güzel kadınları onun aklına gelmeyen şeylerdir. Onun dü­şündüğü şey, Kış'tan, Güz'den başla­yan taksitlerle ödediği bir turistik gezi programına, tura katılarak geldiği Ro­ma' daki, herkesin hiç tereddütsüz bi­lebileceği bir mekân olan Aşk Çeşmesi'nin önünde fotoğraf çektirip, Amerika'daki orta sınıf hayatını sürdürür­ken eriştiği toplumsal konumuna bir kanıt oluşturmaktır. "Achieving man"(*) olduğunu kendisine ve çevre­sindekilere kanıtlamak için bir kanıt oluşturmaktır...
Bu bir fetih değil, bir ufuk geniş­letmek değil; bir "kirletmedir".
Başka ne olabilir ki!
Baudelaire'in   "Paçavracılar"   şiiri üzerine Benjamin ile Adorno arasındaki acı verici tartışmayı hatırlamıyor musunuz?
Kitlesel turizmin iyi yanlarından söz edenler de var. Her şeyin metalaştığı ve dolaşıma giremeyen şeylerin yaşama olanağından yoksunlaşacağını biliyoruz. Ama bunların sona ermesi için, saçma sapan "Ölü Doğa" görü­nümleri oluşturmaktan öteye gidemeyen korumacılık önlemlerini aşabile­cek kapsamlı dönüşümlerle hayatı ye­niden kurmak gerekiyor...
Yani, Kutsal Kitapların, IMF’in, Dünya Bankası'nın, akıllı uslu politi­kacıların, Ikarus'ların çizdiği sınırların ve oluşturdukları "ciddiyetin", zorlan­ması ve kofluklarının, yetersizlikleri­nin ortaya konulması gerekiyor...
(*)   Başarılı adam.
Varlık Dergisi Ağustos 1999 Sayı 1103'de yayınlanmıştır.

29 Nisan 2011 Cuma

Peygamberin Son Beş Günü / Tahsin Yücel

VII

Otelin kapısından çıkar çıkmaz, Peygamber'in gözleri karardı, düşmemek için duvara yaslanıp öylece dikildi bir süre. Ama, hem düşündüğünü bir kez daha saniyesinde uygulamaya koymuş olmanın, hem de yaşamının en bü­yük eyleminin eşiğinde bulunmanın bilinci, havanın ola­ğandışı soğuğuyla birleşerek, acılığı ölçüsünde keskin bir ilaç gibi, beklenmedik bir güçle doldurdu benliğini. Lenin kasketini alnının üstüne biraz daha indirdi, yağmurluğu­nun yakasını kaldırdı, bir eli cebinde, bir eli Samsonit'inin kayışında, kararlı adımlarla caddeye doğru yürüdü. Cadde başka zamanlara göre nerdeyse ıssızdı: arada bir, adam bo­yu kirli sular kaldırarak, bir araba geçiyordu; kaldırımlar­da insanlar, karlar üzerinde, duvarlara tutunarak ya da bastonlara dayanarak güçlükle yürüyorlardı. Peygamber, beklenmedik bir güçle, hiçbir şeye tutunmadan, hızlı adımlarla ilerledi. Yanlarından geçtiği atkılı, eldivenli, ka­lın paltolu insanlara horgörüyle baktı, "Kenterler!" dedi dişlerinin arasından. Bu ayakta durmakta zorluk çeken ya­ratıklardan bir an önce uzaklaşmak, karısına, torununa, şiirine, kavgasına yakışan yerlerde olmak istedi. Tam bir taksi çevirmek üzereyken, şu son günlerde kenterler gibi taksiden inmediğini, devrim parasını hep şoförlere verdi­ğini anımsadı. "Kavgaya da taksiyle mi gideceğiz?" diye söylendi. "Hayır, kavgamız halkın kavgası, halk hangi araçlara biniyorsa, biz de o araçlara bineceğiz." Gözlerini yola dikti bir süre, "Tuhaf şey! ne tramvay geçtiği var, ne otobüs," diye mırıldandı, gene yürümeye başladı. Ortalık­ta tek tramvay görünmemesi Taksim'de de şaşırttı onu, ama art arda dizilmiş otobüsler içini rahatlattı. Durağa git­ti. Önüne ilk gelen otobüsün üzerinde Eminönü yazısını okudu, "Tamam, oldu," dedi kendi kendine: Eminönü, ya­nında halkı, karşısında kenterleri bulacağı bir yerdi: hiç duralamadan bindi otobüse, burnuna vuran ağır ve ekşi kokuya aldırmadan, basamağı çıkıp arkaya doğru ilerle­meye çalıştı. Yanlamasına yerleştirilmiş koltuklardan bi­rinde oturan kasketli bir delikanlı kolundan çekti, "Buyur, otur, dayı," diyerek yerinden kalktı. Peygamber yaşamın­da böyle bir olayla ilk kez karşılaşıyormuş gibi, şaşkın şaş­kın süzdü delikanlıyı, sapsarı yüzü, incecik boynu, sön­müş gözleriyle kendisinden daha yorgun, daha güçsüz, hatta daha yaşlıymış gibi bir duyguya kapıldı, "Oturun, siz oturun!" dedi, ama delikanlı yanıt bile vermeden yürüyüp gidince, ister istemez oturdu. Kapıda burnunu sızlatan ko­ku daha da yoğunlaştı; şimdi, oturduktan sonra, yalnızca bir koku olarak soluğunu kesmekle kalmıyor, yapışkan bir nesne gibi yanaklarına, burnuna, çenesine sıvandıktan sonra, boynundan aşağılara doğru sızarak bedeninin her yanına sıvanıyor, ılıklığı ve kayganlığıyla midesini bulandırıyordu. Kulak verse, sesini de duyardı belki. Gözlerini yumup dinledi: yıllanıp kat kat katlanmış, sonra otobüsün ıslak ve sıcak havasında erimeye başlamış bir ter kokusu olmalıydı. Ne olursa olsun, devrim öncesinin büyük çeliş­kileri içinde bile, dünyanın en üstün yaratığı olduğu söyle­nen insanın böylesine iğrenç bir şeyin kaynağı olması kor­kunçtu. İçgüdüyle geriye, pencereye doğru çevirdi başını, gözkapaklarını araladı, korkunç kokunun kirli bir su biçi­minde, yukarıdan aşağıya doğru yol yol indiğini gördü, umutsuzca içini çekerek gene önüne döndü. Şimdi otobüs daha da dolmuştu. Ne kadar toplanırsa toplansın, ayakları­nı ne kadar geriye çekerse çeksin, ilerlemeye ya da yerleş­meye çalışan insanlar, Nazım'ın incecik mokasenlerini çamurlu pabuçlarıyla çiğnemenin bir yolunu buluyorlardı. Bile bile yapıyorlardı sanki. "Ne tuhaf insanlar bunlar!" di­ye düşündü. Kimileri palto, kimileri ceket, kimileri mont giymişti,  ama,  önceden  sözleşmişçesine, hiçbiri önünü iliklememişti. Bu nedenle, giysilerinin uçları sürekli yüzü­ne sürtünüyor, soluğunu kesen korkunç kokuyu büsbütün yoğunlaştırıyordu. Biraz daha toplanmaya çalıştı, başını önüne eğdi, yüzüne sürtünen bu giysileri elinin tersiyle it­ti, ama bu insanlar bu kirli giysileri durmamacasına yüzü­ne sürtmekle görevlendirilmiş gibiydiler, ne yapsa boşunaydı. En sonunda, direnmeyi bıraktı, silahlı devrimle kur­tarmaya hazırlandığı bu insanları incelemeye girişti. Ütüsüz, kirli, çamurlu pantolonlarının fermuarları özel olarak böyle üretilmiş gibi hep açıktaydı, çokları da yarı yarıya kapanmıştı ancak, aralarından kirli donlar görünüyordu. "Ne tuhaf insanlar bunlar!" diye düşündü, gözlerini yuka­rıya doğru kaldırdı. Ufak tefek, eğri büğrü, kavruk beden­ler, incecik boyunlar üzerinde, sakalları, bıyıkları uzamış, soluk, donuk, çarpık, hasta yüzler gördü, iliklerine dek ürperdi: kokuyu, kiri, çirkinliği ve düşkünlüğü tek bir görün­tüde birleştiren maskeler geçirmişlerdi sanki insanların üzerine. Onlar da, maskelerin altında, büyük bir yıkımdan, örneğin bir zelzeleden çıkmış gibi bir izlenim uyandırıyor­lardı. Ne olursa olsun, yalnızca birer maske değillerse, kö­tü bir oyuna getirilmişlerdi. Peygamber, göğsüne bir sancı saplanmış gibi dişlerini sıktı. "Alçaklar, utanmaz herifler! bir de bu ülkeyi yönettiklerini, hatta kurtardıklarını söylü­yorlar! Alçaklar, aşağılık yalancılar!" diye söylendi. Bu düşkün insan görüntülerine daha fazla bakamadı, gözleri­ni yumdu. Ayaklarına bastılar, dizlerine, başına, omzuna çarptılar, gene de gözlerini açmamakta direndi, burnu avcunun içinde, öylece durdu. Sonra deviniler çoğaldı, ba­caklarından yukarı buz gibi bir soğuk vurdu, birinin "Gel­dik, beybaba: son durak!" diye bağırdığını duydu, ister is­temez açtı gözlerini. Otobüsün şoförünün birkaç adım öte­den alaylı alaylı kendisine baktığını gördü. Onunla konuşrnak zorunda kalmamak için hemen toparlanıp indi. Ama inince neye uğradığını bilemedi: karları kamçı gibi insanın yüzüne çarpan, buz gibi soğuk bir yelin Lenin kasketini uçurmasına ramak kalması bir yana, yaşamında ilk kez gördüğü bir yerdeydi: "Ne oluyor? Düş mü görüyorum?

28 Nisan 2011 Perşembe

Ben / Ercüment Uçarı


şimdi ellerinizi suluyorum sebebsiz
gök yakutu gözlerinizde bir çizgi kesiyor dünyayı
en güzel kemanların bir yerde sustuğu
bir yeşil bir mavi ellerinizi suluyorum

bir çığlık dumanı üstünde bir ekmeği öper gibi
oyuncak trenlerin tünellere girdiği mavilerce
yeniler bir ferace kendini rüyaların güzelleştirdiği
eski üsküdarlardan hançerlerde

eski üsküdarlardan her şey bir şarkıdır
yeniden söylenen eski gramafonlara
eskimeyen bir ses yıllarla güzelleşen evlerde
kedilerde kuşlarda ya da telgraf direklerinde

çağımızdaki soluğu duyuyorum
eskimiş betiklerden yaşamımıza gelen kokuyu
yeniden yapılan bir dünyada
tam suyun üstünde yepyeni bir gül

şimdi kemanlar çalıyor
davulun soluksuzca yaşayışında büyüyoruz
derken yüzümüzü buluyorum
aynaların tümünü kör eden

mavide damda ve kiremitte
korsan kalyonlarından gelen bir güç eskimiyen
hep eşkiya ışıklarını görüyoruz
nefes nefese dağlarda büyüyen

şimdi gözlerimi tazeliyorum
ağzımda bir fülüt çakı gibi

Papirüs Dergisi