10 Ocak 2012 Salı

Wilhelm Reich / Cinsel Devrim



İçgüdüyle ahlâk arasındaki çatışmada ve ben'le dış dünya arasındaki kavgada, ruhsal organizma dış dünyaya karşı olduğu kadar içgüdüye karşı da zırhlanmak, kendini «soğuk»Iaştırmak zorundadır. Ruhsal organizmanın «zırh kuşanması»ysa yaşama elverişliliğiyle yaşama etkinliğinin az ya da çok sınırlanması sonucunu doğurur. İnsanların çoğunun bu zırhın sıkıntısını çektiği söylenebilir; bir du­var vardır yaşamla aralarında. Toplu yaşayış içersinde bun­ca insanın yalnızlığının başlıca nedeni bu zırhtır.
Kişilik çözümlemesi yoluyla iyileştirme, bireylerin zırha takılıp kalan bitkisel enerjilerini özgürlüğe kavuşturur. Bu zırhlanmanın en dolaysız sonucu, topluma aykırı ve sapık içtepilerin yoğunlaşması, toplumsal bunalım ve ahlâki bas­kıdır. Aynı anda çocukluktan kalma baba ocağına bağla­nıp kalmalar, küçük yaştaki örselenmeler ve cinsel yaşa­mı engelleyen yasaklar ortadan kaldırılabilirse, gittikçe ar­tan oranda enerji cinsel dizgeye döner. Böylece, doğal cin­sel gereksinimler yeniden canlanır ya da ilk kez uyanır. Ayrıca, hastanın tam bir bedensel doyuma erebilmesi için cinsel bilinçaltına itişlerle cinsel bunalım yok edilirse, has­ta kendine uygun bir cinsel eşe rastlayacak kadar talihliyse, genel tutumunda insanı şaşırtacak kadar geniş bir de­ğişiklik olur. Şimdi bu değişikliğin en önemli görünüşlerini inceleyelim.
Sağaltımdan (tedaviden) önce düşünce ve eylemin bü­tünü bilinçdışı, akıldışı dürtülere bağlıyken, hasta gittik­çe akılcı eylemde bulunabilme yeteneğine kavuşur. Bu sü­reç içersinde, gizemcilik, dincilik, çocukça bağlanma, boş şeylere inanma eğilimleri yavaş yavaş yok olur, üstelik de hastaya herhangi bir «eğitim» verilmeden. Eskiden kalın bir zırh içersindeyken, kendisiyle ve çevresiyle ilinti kura­mazken, yalnızca doğal olmayan sözümona ilintiler kura­bilirken, gerek güdüleriyle, gerek çevresiyle doğal ve do­laysız ilintiler kurabilme elverişliliği gittikçe artar. Bunun sonucu, şundan bundan ödünç alınmış, düzmece davranış­ların yerine, gözle görülür biçimde, doğal, kendiliğinden davranışların geçmesidir.
Hastaların çoğunun ikili bir yapıya sahip olduğu söy­lenebilir; dışardan bakıldıklarında, düzmece ve garip gö­zükürler; oysa, bu hastalıklı dış görünüşün ardında, sağ­lıklı bir şey vardır. Bugünkü durumda bireyleri birbirlerin­den ayıran, bireysel sinir üstyapılarıdır. İyileştirme süreci boyunca, bireysel ayrılık hissedilir derecede azalır, yerini davranışın yalınlaşmasına, bırakır; bu yalınlaşmanın so­nucunda, iyileşme yolundaki hastalar bireysel özelliklerini yitirmeksizin, kalın çizgilerde birbirlerine daha benzer olur­lar.
Böylece, her hasta birey, çalışmaya uyamayışını ken­dine özgü bir biçimde gizler; çalışmasını engelleyen bozuk­luk yok olur da yetilerine güvenini yeniden kazanırsa, aşağılık duygusunu ödünlemesine yardım eden kişilik çizgile­ri de silinir gider; ödünlemeler son derece bireysel şeyler oldukları halde, herhangi bir işi gerçekleştirmekteki kolay­lığa dayanan kendine güven duygusu herkeste temelinden benzerdir.
Bedensel boşalma güçleri bozulmuş kişilerin, yani in­sanların çoğunun tutumuysa bambaşkadır: cinsel edimden çok daha az zevk aldıklarından, kısa ya da uzun süre cin­sel eşsiz yaşayabilirler; ayrıca, sevişme onlar için büyük bir anlam taşımadığından, pek titiz de değildirler. Cinsel ilişkilerinin kayıtsızlığı işte bu bozukluğun sonucudur. Cin­sel yanları bozuk bu bireyler ömür boyu tekeşli yaşamaya daha yatkındırlar. Oysa bağlılıkları cinsel doyuma değil, ahlâki baskıyla cinsel arzularını bilinçaltına itme dizgesine dayanır.
İyileşmekte olan hasta kendine uygun bir cinsel eş bul­du mu, sinir hastalığı belirtileri yok olduğu gibi, çoğu kez şaşkınlıkla, yaşamını düzene koyabildiğini, çatışkılarını o güne dek tanımadığı bir kolaylıkla, hastalıklı olmayan yol­lardan çözebildiğini görür. Bütün bunları yaparken, en do­ğal biçimde zevk ilkesini izler. Ruhsal yapısında, düşünce ve duygularında dile gelen tutum yalınlaşması, yaşayışındaki bir sürü çatışmayı ortadan kaldırır; aynı zamanda, bugünkü ahlâkî düzene karşı eleştirici bir tutum takınır.
Şurası açık ki, ahlâkî düzenleme ilkesi cinsel düzensiz­lik yoluyla kendi yaşamını düzene koyma ilkesiyle çelişir.
Cinsel yönden hasta toplumumuz cinsel sağlığın düzel­tilmesi girişimine katkıda bulunmaya yanaşmadığından, bedensel boşalma gücünün yeniden kazandırılması çalışma­ları bin türlü aşılmaz engelle karşılaşır: ilk engel, hasta­nın, iyileşmeye yüz tuttuğu zaman rastlayabileceği cinsel yönden sağlıklı kişilerin sayısının sınırlı oluşudur; ardın­dan da, zorlayıcı cinsel ahlâkın getirdiği türlü sınırlandır­malar gelir. Cinsel yönden sağlığa kavuşan kişi, sağlıklı ve doğal cinsel yaşamının gelişmesini önleyen bütün şu toplumsal kurum ve durumlar karşısında, bilinçsiz ikiyüz­lülüğü bir yana bırakıp bilinçle ikiyüzlü olmak zorunda kalacaktır. Kimileriyse, yakın çevrelerini, şimdiki toplum­sal düzenin sınırlayıcı etkisini önemsiz kılacak biçimde de­ğiştirebilme yeteneklerini geliştirirler.
Ruhçözümlemesinin yanlış değerlendirdiği, kafa eğiti­mi konusunda ruhçözümcülerin kuramıyla çelişen olguları özetleyelim:
·        Bilinçaltının kendisi de, hem nicelik, hem nitelik açısından, toplum tarafından belirlenir.
·        Çocuksu ve topluma aykırı içtepilerin bırakılma­sı, her şeyden önce, doğaya uygun bedensel cinsel gereksi­nimlerin doyurulmasına bağlıdır.
·        Ruhsal aygıtın köklü zihinsel gerçekleştirilmesi demek olan yüceltme (sublimation) ancak cinsel arzular bilinçaltına itilmezse başarılabilir; bu yüceltme, ergin insanda, cinsel içtepilere değil, yalnız üretkenlik öncesi cin­sel itkilere uygulanabilir.
·        Cinsel tutumbilimin sinir hastalıklarının önlen­mesinde ve bireyin yeniden toplumsal etkinliğe uyabilecek duruma getirilmesinde temel etken saydığı cinsel doyum, bugünkü yasalarla ve bütün ataerkil dinlerle her yönden çelişir.
·        Ruhçözümlemesinin hem bir iyileştirme yolu, hem de toplumsal bilim olarak önerdiği cinsel arzunun bilinç­altına itilmesinin ortadan kaldırılması, bu itilmeye daya­nan toplumumuzun bütün eğitsel öğelerine aykırıdır.
Ruhçözümlemesi, ataerkil kafa eğitimine bağlılığını an­cak kendi zararına sürdürebilmektedir. Ruhçözümcülerin ataerkil kültürden gelen kavramlarıyla bu kültürü aşındı­ran bilimsel sonuçlar arasındaki çatışma, ataerkil dünya görüşünün yararına çözülmüştür. Ruhçözümlemesi kendi buluşlarının sonuçlarını kabul etme yürekliliğini göstermeyince, bilimin sözümona siyaset-dışı ("kılgısal olmayan") karakterine sığınır; oysa, gerçekte, ruhçözümcü kuram ve uygulamanın her aşaması birtakım siyasal ("kılgısal") so­nuçları sorun konusu eder.
Bilinçaltı içerikleri yönünden din adamlarının, faşistlerin ve gericilerin kuramları incelendiğinde, başlıca özelliklerinin savunma tepkisi olduğu görülür. Bütün bu öğretiler her insanın kendinde taşıdığı bilinçsiz cehennem karşısında duyulan korku tarafından belirlenmiştir
….
Kimileri cinsel tutumbilime uygun yaşamın aileyi yıkacağını ileri sürüyorlar; sağlıklı bir sevisel yaşamın doğuracağı "cinsel uçurum" konusunda gevezelik ediyor, öğretim üyesi ya da başarılı bir yazar oluşlarından yararlanarak halk yığınlarını etkiliyor böyleleri. Oysa neden söz ettiğimizi bilmek zorundayız: her şeyden önce, kadınlarla çocukların gerek iktisadi, gerekse ahlaki köleliğine son vermek istiyoruz; bu iş yapılmadıkça, koca karısını, kadın kocasını, çocuklar da ana-babalarını sevmeyeceklerdir. Dolayısıyla bizim yıkmak istediğimiz şey "sevgi dış görünüşü"nü alsa da, ailenin yarattığı nefrettir. Aile sevgisi söylendiği gibi insanın en büyük ayrıcalığıysa, bunu kanıtlaması gerekir. Eve zincirle bağlanmış bir köpek kaçmazsa, hiç kimse kalkıp da onu sahibine bağlı bir yoldaş sayamaz. Aklı başında hiç kimse, bir erkek elleri ayakları bağlı bir kadınla otururken sevgiden söz edemez. Azıcık dürüst bir erkek kendisine sağladığı bakımla ya da toplumsal gücüyle satın aldığı kadın sevgisiyle övünemez. İnsanlık onuru taşıyan hiçbir erkek özgürlük içinde verilmeyen sevgiyi kabul etmez. Eşlik görevinde ve aile yetkesinde kendini belli eden zorlayıcı ahlak anlayışı, korkak ve güçsüz kişilerin ahlakıdır; bunlar doğal sevgi yetenekleriyle yaşamayı göze alamadıkları şeyleri, boşu boşuna, polisin ve evlilik yasalarının yardımıyla elde etmeye çalışırlar.
….

Resmî cinselbilimin ahlâka aralık bıraktığı başka bir kapı da, cinsel ilişkilerin «tinselleştirilmesi» yolundaki öne­risidir. İşe, duyusal hazlara düşkünlük yargılanarak baş­lanmıştır; ama bir de bakılmıştır ki bu, türlü hastalıklı bi­çimlerde, insanı çileden çıkarırcasına, yeniden boy gösteriyor. Ee, peki «ahlâkî» yani çileci ve iffetli yaşama biçi­mine eskisinden daha fazla düşman hale gelen bu güçleri ne yapmalı acaba? Yapılacak şey, «cinsel yaşamı çok üst bir tinsel düzeye çıkarmak»tır. Cinsel yaşam düzeltimcileri arasında pek yaygın olan bu savsöz, içinde kullanıldı­ğı formüllerin belirsizliğine karşın, son derece somut bir şeyi anlatır: cinsel etkinliğin bastırılıp bilinçaltına itilişi­nin hortlayışı.
….

Helene Stöcker'in tinsel önderliğini yaptığı Deutscher Bund. für Mutterschutz und Sexualreform (Alman Analığı ve Cinsel Düzeltimi Koruma Derneği),
1922'de hazırlanıp oylanan «Programını yayımladı. Önce, cinsel tutumbilim açısından geçerli ilkelere dayanan bu «Program»ı aktara­lım.

ALMAN ANALIĞI VE CİNSEL DÜZELTİMİ KORUMA DERNEĞİ'NİN PROGRAMI
Hareketin yapısı ve ereği
«Bu hareket, insan yaşamının yüce değerine inanan, onu destekleyen, iyimser bir dünya görüşüne dayalıdır.
«Hareketimiz, bu ilkelerden yola çıkarak, erkeklerle ka­dınların, ana-babalarla çocukların, kısacası insanların or­tak yaşamını elden geldiğince zengin ve verimli kılmak is­temektedir.
«Dolayısıyla görevimiz gittikçe artan sayıda bireye, fahişeliği, cinsel hastalıkları, cinsel ikiyüzlülüğü ve zorla­ma perhizi hoş gören ve geliştiren toplumsal koşullarla ah­lâk anlayışlarının tiksinçliğini göstermektir.
«Bugünkü ahlâki değerlerin karışıklığı, doğurdukları toplumsal kusur ve acılar, tez elden bu soruna çare aran­masını gerektirmektedir. Buysa, hastalık belirtilerinin kal­dırılıp atılmasıyla değil, ancak kökteki nedenlerin yok edilmesiyle gerçekleşebilir.
«Ama hareketimizin tek amacı hastalıkların yok edilmesi değildir; aynı zamanda, kişinin toplumsal yaşamının sevinçle dolmasına olumlu biçimde katkıda bulunmak isti­yoruz. Dolayısıyla, ereğimiz:
1) Annenin sağlığını güvenlik altına alarak, yaşamı daha kaynağında korumak;
2) Cin­sel yaşamı yalnızca döl vermenin hizmetinde bırakmamak, bir cinsel düzeltim gerçekleştirerek bireyin gelişmesinde, yaşama sevincinin sağlanmasında kullanmaktır.
Ahlâk anlayışının genel ilkesi
«İnsan ilişkilerinin, özellikle de cinsel ilişkilerin esen­liğe kavuşturulmasının birinci koşulu, zorunlu isteklerini uyduruk doğaüstü buyruklara, dindışı keyfî çekidüzen ver­melere ya da düpedüz geleneğe dayandıran ahlâk anlayış­larının etki dışı bırakılmasıdır. Ahlâk da bilimin en son buluşlarına dayanmalıdır. Tam bir sorumsuzlukla, eskiden bir anlam taşıyan ve bazı sınıfların çıkarına çalışan bir temel ahlâk kuralını sonsuza dek saklayamayız. Bizim için «ahlâk»ın denektaşı, gerek bireysel, gerekse toplumsal açı­dan, insanı daha zengin ve uyumlu bir yaşama kavuştu­rup kavuşturamayacağıdır.
«Bundan ötürü, beden-ruh karşıtlığını kabul etmiyo­ruz; cinslerin doğal olarak birbirini çekişine 'günah' dam­gası vurulmasını, 'duyusal haz düşkünlüğü'nün aşağılık ya da hayvanca bir şey sayılmasını, ahlâklılığın temel il­kesinin 'beli sıkılık' olmasını istemiyoruz! Bizim için in­sanoğlu parçalanmaz bir varlıktır, bedensel gereksinimle­ri de, ruhsal gereksinimleri de aynı özen ve sağlığı bekler.
«Ahlâkî ilkeler, ancak dingin, yani bireylere eşit hak­lar tanıyan, yeteneklerini geliştirebilmeleri için en iyi ko­şulları sağlayan bir toplumsal yaşamın türlü durumların­dan doğal olarak çıktıkları zaman bu adı taşımaya değer­ler. Bizim için, belirli koşullar altında, bireyin kişiliğini ge­liştirmesine ve daha iyi toplumsal yaşama biçimlerinin ge­lişine katkıda bulunan ilke 'ahlâkî'dir.
Cinsel ahlâk
«Şimdiki ahlâk düşüncelerimiz ve toplumsal dizgemiz cinsel ikiyüzlülüğü, dokusal hastalıkları ve daha başka dertleri beslemektedir. Dolayısıyla amacımız, gittikçe ge­nişleyen çevrelere, bu durumun ne denli dayanılmaz oldu­ğunu ve bu düşüncelerdeki karışıklığı göstermek; ve bu dü­şüncelerle durumlara var gücümüzle savaş açmaktır. Erdem'in 'cinsel perhizle bir tutulmasını da, biri erkeğe, öbürü kadına uygulanan iki ayrı ahlâkın bulunmasını da istemiyoruz. Cinsel ilişki, bu haliyle, ne ahlâklı, ne de ahlâksızdır.
Doğal bir gereksinimden doğan bu ilişki, dış durum ve ko­şulların araya girmesiyle ve bireylerin takındıkları tutum­la ahlâklı ya da ahlâksız olur. Cinsel etkinliğin imlemi as­lında başlıca sonucu olan döl vermede tükenmez.
«Tam tersine, bireyin gereksinimlerine karşılık veren cinsel etkinlik gerek iç, gerekse dış yaşamda kurulacak uyumun temel koşuludur. Yapısı gereği, başka birini ken­dine çekebilme olanağını gerektirir. Bu koşullarda, sevisel yaşam birtakım can alıcı deneylere girişebilme olanağı yö­nünden zenginleşir, insanın yaşamı anlama ve başkaları­nı tanıma yeteneğini derinleştirip inceltme yolunu açar, kişiyi analık ve babalık'la, gerçek yaratıcılığa götürür.»


Görsel: Arcadi Blasco / Zao Wou Ki

5 Ocak 2012 Perşembe

Şiir Şiir de Kalmaz / Ece Ayhan


Niyazi Zorlu- "Bütün Yort Savullar" kitabının kapak rengi mor. Türkçe şiir tayfında bu ''morötesi'' şiiri karşılayacak "geniş bir zaman" var mıdır? Yoksa “Bahar Ayini"ndeki Stravinsky gibi önce buruşturulması mı gerekmektedir?

Kırk yıldan beri mor benim rengimdir. Şimdi "Morötesi Requiem", bir küçük anlatıdır, kısacık. Doğallıkla başarıp ba­şarmayacağımı daha bilemiyorum. Bakalım.
Bizi buruşturmaları ise olanaksız! Zaten üzerimizden ço­cukluğumuzdan bu yana iktidar, okullar, aileler, anne baba, hü­kümetler... geçiyor, geçti. Yani düşüncenin üzerinden elbet tanklar geçmiş, geçecektir.
Bence ne çıkacaksa, sorumluluktan değil, sorumsuzluktan çıkar, çıkacaktır. Karışıklık, kötülük iyinin anasıdır. Bugünlerde geniş meşrepliler sanki insanda yurttaşlık duygusu bırakılmış gibi "sorumluluk"tan konuşuyorlar. Gençler sorumluluk duy­sun isteniyor. Oysa sınırlar yeniden çizilmeli. Her şeyin, yazın'ın, şiirin, coğrafyanın, dünyanın sınırları. Hatta nüfus sayı­mı bile yeniden yapılmalı. İskân yeniden. Kısacası yepyeni bir dilbilgisi ve yepyeni bir sözdizimi zorunlu bize. Yeniden bir uy­garlık tanımı, yeniden bir yurttaşlık tanımı. Yeni sorumluluk bile en sonda gelir. Türkiye yalnızca Çamlıca'dan görülmemeli. Kibariye, Çanakkaleli Melâhat, Roza Eskenazi, Kandıralı ve Arka­daşları, Er köse Kardeşler, Ağır Roman... da var.
1912'yi hatırlayalım. Paris. Stravinsky'nin "Bahar Ayini" çalınmaktadır. Büyük çoğunluk beğenmiyor, ıslıklar, yuhalamalar. Doğallıkla Stravinsky konserin sonunda yıkılmış olarak Cocteau'yla birlikte bir faytona biner. Dediğin gibi "buruşturul- muş"tur tabii. 1913'te aynı yapıt, belki de aynı salonda çalınmış ve çok beğenilmiştir. Ama Stravinsky'nin buruşuk kalıp kalma­dığını bilmiyorum. Çünkü Stravinsky en güzel yapıtlarını çok şükür daha önce bestelemiştir.

N.Z.- Bugünkü şiirin bir "rahim yokluğu" çektiğini söyleyebilir miyiz? “Kaos"la "batak" arasında bir ayrım var mı? ("Çizgiyi aş­mayacaksın! aykırı dal olmayacaksın!")

Bence bir rahim var, Genç Şiir için. Güneş de "aykırı­lıktır.” Ama ben rahim yerine "yörünge" diyeceğim burada. Çünkü etki de var, tepki de var. Köşegenler de var. Bana göre kendi yörüngelerini oluşturan, oluşturacak şairler Haydar Ergülen, Perihan Mağden, Akif Kurtuluş, "Kurt" Ayhan, Asker Barut, Salih Bolat, Tuğrul Asi Balkar, Mustafa Ziyalan, Güven Turan, Sina Akyol, Yusuf Alper, Gültekin Emre, Mehmet Müfit, Erisin Tezcan, Süreya Evren, Yıldırım Türker, Abdülkadir Bu­dak, vb.

N.Z.- 1957'de İkinci Yeni soruşturmasına verdiği yanıtlar, 1994'te de geçerliliklerini koruyor.

Demek ki 40 yıla yakın bir zamandır yine olduğumuz gi­bi davranıyoruz. "Özgünlük" denen şey de zaten kendi kendi­ne oluşur. Örnek olarak özgün ve büyük ressam Cihat Burak'ı ve özgün, sıkı ve yine büyük şair Cemal Süreya'yı gösterece­ğim size. İkisi de sahici insanlardı, sanatları da kendileri de ve oldukları gibi davranmışlardır. (Ressam Cihat Burak nedense Cumhuriyet Meyhanesi'ne geldiğinde hep mor renkli gömlek giyerdi ve yaz aylarında bile boynuna doladığı atkının rengi mor idi.)

N.Z.- Ece Ayhan, Marjinallik-İktidar ve Mülksüzlük (Mülkiyet) ilintileri ve bunların şiir yoluyla (Sıkı düşünce) sergilenmesi geliyor aklıma.

Bence felsefeye "sıkı düşünce" denmesi daha doğru olur. Ha, sıkı düşünce deyince aklıma Ahmet Soysal geldi. Dağlarca ile yapılan konuşmada İkinci Yeni'yi anlatırken bileşkeleri, çar­panları atlamış. İkinci Yeni akımı aynı zamanda Sait Faik'in Alemdağ'da Var Bir Yılan'ından da çıkmıştır. Stravinsky'den de (Bir anlamıyla Cemal Süreya'ya Stravinsky diyebiliriz, (Petruşka!) Mobil'lerden de. Yonca'dan da (Klee). Kandinsky. Alban Berg. Webern. Schönberg. Bunuel. Lobaçevski. Siyah Orfe. Hal Ve Gidiş Sıfır (Jean Vigo). Truffaut. Godard. Bitirimhane'ler (Fualkner'in Sanctuary'si). Rilke (Malta Laurids Brigge'nin Notları). Riemann (Çok boyutlu uzay geometrileri... raylar uzayda birle­şir). Visconti. Lautreamont. Apollinaire ("Zone" şiiri). Kleist (Michael Kohlhaas). Bülent Arel (Mobil yontuları, manyetofon müziği). İlhan Usmanbaş. Etcher. Vesaire.

N.Z.- Bir de tasvir kırıcılığı, tasvir düşmanlığı (îconoclastie) ge­leneğinin yarattığı boşluğu doldurma çabalarımız var: Ağaç kütükle­rinde Allah'ın adını, paralarda orak-çekiç ve Lenin'leri; öküzün altın­da buzağıyı arıyoruz da, sizin şiirinize ve oradan da tarihe inmeye ge­lince donakalıyoruz. Fayton şiirini ilk sevenlerden biri Ahmet Muhip Dıranas'tı galiba.

Fayton şiiri Ankara'da çıkan Pazar Postası’nda 1958 son­baharında yayınlanmıştı. Şiir, Erdoğan Tokmakçıoğlu'nu bile çok heyecanlandırmıştı. Erdoğan güzel hikâyeler yayınlıyordu o zaman. Sanki genel istek varmış gibi! Şiirin Dıranas'ın ilgisini çektiğini çok sonra öğrendim. 1962'de Ankara Radyosu'nda yaptığı bir konuşmada şiiri "yeni ve anlamlı" bulduğunu söy­lemiş. Ahmet Muhip Dıranas acaba Bizans'ta İlya'nın arabasıy­la birlikte göğe çıkması yortusunu biliyor muydu, diye düşün­müşümdür hep. Çankaya'da Fayton içinde intihar eden Fikriye Hanım olayını bilebilir bakın. Ankara yıllarla bu olayla çalkalanmıştır ve Fikriye Hanım Atatürk'ün sevgilisidir.

N.Z.- Sizin durup kaldığınız ender noktalardan birini biliyo­rum: Yapıt-Yazar ilişkisi.

Bu sorunu açındırmak için size ilginç bir olayı anlataca­ğım. 1971 yılıdır, şubat ayı, bir ay sonra 12 Mart "düşünceye çul­lanma provası" yapılacaktır. Yer, Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi (şimdiki Yıldız Üniversitesi). Behçet Necatigil orada Türkçe dersine giriyor. Ben de Necatigil'in çağrılısı olarak derse katılıyorum. Karatahtada bir şiirimin çözümlenmesi yapılacak. Dersliğe girdiğimde, rengârenk, el örgüsü kazaklarıyla halk ço­cuklarını gördüm, tıklım tıklım. Oysa Necatigil Türkçe meraklı­sı üç beş gençle yaparmış bu dersi.
Çocuklar Meçhul Öğrenci Anıtı şiirinin yazılmasını istiyor­lar, ama Necatigil Hoca, İnsaf Ana'nın oğlu Battal Mehetoğlu o okulda öldürüldüğü ve bu şiirde ona gönderme olduğu için midir bilemiyorum, yazmak istemiyor. Ben de Necatigil'in zor duruma düşmesini istemiyor, çocukların sorularını duymazlık­tan geliyorum falan. (Karatahtaya sonunda Necatigil'in isteği üzerine başka bir şiirim yazıldı.)
Sonra bir ara verildi. Necatigil'in odasında sigara içiyoruz, konuşuyoruz. Necatigil "Bence bu şiir ilk kıtasında bitmiştir" dedi. Ben "hayır" dedim. İşte iki kuşak arasındaki ayrımdır bu. Necatigil bu şiiri yazsaydı, onu ilk kıtada bırakırdı belki de. Ama burada "meram farklılığı" var. Nasıl şiir şiirde kalmazsa, kalmıyorsa, okul da okulda kalmaz. E! peki "askeri okul", "ge­ce çamaşırcılığı", "okuma yazma bilmeyen anne", "bu ölümü de bastırmak için" ne olacak? Bizde, İkinci Yeni'de, yani sıkı şiir­de "de" vardır. "De" ufaktır ama, aynı zamanda çok da büyük­tür, belki de biz sivil şairlerin bam telidir. Biz aslında ayrıntı'yız. Ayrıntı, bütünden büyük olabilir bizde.

1994

Meçhul Öğrenci Anıtı / Ece Ayhan

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

4 Ocak 2012 Çarşamba

Yavaşlık / Milan Kundera


9
Vera çoktan uykuda; parka bakan pencereyi açı­yorum. Madame de T. ile genç Şövalye’nin geceleyin şatodan çıktıktan sonra geçtikleri, şu üç aşamalı unutulmaz güzergâhı düşünüyorum.
Birinci aşama: Kol kola geziyorlar, konuşuyorlar, sonra çimenlikte bir sıra bulup oturuyorlar, gene kol kola, konuşarak. Aylı bir gecedir, bahçe taraça Seine’e doğru uzanmaktadır, nehrin mırıltısı ağaçların mırıltısına karışmaktadır. Konuşmaların­dan birkaç cümle yakalamaya çalışalım. Şövalye bir öpücük istiyor. Madame de T. yanıtlıyor: “Elbette vermek isterim. Reddedecek olsaydım çok gururla­nırdınız. Özsaygınız sizden çekindiğimi düşündüre­bilirdi size.”
Madame de T.’nin söylediği sözler bir sanatın ürünüdür, hiçbir davranışı yorumsuz bırakmayan, anlamının üzerinde duran konuşma sanatının; bu kez, örneğin, Şövalye’ye istediği öpücüğü bağışlıyor soylu bayan, ama bu davranışa kendi yorumunu ge­tirdikten sonra: Öpülmeye izin vermesinin nedeni, Şövalye’nin gururunu gerçek düzeyine indirmek is­temekten başka bir şey değildir.
Soylu bayan, zekâ oyunuyla, bir öpücüğü bir di­renme eylemine dönüştürüyorsa, kimse yutmaz bu­nu, Şövalye bile, ama gene de bu sözleri ciddiye almak zorundadır, çünkü bu sözler zekâ oyununun bir parçasıdır ve buna bir başka zekâ oyunuyla karşılık vermek gerekmektedir. Konuşmak zaman doldur­mak değildir, tersine, zamanı konuşma düzenler, za­manı yöneten konuşmadır ve uyulması gereken ya­saları o koyar.
Gecenin ilk aşamasının sonu: Soylu bayanın, çok gururlanmasına engel olmak için Şövalye’ye vermeyi uygun gördüğü öpücüğü bir başka öpücük izledi, öpücükler “birbirlerini kovaladılar, konuşma­yı böldüler, onun yerini aldılar”... Ama, işte bakın, ayağa kalkıyor soylu bayan ve geri dönmeye karar veriyor.
Ne müthiş bir sahneleme sanatı! Duyguların ilk karmaşasından sonra, aşk isteğinin henüz olgun bir meyveye dönüşmediğini göstermek gerekti; bedeli­ni yükseltmek, onu daha arzu edilir duruma getir­mek gerekti; bir düğüm, bir gerilim, bir geciktirim yaratmak gerekti. Son anda durumu değiştirecek ve buluşmayı uzatacak bütün güce sahip olacağını çok iyi bilen Madame de T., Şövalye ile birlikte şatoya dönerken, güya bir bilinmezliğe doğru kayıyormuş gibi yapıyor. Çok eski bir sanat olan konuşma sana­tının dağarcığında onlarcası bulunan cümlelerden biri, bir tek cümle yetecektir durumu tersine çevir­mek için. Ama beklenmedik bir terslik, öngörülme­miş bir esin yoksunluğu yüzünden bu cümlelerden bir tekini olsun anımsayamıyor soylu kadın. Tıpkı oyun metnini unutan bir oyuncu gibi. Çünkü, ger­çekten de, metni bilmesi gerekiyor; o zamanlar işler bugünkü gibi değil, günümüzde bir genç kız, sen is­tiyorsun, ben de istiyorum, o halde vakit kaybetme­nin ne âlemi var, diyebilir. Onlar için, bir engelin ar­kasında duruyor bu içtenlik, bütün özgürlük eğilim lerine karşın aşamayacakları bir engeldir bu. İkisin­den birinin aklına tam zamanında bir düşünce gel­mezse, gezintilerini sürdürmek için bir bahane bu­lamazlarsa, sessizliklerinin doğal mantığı gereği, şa­toya geri dönmek ve orada birbirlerinden ayrılmak zorunda kalacaklar. Onlar, durmak için hemen bir bahane bulmak ve bunu yüksek sesle söylemek zo­runda olduklarını hissettikçe ağızları mühürlenmiş gibi açılmaz oluyor: Onlara yardım edebilecek cüm­leler, onları umutsuzca yardıma çağıran bu iki insa­nın karşısında bir yerlere gizleniyorlar. Bu nedenle, şatonun kapısına gelince, “ortak bir içgüdüyle, adımlarımız yavaşlıyordu”.
Bereket versin, sanki suflör sonunda uyanmış, gibi, Madame de T. anımsıyor metnini: Şövalye’ye karşı saldırıya geçiyor: “Sizden pek az memnu­num...” Şükürler olsun! Kurtuldu her şey! Kızıyor Madame de T.! Gezintilerini uzatmaya yarayacak küçük bir yapay öfke için bahane buldu: Kendisi iç­tendi Şövalye’ye karşı; öyleyse Şövalye neden sevgi­lisi hakkında, Kontes hakkında tek bir söz etmedi ona? Haydi, haydi, çabuk, bir açıklama yapmak zo­runda Şövalye. Konuşmak gerek! Konuşma yeniden başlıyor ve uzaklaşıyorlar şatodan, bu kez, yürüdük­leri yol hiçbir engelle karşılaşmadan doğruca aşk kucaklaşmasına götürecek onları.

         10
Konuşurken, araziyi işaretle donatıyor Madame de T., olayların bundan sonraki aşamasını hazırlıyor, ne düşünmesi, nasıl davranması gerektiğini Şövalye’ye sezdirmeye çalışıyor. Bunu incelikle ya­pıyor, kibarca ve dolaylı bir biçimde, sanki başka şeylerden söz ediyormuşçasına. Şövalye’yi bağlılık zorunluluğundan kurtarmak ve hazırlamakta oldu­ğu gece serüveni için sakinleştirmek amacıyla, Kontes’in soğuk bencilliğini sergiliyor ona. Yalnızca çok yakın geleceği değil, daha uzak geleceği de dü­zenliyor: Kontes’in rakibesi olmayı kesinlikle iste­mediğini ve Şövalye’nin Kontes’ten ayrılması gerek­mediğini ona sezinletiyor. Yoğunlaştırılmış bir aşk kursundan geçiriyor onu, uygulamalı aşk felsefesini öğretiyor ona: Ahlak kurallarının zorbalığından kur­tulmak ve bütün erdemlerin en yücesi olan ağız sı­kılığını korumak gerekir. Ve ertesi gün kocasına kar­şı nasıl davranması gerektiğini Şövalye’ye açıkla­mayı bile başarıyor, büyük bir doğallık içinde.
Şaşırıyorsunuz: Burada, son derece akla yakın bir biçimde düzenlenmiş, işaretlenmiş, çizilmiş, he­saplanmış, ölçülmüş bu mekânda doğaçlamaya, bir “çılgınlık”a yer var mıdır, nerede sabuklama, nerede arzunun körlüğü, nerede üstgerçekçilerin taptığı o “çılgın aşk”, nerede o kendini unutuş? Aşk düşün­ cemizi biçimlendiren akılsızlığın etki güçleri neredeler? Hayır, onların burada yapacak bir şeyleri yok. Marquise de Merteuil’ün acımasız mantığına da yer yok, ama en yüce görevi aşkı korumak olan bir sağ­duyu, uysal ve sevecen bir sağduyu var.
Aylı gecede, Madame de T.’nin Şövalye’yi alıp götürüşünü görüyorum. Şimdi duruyor ve alacaka­ranlıkta beliren bir çatıyı gösteriyor ona; ah, nice ta­dına doyulmaz anlara tanık oldu bu ev, ne yazık ki, diyor ona, anahtar yanında değil. Kapıya yaklaşıyor­lar ve (nasıl da tuhaf, nasıl da beklenmedik bir şey!) evin kapısı açık.
Anahtarın yanında olmadığını neden söyledi ona? Evin kapısının artık kapatılmadığını neden he­men söylemedi ona? Her şey düzenlenmiş, ayarlan­mış, yapay, her şey bir oyun, hiçbir şey içten değil, ya da, başka bir deyişle, her şey sanat; öyleyse: ge­ciktirimi, kesinsizliği uzatma sanatı, daha iyisi: esri­me, coşum durumunda olabildiğince uzun kalma sa­natı.

Görsel: Andrew Wyeth

28 Aralık 2011 Çarşamba

Rüya / Cemil Yüksel

                                               rüya başka kadın; kadın öncelikle kadın
teni iz taşımaz bakılmak alanıdır gözleri
hesap kitap işlerinin pek tutturulamaz sonucu
durup dinlenmenin tadına mâni zoraki bir gezinti
elleriyle konuşmayı seven tanıdıkça
rastlanmamış bir sözcükte diyebilirsiniz
önce anlamına yöneldiğiniz sadece yöneldiğiniz
hani o çok konuşurken dilinizin çağrıştırmadığı
bir anlık garip hissettiğiniz süre giden konuşmalar gibi
bir ergenin büyüyen memelerine bakarken ki şaşkınlığı
günaydın demesini bilen gitmek düşüncesine
zerre zerre toplanmış bir yağsam mı kararsızı
ne görmelere sezadır bir görseniz

koparılmış bir kiraz gibi kulaklara yakın söylenir
'varır göğsüyle eşeleriz durduğumuz yaşamayı'

rüya kadınlık içinde bir su özentisi
bir kadın öncelikle kadın; başka
baktığınızda ve bakmadığınızda başka türlü olan şey
meydanda sessizce dolaşan kocaman bir heyy!
bekler mi çağrılmayı öpüşmek düşüncesi!

o kadınların sarıldıkları eller yok mu
sonra uzanıp yattığı, hoşlandığı, hep istediği
kıvrılan şeylerin içinde dolanıp durduğu
o eller yok mu bir mendil katlama sakinliğinde
bir ütüyle düzeltme mesleğinde bütün denizleri





Görsel: Mike Stilkey

Parmak İzi / Cemil Yüksel


Öğretmenlerde öğrenemediklerini düşündüklerinde öğretecek hiç bir şeyin olmadığını kabul edecekler. İçinde sevginin yeşerme şansı bulunmayan her bilgi kaskatıdır. Zorla yedirilen yemeklere benzer.
  
İnsanın içinde durmaksızın işleyen bir giyotin vardır. Bu giyotin en çok insanın kendini haklı çıkarmak için sarf ettiği enerjide hızlı işler hale gelir.



Yaşamlarımız "yapacak bir şey yokla" "olur öyle" salınışında ki sınırlarla durmadan kendi koordinatlarını belirler.

Soluk almak çoğu zaman hissiz bir tekrardır. Boğazımızdan geçerken bizi zorlayan bir elma parçası bunu hatırlatır. Nefes eşsizliğini onu bastıran bir şey karşısında edinir.

İçindeki bir düşünceye destek vermek, onu beslemek, kendine hatırlatmak, sınamak, en sonunda yetersizliğiyle bırakmak. Hepsinde ne çok öğrenme saklı.

Sözler elbiselerdir. Dile gelmeyerek kuşandığı sessizliğin yerine özenirler. Büyük sözler bir zamanlar gelişemeden kalmış bir zayıflığın güçlüyüm deme ispatıdır.

Kal dersen kalır her şey seninle birlikte. Anılar bu yüzden vardır.


Görsel: Jacques-Henri Lartigue

24 Aralık 2011 Cumartesi

Herşey Tekrardır Biraz / Arkadaş Z. Özger


öperse sakalımı biralanmış bir berber
aşkımın civcivleri kanatlanmış
merhaba
şiirlere kılıç çeken gökyüzü
yerin bu şiirde de bir çocuk ağlamasıdır
(yerin bu şiirde küçük bir çocuk ağlamasıdır)
yani ki sen

EY

li bir heple başlıyan
hüzünlerin ve yalnızlığın bekçisi
bütün şiirlerin babası
üvey
babam
merhaba
EY
(artık küçül)
-ey-
acıların güç çeşmesi
suyun artık beslemiyor çocukları
ey babam
                        merhaba
olmasa babamın karısı
büyütün artık beni

(ağlamak acıların yontulmuş biçimidir
hüzünse bir çocuğun gökyüzünü sevmesidir)

yorgunum bir gülü devşirmekten
görseniz/artık
yüzüm
bozulan bir çiçektir
evde kalmış kızların göğsünde sık bulunan
beni solduran akşamüstleridir pencerelerde
çünki hüznü hüzün besler yalnızca
merhaba

diyorum bir acıyı ikiye bölmek
bir elmayı ikiye bölmek kadar güçtür
görseniz/artık
yüzüm
bozulan bir dengedir
bir serçeyi gökyüzünde barındırmaktan kıyan
(bence bütün serçeler yaşlandıkça serçedir)

güneş (ki göğün orospusudur)
yatar da çirkinliğin baykuş kuşuyla
unutur bir serçeyi kendisiyle sevişmeyi
şimdi yaşlanan bir gökyüzüdür hayatı
aşkı ve sevişmeyi kendisinde arıyan
merhaba

diye bir ses nerden
gelirse küçük bir çocuğun
(serçeleri çok seven bir çocuğun)
eskiyen yüzüdür güneşe karşı

(babam benim
annemi sana emanet ediyorum)

(Dost, Nisan 1970)

Görsel: Andrew Wyeth

Yalnızlık Dolambacı / Octavio Paz


MEKSİKALININ MASKELERİ

Ey tutkun gönül,
derdini kendine sakla...
Meksika halk şarkısı
Genç-yaşlı, criollo (safkan İspanyol) ya da mestizo (melez) general, emek­çi ya da avukat olsun, Meksika insanı dış dünyaya kapalıdır. Gülen yüzü aslında bir maskedir, hem çe­kici hem de itici olabilen o acımasız yalnızlığında, sus­kunluğu ve sözcükleri, eğitimi ve nefreti, mizah ya da eleştiri gücü ve teslim olmaya yatkınlığı onun sa­vunma burçlarıdır. Kendi özel yaşantıları kadar baş­kalarının özel yaşamını da kıskanır. Komşusuna bak­maktan bile korkar; çünkü, tek bir bakış, çıngar çık­masına, dolu tüfeklerin birden boşalmasına yetebi­lir. Yaşamı boyunca, koruyucu derisi yüzülmüş bir canlı varlık gibidir. Her şey onu kolayca incitebilir. Dolayısıyla yalın sözcükleri bile kuşkuyla karşılar. Sözü sohbeti, suskunluklar, benzetmeler, dolaylı an­latımlar ve bitirilmemiş tümcelerle doludur. Bunlara karşılık suskunluğunda renkli tepkiler, ezilip büzülmeler, fırtına yüklü bulutlar, birden beliren renkli gökkuşakları, anlamı tam çözümlenemeyen gözdağları vardır. Ağız dalaşında bile, örtülü deyimleri, mertçe aşağılamaya ve küfüre yeğ tutar: «Anlayana bir söz yeter!» der. Kendisiyle gerçek arasına aşılmaz bir sınır perdesi çeker. Görünmez olduğu için aşılması zor bir perde! Meksikalı dünyadan, insanlardan hat­tâ kendi kendisinden uzak yaşayan insandır.
Halkın dilinde kendisini dış dünyadan ne denli korumaya çalıştığının öyküsü yankılanır; erkekliğin övgüsü ise hiç mi hiç eksik olmaz dillerden. Başka­larına açılanlar «korkaklar»dır. Öteki insanlardan ay­rılarak dışa açılmayı, güçsüzlük ya da «erkekliğin öl­mesi» sayarız biz. Meksikalı yıpranabilir, eğilebilir, hattâ gereğinde secdeye varıp yakarabilir ama geri­lemez. Yani dış dünyanın özel yaşamına girmesine, karışmasına izin veremez. Bu yüzden gerileyen ya da sözünden dönen kimseye güvenilmez. O ya hain ya da alçak bir kişidir. Sır tutamaz; korkulan bir duru­mu, zorbayı göğüsleyecek yüreği yoktur. Kadınlar er­keklerden daha aşağı görülür. Çünkü onlar cinsel ilişkiye baştan «peki» demekle kendilerini dışa aç­mış olurlar. Ne var ki onların güçsüz olmaları beden yapılarından, dişiliklerinden ileri gelir. Cinsel ilişki­ye bir kez «evet» demiş olması hiçbir zaman kapan­mayan bir yara izi olarak kalır kadın için.
Dünyaya karşı beslediğimiz kuşkuyu ve güvensiz­liği, köşemize ve içimize çekilmekle gösteririz. Bu, iç­güdüsel düzeyde, dünyayı korkulacak bir yer olarak gördüğümüz gerçeğini belgeler. Tarihimizi ve yarat­tığımız toplumun özelliklerini gözden geçirince, bu tep­kimizi ancak bir ölçüde anlayabiliriz. Çevremizin düş­manlarla dolu ve bize sakıncalı görünen havasında­ki o anlaşılmaz sinmişlik bizi dünyaya kapalı tutar: Çölde yaşamak için su biriktiren kaktüsler gibi. Baş­langıçta belki gerekli ve doğru sayılabilecek bu ko­ruyucu tutum, şimdi kendiliğinden işleyen bir aygıt olmuştur. Yakınlığa ve içtenliğe karşı da duyarlı ol­mak isteriz. Çünkü bu duyguların gerçek mi, yoksa yapmacık mı olduğunu önceden kestiremeyiz. Ayrıca, erkeklik onurumuz, düşmanlık kadar, sevgi ve seve­cenliğin de baskısı altındadır. Genel savunma düze­nimizdeki herhangi bir duygusal gevşeklik, erkekliği­mize gölge düşürebilir.
Erkekçe iş-güç ilişkilerimizde de bizi en çok et­kileyen duygu kuşkudur. Meksikalı ne zaman bir dos­tuna ya da tanıdığına açılıp derdini paylaşsa, erkeklik tahtından inmiş sayılır. Derdini açtığı kim­selerin kendisini küçük görmelerinden korkar. Bu ne­denle karşılıklı güvene dayanarak kurulan kişisel ilişkiler, onurun yitirilmesine yol açar; böyle bir iliş­ki, güvenen kişi kadar güvenilen kişi için de sakın­calı görülür. Kendine âşık olan Narcissus (Nergis) gibi, kendi yansımamızı gördüğümüz havuzda boğul­mamak için görüntüyü bozarız. Kuşku ve gerilim, gü­vendiğimiz kişi tarafından kötüye kullanılmak kor­kusundan doğmaz yalnızca. Bu korku herkes için söz konusudur. Aslında kaygımız, yalnızlığımızı çoktan bir yana itmiş, ondan artık kurtulmuş olduğumuzu sanmaktan ileri gelir. Başkasına sır vermek kendini yok etmek anlamına gelir. Meksikalı, güvenilir ol­mayan birine sır vermek zorunda kalınca «kendimi falancaya sattım» der. Ele sırvermek, «çatlamak» ya da benlik burcuna bir yabancının girmesine izin ver­mek gibi dramatik bir olaydır. Birbirine sır veren iki erkek arasındaki karşılıklı saygı ve güveni sağla­yan, sürdüren uzaklık ya da perde ortadan kalkmış olur. Bir başkasına açılmakla, kendimizi onun eline acımasına (acımasızlığına) bırakmış; daha kötüsü, başkalarının gözünde «erkeklik» tahtından inmiş sa­yılırız.

Görsel: Angel Baltasar


17 Aralık 2011 Cumartesi

Yavaşlık / Milan Kundera


I - Akşamdan gidip geceyi bir şatoda geçirme tut­kusuna kapıldık. Fransa’da çoğunu otele dönüştür­düler şatoların: yeşilliğin kökünün kazındığı çirkin bir alanda yitmiş el kadar yeşillik parçası; uçsuz bu­caksız bir yol ağının ortasında bir sığınak, hıyabanlar, ağaçlar ve kuşlar sığınağı. Arabayı ben kullanı­yorum, arkamdan gelen arabayı dikiz aynasında iz­liyorum. Soldaki küçük ışık göz kırpıp duruyor ve arabada sabırsızlık belirtileri. Beni geçmek için bir fırsat kolluyor sürücü; alıcı kuşun serçeyi pusuda beklemesi gibi o ânı bekliyor.
Karım Vera konuşuyor: “Fransa’da her elli daki­kada bir insan ölüyor yollarda. Şunlara bak, hepsi de­li bunların, nasıl sürüyorlar. Sokak ortasında yaşlı bir kadını soyarlarken gıkları çıkmayan, tedbiri elden bırakmayan insanlar bunlar. Direksiyona geçince kor­ku morku vız geliyor, unutuyorlar, nasıl oluyor bu?”
Yanıtı ne bu sorunun? Belki de şu: Motosikleti­nin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir de­yişle, esrime durumundadır; bu durumda yaşı, karı­sı, çocukları, kaygıları umurunda bile değildir, unut­muştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur.
Teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız. Motosiklet sürücüsünün tersi­ne, koşucu, kendi bedeninin varlığını her zaman du­yumsar, ilaç ampullerini, soluk durumunu hiç aklın­dan çıkarmamak zorundadır; gövdesinin ağırlığını ve yaşını hisseder koşarken, kendi kendinin ve ya­şamının zamanının her zamankinden daha fazla bi­lincindedir. İnsan hız yeteneğini bir makineye dev­redince her şey değişir: Artık kendi gövdesi oyunun dışındadır ve bir hıza teslim eder kendini, cisimsiz, maddesiz bir hıza, katıksız hıza, hızın hızlılığına, es­rime hıza.
Tuhaf bağlaşım: tekniğin kişiliksiz soğukluğu ve esrimenin yalımları. Bundan otuz yıl önce, cinsel özgürlük konusunda bana bir ders (dondurucu bir ku­ramsal ders) veren, erotizmin parti komiserine benze­yen, ciddi ve coşkun görünüşlü şu Amerikalı kadını anımsıyorum; çektiği söylevde ikide bir cinsel doyum sözcüğünü kullanıyordu, orgazm deyip duruyordu; saydım: tam kırk üç kez. Cinsel doyum tapıncı: cinsel yaşamda hayal edilen, cinsel yaşama yansıtılan katı ilkeci yararcılık; yararsızlığa karşı verimlilik; aşkın ve evrenin biricik gerçek amacı olan coşkun bir patla­maya erişmek için, olabildiğince çabuk aşılması gere­ken bir engele indirgenmiş çiftleşme.
Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah ne­rede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palas­ta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Kır yollarıyla, çayırlarıyla, harman yerleriyle, doğa gü­zellikleriyle nereye gittiler? Bir Çek atasözü onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın pencerelerini seyrediyorlar. Tanrı’nın pence­relerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz; mutlu­dur. Günümüz dünyasında işsizlik’e dönüştü aylak­lık; aynı şey değil kuşkusuz: îşe yaramaz hisseder kendini işsiz insan, canı sıkılır, yoksun kaldığı devi­nimi arar durmadan.
Dikiz aynasına bakıyorum: Karşı yönden gelen arabalar yüzünden bir türlü beni sollayıp geçeme­yen aynı araba. Sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler anlatmıyor acaba? Elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu ya­pacağına, önündeki arabayı yeterince hızlı sürme­yen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince; o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmi­yor, kafasının içinde onunla birlikte araba kullanı­yor ve o da beni lanetleyip duruyor.
Bana gelince; ben Paris’ten bir kır şatosuna ya­pılan bir başka yolculuğu, Madame de T. ile ona re­fakat eden genç Şövalye’nin bundan iki yüz yılı aş­kın bir süre önce yaptıkları yolculuğu düşünüyo­rum. Birbirlerinin ilk kez bu kadar yakınında duru­yorlar, hızın yavaşlığının yarattığı o dile gelmez kösnül hava onları içine alıyor: Arabanın devinimlerine uygun olarak sallanan iki vücut birbirine dokunu­yor, önce rastlantıyla, sonra bile bile ve oluyor ola­cak olan, öykü başlıyor.

15 Aralık 2011 Perşembe

Pieter Bruegel Census at Bethlehem / Tuvaldeki Başyapıt

Öğreti / Cemil Yüksel


bizi kırdılar baltalar keskiler zulümlerle
sofrada elin tersiyle itilmiş bardaklar gibi
bir beyaz bulutun seyrini izlerken
engin gökyüzünde kaç yaz ortasında
bükülmüş bileklerimizde yok ettiler uyanıp gerinmeyi
kömürlükte kullanımı hor görülen eşyalar
gibi bir eskimeyi büyüdü uğuldayarak
şehrin bacalarındaki kurumlar
taç yapraklarıyla, nişan taşlarıyla kırdılar bizi
şimdi güzellik eşyası halinde boynunda zincirler
oynuyorsun çıplaklığını örten bileklerinde
bileklerinde gemi halatı mavi boncuklu

olgun bir kadındın saçlarınla başlardın
denizi görünce öpüşmek aklına düşerdi
dümdüz akardı saçların bir adam elleriyle yapardı bunu
ellerimiz ısınmaya bir yer bulduğunda
onları da kırdılar sürekli bir çekiniklikte
topladılar en güzel şarkılarımızı sesimizden
durmadan çarpan kalp atımlarını aldılar sofralarına
büyüyen çatal bıçak sesleri kalın ağır tabaklar
doğulu bir tat gibi yayıldık ağzına tarihin

parmak uçlarında biçimsiz etlerin şiştiği
göğüs kafesinin kanatları çizdiği boşlukta
bir şeyler dediği binlerce kez dediğinin unutulduğu
bahçede baltasını kaldırıp omzuyla gücünü denediği
su içmeye çömelmiş ağzımızı eğerken avuçlarımıza
ince dalları sebepsiz sıkıntılarla eğip büken
sonra kavrayıp kırmaları gibi ne vakit buldularsa
sabahlarda öğlelerde akşamlarda bizi kırdılar

bir yazı gibi geri silindi her şey
kırılırız , kırılırız daha, kırılırız da un ufak
eski bir alışkanlıkla kullanırız boynumuzu
incirler gibi bastırılınca göğsümüze.
çeliğin hissiz tutumu ile konuşan kusurlar gibi
soyunurum seni elma ağaçlarında söylenerek
seni soyunurum kulaklarım kızarıncaya kadar
birçok elin kavrayarak tutmasıyla kurtarırım seni

bir mermer sesi kalkıyor sözcüklerden
boşluğa bırakılmış parlak tok ve şaşırtıcı
düşüyor eteklerine İtalyan bir yontucunun
gene iyi mi sonuna kadar açılıyor beyaz.




11 Aralık 2011 Pazar

Makas - Cemil Yüksel

elimin asılı kaldığı bir vakit -tutuldum- 
havanın soluğunu ölçmek için kaldırılmış 
ıslak bir işaret parmağının gösterdiği o kara buluta 
öğrencilerin kullanmak isteyip kullanmadığı 
ve sürekli çekindiğini –tuttum- gör dedim kara tahtada 
o parmağın işaret ettiği gözlere ilişik sonrayı 
inmeden çekime direndiğini –tutup- 
kesik kesik sürekli soluklanmanın 
top top yapılarak duvara çalındığını 
maytap gürültüsü halinde en iyi karnelerden 
tut bir acıdan çıkarılmış eksik kelimeyi 

öperken çıkan seslerin sustuğu
hırsla sıyrılan kıvrımların eğimi
hepsini dinledim 
en dibinde karanlığın çay ve incinmenin 
buharında ağırlaşan tatların maviliğin 
görüntüsüyle saçlarımı durmadan düzelttim 
uzamamaya, aykırısızlığa iyi görünüme 
durmadan ama durmadan avuçlarımın içiyle 
yok sayarak sırtladım o başkaldırıyı 
artık kısa saç kesimlerinden habersiz 
bir berber makasını şaklatır
durmaksızın keser boşluğu

4 Aralık 2011 Pazar

Ağzı Bozuk / Cemil Yüksel


her şeye hazır bir küfür gibiyim
nereye sallansam orda gürültülü
kendi kanıyla iz bırakmış sivrilikten
her şeye hazırlanmış bir küfür gibi
ağzım ne zaman açılsa unuttum koyulduğum yeri

kendime yırtıklar soğuk üşümeler peçeteler biriktirdim
düşüne düşüne oldum işte
düzensiz bazukasız allahtan bir boşluk gibi 
durdu elimde sımsıkı kan yürümüş o güçlü ses
yapmam lazımdı onu da yoksa çok fena

nelerle girdim nerelerden çıktım
beni dizdiler ip ince seğirttim
uzuyor bak sen dokundukça bir yerlerim
onu da aldım hırçın bir ok gibi
işte derinde bir suyun içinde saplı hayali
durmaz gider gelir portakal dilimleri 

her şeye hazır bir küfür gibiyim işte
ağzında bak, arala, nefesi öpülmemişken daha
bir bilsen nasıl çıkardı ordan.

Ten ve İz / David Le Breton

Bu kitabın ana teması insanın bedenini bilinçli olarak yarala­ması ama bu yaralamanın bireyin kendisini sakatlamasına kadar gitmemesidir. Burada incelenen sınırlar insanı zorunlu olarak naif bir mutluluk eğilimi, oyun ya da kendini esirgeme gibi duyguların dışında ele almaya götürür; buna karşılık yaşamak için acı ya da ölümü arzulama durumuyla karşı karşıya bırakır. İnsan mantıklı ya da rasyonel bir varlık değildir, son derece bilinçli bir halde en kötü olasılığa doğru gidebilir ya da yaşamının tehlikede olduğunu göremeyebilir, kendinde onulmaz maddi ya da manevi yaralar açabilir. Sıradan bir yaşamda bile karışıklıklar, belirsizlikler, kör­leşme, yolunu sapıtma durumları vardır, kimi zaman başkaları yol­larını şaşırdıklarında tutulacak tek yol da olabilir bu sapıtılan yol. İnsan kimi zaman tercih yapabilecek durumda olmaz ve yaşamının pamuk ipliğine bağlı olduğu karmakarışık bir ortamda yaşayabilir. O zaman bilinçsiz varlığına yem olabilir, davranış ve tavırlarını de- netleyemeyebilir ama öte yandan her şeye rağmen toplumsal ve kişisel bir tutarlılık içinde de olabilir. Kimi zaman yaşamak için, hayatta kalmak için kendi ölüm ihtimaliyle oynaması, kişisel bir deneyim yaşaması, başka bir yerde, başka koşullarda daha az acı çekmek için kendi canını kendisinin yakması, kendi kendine acı vermesi gerekebilir. Buradaki gaye Georges Bataille'ın gençliğinde sözünü ettiği paradoksal felsefe (Surya, 1992, 610) tarzında para­doksal bir antropolojidir. Burada kesinlikle (antropolojik) insanlık mantıkları ortaya atılmıştır. Bunları doğru anlamak, çok büyük acı­ların çekildiği durumlarda niçin bedenin bir tür son çare olduğunu kavramak gerekir. Doğal olarak, insani olan hiçbir şey, özellikle bir insan bilimi olan antropolojiye yabancı değildir.
Burada bizi ilgilendiren sınırlarla çatışma durumu hiçbir bi­çimde gizli bir ölüm isteği değildir, tersine yaşama isteği, canını kurtarmak için cana yapışan ölümden kurtulma isteğidir. Hiç kuş­kusuz bir çelişki söz konusudur burada. İnsanın kendisinin pe­şinde koşması engebeli yollara götürür onu. İnsanın kendini doğurmak adına, tercih ettiği için değil, bir iç gereklilik dolayısıyla, kimi zaman kaybolma tehlikesini göze alması gerekir, çünkü acı ya da yaşamdaki bir boşluk insanı kemirir ve yaşamdan ayırır. Bu­rada incelenen tavır ve davranışlar bağlamında kişiye özgü bir anlam üretmek, yaşamla barışık olabilmek için ölümle ya da acıyla oynamak söz konusudur. Ama bu yaşam içinde yanmaktan da korkmamak gerekir. İnsan kimi zaman en kötüsüne ulaşarak ken­disinin sonunda rahatlamış bir versiyonunu elde edebilir
Yaşama kök salma yeterli bir yaşama zevkiyle desteklenmezse insanın yapması gereken şey, kendisini tehlikeye atarak ya da zor durumda bırakarak anlamı tuzağa düşürmek ve böylece eksik olan sınırları bulmak ve özellikle kişisel meşruiyetini test etmektir. Yaşam kendini anlam ve değerin himayesinde teslim etmez oldu­ğunda, birey ölüm tehlikesini göze alıp tenha alanlarda dolaşarak son bir çareye başvurur. Yaşama karşı çıkarak, bedenini keserek ya da yakarak kendinden emin olmaya çalışır; varoluşunu, kişisel değerini sınar. Anlamın yolu önünde çizilmiş değilse, icat edilen mahrem ve gizli ritler aracılığıyla yaşamla yüz yüze gelme du­rumu zorla kabul ettirir kendini. Birey kendinden bir parçayı acıya, kana feda ederek asıl olanı kurtarmaya çalışır. Kendine denetimli bir acı vererek çok daha ağır bir ıstırapla mücadele eder. Bütün ormanı kurtarmak için bir bölümünü feda etmek gerekir. Ateşin rolü budur.