4 Mayıs 2012 Cuma

Yaşasın Anlaşmazlık / Gündüz Vassaf


Karşısındakini kendinden daha yüksek bir mevkide sanan iki adamın karşılaşması. Paul Klee 1903

"Herkes aynı yöne çekseydi, dünya alabora olurdu.
Yidiş atasözü

I

Düşüncelerimizin, fikirlerimizin, zevklerimizin, deneyimlerimizin doğrulanmasına ihtiyaç duyarız. Bu, bizim hem birey olarak hem de birbirimizle olan ilişkilerimizde kendimizi güven içinde hissetmemizi sağlar. Uyuşma ihtiyacı, gerçekliğe hükmeder. Güvenlik uğruna mutabık kalırız ve gerçeği feda ederiz. Uyuşmaya varmakla, toplu olarak her şeyi paylaşmış ve doğrulamış oluruz. Üzerinde uyuşmaya varamadığımız şeyler, soyutlanmış olarak kalır ve unutulur; bunların ortak kültür ve uy garlığımızın bir parçası haline gelmesi pek enderdir. Gündelik hayatımızın akışı içinde uyuşmayı bir rahatlık sayarız. Bir tartışma günün düzenini bozacaksa, uyuşmazlık çıkarmanın pek bir anlamı yoktur. Anlaşma, totaliterdir.

II

Sırf günü huzurlu geçirmek için sık sık "evet" der, ama aslında "hayır"ı kastederiz. Uyuşmak suretiyle başkalarıyla aramızda bağ kurarız. Anlaştığımız insanları sever, uyuşmadıklarımızdan hoşlanmayız. Genellikle uyuşmamaktan çok uyuşmaya vakit ayırırız. Mutlu evliliklerin, uzun süreli arkadaşlıkların, olumlu iş atmosferlerinin, yönetenlerle yönetilenler arasındaki iliş­kilerin kalıcı olabilmesi, ancak uyuşma olduğu takdirde müm­kündür. Bir şey ters gittiğinde danışmanın, öğretmenin, endüstri psikologunun, halkla ilişkiler uzmanının görevi, taraflar arasında yeniden uyuşma sağlamaktır. İnsanlarda yapısal değişiklik eğilimi genellikle azdır. Yeryüzündeki bütün sefalete, adaletsizliğe ve mutsuzluğa rağmen, kendi kendimizi ve öteki türleri yok ettiğimiz bir dünyada yaşıyor olmamıza rağmen, kurulu düzenle, kitaplarla ve birbirimizle uyuşmayı sür­dürürüz. Hep birlikte uyum içinde yaşamaya devam ederiz. Anlaşmanın getirdiği yalancı uyum duygusu statükoyu, fe­lakete götüren rayları sağlamlaştırır. Yine de, anlaşmazlık çı­kartarak sevimsiz olmak istemeyiz. Birbirimizle ve yetkililerle uyuşma halinde olma eğilimini sürdürürüz, ta ki, sonunda her­kes birbirini boğazlama noktasına gelene dek. Uyuşma, uyuş­mazlıkla değil, tam bir kargaşa ile sonuçlanır. Ama o ana dek, olumsuz beyanlarda bulunmaya cesaret edemeyiz. Kendi kur­duğumuz hapishanelerde kendi kendimizin sansürcüsü oluruz.

III

Uyuşma, hiyerarşik totaliter toplumda zaten bize önceden verilmiş olan düzeni taklit edip kendi içimize soktuğumuz bir sü­reçtir. Yetişkinliğe giden yolda hepimizin içinden geçtiği top­lumsallaşma süreci, bize uyuşmanın öğretildiği bir süreçtir. En basit çocuk oyunlarındaki kurallardan, kurulu düzenin ya­salarına varıncaya dek, tüm kurallara uymayı öğreniriz. Top­lumsallaşma sürecinde uyuşmazlığın yeri ve tek bir örneği dahi yoktur. Uyuşmak, dostça bir hareket sayılır. Aile içinde, okulda, dinde ya da hükümette uyuşmazlık çıkarmak, kötü, nazik ol­mayan, tehlikeli bir eylemdir.
Uyuşmazlıkta bile, uyuşmama konusunda uyuşmaya va­rırız. Saygın düşünürler, akademisyenler ve kurulu düzenin bil­geleri uyuşmama konusunda uyuşmaya vararak, kendilerini yalancı bir güvenlik duygusuyla donatırlar ve böylece ciddi bir eleştiri ya da aforoz edilme kaygısına düşmeden çalışmalarını sürdürürler. Uyuşmama konusunda vardıkları bu uyuşma, kendi çalışmalarından ve başkalarının çalışmalarından büyük bir gönül rahatlığı duymalarını ve bu konularda kendilerine hemen hiçbir temel eleştiri yöneltilmemesini sağlar. Hakikat paylaşılabilir mi? Hakikat üzerinde uyuşmaya varılabilir mi?

IV

Son tahlilde birbirimizle paylaşabileceğimiz tek şey, hepimizin kafasında belirli sorular olduğudur. Bu sorulara yanıt arama sü­reci içinde yollarımız kesişebilir. Sorgulamaktan ve yanıt ara­maktan gelen o "bakış'ı birbirimizin gözünde görebiliriz. Ne var ki, o bakışla bir bağ kurduğumuz anda, o bağ, arayış de­neyiminden ağır bastığı anda, o bağ, arayışın serbest akışını en­gellediği anda, erişilmezin peşinde koşmak için gerekli olan tüm özgürlüğü de yitirmiş oluruz. Artık özgür değilizdir. Ait olma konusunda uyuşmaya varırız. Uyuşma konusunda yekvücut oluruz. O zaman da, yalnızca aynı soruları sormaya baş­lamakla kalmayız, aynı zamanda sorularımız da yanıtlanabilir hale gelmiş olur. Kutsal kitaplarda ve ders kitaplarında, ana­yasalarda ve evrensel bildirgelerde yanıtlar kaydedilmiş, kod­lanmış ve böylece kutsal, dokunulmaz, sorgulanmaz hale gel­miştir. Bunlara getirilecek ilave sorular, kâfirlerden, halk düşmanlarından, cahillerden, gerçekçi olmayan kişilerden ya da delilerden gelmiş sayılır.

V

Çoğu durumlarda anlaşma, bir yalandan, bir güvensizlik gös­tergesinden ibarettir. Sohbetlerde çoğu kez karşımızdakini ger­çekten dinlemeden onu onayladığımızı belirtir, evet evet evet der ve başımızı sallarız ki, bir an önce konuşma sırası bize gel­sin ve biz de meramımızı anlatabilelim. Bu tür gündelik soh­betlerde anlaşma, insanın sırf karşısındakini susturup kendi fi­kirlerini söyleyebilmek için başvurduğu bir kılıftır. Savaşan ülkeler, işverenlerle işçi sendikaları, evsahipleriyle kiracılar ara­sındaki bütün görüşmeler, anlaşmayla sonuçlanır. Böyle du­rumlarda anlaşma, çoğunlukla güçlülerin görüş ve şartlarını za­yıfların kabul etmesi anlamına gelir aslında. İktidar ve güç peşinde koşmayanlar, birbirleriyle mücadele içinde olmayanlar, nadiren uyuşma ihtiyacı duyarlar. Onlar daha ziyade, tek bir ağaçtan düşen yapraklar gibi, uyum halinde oracıkta ken­diliğinden geliştirilmiş ilişkiler içinde bir arada süzülüp du­rurlar. Evlenmek üzere anlaşan gençler, o anda birbirlerine öyle şeyler vaat ederler ki, bunlar bağlanma ruhunu olumsuzlar, inkâr eder. Evlilik yemini, sevginin doğrulanmasından çok, öz­gürlükten feragat edilmesi anlamına gelir. Karşılıklı ödevler ko­nusunda bir anlaşmadır bu ve aşka eşlik eden altrüizm duy­gusuna hepten ters düşer. İnsan, arkadaş ya da sevgili olma konusunda nasıl anlaşmaya varabilir? Bu gibi şeyler ken­diliğinden olur. Arkadaş ya da sevgili oluruz. Ama bir kez olduk mu da, aramızda bir bağ kurmuş, yazılı olmayan iki kop­yalı bir sözleşme yapmışız demektir. Ne var ki, her iki kopya, çekici bir dille de olsa, farklı dillerde farklı şeyler söy­lemektedir.

VI

İnsanın karşısındakine duyduğu güven, güvence ve inancın eşlik ettiği bir uyuşmazlık neden olamasın? Görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar neden karşısındakini reddetme anlamına gelsin? Yıllar yılı hemen hemen her konuda anlaşan iki insanın belirli bir konuda şiddetli bir uyuşmazlığa düşmesi neden bir felaket sayılsın ve bu durum neden onların birbirlerini hiç tanımamış olduklarının belirtisi sayılsın? Ya da, birbirinden farklı iki in­sanın, zevklerden ideolojilere varıncaya kadar pek çok konuda uyuşmadan birlikteliği nasıl mümkün olabilir? Birlikte olmak neden birbiriyle anlaşmak anlamına gelsin? Sağlam bir ilişkiye neden bir anlaşma ilişkisi gözüyle bakılsın? Atomun pozitif protonu ile negatif elektronunu ele alalım: Bunlar arasında ahenkli bir ilişki yok mu? Hele bir de, ancak madde ile birlikle varolabilen anti-madde düşünülecek olursa.
Özgürlük, uyuşmazlığın bir fonksiyonudur. Hiçbir zaman uyuşma zorunda kalmama sürecidir özgürlük. Özgürlüğün doğrulanması, anlaşma peşinde koşmamakla sağlanır.
Anlaşma bir süreci durdurur. Şeyleri dondurur. Yaratıcılığı durduran bir frendir o. Eleştirel düşünce, uyuşmazlığı kö­rüklemek demektir, Anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik et­tiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. Doğa, çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. Kendi kendimize böyle bir borcumuz var. Anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.

16 Şubat 1987, Marburg

2 Mayıs 2012 Çarşamba

İhanete Uğrayan Baba Sevgisinin Istırapları / Balzac


Goriot baba ("baba" sözcüğü bir baba olduğunu işaret ederken, aynı zamanda diğer kiracıların kendisine verdiği bir takma addır) baba sevgisinin trajik figürüdür. Kendisini bütünüyle kızlarına, Delphine ve Anastasie'ye vermiş, hatta onlar için varını yoğunu feda etmiştir: Dul kaldıktan sonra onları yetiştirmiş, okutmuş, o dönemde şatafatlı, lüks ve saygın monden bir hayat getiren soylu bir evliliğin temsil ettiği, toplumun en üst sevi­yesine ulaşmaları için bütün serve­tini harcamıştır. Kendini feda et­mek, her şeyi unutarak vermektir: Goriot'nun kızlarına duyduğu sev­giyle gelen fedakârlık öylesine ek­siksizdir ki sonunda kaçınılmaz bir biçimde ölüme götürür onu, üste­lik alçaltıcı ve berbat koşullarda. Kızlarıysa bir kez servete ulaşınca, tüm sonradan görmeler gibi baba­larını inkâr ederler, onların gözün­de bir burjuvadan başka şey değil­dir artık, babalarının artık kendile­rine layık görmedikleri eski şehriyeci serveti, geriye dönük bir bi­çimde şereflerine leke düşürür. Bu nankörlükle, babalarını bir vebalı gibi uzakta tutar, onunla birlikte görülmekten utanır, onu inkâr ederler. Ama aynı anda, lüks ya­şantılarını sürdürmek, hatta koca­ları ya da âşıklarının kumar borçla­rını ödemek için babalarının serve­tinin son kalıntılarının (daha başka pek çok eşyayla birlikte eritip, pa­raya çevirmeye çalıştığı altın kap­lama sofra takımları) elinde kalma­sına da engel olurlar. Yüzüstü bıra­kılan, aşağılanan, her şeyini yitiren Goriot, para biriktirmek için yer­leştiği Saint-Marceau semtindeki (bugünkü Saint-Marcel-Gobelins) perişan Vauquer pansiyonunda can verir. Tuhaf yaşam biçimi yü­zünden kendisiyle alay eden ve gizli işler çevirdiğini düşünen di­ğer kiracıların haberi olmasa da, yoksunluklarla dolu bir yaşam sü­rer. Kiracılar arasında yalnızca genç Eugene Rastignac, son anla­rında Goriot'nun yanında bulunur, kızlarının ziyarete geleceğini söyle­yerek umut verip rahatlatmaya ça­lışır onu.
Bu kişiliği tanıtmak için, Bal­zac hiç kuşkusuz çıkarcı bir baba sevgisiyle, ikiyüzlü gösteriler ya­pan büyük kızlarına kanıp suskun ve ölçülü Cordelia'ya, onu seven tek kızına, diğerlerini tercih ederek bu hatanın kurbanı olan Kral Lear’dan esinlenmiştir. Kızlarının ihanetinin ve nankör uçarılığının bütünüyle farkında olan ve sevgi­sinin karşılığını görmeden kendini feda etmiş olmanın hoşnutsuzluğu içindeki Goriot Baba'nın karşılık beklemeyen cömertliğini, Balzac'ın nasıl vurguladığı fark edilecektir, Goriot diğerlerinin ve Tanrı'nın huzurunda affedecektir kızlarını ve canavarsı, affedilmez katılıkları­nı da -yalnızca sevgisiyle- bağışla­yacaktır. Bağışlama, mutlak bağlı­lık olarak aşktır.
"Olur şey mi, kızlarının biri bile gelmesin!" diye haykırdı Rastignac. "İkisine de yazacağım."
"Biri bile," diye karşılık verdi ihtiyar, yerinde doğruluverdi. "İşleri var, uyuyorlar, gelmeyecekler. Biliyordum. Çocukla­rın ne olduğunu öğrenmek için ölmeliymiş insan! Ah, dostum, evlenmeyin sakın, çocuk yapmayın! Siz onlara yaşamı veriyor­sunuz, onlar size ölümü. Siz onları yüksek çevreye sokuyorsu­nuz, onlar sizi kovuyorlar. Hayır, gelmeyecekler! On yıldır bili­yorum bunu. Bazı bazı düşünüyordum da inanmak istemiyor­dum."
Gözlerinden birer damla yaş çıktı, kırmızı kenarlarına akıp öylece kaldı.
"Ah, zengin olsaydım, servetimi saklasaydım, onlara ver­memiş olsaydım, şimdi burada olurlardı, öpüşleriyle yanakları­mı yalarlardı. Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşakla­rım, ateşim olurdu; gözyaşı dökerlerdi başucumda, kocalarıyla, çocuklarıyla. Bütün bunlar benim olurdu. Şimdi hiç. Para her şeyi verir adama, kızlarım bile. Ah, param, param nerede? Bıra­kacak gömülerim olsaydı, yaralarımı sararlardı, bakarlardı ba­na; seslerini duyardım, yüzlerini görürdüm. Ah, sevgili çocu­ğum, tek çocuğum, bırakılmışlığımı yeğ tutarım gene de! Mut­suz bir kişi sevildi mi sevildiğinden kuşkusu yoktur hiç değil­se. Hayır, zengin olmak isterdim: görürdüm onları. Vallahi, kim bilir? İkisi de taşyürekli. Onları o kadar seviyordum ki onların da beni sevmesi olanaksızdı. Baba dediğin her zaman zengin olmalı, birer huylu at gibi görmeli kızlarını, dizginlerini bırak­mamalı. bense onların önünde diz çöküyordum. Alçaklar, tam on yıldır nasıl davrandılar bana!" {...}
"Onlara yaşamımı verdim, onlar bugün bana bir saatlerini vermeyecekler! Açım, susuzum, yüreğim yanıyor, gelip de can çekişmemi serinletmeyecekler, öyle ya, ölüyorum ben, iyice se­ziyorum. Ama bunlar bir babanın cesedini çiğnemenin ne de­mek olduğunu bilmiyorlar mı! Göklerde bir Tanrı var, biz baba­lar istemesek bile, öcümüzü alır o. Yok, gelecekler! Gelin, cicoşlarım, gelin gene öpün beni, son bir öpüş verin, babanızın ölüm ekmeği olsun. Babanız Tanrı'ya yalvaracak, iyi kızlar olduğu­nuzu söyleyecek, sizi savunacak! Ne de olsa sizin suçunuz yok. Onlar suçsuz, dostum! Herkese söyleyin bunu, benden dolayı kimse canlarını sıkmasın. Hepsi benim suçum, beni ayaklar al­tında çiğnemeye kendim alıştırdım onları. Ben bundan hoşlanı­yordum. Kimseyi ilgilendirmez, insan adaletini de ilgilendir­mez, Tanrı onları mahkûm ederse, haksızlık etmiş olur. {...) Ah! bitti, kızlarımı göremeden ölüyorum! Kızlarım! Nasie, Fifine, hadi, gelsenize! Babanız gidiyor..."
Goriot Babacığım, biraz sakin olun, böyle çırpınmayın, düşünmeyin.
Onları görmemek, can çekişmek bu işte!
Göreceksiniz.
"Sahi mi!" diye haykırdı şaşkın ihtiyar. "Ah, onları gör­sem! Göreceğim onları, seslerini işiteceğim. Mutlu öleceğim. Evet, böyle, yaşamak istemiyorum artık. İsteğim kalmamıştı za­ten, dertlerim gittikçe artıyordu. Ama onları görsem, giysilerine dokunsam, ah, yalnız giysilerine! Çok az şey bu; ama onlardan bir şeyler duyayım! Saçlarından verin... saç..."
Bir topuz yemişçesine başı yastığına düştü. Elleri yorganın üstünde kızlarının saçlarını tutmak istercesine çırpındı. Bir ça­ba harcayarak:
"Kutsuyorum onları," dedi, "kutsuyorum."
Birden tükeniverdi.

Eric Blondel / Aşk 
YKY Yayınları

24 Nisan 2012 Salı

Cinsellik ve Korku / Pascal Quignard

Seneca da, 'ölümü aşağılama'nın (contemne morteni) insana yaşamı boyunca iyi gelen bir ilaç (remedium) olduğunu söy­lüyordu.
Bahçeye bakan pencerenin angusta (dar) olması gere­kir. Bunalım, insanın boğazını sıkan şeydir. Güzellik mer­kezcildir. Her güzellik, ada biçiminde, ada kendiliği çerçe­vesinde, atomsal olarak bütünleşir ve kendisini izleyen ba­kış karşısında dağılır gider. Çerçeveleyiciler, sınır koyan­lardır. Çerçevelemek, kutsal bir yer yaratmaktır. Pencere, bir çerçeve olarak, dünyanın bir parçasını bir tapmağa dö­nüştürür. Pencere bahçeyi, çerçevenin yalnız kıldığı, tekleştirdiği manzarayı yoğunlaştırdığı biçimde oluşturur. Çerçe­venin içinde yalnızlık, uzaklaşma yaratmaya çalışan biçim­ler, bu biçimlere yavaş yavaş, adım adım yaklaşan kişinin onlar karşısında sonu gelmez bir gerileme yaşamasına ne­den olur.
Yaşamın, yaşamla birleşmeyen, yaşamdan ayrık bir yaşam olarak canlandırılması, canlının öldürülmesi anlamına gelir.
Bu devinim, daha özünde bir 'yalnızlığa çekilme'dir. Resim, insanı dünyadan çekip alır.
Utanma, bir başka yalnızlığa çekilmedir. Sevişmek için karanlık bir odaya çekilmeye yol açan cinsel utanma, bede­ni ince bir ayla ile (Plinius'un deyişiyle Parrhasios'un icat ettiği extremitas ile) örter. Söz konusu ayla, insanın bedeni­ni kurgusal bir yaralanmazlıkla, ele gelmeyecek kadar ince bir zırhla kaplar: Bu, gözle görülmez bir templum'dur. Bu­rada, gözle görülmeyen 'giysi', Adem'in 'giysi'si, libidoya değgin büyülü doku, ayla teması söz konusudur. Bu, yakı­nımızda yer alan şiddetten kaçma olduğu kadar, tiksinmeyi kendine yasaklamaktır da.
Bu, (tanrıların bedeni olan) yıldızları sardığı biçimiyle saygı aylasıdır. Posidonius, bir yapıtın güzelliğini oluştu­ran öğelerin, kozmosun öğeleri olduğunu söylüyordu. Biçi­mi, rengi, görkemi ve yıldızların ışıldamasını ayla biçimin­de ayırt ediyordu.


Görsel: Francis Bacon

18 Nisan 2012 Çarşamba

Resim / Cemil Yüksel



üzgün bir şekil gibi yerimi alıyorum
bir koroda yitirilen sesleri duyaraktan 
bir uçtan bir uca çıkan o çıt sesi
kesik kesik ağızda bir dilin aldığı tüm kıvrımlar
alıp çerçeveleniyor sıradanlıkla
cümle cümle kelimelerle bir uzaklıktan

halbuki dünyanın tek dönüşünden yaratılmış bir şeydim
aldım ve kurdum bütün yıpranmışlıkları
ağaçların elleri işliyor erkekle kadını
bir kaplumbağa geçiyor hatırlanmak için
sürekli zorlanan bir anıdan
bir tavşan sıçraması öpüşmeler bitmeden daha
şimdi de saç mı oldu yoğun kara bir buluttan
tam da yağmuru yağdıracak sözü çıkaracakken  
ne oluyor neler oluyor 

hepsi birden

üzgün bir şekil gibi yerimi alıyorum
durmadan akan bir şeyi yerine koyar gibi eliyle
birkaç damla daha bekler gibi göğünden
çağrılmışlığımı kullanıyor her şey 
dünyanın dönüşünden yapılmış 
hadi, 

güzel, 
evet, 
böyle, 
sözcüklerinden.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Tuvaldeki Başyapıt:3 Mayıs 1808 / Francisco Goya


    3 Mayıs 1808, Goya’nın tanık olduğu olayların bir sunumu niteliğini taşımaktadır. 1814 yılında yapılmış olan resimde, Madrit’in dışındaki Pirincipe Pio tepesinde kurşuna dizilen İspanyol ayaklanmacılar anlatılmaktadır. Resim, İspanyol direnişçilerin cesaret ve acılarını ölümsüzleştirmeyi amaçladığı kadar, insanlığın kanlı tarihinin de bir belgesi olma özelliğine sahiptir. Savaşa dair tanıklıkların yansıması olan bir diğer çalışması ise Savaşın Felaketleri adlı 82 levhalık bir gravür dizisidir. Bu dizi üç grup altında incelenebilir: Savaşın korkunç olayları ve kurbanları; açlık ve ölüm; kabuslar, canavarlar ve grotesk unsurlar.. 

1819’da geçirdiği ciddi bir rahatsızlıktan sonra, Madrit dışında halk arasında La Quinta del Sordo olarak bilinen malikanesine çekilmiş olan Goya, burada evinin iki salonunun duvarlarına 14 sahneden oluşan Kara Resimler’i yapmıştır. Sahneler genellikle koyu renk bir zemin üzerine işlenmişlerdir. Bunlar arasına en tanınmış sahne Çocuklarını Yiyen Satürn adlı resimdir:

“...karanlıklar içindeki yaşlı tanrı kendi öz oğlunu yemektedir çünkü çocuklarından birinin onu devirip yerine geçeceğinden korkmaktadır. O insanı kendi kendisinin en büyük düşmanı yapan her şeyin, sadece kötülüklerin ve zulmün değil ama aynı zamanda cehalet, şüphe, korku, hırs ve zayıflık gibi niteliklerin de özümsenmesidir.”


11 Nisan 2012 Çarşamba

Carl Gustav Jung / Anılar, Düşler, Düşünceler



On iki yaşında olduğum yıl kaderim değişti. Yazın ilk günlerinde, bir gün, ka­tedralin olduğu meydanda durmuş, evine benimle aynı yoldan gidip giden bir okul arkadaşımı bekliyordum. Saat öğlen on ikiydi. Sabah dersleri bitmişti. Ansızın ço­cuklardan biri bana omuz atınca kendimi yerde buldum. Başım kaldırımın kenarına öylesine hızlı çarptı ki nerdeyse bilincimi yitirdim ve yarım saat kadar kendimi toparlayamadım. Başımı çarptığım anda zihnimden şimşek hızıyla, "Artık okula git­men gerekmeyecek," düşüncesi geçmişti. Bana çarpan çocuktan intikam almak için, yarı baygın olmama karşın orada gerektiğinden birkaç dakika daha fazla kıpırdama­dan yattığımı anımsıyorum. Sonra insanlar beni kaldırıp yakında oturan bekâr ve yaşlı iki teyzenin evine taşıdılar.
O günden sonra, okula geri dönmem gerektiği söylendiğinde ya da annemle ba­bam ödev yapmam için zorladıklarında düşüp bayılmaya başladım. Altı aydan uzun bir süre okuldan uzak kaldım. Bu benim için bayramdı. Özgürdüm. Saatlerce hayal­lere dalabiliyor, istediğim yere, ormana ya da su kenarına gidebiliyor, resim yapabi­liyordum. Savaş resimleri, şiddetle çarpışanlar, hücuma uğramış ya da yakılıp yıkıl­mış eski kaleler ve sayfalarca karikatür çizmeyi sürdürüyordum. Bugün bile, uyku­ya dalmadan önce, onlara benzer karikatürler gözümün önüne gelir. Sürekli değişen ve sırıtan yüzlerdir bunlar. Aralarında, tanıdığım ve bir süre önce ölen insanların yüzleri de olur.
Her şeyden önemlisi gizemin dünyasına da dalabilmiş olmamdı. Bu dünya, ağaçları, suları, bataklıkları, taşları ve babamın kütüphanesini kapsıyordu. Giderek dünyadan kopuyordum ve vicdanım ara sıra beni biraz rahatsız ediyordu. Zamanı­mı orada burada dolaşarak, onu bunu toplayarak, okuyarak ve oynayarak öldürü­yordum. Bunlar beni mutlu etmiyordu, içimden bir ses belirgin olmasa da bir şeyler­den kaçtığımı söylüyordu.
Bu durumun nasıl oluştuğunu hiç düşünmüyordum. Yalnızca, sürekli doktorla­ra danışan annemin ve babamın kaygı duymalarına üzülüyordum. Doktorlar kafala­rını kaşıyor ve beni, tatilimi geçirmek üzere apar topar Winterthur'daki akrabaları­mın yanına yolluyorlardı. Bu kentin bana sonsuz zevk veren bir istasyonu vardı. Eve döndüğümde eski durumumda bir değişiklik olmuyordu. Doktorlardan biri sara hastalığım olduğu kanısındaydı. Sara nöbetlerinin nasıl olduğunu bildiğim için bu saçmalığa içimden gülüyordum. Annemle babamın kaygıları daha da artmıştı. Bir gün babamın arkadaşlarından biri onu görmeye geldi. Hiç bitmeyen merakım yü­zünden, sık bir çalılığın arkasına saklanmıştım. Konuğun, "Oğlun nasıl?" diye sor­duğunu duydum. Babam, "Sorma, bu çok tatsız bir durum. Doktorlar ne olduğunu anlayamıyorlar. Sara diyorlar. İyileşmeyecek bir hastalığı varsa bu bir felaket olur. Elimde ne varsa tükendi. Zaten fazla bir şeyim yoktu. Çalışamayacak durumda olur­sa ne yapar bu çocuk?" diye dert yandı.
Yıldırım çarpmışa döndüm. Gerçek başıma bir balyoz gibi indi. Ansızın, "De­mek ki çalışmam gerekli," diye düşündüm. O anda aklı başında bir çocuğa dönüş­tüm. Sessizce oradan uzaklaşıp babamın kütüphanesine gittim. Latince gramer kita­bımı çıkarıp istekle çalışmaya koyuldum. On dakika geçmeden çok şiddetli bir nöbe­te yakalandım. Neredeyse sandalyeden düşüyordum ama birkaç dakika sonra ken­dimi daha iyi hissetmeye başlayınca çalışmamı sürdürdüm. Kendi kendime, "Allah kahretsin, bayılmayacağım işte," diyor, çalışmamı sürdürüyordum. İkinci bir nöbet bu kez on beş dakika sonra geldi. O da birincisi gibi kısa sürede geçti. "Şimdi diren­melisin," dedim kendi kendime. Yarım saat sonra bir nöbet daha geldi, inatla çalış­mayı sürdürüyordum. Bir saat kadar çalıştıktan sonra nöbetlerin üstesinden geldiği­mi sezinledim ve birdenbire kendimi, son birkaç aydır hissetmediğim kadar iyi his­settim. Nöbetler de gerçekten bir daha gelmedi. O günden sonra her gün gramer ve öbür dersleri çalışmaya başladım ve birkaç hafta sonra okula geri döndüm. Orada bi­le bir daha nöbet gelmedi. Numara yapmanın sonu gelmişti. Nevrozun ne olduğunu işte böyle öğrendim.
Nöbetlerin nasıl oluştuklarını yavaş yavaş anımsamaya başladığımda, bu utanç verici numaraları benim planladığım ortaya çıktı. Bu nedenle, beni iten okul arkada­şıma hiçbir zaman gerçekten kızmamıştım. O beni itmeye mecbur kalmış denebilir; ondan sonrasıysa benim şeytanca uydurduğum bir senaryodan öte bir şey değildi. Bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağımı biliyordum. Kendime kızıyor ve utanıyor­dum. Kendimi aldattığımın ve kendi gözümde küçük düştüğümün bilincindeydim Başka kimsenin bu işte bir suçu yoktu; kaçan bendim. O günden sonra annemle ba­bamın benim için kaygılanmalarına ya da bana acır gibi konuşmalarına dayanamaz oldum.
Nevrozum da bir gize dönüşmüştü ama bu kez utanç verici bir giz, bir yenilgiy­di; ama bana her işi zamanında yapma ve çalışkanlık aşılamıştı. O günler sorumlu­luk yüklenmeyi öğrenmeye başladığım günlerdir. Bir işe yarayacaksam bunu ilk ön­ce kendi iyiliğim için yapmam gerekiyordu, göstermelik değil. Ders çalışmak için dü­zenli olarak sabah beşte kalkmaya başladım. Bazen de, gece üçten sabah yedide oku­la gidene dek çalışıyordum.
Tutkuya dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok zevk almam yolumu şaşırmama neden olmuştu. Doğa bana mucizelerle dolu geliyordu; onun içine dal­mak istiyordum. Her bir taş, her bir bitki ve doğanın her bir parçası canlı ve anlatıl­mayacak denli olağanüstüydü gözümde. O zamanlar doğaya gömülmüştüm, daha doğrusu insanların dünyasından tümüyle uzaklaşıp doğanın özüne emekleyerek gir­meye çalışmıştım.

10 Nisan 2012 Salı

Aşk İlişkileri / Otto F. Kernberg


 “Kadınlar ne ister?” ve “Erkekler ne ister?” gibi yıllanmış soru­lara belki şu yanıtlar verilebilir: Erkekler-anne, kız, bebek, ikiz kız kardeş ve hepsinden önce, yetişkin cinsel kadın olarak- birçok ro­lü birden üstlenen bir kadın ister. Kadınlar ise, asal nesneden uğur­suz bir biçimde uzaklaşmaları yüzünden, hem babaya hem de anne­ye özgü roller üstlenmiş -baba, oğlan bebek, ikiz erkek kardeş ve yetişkin cinsel erkek olarak- bir erkek ister. Ve başka bir düzlem­de, hem erkekler hem de kadınlar homoseksüel bir ilişkiyi hayata geçirmeyi ve mahrem ilişkideki narsisistik doyumu kaçınılmaz ola­rak sınırlayan cinsler arası sınırları aşma yönündeki nihai arayış içinde ters cinsel roller üstlenmeyi isteyebilir: İkisi de sevilen nes­neyle hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen ödipal ve preödipal öğeler barındıran tam bir kaynaşma özlemi duyar.
***

Ayrıca yetişkin kişinin sevdiğini ve hayatını birlikte yaşamayı istediği kişiyi seçimi, sevgi ve yakınlık ihtiyaçlarının tatminine ek olarak hayata daha geniş bir anlam kazandıran yetişkin idealler, de­ğer yargıları ve amaçlar gerektirir, idealleştirmenin burada hâlâ ge­çerli olup olmadığı tartışılabilir, ama uğrunda mücadele verilen bir ideale uygun bir kişi seçildiği müddetçe, seçimde bir aşkınlık öğe­si, bir kişiye doğal gelen bir bağlanma söz konusudur; çünkü bu bağlanma o kişiyle ilişkinin alabileceği ya da alacağı biçimle belirlenecek belli bir hayal tarzına bağlılık demektir.

Ama burada yine temel bir dinamik çıkıyor karşımıza; bu dina­miğe göre, cinsel ilişki, nesne ilişkisi ve çiftin ego ideali alanların­daki saldırganlığın bütünleştirilmesi, ilişkinin derinliği ve yoğunlu­ğunu temin eder, ama aynı zamanda ilişkiyi tehdit de edebilir. Aşk ve saldırganlık arasındaki dengenin dinamik bir denge oluşu, bü­tünleşme ve derinliği potansiyel olarak istikrarsız kılar. Bir çift en iyi koşullarda bile geleceklerini garantide göremez; hele çiftlerden birinde ya da her ikisindeki önemli bir çözülmemiş çatışmanın aşk ve saldırganlık arasındaki dengeyi tehdit ettiği durumlarda garanti­li gelecek çok daha azdır. Bazen, rahat ve güvenli görünen koşul­larda bile, yeni gelişmeler bu dengeyi değiştirir.
İki insan arasındaki derin ve kalıcı bir ilişki ötekinin benliği ka­dar kendi benliğiyle ilişkide de bir derinlik -insanlar arası dile ge­tirilmeyen çok boyutlu ilişkinin derinlerine inen yolu açan empati ve anlayış- gerektirmesi tuhaf bir karşıtlık yaratır. Kişi derinliğine sevebilme yetisi kazandıkça ve başka birini yıllar içinde kendi kişi­sel ve toplumsal hayatının bir parçası olarak gerçekçi biçimde da­ha iyi değerlendirebilir hale geldikçe, gerçekten eşit oranda ve hat­ta daha iyi tatmin edici bir partner olabilecek Ötekileri bulabilir. Duygusal yetişkinlik bu yüzden çiftin çatışmadan uzak istikrarlı ilişkisinin garantisi olamaz. Bir kişiye duyulan derin bağlılık ve birlikte yaşanan hayata ilişkin değerler ve deneyimler ilişkiyi zen­ginleştirecek ve istikrarını sağlayacaktır; ama şayet ben-bilgisi ve ben-bilinci derinse, partnerlerin her biri zaman zaman (potansiyel olarak gerçekçi görünen) başka ilişkilere özlem duyabilir ve tekrar tekrar bundan vazgeçebilir. Ama feragat ve özlem bireyin ve çiftin hayatına bir derinlik de katabilir; çiftin ilişkisindeki özlem ve fan­tezilerin ve cinsel gerilimlerin yeni bir yöne kayması aşk hayatları­na yeni, bilinmedik ve karmaşık bir boyut da katabilir. Son tahlil­de, bütün insan ilişkileri bitmeye yazgılıdır; kaybetme, terk edilme ve nihayet ölüm tehdidi aşk ne kadar derinse o kadar büyüktür; bu­nun ayrımında olmak da aşkı derinleştirir.


***

May (1969) yetişkin bir biçimde âşık olmak için bir önkoşul olarak "şefkat"in önemini vurgular: Şefkat "başkasını kendisi gibi bir insan olarak tanımaktan, ötekinin acı ve sevinciyle kendini öz­deşleştirmekten, suçluluk ve acıma duymaktan ve hepimizin ortak bir insanlık zemininde var olduğumuzun farkında olmaktan geçen bir durumdur" (s. 289). May "ilgi" ve "sevgi"nin öteki koşuluyla mümkün olduğunu düşünür. Aslında May'in şefkat tanımı Winnicott'ın (1963) ilgi tanımına çok yakındır.


***
Farklı bir bağlamda Altman (1977), erkeklerdeki ilk nesnenin kalıcılığına karşın, kadınlardaki nesne değişiminin genelde erkek­lerin istikrarlı bir aşk ilişkisine kendilerini vermekte karşılaştıkları büyük zorluğun önemli bir kaynağı olabileceğine işaret etmiştir. Erkekler ilelebet ideal anne arayışını sürdürmeye ve kadınlarla iliş­kilerinde pregenital ve genital korku ve çatışmalarını canlandırma­ya yatkındır; bu da onları derin bir bağlanmadan kaçışa sevk eder. İlk nesnelerini zaten terk etmiş olan kadınlar, onlarla tam bir geni­tal ve “babaya özgü” ilişki kurmaya gönüllü bir erkeğe kendilerini daha kolay adayabilirler. Kadınların bağlanma kapasiteleri açısın­dan bir başka hayati unsur belki de kadının yeni bireyin bakımı ve korunmasındaki istikrara duyduğu ilgidir; bu da biyolojik ve psiko- sosyal belirlenimlerle, çoğu kez anneye özgü işlevlerle özdeşleşme ve bununla ilgili yüceltici süperego değerleriyle ilgilidir (Blum 1976).


***
Bütün aşk ilişkilerini “genital önceliğe” rağmen başarısızlığa mahkûm edecek şekilde baba işleviyle özdeşleşmekte yaşanan tra­jik acizlik ve bu başarısızlığı egemen bir erkek egemen kültür mi­tine göre aklileştirme Henry de Montherlant’ın Les Jeunes Filles (1936) kitabında çarpıcı bir biçimde gösterilmiştir. Genç kahrama­nı (ya da anti-kahramanı) Pierre Costals’ın ağzından konuşan Montherlant, kadınları ve erkekleri ebedi bir yanlış anlamayla bir araya getiren arzunun verdiği basınçlardan acı acı yakınır. Kadınlar açısından, aşk cinsel tatminle başlar oysa erkekler açısından aşk cinselliği bitirir (s. 1010-1012); kadınlar bir erkek için yaratılmıştır, ama erkek hayat ve bütün kadınlar için yaratılmıştır. Şenlik erkek­te hâkim tutkuyken, bir erkeğe duyulan aşkın şiddeti kadınların mutluluğunun ana kaynağıdır. Kadınların mutluluğu erkeklerden, erkeklerinki ise kendilerinden gelir. Cinsel eylem tehlikeler, yasak­lar, engellenmeler ve iğrenç fizyoloji tarafından kuşatılmıştır.
Montherlant'm çizdiği estetik yönletilmiş, acılı, kibirli, modası geçmiş, hain ve kendini mahveden Costals tipini ataerkil ideolojinin ürünü olarak göz ardı etmek kolaydır; ama bu, böyle bir aklileştirmenin temelinde yatan kadınlarla ilgili yoğun özlem, korku ve nefretin derinlerdeki kaynağını gözden kaçırmak anlamına gelir.


***
Çiftin bilinçdışı çatışmalarındaki bu sosyo-kültürel boyutlar Eric Rohmer’in aşk ve evlilik üzerine yaptığı birçok filmde, özel­likle My Night at Maude’s filminde incelikle; ama çarpıcı bir biçim­de gösterilmiştir (Rohmer 1969; Mellen 1973). Geleneksel, zeki, duyarlı; ama utangaç, bağnaz genç Katolik Jean-Louis, hayat dolu, mesleğinde aktif, duygusal bakımdan derin ve karmaşık, boşanmış Maude ile ilişkiye girmeye cüret edemez. Onun yerine Jean-Louis evlenmeye karar verdiği “sadık”, oldukça yalın, içe kapanık ve ita­atkâr Katolik kızı tercih eder. Görünüşe bakılırsa erkek bağlılık ve tutarlılık timsalidir; ama alttan alta kendi eşiti bir kadınla gireceği eksiksiz olmakla birlikte bir o kadar da belirsiz ilişkiden korkmak­ladır. Ve Maude, bütün cazibesi ve yeteneği ve kişisel tatmin kapa­sitesine rağmen, Jean-Louis’in ona hiçbir şey veremeyeceğini, çün­kü bundan korktuğunu ve bunu yapmaktan aciz olduğunu kabul edemez; ona âşık olan Jean-Louis’in arkadaşı Vidal’ı reddettikten sonra Maude başka bir adamla başka bir tatminsiz evlilik yapar. Bu bir kaçan fırsatlar trajedisidir; halbuki partnerlerden her birinde karşılaşacağı bilinçdışı olarak belirlenmiş tehlikeleri aşabilen istik­rarlı bir aşk ilişkisinin ya da evliliğin getireceği potansiyel mutlu­luk ve başarma duygusu vardır.


***
Âşık olma kapasitesi bir çiftin ilişkisinin temel direğidir. Bu erotik arzuyla idealleştirmeyi bir araya getirme kapasitesi ve derinliğine bir nesne ilişkisi kurma potansiyeli anlamına gelir. Birbirleri için çekicilikleri ve özlemlerini keşfeden, duygusal yakınlık eşliğinde eksiksiz bir cinsel ilişki kurabilen ve sevilen ötekiyle yakınlık için­de ideallerini gerçekleştirme duygusu yaşayabilen bir erkek ve bir kadın yalnızca bilinçdışı olarak erotizmi ve şefkati, cinselliği ve ego idealini bağlantılandırma kapasitesini değil; saldırganlığı aşkın hizmetine sokma kapasitesini de ortaya koyar. Bir aşk ilişkisi yaşa­yan bir çift dışlanan ötekinin ve içinde yaşadıkları geleneksel kül­türün kuşkulu düzenleme birimlerinin haset ve öfkesine direnir. Birbirlerini düşman bir kalabalık içinde bulan romantik âşıklar mi­ti anne ve babanın bilinçdışı gerçekliğini anlatır. Bazı kültürler ro­mantizme (aşkın duygusal, kahramanca, idealleştirilen özellikleri­ne) değer verebilir, bazıları da bunu kesin olarak reddedebilir; ama duygusal gerçeklik tarih boyunca sanat ve edebiyatın konusu ol­muştur (Bergmann 1987).

1 Nisan 2012 Pazar

Aşk ve İrade / Rollo May


Çağdaşlarımızın pek çoğu tarafından bildirilen bu duru­ma ne ad vereceğiz; uzaklaşma, istifini bozmama, yaban­cılaşma, duygulardan geri çekilme, aldırmazlık, kuralsız­lık, kendine yabancılaşma? Bu terimlerden her biri, söz et­tiğim durumun -erkeklerin ve kadınların kendi aralarında, veya kendileriyle bir zamanlar aşklarını ve iradelerini ha­rekete geçiren nesneler arasında bir uzaklık hissetmeleri durumunun bir bölümünü açıklar. Bunun kaynaklarının ne olduğu konusunu şimdilik açık bırakmak istiyorum. Kı­sıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık” terimini kullanı­yorsam, kelime anlamı tanımlamak istediğime en yakın ol­duğundandır; “hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan eksikliği, umursamazlık”. Kayıtsızlık ve şizoid dünya birbirilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele giderler.
Kayıtsızlık, aşk ve iradeyle yakından ilişkili olduğu için özellikle önemlidir. Nefret aşkın zıttı değildir; kayıtsızlık aşkın zıttıdır. İradenin zıttı, William James’in dediği gibi, karar vermek için harcanan çabanın mücadelesini simge­leyen kararsızlık değil, önemli olaylara ilgisiz kalmış, on­lardan ayrı durmuş, onlarla ilişki kurmamış olmaktır. Bu durumda irade sorunu hiç baş göstermeyecektir. Aşk ve irade arasındaki karşılıklı ilişki, her ikisi de, bir yerlere ulaşma, dünyaya yönelme, bu cansız dünyada diğerlerini etkileme ve kendini onlardan etkilenmeye açma arayışın­da olma; dünyayı kendi isteklerine uygun hale getirme, bi­çimlendirme, dünyayla ilişki kurma ya da dünyanın ken­disiyle ilişki kurmasını talep etme sürecinde olan kişiyi ta­nımladıkları için zorunludur. Bu nedenle aşk ve irade, tüm bildik demirleme noktalarının yok olup gittiği bir geçiş döneminde, bu kadar zordur. Diğerlerini etkileme ve on­lardan etkilenme yollarının tıkanışı, hem aşkın hem de ira­denin başlıca bozukluğudur. Kayıtsızlık, ya da a-patos*, hissetmekten geri çekilmedir; ilgisizlik ve etkilenmeme­nin tasarlanmış bir uygulaması olan istifini bozmamakla başlayabilir. “Olaya bulaşmak istemedim”, Kew Gardens olayındaki otuz sekiz kişinin, niçin yardım etmedikleri soruşturulduğunda, devamlı verdikleri cevaptı. Freud’un “ölüm güdü”sü gibi çalışan kayıtsızlık, ilgililiği yavaş ya­vaş bırakmaktır, ta ki kişi, yaşamın geçip gittiğini anlayın­caya kadar.
Toplumu yeni yeni incelemeye başlayan öğrenciler, fazla basitleştirilmiş bir biçimde suçu diğer kurumların üzerine atma eğilimli olmalarına rağmen, çoğu zaman kendilerinden yaşlı yetişkinlere göre bu konuda daha net öngörülere sahiptirler. Columbia merkezli Spectator' ın başyazarı “buralardaki aydın yaşama dair ateşli heyecan duygusu bize hiç aşılanmadı” demiştir.The Michigan Daily'de köşe yazarı bir öğrenci, “bu kurum, en azından lisans öğrencilerinin çoğuna, düşünsel iştaha yaklaşan hiçbir şey aşılamayı başaramadı” diye yazıyordu. “Sıradanlıktan daha kötüye doğru” sürüklenişten söz ederken, “Bu da mutlak aldırmazlıktır. Yaşamın, belki de, kendisine olan aldırmazlık” diyordu. Berkeley Üniversitesi’nden bir öğrenci “Bir IBM kartı üzerindeki zımba deliklerine bölünmüştük” diyerek belirtiyordu görüşünü: “ 1964'teki ayaklanmalarda geri zımbalamaya karar verdik, fakat bu­ralardaki gerçek devrim, bilgisayar kartlarıyla birlikte silah altına alma belgelerini de yakmaya karar verdiğimizde gelecek.”
Kayıtsızlık ile şiddet arasında diyalektik bir ilişki var­dır. Kayıtsızlık içinde yaşamak, şiddete yol açar; yukarıda örnek verdiğimiz olaylar ve benzerlerinde de, şiddet kayıt­sızlığı kamçılar. Şiddet, ilişkisizliğin yarattığı boşluğu dol­durmak için hızla koşan en yıkıcı çaredir. Şiddetin, mo­dern sanatın birçok biçiminin arzulanan tepkiye, yaşam biçimlerimize şiddet uygulayarak ulaşan pornografi ve müstehcenlik unsuruyla yarattığı nispeten normal şok etki­sinden, suikast ve kırsal kesim cinayetlerinin aşırı patolo­jisine kadar giden dereceleri vardır. İç yaşam kuruduğun­da, hissetme azalıp kayıtsızlık çoğaldığında, kişi başkasını etkileyemediği ya da ona hiç değilse gerçekten dokuna­madığında şiddet, temas için şeytani bir gereksinim, en dolaysız yoldan dokunmayı zorunlu kılan çılgın bir dürtü olarak alevlenir. Bu, cinsel duygular ile şiddet suçlarının arasındaki iyi bilinen ilişkinin bir yönüdür. Acı çektirmek ve işkence etmek, en azından kişinin birini etkileyebilece­ğini kanıtlar. Kitle iletişiminin yabancılaşmış durumunda ortalama bir vatandaş, her akşam evinin oturma odasına gülümseyerek gelen düzinelerce televizyon karakteri ta­nır; fakat o hiç tanınmaz. Kimsenin dayanamayacağı kadar acı veren bu yabancılaşma ve adsızlık durumunda, ortala­ma bir kişi gerçek patolojinin kenarında dolaşıp duran ba­zı fantezilere kapılabilir. Adsız kişinin ruhsal durumu; “Hiç kimseyi etkileyemiyor veya hiç kimseye dokunamı­yorsam, en azından seni bazı duygulara sürükleyebilirim, yaralama ve acı verme yoluyla bazı ihtiraslara zorlayabili­rim; en azından ikimizin de bir şeyler hissettiğinden emin olacağım ve senin beni görmeni, benim de burada olduğu­mu bilmeni sağlayacağım!” şeklindedir. Çocuk veya ergen pek çok kişi, kendisini farkına varması için yıkıcı hareket­lerle grubu zorlamıştır; kınanmış olsa bile en azından top­luluk onu fark etmiştir. Etkin bir şekilde nefret edilmek, etkin bir şekilde hoşlanılmak kadar iyidir; baştan aşağı da­yanılmaz bir durum olan adsızlık ve yalnızlığı sonlandırır.
Ancak, kayıtsızlığın ciddi etkilerini gördükten sonra, şimdi de, onun gerekliliği gerçeğine ve “normal şizoid” biçiminde nasıl yapıcı bir işleve dönüştürülebileceğine dönmeliyiz. Üzücü paradoksumuz, çağdaş tarihte, kendi­mizi bir çeşit kayıtsızlıkla korumak zorunda olduğumuzdur. “Kayıtsızlık tuhaf bir durumdur”, der Harry Stack Sullivan; “Fazla uzun sürdüğünde, kişinin geçen zamandan zarar görmesine rağmen, yaşamını maddi zarar görmeden sürdürmek için kullandığı bir yoldur. Kayıtsızlık bana, bü­tünüyle bozguna uğrayan kişiliğin başka bir şey yapabile­ne kadar, sayesinde dinlendiği bir korunma mucizesi gibi gelir” der. Söz konusu durumda yapılması gerekenler ne kadar çok gecikirse kayıtsızlık o kadar sürer ve er ya da geç bir kişilik durumuna dönüşür. Bu duygulanımsızlık, kişi yanıt verirse bunalmaktan korktuğundan, bitmek bil­meyen talepler rüzgârında bir büzülüş, aşırı uyarılmanın karşısında bir donuş, her şeyi akışına bırakıştır, iş çıkış sa­atlerinde metroda seyahat eden, birbirine karışan kulak tır­malayıcı sesler ve adsız insan yığınıyla karşılaşan hiç kim­se bu söylediğime şaşırmayacaktır.
Şizoid bir çağda yaşayan insanların kendilerini büyük çaptaki aşırı uyarılmadan -radyo ve televizyon aracılığıyla yayılan sözler ve gürültü bombardımanından, kolektifleş­tirilmiş sanayi ve büyük fabrika biçimli multiversitelerin montaj hattını andıran taleplerinden- koruması gerektiği­nin önemini anlamak zor değildir. Sayıların, önüne gele­cek tüm canlıları boğmak veya fosilleştirmekle tehdit eden bir lav seli gibi, acımasızca kimlik araçlarımızı teslim aldı­ğı bir dünyada; “normalliğin”, soğukkanlılığı korumak ola­rak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç merkezi koru­manın tek yolunun, kendini vermeden cinsel ilişkide bu­lunmak olmasına yol açacak kadar kolay elde edilebilir ol­duğu bir dünyada; yani atalarının duygularını körelten sa­vunma mekanizmalarını geliştirecek kadar zamanları ol­mamış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şi­zoid bir dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta bazılarına göre ulaşılması imkânsız hale gelmesi şaşırtıcı değildir.
Peki ya bu şizoid durumun yapıcı kullanımı? Cezanne’ın şizoid kişiliğini, modern yaşamın en önemli biçim­lerini ifade yoluna nasıl dönüştürebildiğini ve sanatı aracı­lığıyla toplumumuzdaki yozlaşan yönelimlere nasıl karşı durabileceğini gördük. Şizoid duruşun gerekliliğini gör­dük; şimdi de sağlıklı boyutlarıyla, onun aynı zamanda iyi­ye nasıl dönüştürülebileceğini sorgulayacağız. Yapıcı şizo­id kişi, başkalarının hakkına tecavüz eden teknolojinin ruhsal boşluğuna karşı durur ve kendisinin de teknoloji ta­rafından boşaltılmasına izin vermez. Bir makineye dönüş­meden, makineyle yaşar ve çalışır. Deneyiminden anlam çıkarmak için yeteri miktarda ayrı durmanın gerekli oldu­ğunu, fakat bunu yaparken iç yaşantısını da yoksullaştır­madan koruması gerektiğini görür.
Dr. Bruno Bettelheim da, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarındaki, şizoid olarak adlandırabileceğim, deneyimlerinde herkesten uzak duran kişinin aynı üstün­lüğünü bulur.
O zamanlar geçerli olan psikanaliz kanaatlerine göre, (...) diğer insanlardan uzak durma ve dünyayla duygusal bir mesafe tutma, kişilik zayıflığı olarak kabul ediliyor­du. “Kutsanmış kişiler” olarak adlandırdığım bir grubun içindekilerin toplama kampındaki takdire şayan davra­nışları hakkındaki yorumlarım, benim bu her şeyden uzak duran insanlardan ne kadar etkilendiğimi ortaya koyar. Bilinçdışlarıyla hiçbir ilişkileri kalmamıştı, ama yine de, aşırı zorluklar karşısında kendi değerlerine sarılmış, kamp deneyimlerinden neredeyse hiç etkilenmemiş bi­çimde, eski kişilik yapılarını sürdürdüler. (...) Yürürlükte­ki psikanaliz kuramına göre kolaylıkla bölünüp parçala­nabilecek, zayıf kişiliklere sahip olması gereken bu in­sanlar, en başta kişiliklerinin güçlülülüğü sayesinde kah­raman liderler oluverdiler.
Gerçekten de, araştırmalar uzay gemilerinde en etkili şekilde hayatta kalmayı başaran ve böyle bir yaşam için gerekli duyumsal yoksunluğa uyum gösterebilen kişilerin -yirmi birinci yüzyıldaki yoldaşlarımızın- her şeyden uzaklaşıp kendi içlerine çekilebilenler olduğunu göster­mektedir. Arthur J. Brodbeck, delilleri özetledikten sonra, “uzun uzay yolculukları için gerekli koşullara en iyi daya­nabilenin şizoid kişilik olabileceğine inanmak için neden­ler vardır” diye yazar. Bu insanlar, çağımızın aşırı uyaran­larının yok edeceği iç dünyayı korurlar. Bu içedönük kişi­ler, yaşama karşı “yapıcı” şizoid bir tavır geliştirmeyi öğ­rendiklerinden bu ezici uyaranlara veya onların yokluğuna rağmen var olmaya devam edebilirler. Onu bulduğumuz şekliyle dünyada yaşamak zorunda olduğumuzdan, yapıcı şizoid tavrın ayırt edilmesi, sorunumuzun önemli bir parçasıdır.
Kayıtsızlık, aşk ve iradenin geri çekilmesi, onların “önemli olmadığı” demeci, sorumluluğun ertelenmesidir. Kayıtsızlık, stres ve kargaşa zamanlarında gereklidir ve günümüzdeki uyaran miktarının çokluğu bir stres biçimi­dir. Fakat kayıtsızlık, “normal” şizoid tavrın tersine, boşlu­ğa götürür ve kişinin kendini savunabilme, hayatta kala­bilme yetisini azaltır. Kayıtsızlık terimiyle açıkladığımız durum ne kadar anlaşılır olursa olsun, kayıtsızlığın baş ka­zazedeleri olan aşk ve iradeye yeni bir temel bulmak da şarttır.

23 Mart 2012 Cuma

Suskunluk / Sheila Rowbotham


Hiçbir umudu olmayan ezilmişler, gizemli bir sessizlik içindedirler. Değişikliğin kavranması, olabilirliğin sınırları ötesinde kaldığı zaman, hoşnutsuzluğu dile getirmek için hiçbir sözcük bulunamaz; bu nedenle de hoşnutsuzluğun var olmadığı savunulur zaman zaman. Bu yanlış inancın doğmasına yol açan şey, sessizliği ancak bozulduğu anda ayırt edebilmemizdir. Bozulan sessizliğin sesi daha önce işitemediklerimizi anlamamıza yol açar. Ne var ki, bizim işitememiş olmamız, sancının var olmadığını kanıtlamaz. Devrimciler, sessizliğin dilini can kulağıy­la dinlemelidirler. Kadınlar açısından özellikle önemlidir bu nokta, çünkü biz çok çok uzun bir sessizlikten geliyoruz.
Fıkralar yoluyla, dolaysız deneyimler yoluyla algıladık biz kendi­mizi. Dünya bir gerçekti ve biz de onun içindeydik. Dünyanın ancak dış biçimlerine dokunabiliyor ve ancak bu dış biçimleri etkileyebiliyor­duk, gözlerimizde de erkeklerin bizim için yaptıkları gözlükler vardı. İç benliklerimizi nesnelerin dışsal devinimine bağlama olanağından yoksunduk. Kendimizi kesintisiz bir süreçle ilişki içinde ya da bir bü­tünün parçaları olarak görmemizi sağlayabilecek bütün kuramlar, bü­tün birleştirici dil ve düşünceler bizim dışımızdaydı. Bunların oluştu­rulmasında kesinlikle pay sahibi değildik. Sersemce ve beceriksizce or­talıkta dolaşıp duruyorduk — zihnimizde canlandırdığımız biçimleri­mize uymayan ödünç alınmış kavramlar içindeymiş gibi. Büyük bir sa­karlıkla kendi ayağımıza takılıp tökezliyor, numarası kesinlikle bize göre olmayan çizmelerin içinde yitip gidiyorduk. Adımlarımızı onlarınkine uydurma savaşı veriyorduk. Kendi saçmalığımızı papağan gibi, maymun gibi taklit ediyor, herkese maskara oluyorduk. Bizi hiç kimse ciddiye almıyordu, hatta kendi kendimize bile inancımız yoktu. Taşbebektik, piliçtik, yavruyduk. "Hanımlar 'dık, "kızlar"dık. Hadi sallan­mayın tatlılarım, hünerinizi görelim. Her ne zaman onların kürsülerinin basamaklarını tırmanmaya başlasak, kaçıp eve saklanmak istiyorduk. Hiçbir yere ait olmama duygusu içindeydik. Çağrısız konuklar olduğu­muz açıktı. İçimizden onların bölgesine girme cüretini gösterenlere, son derece incelikli yöntemlerle yerimiz öğretilmişti.
Erkek havalarına büründüğümüz sürece, onların sözcükleriyle, dü­şünceleriyle, kültürleriyle oyalanmamıza izin veriliyordu. Kadın olduğumuz gün ışığına çıkar çıkmaz onlar sertleşiyorlardı, dudakları gerili­yordu, sanki kendi içlerine çekiliyorlardı, bizi kesip doğruyorlardı. Bu­nu denememek daha akıllıcaydı. Bir parçamız diğer parçamızla eğleni­yordu. Onların bizim özlemlerimizle geçtikleri dalgaya, biz de katılı­yorduk. Ya onların oyununu oynayacaktık ya da bütünüyle oyundışı kalacaktık. Bir bölümümüz onların dünyasına atladık, bir bölümümüz de geride kalıp evlerimizde oturduk. Sürekli olarak, tehlikeden kaçınmak için kafamızı kuma gömme eğilimi gösteriyorduk. Bulaşık yıka­mak bize daha rahat geliyordu. Geri çekiliyorduk, hiçbir güç bizi kabu­ğumuzdan çıkaramazdı. Onlar kuramlarını tartışırlarken, biz suspus ve suçlayıcı bir tutumla oturduk, çünkü bu tartışma erkeklerimizi bizden alıyor, birbirlerini etkilemeye yöneltiyor ve alay konusu yapıyordu. Onları yargılıyorduk, ama kendimiz hiçbir zaman ringe çıkamıyorduk. Ateş hattından kesinlikle uzak duruyorduk. Etkin katılımın sorumlulu­ğunu taşıyamıyorduk.
Hırçın ve savungan olup çıkmıştık. Kendimizden nefret ediyorduk. Başka kadınlara, özellikle de kendi oyunlarını oynayanlara —bizimle aynı duyguları taşır görünmeyen kadınlara— karşı güvensizlik. Ama aradaki ayrım, yalnızca koşullara bağlı, yani geçici bir ayrımdı. Bazen biz onların yerini alıyorduk, bazen kendi rollerimizi oynuyor, sergili­yor, yerine getiriyorduk. Sonra bazen de kendi içimize gömülüyorduk.
Ama her zaman ikiye yarılmış durumdaydık, sessizliğin içinde öyle apışıp kalmıştık, kendimizi ya da birbirimizi bulmaya nereden başlaya­cağımızı bilemiyorduk. Bu bölünmüşlüğümüzden, maddesel kopuşu­muzdan dolayı, bir parçamızı tuhaf, yabancı gibi görmeye başladık; bu parçamızın, kendi kimliğimiz konusunda dili tutulmuş felç durumu ola­rak karşımıza çıkan öteki parçamızdan kopuk olduğunu algılamaya başladık. Hiçbir zaman belli bir yerde bir araya gelemiyorduk; hep ge­çiş durumundaydık, yaban ülkelere göç eden kişilerdik. Kendimizi ra­hatsız, gözaltında, huzursuz duyumsuyorduk. Kendimizi biliş biçimi­miz, tarihsel bir kadınlık durumu olarak kendimize aykırı düşüyordu. Kendimize ilişkin yakın ve dolaysız algılarımız, kendi toplumsal gizil- gücümüze sıkı sıkıya kapalıydı

Suskunluğun Niteliği

Ama kendimizle ilgili seçenek bir bilinç nereden kaynaklanacaktı? Daha ilk anlamlı hareketle başlayarak, kendi felçli durumumuz içinde belirlenmiştik. Bu konuda ilk adımı Simone de Beauvoir atmıştır. Beauvoir kız çocuğun, kadın olmanın ne demek olduğunu keşfettiği sü­reci kavramaya çaba gösterir. Öğrenilmiş edilginliği. çömelerek küçük su dökme olgusunu, cesaret kırıklığı içindeki saldırganlığı ve benlik belirtimini, kendine yönelmiş enerjiyi irdeler. Küçük kıza, kendine hakim olması ve "kadın gibi" davranması öğretilir. Küçük kız, kendini bütünüyle yabancı bir kalıba sığdırmaya uğraşır. Kadın bilincinin nasıl oluştuğunu anlamak demek, kendimize ilişkin en uzak anılarımızı kur­calamak demektir. Küçük çocukların özbilince nasıl ulaştıkları konu­sundaki koyu bilgisizliğimiz sürüyor. Belirli küçük kızların belirli top­lum biçimleri içindeki belirli ailelerde kendilerini nasıl algıladıkları ko­nusunda daha pek çok şey öğrenmemiz gerekiyor. Ailenin ağır basan kapitalist toplum değerlerini taşıyıp pekiştirmesine ortam hazırlayan süreç de, yine aynı biçimde, ancak kabataslak anlaşılmıştır. "Yetkeci" aile konusunda yaptığımız genellemelerin yetersiz olduğu apaçıktır. Bilinci kitle hareketleri açısından algılamakta kullandığımız araçlar, in­sanların üreme noktasında birbirlerini kısıtlayıp belirlerken takındıkla­rı güç sezilir tutumu gözlemlemeye elvermeyecek ölçüde kabadır. En azından kadınlar bakımından, bu bilincin yerli yerine oturtulması, bir anlamda siyasal ivedilik taşıyan bir konudur. Varoluşumuzun bir par­çasıdır. Bir de dil sorunu var. Sözcükleri öğrenir öğrenmez, kendimizi on­ların dışında buluyoruz. Bir ölçüye kadar, paylaşılan bir dışlama bu. Sözcük, kişinin benliğinin ötesine geçmesi anlamına gelir, kuram ise benliğin ötesindeki alanda bağlantı kurmak ve dönüştürme olanağı ta­şır. Dilin belli bir gücü vardır. Dil, egemenlik kurma araçlarından biri­sidir. Üst konumundaki kişilerce özenle korunur; çünkü dil, onların üs­tünlüklerini korumalarını sağlayan yollardan birisidir.
Eski günlerde, kabahat yapanın dilini kesiverirlermiş; daha insancıl olan bizim toplumumuzsa, hiç kullanmaması koşuluyla ses çıkarma organlarının ki­şinin kendisinde kalmasına izin veriyor... Gerçekle, en çok korkulan şey, kaba­hatli sayılan kişinin, sözcüklerin arılığını bozması olasılığıdır: Benzer biçimde, bazı boyların kadınları, anlatmak istediklerini el-yüz hareketleriyle, yani jest­lerle anlatmak zorundadırlar dili kullanarak konuşma hakkı yalnız erkeklere aittir. Kabahatli sayılan kişi yasağı çiğnerse, ne kimse onu dinlemeli ne de, en önemlisi, kimse ona yanıt vermelidir... Elbette, onu sessiz sessiz, gırtlağının içinden kendisiyle konuşmaktan alıkoyamazlar; hücresinin duvarlarına yazı yazmaktan, gardiyanlar arkalarını dönünce öteki tutuklularla işaretleşmekten alıkoyamazlar: Ama bu gizli kapaklı, ağırbaşlı iletişimler, onun, dili aşırmakta olduğu yolundaki duygusunu doğrulayıp pekiştirir. (J.P.Sartre)
Bu dünyada kendilerini tanımlama ve belirleme gücünden yoksun olanlarca kullanılan yeraltı dili, kendine özgü bir yoğunluk ve yetkin­lik geliştirir. Bu dil, rüzgârı koklama, ortamı algılama, dostluk göster­meyen bir arazide kendilerini savunma olanağı verir onlara. Ama öte yandan, güçlülerin sözcüklerine bağımlı olduklarını doğruladığı içinde de onları kısıtlar. Kendilerine dayatılan gerçekliği, kendi başlarına ve kendileri için belirleyip denetleyebildikleri bir gerçeklik aracılığıyla kırma gücüne sahip olmadıklarını yansıtır. Onları kendilerine sıkı sıkı­ya kapalı tutar. Öte yandan, kuram dili —uzaklaştırılmış dil— ezenlerce duyumsanıp yaşanan bir gerçekliği anlatıma kavuşturur yalnızca. Bu dil, ezenlerin bakış açısıyla, ezenlerin dünyasından yana konuşur yal­nızca. Devrimci bir hareket, eninde sonunda, başat durumdaki grubun kuram üzerindeki denetimini kırmak zorundadır, kendi bağlantılarını kurup yerleştirmek zorundadır. Dil, egemen durumdakilerin siyasal ve ideolojik iktidarının ayrılmaz bir parçasıdır.
Deneyim dili ile kuram dili arasındaki savaşımın bir tür işkence olup çıktığı uzun bir oluşum dönemi vardır. İngiltere'de işçi sınıfının gelişmesi sürecinde, suskunluk ile "onların" dili arasındaki çatışma, felç ve bağlantı sorunu, süreklilik göstermiştir. İşçi hareketi içinde ye­tişmiş herkes, şu ya da bu biçimde anlatıma kavuşturmuştur bu olguyu. Şivenin verdiği sıkıntı, aile içinde konuşulan dil ve öğrenim görmüşle­re özgü dil arasındaki kopukluk, "kültür 'ün —onların kültürünün— başkalığı, yeğin ve sancılıdır. Bugün, her ne zaman grevdeki bir işçi, egemen sınıfın soruşturucu kameraları önüne çıkıp televizyon stüdyo­sunun tümden yabancı yapıları içinde kendi tutumunu haKİı göstermek durumunda kalsa ya da her ne zaman işçi sınıfı kökenli bir çocuk orta sınıftan bir öğretmenle karşı karşıya kalsa, bu çatışma ortaya çıkıyor. Uzlaşma derecesi değişmiştir. Bazen uzlaşma, egemen sınıf kültürün­den bazı öğelerin sırıtacak biçimde ödünç alınması anlamına gelmiştir, hatta bu ödünç alma yoluna gidilirken bir yandan da egemen sınıfın si­yasal ve ekonomik tutumu en amansız biçimde lanetlenmeye devam edilmiştir. Ya da uzlaşma, kuramın, egemen güçlere ait olduğu için kirlenmiş bir şey sayılarak yadsınması sonucunu doğurmuştur. Dolaysız deneyimden kaynaklanan kavrayışın inatla yüceltilmesi, erkeklerin ağır bastığı İngiliz işçi sınıfı politikasının hem güçlü hem de zayıf yönünü oluşturmuştur. Bu tutum, eldeki kalelerin savunulmasını güvence altı­na almakta, ama atak bir stratejinin yaratılması olanağını azaltmaktadır. Amerika'daki Zenci hareketi de buna benzer bir açmazla yüz yüze gelmiştir.
…..

Bunun sonucu olarak, bizim dünya yorumumuz, her zaman kırılıp dağılmaya hazır ve donuk olagelmiştir. Kadın sürekli olarak kendi ka­buğuna çekilmeye zorlanır. Bütün boyun eğdirme biçimlerinin köken­leri gibi bizim ezilmişliğimizin kökeni de çoktan yitip gitmiştir. Belle­ğimizde, belki de bir zamanlar seçenek olarak başvurulmuş olan yolları anımsatacak en ufak bir iz bile yoktu. Güçlü kuvvetli kadınlardan ku­rulu kabileler ve ırklarla ilgili, anaerkilliğin altın çağıyla ilgili söylen­celer bile erkek kültürünün ürünleriydi. Özgür kadın düşlemi kurmak için bile elimizden gelen tek şey, erkek korkularını yansıtmaktı. Böyle­si kadınlar, bizim bilinçlerimize, erkek imgelemiyle erkekleştirilmiş olarak ulaşırlar. Yazılı kaynaklara geçmiş yakın tarihte bile oynadığı­mız rol çok önemsizdir. Biz, tarihin geri planını oluşturuyoruz. Bugün içinde bulunduğumuz durum, bölük pörçüklüğü ve yalıtlanmışlığı da­yatıyor. Kendi içimizde, kendimize karşı ve birbirimize karşı bölünmüş dutumda bulunan bizler, hem fiziksel hem de sınıfsal dayanışmadan uzağız.
"Onlar, birtakım erkeklere konut, ev işi, ekonomik koşul ve top­lumsal konum bağlarıyla bağlanmış olarak erkekler arasına saçılmış bir durumda yaşarlar." Aile. bizim iç dünyada bulunmamızı sağlar, erke­ğimizin sınıfı da bize dış dünyada belli bir konum kazandırır. Erkekle­rin elde ettikleri mevkileri yansıtırız biz. Kapitalist düzende bizim işle­vimiz toplumsal aksesuar olmaktır.
      Bundan da öte, erkeğin kadınla olan ilişkisi, ezenle ezilen arasında­ki başka ilişki biçimlerine hiç mi hiç benzemez. Bu ilişki çok daha in­celikli. çok daha karmaşıktır. Ne de olsa, iki taraf çoğu kez birbirini se­ver. Bu ilişki, oldukça kibar bir tiranlıktır. Daha yakın ilişkiye girdiği­miz anda dizginleri yaptırırız. Bu nedenle, böylesine esrik bir boyun eğdirme, işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiden bütünüyle farklıdır. İşçi­ler. gelecekte, artık kapitalistlerin var olmadığı kendilerine ait bir dün­ya kurmayı düşünebilirler. Oysa biz, içinde erkeklerin yaşamadığı ken­dimize ait bir dünya düşleyemeyiz.
İki cins arasındaki bölünme, insanlık tarihinde ortaya çıkmış bir olay değil, biyolojik bir olgudur... kadın, iki bileşenin birbiri için mutlak gerekli olduğu bir bütünlük içinde ötekini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, kadınların siyasal bir güç olarak ortaya çıkmaları, hem erkeklerden ayrı olarak hem de erkeklerle bağlantı içinde gerçek­leşmek zorundadır. Ne var ki, farklı olduğumuza ilişkin bilincimiz, salt dıştaki çalışma dünyasından ya da dışsal yaşam deneyimlerinden doğamaz. Kadınlara özgü devrimci bilinç, anılarımızdan silinmiş çocuklu­ğumuzun karanlıklarından doğar. Sömürgeleştirilişimizin boyutu, an­cak burada gerçekten gün ışığına çıkar. Sözgelimi, kendi ruh ve beden yapımızı bile bizi ezenlerden öğrendiğimizi düşünün bir. Üreme organlarımız, aybaşı hallerimiz, boşalmamız, âdetten kesilmemiz ile ilgili kendi deneyimlerimizi, erkekler tarafından belirlenen bir deneyimin yerine koyuyoruz. Hissettiklerimizle ilgili kendi bölük pörçük, dolaysız algılarımızı, sürekli olarak, erkekler taralından kurulan bir çerçevede ifade ediyoruz. Kadınlara özgü duyumlar, olağanüstülük niteliği taşıyor. Yalnızca bize ilişkin olan her şey, ana metnin dipnotları biçiminde, ikin­ci derecede önem taşıyan şeyler olarak ortaya çıkıyor sanki. Gündemde­ki yerimiz. "Gençlik" ile "Başka İşler" arasında bir yerlere düşüyor. Er­keklerin kültüründe, ancak "rastlantı sonucu" ve kıyıda köşede karşıla­şıyoruz kendimizle. Yapılan bütün yorumlara göre. gerçekte biz orada yer almıyoruz. Bü bizi şaşkına çeviriyor ve bir grup olarak kendi kimli­ğimizi algılamaya başlamamızın bizim için daha güç olacağı anlamına geliyor. Bu da kadın bilincine, kolayca kavranamayan ve bütünlüğü bo­zucu bir duygu katıyor. Biz onların pozitifinin negatifiyiz. Orada olma­manın doğurduğu ezici bir duygu baskı altında tutuyor bizi.
Her ne zaman bir kadın, kadın olarak yalnızca kendisine özgü olan bir deneyimini bir erkeğe anlatsa, erkeğin kendi deneyimini normal öl­çü olarak kabul etmesiyle karşı karşıya kalıyor. Bundan da öteye, erke­ğin "ölçü'yü değerlendiriş biçimiyle ilgili deneyimi, hem erkeğe hem de kadına erkeğin haklı olduğunu söyleyen başat ideoloji tarafından doğrulanıp pekiştiriliyor. Böylece, bugün var olan kültür içinde, kendimizi algıladığımız ve yaşadığımız gibi bulamıyoruz; hiç kuşkusuz, bu durum kadınlar dışında kalan başka topluluklar için de geçerlidir. Ka­pitalist düzende yaşayan işçi sınıfı, karaderililer, ulusal azınlıklar gibi bütün topluluklar kendileriyle birer yankı olarak yüz yüze geliyorlar, kapitalizmin onlara yansıttığı görüntülerin parıltısı ve gösterişi içinde kendilerini yitiriyorlar.
Bununla birlikte, kadınlar açısından sorun daha bir içselleşmiştir. Bu, bir ölçüde tarihle ilgilidir. Dönüp geriye bakabileceğimiz ne bir za­man dilimi ne de yer vardır. Bütün kadınları özgürlüğe kavuşturmak için yarattığımız hareket, işçi hareketiyle karşılaştırılamayacak ölçüde güçsüzdür: tarihsel olarak "kardeşlik" peşinde koşup durduk; hâlâ da "Sizin kardeşleriniz"iz. Neleri paylaştığımızı ve nelerin bize özgü ol­duğunu henüz ortaya çıkarmış değiliz.

Kitap: Kadın Bilinci Erkek Dünyası / Payel Yayınları
Görsel: Sarolta Ban

20 Mart 2012 Salı

Yengeç / Cemil Yüksel


Ömrüm benim dalgın duruşum
Çocukluk, bir kıvam, kolayca sıyrılan tat
Erik bahçeleri, kayısılar, diri duran kiraz gölgesi
Dudakları birbirine yapıştıran incir
O incir ki öpüşmeyi öğretti sana
Ayaklanan ziller sonrası kaçışların heyecanı
Zorlanmış parmaklarla okunmuş misketler
Işıl ışıl misketler gibi tutmuştum ellerini
Bir taşı isabetle deviren oyunlar görünmeye
Pencereye çıksan yukarı çekildiğim şelale.
Ne çok direndi
Çokça taşlanmış ihtiyar teyzenin erikleri düşmemeye
Oysa eskitilmiş sapan koleksiyonları aynı ağaçtan.
Ömrüm benim dalgın duruşum, buldukların
Zihnindeki en keskin zula

Dahası gözleri için insin diye aşağı
Kuzgun apartmanındaki 9. numaralı zile
Kibritler sıkıştırdım, üç tane kısa çöp birden
Görünmemi isterdin ama koy ver
Annen sokağı ayaklandıran imdat çağrısı
Durdum, baktım, hoşlandım küpelerinden.
Sonra sana söyledim, sadece sana söyledim
Ne çok sesle birden çıkıyorum 
Saçlarına değen o nice tebessümden

Ben bulutlara bakardım el yazısı işler gibi
Bir defteri süsleyen bulutlara, çocuk kızgınlığıyla
Göğün benden taraf uğuldadığını duydum üç kere
Bir deniz çalkandı durdu tarih sahnesinde
Sürekli baş dönmesi halinde taşıdım dünyayı

Görsel: Sarolta Ban