"Ay'a sordular:
'Neyi isterdin en çok?'
Cevap verdi:
'Güneş'in kaybolmasını, ve ebediyen
bulutlarla örtülü kalmasını.’"
Feridüddin Attar
I
"Hayatını
planla. Amaçlarını gerçekleştir. Hayattan ne beklediğini bil. Hiçbir şey seni
yolundan alıkoymasın. Azim ve disiplin sayesinde yapamayacağın şey yoktur.
Bunu başaracak yeteneğe kesinlikle sahipsin."
Bu
sözler böyle sürüp gider. Analar babalar, hocalar, psikologlar, en iyi
arkadaşlar, hepsi bunları söyler ve sen de bunları tekrarlar ve hepsine de
inanırsın. Bütün bunların ne kadar saçma olduğu, bir gün şu ilanı okuduğum
zaman kafama dank etti: Yüzünde kararlı bir ifade okunan eli yüzü düzgün orta
yaşlı bir kadın fotoğrafının altında, "Bu kadının belirli amaçları
var," diye yazıyordu "Ve biz de onu oraya ulaştıracağız." Borç
vermek isteyen bir bankanın ilanıydı bu.
Bankalar,
hükümetler, şirketler, meslek kuruluşları, toplumun yapısını planlayan ve
yürüten bütün kurum ve insanlar, bizim birtakım amaçlara sahip olmamızı
isterler. Ayrıca, bu amaçları gerçekleştirme yolunda kararlı olmamızı ve
böylelikle davranışlarımızın da önceden kestirilebilir olmasını isterler.
Amaçlarımız aracılığıyla da üzerimizde totaliter bir denetim kurarlar.
II
Davranışları
anla, önceden kestir ve denetle. Yirminci yüzyıl biliminin, özellikle de bir
davranış bilimi olarak psikolojinin sloganı budur. Psikolojinin hedefi budur.
Peki bu hedef kimlerin çıkarlarına hizmet eder? Davranışlarımıza ilişkin toplu
bilgi, endüstri sonrası (post-modern) düzen(ler)in gücünün dayanağıdır. Davranışlarımıza
ilişkin bilgi, bu düzenlerin toplumu denetlemesini, "yurttaşlarını"
denetlemesini ve bizleri denetleyip sömürmesini sağlar. Bilgi güç demektir.
Örneğin, kimi İskandinav ülkelerinde ve Almanya'da ülke çapında bir sayıma
halkın karşı çıkması, işte bu yüzdendir.
Bilgi
toplama, bizimle ilgili olarak öğrenilebilecek ne varsa hepsini titizlikle
tasnif eden ve bunları birbirleriyle paylaşan şirketlerin başlıca faaliyet
alanlarından biridir. Ne zaman bir anket formu doldursak, ne zaman bir banka
kartı için başvuruda bulunsak, ne zaman bir kitap kulübüne üye olsak, onlara
bilgi sunmuş oluruz. Üzerinde hiçbir fikir yürütemeyeceğimiz herhangi bir konu
yok mu? Kurulu düzen, bizim için-planladığı her şey hakkında bir fikir sahibi
olmaya yöneltir bizi. Şunu ya da bunu ötekine tercih etmek yerine "bir
fikrim yok” diyenlerin çoğunlukta olduğunu gösteren bir kamuoyu yoklamasına
neden rastlamadık şimdiye dek?
Yönetenler
sürprizlerden hoşlanmazlar. Yirminci yüzyıl insanında sürpriz öğesi hızla
ortadan kalkmaktadır. Sürprizler, yöneteni şoke eder. Sürprizler hem bizim
planlarımızı hem de onların planlarını bozar. Sürprizler, amaçların ve
hedeflerin önünde duran birer engeldir. Düzen, önümüzdeki yıl neye kaç para
harcayacağımızı, kimin, nerede, ne kadar süre tatil yapacağını, hatta
tatildeyken kaç kişinin boşanmak için avukat hizmeti talep edeceğini bilir.
Pazar
araştırmacıları, psikologlar, sosyologlar, hakkımızda topladıkları bilgilerin
ışığında insan davranış ve amaçlarını anlayıp bunları önceden kestirmeye çalışırlar.
Sonra da toplumsal mühendisliğin ve kamuoyu yönetiminin çeşitli yöntemleriyle
insan davranışlarını denetlemeye ve etkilemeye çalışırlar. Belirli bir
davranış kalıbı saptayıp tipik bir davranış biçimini öngördükten sonra, bundan
yarar sağlayabilmek için o davranışı güçlendirmeye uğraşırlar. Çikolatadan
tavaya, prezervatiften mayoya kadar akla gelebilecek her şeyin üretimi, düzen
tarafından bize empoze edilmiş olan ve önceden kestirilebilir davranışlarımıza
dayandırılır. Bir zamanlar son derece yaratıcı sayılan davranış tiplerimiz bile
önceden kestirilebiliyor artık. Örneğin, suçlarımız öylesine sıradan,
şaşırtıcı olmaktan öylesine uzak, plan, hedef ve yöntem bakımından öylesine
kabaca tahmin edilebilir hale gelmiştir ki polis hangi türden suç işleneceğini
ve bunları önlemek için hangi donanımlara ihtiyaç duyacağını yıllar öncesinden
bilmektedir.
Özgürlüğümüz,
davranışlarımızın önceden kestirilemezliğine bağlı. Batı ülkelerinde,
özgürlüğün üzerinde dolaşan kocaman soru işareti işte tam da bu noktadan, yani
düzenin, kendi yurttaşlarının davranışlarını kitlesel olarak önceden
kestirebilme beklentisinden kaynaklanıyor. Örneğin İsveç'te, kitle davranış
analizlerine ve istatistiksel tahmin raporlarına dayanarak hükümetler sonsuza
dek toplum mühendisliği ve gelecek planlaması konularıyla meşgul
olmaktadırlar. Burada hiçbir şey rastlantıya bırakılmaz. (Kimi kamu
helalarında, duvar yazıları için özel yerler ayrılmış, kalemler bırakılmıştır.)
Kendi
bireysel amaçlarımızı koyup bunlara ulaşmak için çırpındığımızı sanabiliriz,
ama aslında bu amaçlar, çoğu kez, mevcut düzen tarafından önceden belirlenmiş,
o düzen içindeki yerimiz de önceden ayrılmıştır.
Giysi"lerimiz
genellikle önceden biçilmiş, hazır giyim olarak tasarlanmıştır.CIA gibi haber
alma teşkilatları, yabancı ajanlara, düşmanlara, potansiyel teröristlere -ve
onların hareket ve amaçlarına, sevdikleri ve sevmedikleri şeylere, zaaflarına
vb- ilişkin psikolojik profilleri çoktan hazırlamışlardır. Ancak hepimiz fişlenmiş
durumdayız. Polis, suçu önleme adına bilgi toplar. Siyasal partiler, kamuoyu
yoklamaları aracılığıyla inanç ve davranışlarımızı etkilerler. Şirketler,
tüketim davranış kalıplarımızı ve zevklerimizi tahlil ederler. Bütün bunların
hepsi, davranışlarımızı, planlarımızı, amaçlarımızı bilmek ve manipüle etmek
ister. Tam bir gözetim altındayız. Ve böylece kurulu düzenin modeline
başarıyla sokulduktan sonra, biz beklenen ve istenen şeylerle tam bir uyum
halinde olan tutkularımızı, dileklerimizi, arzularımızı ve -hepsinden önemlisi-
amaçlarımızı sergileyebiliriz artık.
Keyif,
aşk, inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocuk gibi şaşarcasına
bakarak yaşamak" - Nasıl amaçlanır ki?
III
Özgürlük
ve yaratıcılığın kaynağında yatan şey, amaç ya da hedefler değil, inançtır. Ne
var ki toplum, amaçlarımızı planlamamıza yardımcı olmak ve bu amaçlara
erişmemizde bizi desteklemekle özel olarak görevlendirilmiş bir hiyerarşik grupla
örgütlenmektedir giderek.
İnsanın
kendi hayatı için "doğru amacı" seçmesi öylesine büyük önem
kazanmıştır ki, bu yüzyılda, kişinin hangi mesleğe uygun olduğunu belirleyecek
"bilimsel" yöntemler bile geliştirilmiştir. Psikologlar tarafından
geliştirilen çeşitli araçlar, bir gencin örneğin papaz mı yoksa müzisyen mi
olma eğiliminde olduğunu saptama iddiasındadır. Bu gibi kişilik envanterleri,
özellikle ABD liselerinde ve ABD'de belirlenen standartları izleyen ülkelerde
çok yaygın. Tıpkı bir makinenin özel bir parçası gibi, insanoğlunun da verili
toplum düzenince saptanmış mesleklerden birine "uyması" öngörülüyor.
Amaç/hedef ile kişi bir kez birbirine uyduktan sonra meslekle kişi de birçok
bakımdan birbiriyle kaynaşıyor.
İnsan
insana ilişki kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve
profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle. Bu
ilişkinin niteliğini belirleyen temel, (esasen mesleki özdeşleştirme ile
bastırılmış olan) bireysel kişilikler değil, karşılıklı çıkar ve mevcut toplum
düzeni içindeki değerler, çıkarlar ve güç dengesi tarafından belirlenmiş "amaçlarımız"
arasındaki yakınlıktır. İnsanlarla tanışıp karşılaşmaktan çok, iş görüşmeleri
yapıyoruz. Daha "merhaba" dediğimiz anda, "Bu ilişkiden ne gibi
bir fayda sağlayabilirim acaba?" düşüncesi geçer kafamızdan. İlişkiler,
insanın evrensel "birlikteliği" üzerine kurulmaktan çok, kesin
amaçlar üzerine inşa edilir.
Hepimiz
birçok amaç ve hedef peşinde koştuğumuz için, aynı anda birçok farklı kimliğe
de sahip oluruz. Ama her durumda sonuç ya da amaç, kişiden daha büyüktür. Amaç
ya da sonuç, kişiler arasındaki ilişkilere de hükmeder ve bu ilişkinin
niteliğini belirler.
İdeolojik
inançlar da amaç peşinde koşma davranışının bir başka örneğidir. Kendimizi
belli bir ideoloji ile özdeşleştirdikten sonra, o ideolojinin imajına, o
ideolojiyi savunanların imajına, onun kahramanlarına göre "büyümeye"
ve kendimizi biçimlendirmeye başlarız. Böyle durumlarda çoğu kez kendi sağduyumuza
ve deneyimlerimize karşı çıkarız. Çoğu kez, gördüğümüzü ve duyduğumuzu
algılayamaz hale geliriz. Giderek, kendimizi hem fiziki görünüş hem de zihni paradigma
bakımından o ideolojinin imajına göre yoğurur, kalıba dökeriz. Sonunda öyle
bir noktaya geliriz ki ideoloji yaşamın kendisinden bile daha önemli olur. Din
de tarih boyunca buna benzer bir rol oynamıştır.
IV
Amaç
peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar totaliterdir. Psikologlar fareler
üzerinde birçok mahrumiyet deneyi yaparak açlık, susuzluk, cinsellik,
ebeveynlik içgüdüsü (yalnızca dişi fare için!) gibi bazı temel amaç
gerçekleştirme dürtülerinin gücünü ölçmeye çalışmışlardır. Burada ölçülmek
istenen, farenin labirentin öteki ucunda yoksun bırakıldığı şeyi bulmayı ne
kadar kısa sürede öğreneceğidir. Amaca ne kadar çabuk ulaşılırsa, dürtünün de
o kadar güçlü olduğu söylenmektedir. Yerleşik psikoloji kurumlan, bizim de
dürtülerimizin bir fonksiyonu olarak amaca yönelik davranışlar gösterdiğimizi
söylüyor. Yine bu kuramların ileri sürdüğüne göre, ancak bu türden temel
dürtülerin doyuma ulaştırılmasından sonradır ki insan daha yüksek düzeyde
amaçlar peşinde koşabilir. (Birinci düzey: Beslenme, giyinme, barınma; ondan
sonraki düzey: Sevgi, güvenlik; en yüksek düzey: Kendini bulma). Tüm davranışlarımızın,
gereksinmelerimizi azaltma temeline dayandığını söylüyor bu kuramlar. Sözü
geçen gereksinimleri azaltmak için insanın harekete geçtiği, belirli amaçlara
erişme doğrultusunda şunu ya da bunu yapmaya itildiği belirtiliyor. Yirminci
yüzyılda çok yaygın olan bu teori, insanın intihar, diğerkâmlık (altrüizm) ve
gönüllü olarak değiştirilen bilinç durumları gibi bazı temel davranış
özellikleri gözönüne alındığı zaman, anlamsızlaşıyor.
Amaç
peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar totaliterdir; çünkü biz,
davranışlarımızın çevre ile diyalektik bir ilişki içinde kendiliğinden
evrimleşip yepyeni ve beklenmedik davranışlara yol açmasını beklemek yerine,
davranışlarımızın niteliğini amaçlarımızın belirlemesine izin veriyoruz.
İnsanın belirgin amaçlar peşinde koşup koşmaması, askeri bando mızıkaya ayak
uydurarak yürümekle doğaçlama bir caz seansına katılmak arasındaki farka
benzetilebilir.
V
Kendiliğinden
olanı önceden kestirmek olanaksızdır. Homo sapiens'in "gizem"i,
insanı öteki canlılardan ayıran bir özelliği, onun eylemlerinin önceden
kestirilebilir olmayışıdır. Bitkilerin yaşamı büyük ölçüde önceden
belirlenmiştir. Hayvanlar da etnologların türlere özgü davranış ya da sabit
hareket biçimleri diye adlandırdıkları davranış kurallarına tabidirler ki
bunlar da önceden kestirilebilir davranışlardır. Ancak en son evrimleşmiş türe,
yani homo sapiens'e geldiğimiz zaman herhangi bir spesifik çevresel dürtüye
bağlı olmadan ortaya çıkan davranış biçimleriyle karşılaşıyoruz. Filozoflar
"özgür irade" öğesini yalnızca insana yakıştırıyorlar. Ama buna
rağmen kendi kendimizin tutsağı olduk: İnsanlık mozaiğinin kimi kırıntıları
birtakım toplumsal kodlara ve beklentilere dönüşüyor, ondan sonra da belirgin
hedeflerimiz ve amaçlarımız haline geliyor. Bunlara ulaşılması, yaşantılarımıza
yön ve çoğu kez anlam veriyor. Böyle belirlenmiş ve sabit amaçlar peşinde
koşarken, taklit etmeye başlıyoruz. Her Allah'ın günü kendimizi ve başkalarını
taklit ediyoruz. Daha az taklit edip daha çok kendimiz olacak yerde, taklit
ettikçe kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz.
Amaca
yönelik maksatlı faaliyet, diken sırtlı balığın çiftleşmesi, ördek
yavrularının davranışları, sombalıklarının yumurtlamak için akıntıdan yukarı
doğru çıkarak doğdukları yere dönüp yumurtalarını oraya bırakmaları gibi,
türlere özgü spesifik davranışın çok karakteristik bir özelliğidir. Biz
belirli amaçları izlemek, sabit hareketlerde bulunmak üzere yaratılmadık. Sabit
hareketlerimizin ya da spesifik amaçlara yönelik davranışımızın kaynaklarını
yalnızca zihni paradigmalarımızda, zihnimizdeki yerleşik dizilerde, kendi
kendimize inşa ettiğimiz hapishanelerde aramak gerekir.
VI
Amaca
yönelik davranışlar, onlarla el ele giden güvenlik ve denetim duygularıyla
birlikte bizi yalancı bir kavrama, kendi yaşantımızı kendimiz yönettiğimiz,
kendi gemimizin kaptanı olduğumuz şeklinde bir anlayışa götürür. Evet,
hayatımızı yaşıyoruz. Ama, onu yönettiğimiz doğru değil! Bir dakika sonra
hayatta olup olmayacağımızı etkileyen binlerce insan, binlerce rastlantı var.
Yaşantımızın şu andaki durumunu, ulaşmış olduğumuz bir nokta olarak düşünme
eğiliminde olduğumuzdan, o noktaya kadar bir ilerleme olduğunu da düşünme
eğilimi gösteririz. Geçmişe bugünden baktığımızda, bulunduğumuz yer bize son
derece makul ve mantıklı görünür; sanki biz onu önceden planlamışız, ya da bu
yer önceden belirlenmiş gibi. Mantıklı bir kalıba ya da modele uygun bir gelişme
gibi gelir bu bize, çünkü yaşantımızda bugün varmış olduğumuz konumun
göstergesi olan olayları, koşulları ve edimleri seçmişiz gibi gelir bize. Oysa
bulunduğumuz yerde neden bulunmamamız gerektiğini açıklayacak milyonlarca sebep
de bulabilirdik. Ne var ki temel çabamız hep doğrulamak, hep olayları gizemli
olmaktan çok anlamlı gösteren anlaşılabilir bir model bulmaya çalışmaktır;
çünkü bu model, evrenin uçsuz bucaksızlığı ile yekvücut olmak yerine, belirli (sabit)
bir zaman ve mekân içinde bir denetleme duygusu verir bize.
VII
Amaca
yönelik faaliyet, bireysel olarak girişikliğinde, kişiyi yaşamda yer alan
başka süreçlerden kopardığı için, ben- merkezciliği içerir. Öte yandan amaca
yönelik faaliyet, ortak bir süreç olduğu takdirde, isteklerin ve çıkarların
standartlaştırılmasını içerir ve böylece çoğunluğa standardizasyonun
korunması için gerekli gücü verir; bu da ortak yarara uygun bir şey sanılır.
Örneğin,
ilkokul eğitiminde öğrencilere kendi bireysel günlük amaçlarını seçme olanağı
verilmesi ile öğrencilerin bir araya gelip sınıf adına ortak bir amaç seçmeleri
arasındaki tartışmanın seçenekleri, ya katı bir bencilliğe ya da grup baskısına
yol açar. Burada önemli olan ne (klasik totaliter rejimlerde olduğu gibi)
amacı kimin belirleyeceği, ne de (günümüz demokrasilerinde olduğu gibi) amaçların
hangi süreçlerle belirlenip gerçekleştirildiğidir. Önemli olan, amacın ta
kendisidir. Bireyin elini kolunu bağlayan, onu boğan ve hapseden amaç.
İnsan
amacını -ne pahasına olursa olsun, kendini adayarak azim ve özveriyle
gerçekleştirmek istediği amacını- bir kez saptadı mı artık onun boyunduruğu
altına girmiş demektir; hayatın kendisi bu amacın boyunduruğu altındadır
artık. Böylece, başka, bambaşka şeyler yapabilme olasılığına da sırt çevirmiş
oluruz. Oysa, değişiklik tohumunu, bambaşka bir şey yapma potansiyelini
içimizde sürekli taşırız. Irmağı geçerken bile at değiştirebilmeliyiz pekâlâ;
düzen böyle yapılmaz diyor diye bundan çekinmemeliyiz. Daima bu olasılığa açık
tutmalıyız kendimizi; böyle bir olasılığın varlığına karşı uyanık olmalıyız.
Ömür
boyu belirli türde bir faaliyette bulunabiliriz tabii. Ama bunu sabit bir hedef
olarak seçmemeliyiz. Ne yaşamda, ne de sevgide belirli amaçlar ya da sabit
hedefler vardır. Amaçlar birer sözleşme değildir. Giriştiğimiz faaliyetler
hayata açılan yollardır sadece; hayatın güzelliği ve gizemi ile ilgili deneylerdir.
VIII
Sevgiden
vazgeçerek, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal yapmak için
duraklayan bir yarış arabası gibi hayatı yaşamadan tüketmek pahasına
hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de.
Çok
amaçlı 20. yüzyıl insanında dürtü var, ama derinlik ve yoğunluk yok. Şunu satın
almak, bunu gerçekleştirmek, yeni bir deneyden geçmek gibi hedeflerimiz var.
Hedef ve amaçlarımız yüzünden, hayatı yaşamak yerine onu tüketiyoruz. Hayatla
yekvücut değiliz artık. Hayatlarını belirli, sabit amaçlara indirgeyenler,
hayatla yekvücut olmadan, onun yüzeyine tutunma çabasındalar.
Duygu
ve düşüncelerimizle kendimizi hayatın akışına bırakarak kendimizi
"bulabiliriz" ancak. Bu, kendini kaderin rüzgârına ya da kısmetin
eline bırakmak demek değildir. Asla. Yola çıkmadan önce ihtiyar denizcilerle
konuşur, rüzgârlara kulak verip onları tanır, yelkenle tekneyi hazırlarız.
Sonra da engin deniz. Ama o zaman bile başka düşlere, değişikliklere ve
koşullara açık tutarız rotamızı. Oysa, kendimizi ömür boyu sabit hedeflerle
sınırlayarak sadece limandaki küçük vapurlara binmeyi ve bilinen iki iskele
arasında yolculuk yapmayı yeğliyoruz. Bu yolculuğu ilginç kılmak için hava
raporlarını dikkatle inceliyor, tek sayılı günlerde iskele tarafında, çift
sayılı günlerde sancak tarafında oturuyor, her beş saatte bir çay içiyor,
gözlüklü yolcularla hiç konuşmuyor, yeşil giyenlere daima tebessüm ediyor ve
tabii günün birinde vapur değiştirebileceğimize ilişkin minik bir rüyayı da
kendimizden esirgemiyoruz. C'est la vie? Şu önceden kestirilebilir totaliter
yaşamlarımız insan ruhuna bir hakaret değilse nedir?
7
Mart 1987, Marburg
Görsel: Gilbert Garcin
Görsel: Gilbert Garcin